Etiket arşivi: anne

Eğitim Ektiğini Biçme İşidir

Her anne gibi, o da çocuklarını severdi. Aslında iyi bir eşti, beyine de muhabbet ederdi. Ancak, kayınvalidesinden hiç hazzetmezdi. Eşinin annesiydi ama kendisi onu hiç anne gibi görememiş, bu yüzden de baştan beri hiç sevememişti. Bu sebeble de, zaman zaman kendini tutamaz, çocuklarının yanında da kayınvalidesinin aleyhinde konuşur, onun hatalarını sayar dökerdi. Bazen çocukları annelerine müdahele ederler, babaannelerinin o kadar da kötü olmadığını söylemeye çalışırlardı. Ancak anneleri onlara bu ifadelerinden dolayı fevkalade kızar “Daha sizin bilmediğiniz neleri var.” diyerek, konuyu kendi istikametinde derinleştirirdi.

İki oğlu ile tek kızı, hep bu acı sohbeti dinleyerek büyüdüler. Dolayısıyla da babaannelerini sevemediler. İlerleyen yaşına rağmen kadıncağızın torunlarına gösterdiği bütün ilgi ve sevgi boşuna gitti., Tabii ki o da, gelinini kızı gibi görememiş, bu sebeble de sevememişti. Ancak yıllar sonra, onu, kendi konumunda kabul etmek zorunda kalmıştı. Geride kalan uzun yılların sonunda, mutsuz bir aile vardı… Birbirini sevemeyen bir gelinle, kayınvalidesi… Bu ikisinin arasında ezilip durmuş, hatta bazen hayatından bezmiş olan birinin eşi ve diğerinin oğlu… En kötüsü de, bu ailenin sevgisiz yetişmiş gençleri…

Anne, kendisini haklı çıkarmak ve daha çok sevgiye layık göstermek uğruna, kayınvalidesini sürekli kötülediği için, suçlamayı seven, gıybetten hoşlanan evlatlar yetiştirmişti. Üstelik bu çocuklar, annelerine de, onun beklediği sevgiyi ve ilgiyi hiçbir zaman gösterememişlerdi. Çünkü sürekli suçlayan, evladına suçlamayı öğretmiş olur. Sürekli suçlayan, hiçbir zaman hatayı kendisinde aramayandır

***

Gıybeti meslek haline getiren ise, hem saygınlığını kaybeder, hem de gıybet konusu haline gelir. Unutulmamalıdır ki, çocuklarımız, bizim dediklerimizi yapmazlar; yaptıklarımızı yaparlar.

***

O, tam bir Osmanlı Hanımefendisi idi. Severek evlenmişti. Eşinin iyi bir işi, dolayısıyla kendilerine fazlasıyla yetecek geliri vardı. Evliliklerinin ilk yıllarında çok mutlu idiler. Hele de peşpeşe doğan çocukları mutluluklarını büsbütün artırmıştı. Ne var ki bu hayat, dikensiz bir gül bahçesi değildi. Herkesin burada bir imtihanı vardı. Bu hanımefendi de hayatın ağır ve acı bir imtihanına tabi tutuldu.

Günün birinde, kocası, kendisini ve çocuklarını yüzüstü bırakarak ortadan kayboldu. Aylar, yıllar geçti. Beyinden bir haber alamadı. Neden sonra öğrendi ki, adam bir başka hatunla, bir başka yerde yaşamaktaydı. Onu tekrar yuvasına döndürmek için çok uğraştıysa da, sonuç alamadı. Üzüntüsünün derinliğini çocuklarına yansıtmadı. Saçını süpürge yaptı, gözyaşlarını içine akıttı ama, hiçbir zaman dışarıya dönük feryat figan etmedi. Ortalığı birbirine katmadı. En dikkat çekici olan özelliği de, çocuklarına hiçbir zaman babaları aleyhinde konuşma yapmadı. Tam tersine, çocukları, babalarına kızgınlıklarını ifade ettikleri zaman, onları sakinleştirmeye çalıştı ve daha soğukkanlı düşünmeye davet etti. O’na göre, bu dünya, imtihan dünyasıydı. Onların imtihanı da, böyle bir babadandı. Her şeye rağmen sabır ve şükür içinde olmak gerekirdi. Beterin beteri vardı. Zor da olsa okuyorlar, iyi-kötü geçiniyorlardı. Aç, çıplak kalmamışlardı ya…

