Etiket arşivi: anne

“Kadının adı yok”, peki ya değeri?

“Kadının Adı Yok” diyerek, kadının değerini yok eden malum zihniyete bir nazire olsun diye koydum bu başlığı.

Modernler kadını evden çıkartıp, evini yıktılar. Kadını ikna etmek için, evini ona “Bu senin zindanın” diye tanıttılar. Bu şeytani telkine aldanan modern kadın evi terk etti.

Modern kadına ev yerine önerdikleri şey ne? Sokak, cadde, süpermarket, kulüp, dernek, fabrika, daire, dükkân, ofis vesaire vesaire… Ama bunların hiç biri evin yerine geçmedi. Kadın eve düşman dışarıya hayran edildi. Fakat dışarı onu korumadı. Koruyamazdı da. Onu dışarı çağıranlar zaten korumasız kalsın, savunmasız kalsın diye çağırmıştı. Onu dışarı çağıranlar, onu metalaştırmaya can atanlardı.

Kadın onlar için süslendi, boyandı, pudralandı. Onlar için harcadı parasını, zamanını, hayatını. Onlar, içerden çıkarıp dışarının malı ettikleri her kadını yağlı ve bağımlı bir müşteri olarak alkışladılar. Nitekim öyleydi de. Kadın artık kazanmak için harcıyor, harcamak için kazanıyordu.

Önce anneliğini unuttu. Zira kendine yabancılaştı. Zaten dışarlıklı bir hayatın yoğunluğunu hiçbir kadın annelikle birlikte kaldıramazdı. O nazenin omuzlara bu ağır gelirdi. Öyle de oldu. Yıktıkları evin yerine pansiyonu koydular. Yıktılar dedimse, damını duvarını yıktıklarını kastetmedim elbet. Bu mecazen bir yıkımdı. Evin misyonunu yıktılar, tıpkı kadının kadınlık misyonunu yıktıkları gibi.

Artık evler iki kişilik pansiyondu. Baba işe anne işe çocuk kreşe; oh ne ala memleket! Siz buna ev diyebilecek misiniz? Zaten olmadı da. Önce çocuk sayısını azaltmaya ikna ettiler. Zaten evinden çıkardıkları kadın, buna mecburen ikna olmak zorundaydı. Başka türlü yapamazdı. Kendisini dışarıdan koparak her şey ayak bağıydı. Bu çocuk için de, hatta eşinden “hanımlık” bekleyen koca için de geçerliydi.

Evsizliğin merkezi olan Batılı toplumlarda kadın doğurmuyor. Geçenlerde Kıbrıs Rum yönetimi her doğum için 60 bin dolar vereceğini açıkladı. Biliyorum yine ikna edemeyecekler. Çocuğu angarya gören bir kadını doğurmaya nasıl ikna edebilirsiniz. Dahası, “kamu malı” haline getirilmek için içindeki anne öldürülmüş olan modern kadın, fıtratın haykıran sesini, taş kesilmiş kalple nasıl duysun?

Eline köpeğin zincirini tutuşturdular ve “çocuk yok, köpek olsun” dediler. Modern kadın farkına varmadan köpeği çocuğun yerine koyuverdi. Çocuğun kahrına katlanmamak için evden kaçan modern kadın köpeğin kahrına katlandı. Tıpkı bir kocanın kahrına katlanmamak için evi gözden çıkaran modern kadının, kocalık sorumluluğunun hiç birini taşımayan bir sürü sorumsuz ve iffetsiz erkeğin kahrına katlandığı gibi.

Müslüman kadını önce birinci evi olan tesettürü, sonra ikinci tesettürü olan evi koruyor. Bu Allah’ın kendi talimatına uyan kadına bahşettiği bir lütuftur.

Evet, İslami tesettür birinci evdir. Bazıları İslami tesettüre “ikinci deri” gibi bakarlar. Bu ifrattır, aşırılıktır ve fıtrata aykırıdır. Tesettür mümin kadının sosyal ilişkilerini düzenleyen bir talimattır. Karşıt cinsle ilişki kurarken dişiliğini arka plana atar ve kişiliğini ön plana çıkarır. Bunu tesettür sayesinde yapar. Muhatabına “Benimle kişiliğim üzerinden ilişki kur” mesajı vermiş olur.

İlk ev olan İslami tesettür, Müslüman kadınla birlikte yürür. Müslüman kadın nereye giderse gitsin, o da oraya gider. İşte bu nedenle o “ev”lidir. Tesettürü alınarak dışarı salınmış bir kadın, bu yüzden evi başına yıkılmış bir kadındır.

“İlk evi” olan tesettürünü koruyamayan, “ikinci tesettürü” olan evini koruyamaz. Başta inşa edemez ki korusun. İşte bu yüzden, hakkı ifa edilen bir tesettür mucizedir.

Dünyanın kadın açısından gittiği yöne dikkatlice bakınız. Muceza derken ne kastettiğimi o zaman anlarsınız. Yine tesettürün hürriyetin sembolü olduğu gerçeği, özgürlük adı altında metalaştırılan modern kadının içinde bulunduğu sıkıntılı duruma bakınca daha iyi anlaşılmaktadır.

Kadın rahatsız olacaksa, değersizleştirme operasyonundan rahatsız olmalıdır. Kadının adı yoksa, ona bir ad konulur. Ama ya değeri yoksa ne yapılır? Değer isim gibi “koydum” demekle konulacak bir şey değil ki.

Kadını değerinden koparanlar, ona “fiyat” biçiyorlar. Zira kendilerinde değer yok, para çok. “Parayı bastırırız, alırız” diye düşünüyor olmalılar.

Kadın, değersizleştirme operasyonuna kurban gitmemek istiyorsa, euzü besmele çeksin. Çeksin de şeytanlar ondan elini çeksin.

Mustafa İslamoğlu

Şahin Kuşunun Hazin Hikâyesi

Mevlana Hazretleri Mesnevî’de bir hikâye anlatır.

Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan görünümlü şahine acıdı, merhamet etti yanına aldı.

Aç şahinin önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin, önüne konan tasa gagasını daldırması ile başını sallayarak geri çekmesi bir oldu. Çünkü şahin et yerdi, hamur bulamacını yiyemedi.

Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce üzüldü: ”Vah!” dedi, “Gagan uzamış, kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin önceki sahibin hiç mi Allah’tan korkmazdı ki, şu gaganı düzeltmemiş hiç!..” dedi ve eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı.

Şahin yaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da, nafile, kaçamadı. Yaşlı kadın şahinin gagasını kesti.Şahin çırpınırken, yaşlı kadın, şahinin kanatlarını gördü: ”Vah!..” dedi, “Senin eski sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hâle gelmiş, kimi uzun, kimi kısa kalmış!..” diyerek, şahinin o güzelim kanatlarını elindeki makasla düzeltmeye başladı.

Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı… Çaresizce pençelerini kadının koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın, şahinin kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü: ”Vah vah! Önceki sahibin nasıl merhametsizmiş ki, bir kere bile tırnaklarını kesmemiş. Tırnakların ne de çirkin olmuş.” dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanmakta kullandığı pençelerini söküp attı.

Cahil ve yaşlı bu kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu. Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce hiddetlendi: ”Kimseye iyilik yaramıyor ki!..” dedi, “Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor.” diye söylendi. Sonra da elindeki kuşu: “Git hadi, bildiğin yere!” diyerek kaldırdı havaya attı.

Şahin çırpındı uçmak için… Ama kanatları kesikti, uçamadı… Acı ile yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü yere de konamadı… Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı. Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle avlayan cesur şahin kuşu, cahil kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü.

Çocuğu tanımadan, çocuk terbiyesi olmaz. Birçok anne-baba, çocuklarını yeterince tanıyamadıkları için, ellerindeki “şahin” bakışlı çocukları, kargaya çeviriyorlar da, farkında değiller. Hâlbuki çocuk terbiyesinin birinci ve en önemli maddesi, çocuğu tanımaktır.

Hiçbir çocuk, bir diğeri ile aynı değildir. Nasıl ki, gökyüzünden dökülen milyarlarca kar tanesi görünüşte birbirine benzediği hâlde, aslında hiçbiri bir diğerinin aynı değildir; tıpkı bunu gibi, her çocuk da bir diğerinden farklı karaktere sahiptir. Bu çocuklar öz kardeş bile olsalar…

Eğer çocukların bu farklılıkları göz önüne alınmadan, çocukların karakterleri tanınmadan çocuk terbiyesine girişilir ise, o takdirde, şahin karakterli bir çocuk, bir süre sonra korkak bir kargaya dönüşme riski taşır. Çocuğunuzu yeniden keşfedin.