Bu Osmanlı Hanımefendisi, bir gün çocuklarını topladı ve dedi ki:

– “Artık büyüdünüz. İkiniz üniversite okuyacak. İnşallah diğer kardeşlerinizi de okutacağım. Ancak sizlerden bir isteğim var: Ola ki bir yerlerde, bir zaman babanızla karşılaşırsanız, ne olur ona karşı kötü, kaba ve kırıcı bir davranışta bulunmayınız. Ne de olsa o sizin babanızdır. Eğer beni seviyorsanız, babanız hakkında kötü düşünmeyin…

Herkes kendi kaderine koşar. Gerçi o, kendisinden beklenmeyecek şeyler yaptı. Yaptıklarını nasıl yaptı, bunca yıl sonra, hala anlayabilmiş değilim. Ama bize ayıplamak ve suçlamak düşmez. Çünkü o zaman, hataya hata ile karşılık vermiş oluruz. Zaten siz, babanıza her şeye rağmen saygı borçlusunuz. Yüreğiniz yettiğince, ona da hayrı ve huzuru için dua etmelisiniz. Tekrarlıyorum ve vasiyetim olarak söylüyorum ki, eğer karşılaşırsanız, babanıza asla saygıda kusur etmeyiniz. Onu kırarak beni mutlu edeceğinizi de hiç düşünmeyiniz.”

Bu anne, vefatına kadar, çocuklarının bütününden çok büyük bir hürmet ve muhabbet gördü. Çünkü sevgi sarayını taş taş örmüş; kendisini bırakıp giden ve bir daha da arayıp sormayan kocası da dahil olmak üzere, hiç kimse için sevgisizliğe prim vermemişti. Bu harika tavrının mükafatı olarak da, başkaları için istediği sevgi ve saygı, en kaliteli haliyle, önce kendisine gelmişti. Zira sevgi, önce telkin edene; saygı da evvela öğretene yönelir.

Vehbi Vakkasoğlu – kadinpenceresi.com

Beklentiler Arasında Annelik Yapmak

Üzerimizdeki beklentilerin çok olması bizi kısıtlar ve yorar. Bizden beklenenlerin fazla olması stresin de ana kaynaklarından biridir. Beklentilere uygun yaşamaya çalışmak ve bekleyenlerin beklediklerini gerçekleştirmeye çalışmak bazen kendimiz olmamızı da engeller. Bazen de ömrümüz başkalarının beklentilerini karşılamakla geçer. Bu sefer kendimiz olmayız ve bu durum da bize ruhsal acılar verir. Günümüzde ve geçmişte üzerinde en fazla beklentinin biriktiği kişi grubundan biri de annelerdir.

Ben bir babayım. Benim babamın benden bir babalık beklentisi yok. Amcam nasıl babalık yaptığıma pek karışmaz. Teyzem de öyle. Annem de bu konuda bir şey demez. Biz babalar olarak beklentiler açısından rahatız. Ama anneler öyle mi, kimin annelerden beklentileri yok ki?

İmge Anne, Şimdiki Anne

Her anne, anne olmadan önce bir annelik hayali kurar. Çocuklarına yaklaşım tarzı, disiplin şekli, sevgi şekli bu imgede ve hayalde yer alır. “Ben çocuğuma sokakta bağıran annelerden olmayacağım, her gece ona kitap okuyacağım, kızmayacağım.” gibi cümleler annelerin zihninden geçer. Kendi annesinin ona yaptığı yanlışları çocuğuna yapmayacağına dair söz verir kendine. Kısacası annenin kendisinden bir annelik beklentisi vardır. Çocuk olup da anne, annelik yapmaya başladığında anne ilk olarak kendi beklediği ve umduğu anneliği yapamadığını görür ve bu durum annede hayal kırıklığına yol açar. Annenin karşılayamadığı ilk beklenti, kendi beklentisidir.

Babanın Anneden Beklentileri

Günümüzde babalar çocuk eğitimine dair, çocuğu finanse etmek dışında pek bir şey yapmazlar. Buna rağmen, çocukta bir sorun göründüğünde ilk merci olarak anneyi görürler. Annenin internet, dizi keyfi, komşuluk ziyaretleri babanın gözüne batar. Baba, çocuğun iyi eğitilmemesinin sorumlusu olarak anneyi görür. Anne bir yandan kendi beklediği anneliği yapmaya çalışırken, öte yandan babanın beklediği gibi anne olmaya da çabalar. Annelik konusunda beklentileri karşılanması gereken kişi sayısı artık iki olmuştur.

Büyüklerin Anneden Beklentileri

Kayınvalidenin, annenin kendi annesinin de ondan çok beklentileri vardır. Çocuk zayıfsa anne ‘bakmamış’, kilolu ise ‘çok yedirmiş’ olur. Hareketli ise çocuk, ‘anne terbiye verememiş’ olur, çocuk içine kapanıksa ‘anne çocuğu baskılamış’ olur. Annenin çocuğuna yedirdiği yemeğe, giydirdiği kıyafete kadar herkes anneye karışır. Kendi annesinin ve eşinin annesinin sözleri be beklentileri arasında çocuk büyütmek zordur.

Öğretmenin Anneden Beklentileri

Çocukların okula başlaması ile annelerin görevleri arasına okul çantasını, beslenmeyi hazırlayıp kontrol etmek gibi yeni görevler eklenir. Bir görev daha var ki, o da annelerin yükünü biraz daha arttırır. Çocukların ödevlerinin kontrolü ve takibi genelde annelere kalır. Çocuk ödevini yapmazsa öğretmen öncelikle anneyi ilgisizlikle suçlar. Anne, kendinin, eşinin, kayınvalidesinin, kendi annesinin kendisi üzerindeki beklentilerine cevap vermeye çalışırken üstüne bir de öğretmenlerin beklentileri biner. Böylece annenin yükü biraz daha artar.

Anneden beklentisi olan sadece bu saydıklarımla sınırlı değil. Komşu, sokaktaki teyze, otobüsteki yolcular, çocuğuna bakarak anneyi yargılarlar. Anneye hemen, iyi/kötü, ilgili/ilgisiz gibi sıfatlar biçerler. Babalardan beklentisi olan ise neredeyse yoktur. Babaların kendilerinin bile babalığa dair beklentilerinden pek fazla söz edemeyiz. Bu nedenle de anneleri bu konuda pek anlayamazlar.

Özetle, annelik dışarıdan bakıldığı gibi kolay değildir. Birçok beklenti arasında kalıp bunları dengeleyerek annelik yapmak, beklentileri karşılamadığında suçluluk hissetmek, beklentileri karşılamak adına kendisi olamamak günümüz anneliğin en büyük zorluklarından biridir. Bu nedenle annelere “Çocuğunu şöyle eğit, böyle davran.” demeden önce onları anlamamız ve onların zorluklarına derman olmamız şart. Annelere çocuklarına can yeleğini nasıl giydireceklerini öğretmeden önce, o yelekleri kendileri için nasıl kullanacaklarını öğretmekle işe başlamalıyız. Çocuklar mı? Biz anneleri için adımlar attığımızda, emin olun onlar daha sağlıklı ve daha mutlu yetişecekler.

www.mehmetteber.com

Çocuklar Şükredilecek Bir Nimet Değil mi?

Göreve yeni başladığım zamanlarda sürekli okula gelen veliler dikkatimi çekerdi. Ne güzel; duyarlı ve bilinçli aileler de var, derdim. Bu düşüncelerim aileleri tanıyıp niyetlerini anladıkça değişmeye başladı.

Bu ailelerin çocuklarının başarısıyla övünmek, onları toplumsal tatmin aracı olarak kullanmak istediklerine şahit olmaya başladım. Bu çocukların zannedildiği kadar zeki olmadıklarını, kendi hallerinde birer öğrenci olduklarını anladım. İşin garip tarafı bu ailelerin çocuklarının kapasitelerini bildikleri halde bile bile yüksek beklenti içine girmeleridir. 

Bizim bilinçli diyerek takdir ettiğimiz bu veliler, çocuklarının kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girerek hem çocuklarını hem de kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Allah bu ailenin çocuklarına sabır ve yardım etsin diyorum. Çünkü evde sürekli ders çalışmanızı söyleyen, birileriyle kıyaslayan,  kapasitenizi düşünmeden kendileri için sizi yarış atı gibi koşturan bir anne baba düşünün. Kısacası bu durumda olan çocuklar için bir empati yapmaya çalışın.