Albert Einstein’ı bilirsiniz. Hani dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen ünlü Alman fizikçi… Albert Einstein’ı, çocukluk yıllarında ne öğretmenleri, ne de ailesi yeterince keşfedebilmişti. Öğretmeni, Einstein’ı her defasında babasına şikâyet ediyor: “Çocuğunuz öğrenim zorluğu çekiyor, bu da diğer çocuklara öğreteceğim konuların hızını kesiyor!” diyordu.

Einstein’ın babası, artık okulun bu baskılarından bunaldığı için, oğlunu okuldan aldı ve “hiç olmazsa bir mesleği olsun” diyerek meslek okuluna kayıt ettirdi.12 yaşına kadar oğlunun eğitim problemleriyle boğuşan baba, elindeki çocuğunun dünyanın en zeki insanı olduğunu bilseydi, her sinirlendiğinde:“-Senin kadar aptal bir çocuk daha dünyaya gelmemiştir!” diye bağırıp çağırmazdı.

Einstein okulda başarısızdı, çünkü öğretmenin öğretmeye çalıştığı konular onun ilgisini çekmiyordu. O dönemde tarım toplumu olan Almanya’da; “İnek nasıl sağılır, toprak nasıl gübrelenir, ağaç nasıl budanır?” konuları çocuklara öğretiliyordu. Einstein için bunlar anlamsız şeylerdi. O yüzden dikkatini veremiyordu bir türlü anlatılan derslere…

O, kâinattaki ince dengenin nasıl kurulduğunu, maddenin ötesindeki mananın nasıl şekillendiğini merak ediyordu. Yıllar sonra onun farklılığı fark edildiğinde, bilim dünyası onun her konuşması karşısında nefeslerini kesip onu dinlemeye başlamıştı başlamasına, ama ne yazık ki, her çocuk Einstein kadar şanslı değildi!

Derslerinde başarısız olan binlerce çocuk, bir ömür boyu karga muamelesi yapılarak; tırnakları, gagası, kanatları yolunarak; şahini şahin yapan tüm özellikler kopartılıyor da kimsecikler fark etmiyor bile… Tıpkı Van Gogh’un fark edilmediği gibi… 

Dünyaca ünlü ressam Van Gogh’un tabloları bu gün paha biçilemeyecek kadar değerli olduğu hâlde, yaşadığı dönemde kimsecikler dönüp onun yaptığı resimlere bakmıyordu bile…

Hatta eşi ona bir gün: “Bırak şu gereksiz işleri de, git adam gibi bir işte çalış!.. Evinin ihtiyacını karşıla, evde yemek yapacak bir şeyimiz kalmadı.” dediğinde, öyle sinirlenmişti ki, atölyesinde bulunan onlarca tabloyu o gün sokak ortasında bir parça ekmek karşılığında satmıştı.

Dün bir ekmek karşılığında satılan o tablolar, bu gün kimin elinde ise, o kişi dev bir hazinenin sahibi durumunda…

Başarısızlık, daha çok dikkat çekmemeli… Çocuğunun eğitimi konusunda tavsiyeler isteyen bir anne: “Kızım, Tarih ve İngilizcede çok zayıf. İstemeye istemeye özel derse gönderiyorum. Bu da onu çok yoruyor. Onu motive edebilmem için ne tavsiye edersiniz?” diye sormuştu.

Bense bu anneye, kızının hangi derslerde iyi olduğunu sormuş ve anneden “matematik” dersinde kızının çok başarılı olduğu cevabını almıştım.“Peki, neden kızınızı matematikte özel derse yazdırmıyorsunuz?” diye sorduğumda ise anne, omuz silkerek: “Gerek görmüyoruz, çünkü kızım çocukluğundan beri matematik dersinden hep on üzerinde on alır.” demişti.

Şaşırmıştım, annenin “Gerek görmüyoruz!” deyişine… Kızı matematik dersinde bu kadar başarılı olan bir anne, kızının başarısız olduğu derslere gösterdiği önem kadar, başarılı olduğu derse önem vermiyordu.

Hâlbuki bu çocuğun kabiliyeti, açık bir şekilde matematik sahasında ortaya çıkmış olmasına rağmen, anne, kızının bu başarısını, “Gerek yok!” diye geçiştiriyordu.

Hâlbuki çocuklara başarısız oldukları sahalarda ekstra yardımlarda bulunulduğu gibi, belki de daha önemlisi, başarılı olduğu sahalarda destek gösterilmelidir. Ancak, ve ne yazık ki, günümüz eğitim sistemi, “her şeyden bir şey” öğretmeye yönelik olduğu için, “bir şeyden her şeyi bilmeye” kabiliyetli çocuklar arada kaybolup gitmektedir.

Hâlbuki anne-babalar, çocuklarının başarısızlığına dikkat çektiği ve özen gösterdiği kadar (ve hatta daha da fazla) çocuklarının başarılı oldukları sahalara da dikkat çekmeli ve o sahalarda yollarını açmalı, destek vermelidir. Çocuğu en iyi tanıyan annedir.

Hiç kimse, bir çocuğun kabiliyetini keşfetme konusunda anne-baba kadar bilgiye sahip olamaz. Özellikle anneler, çocuklarının doğduğu ilk günden son güne kadar hangi kabiliyetlerinin olduğunu anlayabilecek özel donanıma sahiptirler. Yeter ki, bu donanımı “empati: karşısındakinin yerine kendini koyma” kanallarını tıkamadan kullanabilsinler.

Tabii ki, her anne-baba iyi niyetlidir ve çocuklarının geleceğini en iyi biçimde şekillenmesini ister. Ancak iyi niyet, her zaman iyi netice vermez…

Nitekim Mevlana’nın hikâyesindeki yaşlı kadın da iyi niyetliydi, bahçesine konan şahinin gagasını, kanatlarını ve pençesini iyi niyetle kesti. Ancak o güzelim şahin, iyi niyetli, ama bilgisiz yaşlı kadının elinde rezil olmaktan kendini kurtaramadı.

Adem Güneş

İslam kadını aşağılamadı, siz anneliği aşağıladınız!

Tesadüf mü? Biri çıkıp İslam’ın kadını aşağıladığını iddia ediyor. Söz bir biçimde anneliğe geliyor. O da ne? İslam’ın kadını aşağıladığını iddia eden ‘modern’ bay veya bayanların aklının dibini kazıdığınızda, anneliği fena halde aşağıladığını görüyorsunuz. Ortak noktaları bu.

Anneliği aşağılamanın teknikleri çok. Bunun başında dünyanın en şerefli işini yapan annelere “boş kadın” muamelesi yapmak geliyor. Onlara göre çalışıyor olmak için evden çıkmak lazım. Caddeyi görmek, caddeye görünmek lazım. Bir kadının “çalışıyor” sayılması için kamuya kendisini göstermesi şart. Sabah sekiz akşam dokuz (çünkü kadın ucuz işgücü) mesai yapması şart.

Bunlar için de başka şeyler lazım: Modern görünürlüğün vacibatından olan şeyler. Her gün aynı kıyafetle, aynı saç rengiyle, aynı ayakkabıyla, aynı çantayla gidilmez ki işe! Yenilemek lazım, rengini uydurmak lazım. Saça uygun elbise, elbiseye uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun çanta, çantaya uygun cüzdan, ona uygun cep telefonu lazım…
Modası geçenleri değiştirmek lazım. Bunun için de modayı takip etmek lazım. Özetle üretim-tüketim çarkında yağ, değirmeninde un olmak lazım.

Bütün bunlar için çalışmak lazım. Çalışmadan bu masraflar nasıl kazanılacak? Daha iyi görünmek için daha çok kazanmak lazım. O da yetmiyorsa, daha daha çok kazanmak lazım. Daha çok kazanmak için harcamadan olmuyorsa, daha çok harcamak lazım. Görünmeden daha daha çok kazanılamıyorsa, daha çok görünmek lazım. Daha çok görünmek için daha çok dikkat çekmek lazımsa, onu yapmak lazım. Onu yapmak için herkesten çok harcama yapmak lazımsa, onu yapmak lazım. Herkesten çok harcamak için, herkesten çok kazanmak lazım.
Hangisi hangisine lazımdı? Kafam karıştı…

Evden çıkıp mesai yapmayan kadının yaptığı “çalışmak” değildir. O tepeden bakılan, “Ev kadınıymış” yollu dudak bükülen bir “acizdir”. Evinin kadını olmak modernlere göre dudak bükülecek bir iştir. İş kadını daha hoş geliyor. Hatta sokak kadını bile ötekinden hoş geliyor.