Ben bu tip ailelere, seminerlerimde ve aile görüşmelerimde şunu anlatmaya çalışıyorum; fakat onlar anlamak istemiyorlar. Ailelere şu ifadeleri çok kullanmışımdır:

“Çocuklarınız zannettiğiniz ve beklentilerinizi karşılayacak kadar süper zeki değillerdir. Bu çocukları oldukları gibi kabul edin ki hem siz hem de çocuklarınız rahat etsin.  Onlar, sizlerin istediği okulları kazanamayacak olsalar da; fiziksel ve zihinsel olarak özürlü çocuklar değillerdir. Ya çocuklarınız özürlü olsalardı o zaman da beklenti içinde olur muydunuz? Özürlü çocuğu olan aileleri düşünmenizi istiyorum.” 

Göreve yeni başladığım aynı yıllardaki aileler ile şimdiki aileler arasında (çocuklardan başarı beklentisi adına) pek de fark olmadığı gördüm. Aileler 15 yıl öncesinde olduğu gibi şimdi de aynı beklenti içindeler. Sonuç olarak şimdiki aileler de aynı hatalara düşmektedirler. Okullarda çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girerek hem çocukları hem de kendilerini sıkıntıya sokan ailelerle halen karşılaşmaktayız.

Hocam, benim çocuğum en iyi yeri kazansın diyen aileye nedenini sorduğumda; “Falan falanın çocuğu çok iyi yeri kazandı. Benim çocuğumun ondan neyi eksik kalır.” cevabını alıyorum.

Peki, siz gerçek anlamda çocuklarınıza anne babalık yapabiliyor musunuz? Çocuğunuzun sizi maddi ve manevi anlamda başka anne babaları örnek gösterip kıyasladığına hiç şahit oldunuz mu?

Bu sorularıma ailelerin cevabı; “Elimizden geleni fazlasıyla yapıyoruz. Yemeyip yediriyoruz, giymeyip giydiriyoruz, onlar için çalışıp çabalıyoruz. Hatta onlara özel dersler aldırtıp dershanelere gönderiyoruz.” olur.

Peki, bir anne babanın görevi çocuklarına sadece yedirip, içirip, giydirip ondan sonra da kapasitesinin üstünde bir beklenti içine girmek midir? Bir anne babanın başka ne görevi olabilir diyen ailelere; çocuklarını gerçek anlamda tanımadıklarını işe önce çocuklarını tanımakla başlamaları gerektiğini söylüyoruz.

 

Güle Güle Diyemediğimiz Çocuklar! ve Cennetlik Analar

Çocukları hala kendi okuduğu ve yaşadığı dönemlere bakarak değerlendiren aileler; çocuklarının, kendilerinin, toplumun,  en önemlisi zamanın ve şartların değiştiğinin farkında bile değillerdir. Bu gibi ailelere Hz. Ali Efendimiz yıllar öncesi neler yapmaları gerektiğini şu güzel sözüyle hatırlatmaktadır:

“Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil; onların yaşayacakları çağa göre yetiştirin.”

Genelde özel eğitim sınıfı olan okullarda çalıştım. Özel eğitime giden çocukları ve onları okula getiren aileleri gördükçe şükretmemiz gereken çok fazla nedenimiz olduğunu düşünür ve bunu velilere anlatmaya çalışırım.

İsterseniz başımızı ellerimizin arasına alıp birlikte düşünelim. “Çocuğunuz (Allah göstermesin) fiziksel ya da zihinsel özürlü. Yani evden çocuğunuzu okula gönderirken haydi çocuğum, iyi dersler diyemediğiniz bir çocuk. Elinden tutarak ya da kucaklayarak normal çocukların on dakikada gittiği yolu, siz en az yirmi dakikada gidiyorsunuz. Yolda size acıyarak bakıp geçenleri umursamadan okula geliyorsunuz. Çocuğunuzun dersi bitinceye kadar yeri geliyor okulda kalıyorsunuz. Normal çocukların teneffüste koşup eğlendiklerini gördükçe içinizin parçalandığını hissetmenize rağmen teneffüste de onunla ilgileniyorsunuz.

Bütün hayatınızı bu çocuğa göre planlıyorsunuz. Ve bu çocuk sürekli size bağımlı yaşamaya devam edecek. Her şeyini siz yapıyorsunuz. Yemesinden tutun da tuvaletine kadar her türlü bakımı ile size bağımlıdır.