Modernin gözünde o koca parası(!) yiyor. Patron parası mı? Amir fırçası mı? Onun bunun erkeklerinin ağız kokusu mu? Her işe gidiş gelişte yaşadığı tıkış tıkış otobüsler ve minibüslerdeki onur kırıcı durum mu? Onlar işin parçası ayol. Koca kârı yeme de, ne yersen ye! Koca fırçası yeme de, ister amir, ister ustabaşı, ister patron fırçası ye! Hatta sokak magandası ve çarşı maçosunun attığı laf bile ehven…

Ev kadını, üüü! Bir kere özgür(!) değil ayol. Yarım saat işten erken ayrıldığı için amirinden duyduğu lafı kargalar yemese de kendisi özgür. İşyerinde uygulanan sıkı denetime rağmen özgür. “Yarın müsait misin”lere verdiği “Mesaide olacağım, işten yorgun dönüyorum”lara rağmen özgür. Ama ev kadını handiyse esir canım…
Ama o anne. Çocukları var. Yani dünyanın en değerli, en asil, en soylu, en görkemli işini yapıyor. Yani insan yetiştiriyor. Çocuk sokakta yetişmez ki? Çocuk evde yetişir.

Olsun, o yine de “çalışmayan” kadındır. Annelik çalışmak sayılmıyor. Modernlere göre annelik işsizlik sayılıyor. Annelik angarya sayılıyor. Komedi de ne biliyor musunuz: Başkalarının doğurduğu çocuklara bakmak için kurulan sektörlerde çalışmak “iş”, orada çalışanlar da “çalışıp üreten kadın” sayılıyor da, kendi doğurduğu çocuğa bakmak “iş” sayılmıyor. Modernler kazara anne olduklarında durum şu oluyor: baba işe, anne işe, çocuk kreşe, ev pansiyon, aile pansiyoner…

Ondan sonra “bebek mi-köpek mi?” ikilemi geliyor: tıpkı Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da olduğu gibi. Köpek bebekten daha sevimli oluyor modern kadın için. Bir, vücudu deforme etmiyor… Öyle ya: tenperest modernliğin gerçeği bunlar, görmek lazım.

Ama küçük bir sorun: Köpeğin ille de küçük olması lazım; kucağa alınıp sevilecek kadar küçük. Ne de olsa kadın o. Bir canlıyı kucağına alıp sevme güdüsü yaratılıştan verilmiş. Çaresi yok, sevecek. Peki, köpek yerine bebek sevse olmaz mı? Bu soruya Avrupa’nın bebek-köpek (yan yana iyi durmadığını biliyorum, ama anlayın) rakamlarını karşılaştırdığımızda, şu zımni cevabı alıyoruz: Yok, zinhar olmaz! (Almanya’da kayıtlı köpek sayısı nüfus ile neredeyse eşit).

İyi de, köpek de en az bebek kadar masraflı.

Olsun! O kadar kusur kadı kızında da bulunur.

Kazara doğursa bile anneliği sevmemiş ve severek annelik yapmamış (Bunun yanında doğum yapamadığı halde harika annelik yapanlar da var). Annelik yapmadığı için duyguları gelişmemiş, ufku gelişmemiş, hayat tecrübesi gelişmemiş, bilgelik dersen sıfır. Ama olsun; onun köpeği ve bir de mesaili işi var. O kendini tüm annelere hava atma makamında görüyor.

İşte buraya yazıyorum: Cenneti annelerin ayakları altına seren İslam, kadını aşağılamadı. Fakat cenneti dünyada arayan tek dünyalı modernler gözümüzün içine baka baka anneliği aşağılıyorlar. Üstelik her birini bir ana doğurduğu halde.

Ne kadar ayıp! Ne kadar küstah! Ne kadar saçma!

Mustafa İslamoğlu

Terbiyede Anne Önceliği

İslâmî anlayışta, çocuk terbiyesinde annenin önceliği vardır. Bu düstûru, çocuğun sevgi ve şefkate olan şiddetli ihtiyâcının bir sonucu ve gereği olarak da ifâde edebiliriz. Çünkü, Allah kadınları, erkeklerde bulunmayan üstün bir şefkat ve merhametle mücehhez ve dolu olarak yaratmıştır. Bu sebeple, çocuğun istiğnâ yaşı denen –yeme, içme, giyinme ve hattâ istincâ işlerinde- başkasına muhtaç olmayacağı yaşa kadarki terbiyesi anneye âittir. Boşanma, ölüm gibi durumlarda istiğnâ yaşına gelmeyen çocuklar, -evlenmediği müddetçe- anneye verilir. Evlenme veya terbiye velâyetine ehliyetsizliği gibi durumlarda çocuk, belli esaslar çerçevesinde öncelik anne tarafında olan kadınlara verilir. İslâm hukuku bu noktada, öncelikle de anne olmak üzere bir kadın tarafından bakılmayı, “çocuğun haklarından biri” olarak tesbît etmiş ve annenin çalışması gibi bir mazeretle çocuğun bu haktan mahrûm edilmeyeceğini hükme bağlamıştır. (1)

Günümüzde Batıda gelişen ve benimsenen kadının çalışma hakkı ile, çocuğun anne tarafından bakılma hakkı, çocuk terbiyesinde ciddî bir problem olmuştur. Normalde annenin yerini hiçbir kadın veya en konforlu imkânlarla teçhîz edilmiş çocuk bakım müesseselerinin de tutmayacağı kabul edilmiştir. Öyle ki ilk iki yıl içinde, çalışma sebebiyle çocuğunu emzirmeyen kadınların da –suçluluk duygusuna düşerek- psikolojik rahatsızlıklara düştükleri tespît edilmiş, rapora bağlanmıştır. (2) (3)

Bugünkü uygulamada, çalışan anneler, küçük çocuklarına hizmet ve nezaret etmek üzere, mürebbîlik formasyonu hiç olmayan, ucuz ücretle ya çok genç, ya da çok yaşlı kadınları istihdâm etmektedir. Bu sûretle yaşanan sıkıntı az değildir. Çocukları, ilk yaşlarında eğitimsiz insanların nezâretine terk etme mâcerâsının, ileriki yaşlarda, çocukların suçluluk durumlarına te’sîr edecek bir kısım terbiyevî kirlenmelere mârûz kalabileceklerini göstermek için bir vak’a ile anlatacağım:

Bu vak’ayı bir vesîle ile anlattığım dâhiliyeci doktorlardan Prof. Dr. Mehmet Gündoğdu Bey, terbiye târihine geçecek kadar enteresan bir vak’ayı, o sıralarda üniversiteden ayrılmış bulunan bayan bir profesörün –ismini de vererek- başından geçen bir hâdiseyi anlattı. Bu profesör hanım, evdeki küçük çocuğuna nezâret etmek üzere yaşlıca bir kadınla anlaşır. Bir gün, ânî bir işi çıkar ve beklenmeyen bir saatte evine uğramak zorunda kalır. Çocuk uykuda olabilir, uyandırmayayım diye zile basmadan kapıyı anahtarıyla usulca açarak içeri girer. Bir de ne görsün: mürebbiye hanım koltuğa kurulmuş, ayak parmağını bebeğin ağzına vermiş, uyuyor, bebekte şapır şapır emiyor. M. Gündoğdu bey, doktor hanımın, çocuğu olan kadının çalışmasının bir cinâyet ve hıyânet olduğu kanâatini her yerde pervâsızca söylediğini ilâve etmişti.

Kaynaklar:
1-Ebu Zehra, Muhammed, el-Ahvâlu’ş-Şahsiyye, Mısır, 1957, s. 439. Geniş bilgi için bkz. Çocuk Hakları Beyannamesi Işığında İslâm’da Çocuk Hakları adlı kitabımız, s. 78-79
2-Bu sadedde Fransa’da Meclis’e verilen bir rapordan ilgili pasaj için bkz. Çocuk Hakları Beyannamesi Işığında İslâm’da Çocuk Hakları, s. 80-81
3-el-Haddâdî, Ebubekir İbnu Ali (v. 800 h.), el-Cevheretü’n-Neyyire, 2, 116

Prof.Dr. İbrahim Canan, Sorularla İslamiyet