Bir an dahi olsa gözünüzün önünden ayıramıyorsunuz. Bir yere gitmek isteseniz kimseye bırakamıyorsunuz. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığı gibi diğer çocuklar gibi de sarılıp sizi kucaklayamıyor da.

Sadece kendi ihtiyaçları dediğimiz öz bakım becerilerini kazanmasını istiyorsunuz. Şu liseyi ya da şu fakülteyi kazanmasını istemiyorsunuz, istediğiniz tek şey çocuğunuzun kendi kendine yetmesi. Hatta düşüncelerin en acısı ve en kötüsü de ben ölürsem bu çocuğa kim bakacak diye derin bir üzüntü duymaktasınız…”

Bazı aileler için bu bir senaryo olsa da bazıları için hayatın ta kendisidir. Bu konuda özürlü ailelere Allah yardım etsin. Düşüncem o ki Allah’u âlem ben onları “Cennetlik Analar” olarak düşünüyorum. Gerçekten de bu iş, sabır ve yürek işidir.

Özürlü çocuğa sahip değilsek de hayat şartları bizi de, çocuğumuzu da bir gün özürlü hale getirebilir. Doğum öncesi ve doğum sonrasını bir yana bırakın; küçük ve büyük kazalar çocuklarımızı olduğu kadar bizleri de özürlü yapabilir.

Çocukların sevgiden başka bir şey istemediği şu üç günlük dünyada en güzel davranışın şükredebilmek olduğunu düşünüyorum. Çünkü nimetlerin devamının şükre bağlı olduğunu Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:

“Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)

Allah’ım Bir de Şu Kuluna Bak!

Eli ayağı düzgün; fakat sadece ayakkabıya ihtiyacı olan adamın biri, yolda yürürken takım elbiseli, bir elinde eksport çanta, gözünde güneş gözlüğü ve ayağında da gıcır gıcır ayakkabısı olan bir adam görür. Adam hemen:

 “Ey Allah’ım bir şu kuluna bak bir de bana bak! Benim bir ayakkabım dahi yokken onun bütün ihtiyaçları tam ve yepyeni. Ben senden sadece bir ayakkabı isterken, sen bütün nimetlerini bu kulunda toplamışsın.” diyerek yoluna devam eder.

Köşeyi dönünce az ileride üstü başı yırtık olmaktan öte ayakları olmayan bir dilenci görür ve aklı başına gelen adam:

“Yarabbi takım elbise de çanta da ayakkabı da istemiyorum. Sadece ayaklarımı istiyorum, varsın böyle de iyi benim durumum.” diyerek tövbe eder.

Onun için değil mi Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.v):

“Kendinizden üstündekilere bakmayınız, kendinizden aşağıdakilere bakınız. Çünkü kendinizden yukarıdakilere bakmak insanı isyana götürür; kendinden aşağıdakilere bakmak ise insana şükretmeyi öğretir.” buyurmuşlardır.

Dünyalara değişmeyeceğimiz çocuklarımızı bize eli ayağı düzgün olarak veren Allah’a şükretmemiz gerekir. Cenab-ı Hak paha biçemeyeceğimiz, eli ayağı düzgün, zekâsı normal çocuklar verdiyse bunun değerini bilmek gerekir. Bu çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girip hem çocuklarımıza hem de kendimize bu hayatı zindan etmeyelim.

Allah çocukları bize, kapasitelerinin üstünde bir şeyler beklensin ya da başka çocuklarla kıyaslayın diye vermedi. Allah bize onları, emanet olarak belli kapasitelerde verdi ki bizleri de bu kapasitedeki çocukları yetiştirmek ve eğitmek üzere görevlendirdi.

Çocukların kapasiteleri konusunda bize düşen sorumluluğu Cenabı Hak; Bakara Süresinin son ayetinde (2/286):

Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.” buyurarak ne çocuklarımız için ne de kendimiz için kalkamayacağımız bir yükün altına girmememizi en güzel şekilde ifade etmektedir. Bunun yanında bizlere; çocukların kapasitelerine uygun bir beklenti içinde olmamızı ve onların kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girmememizi istemektedir.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Hazır Çorba Gibi Yetiştirilen Çocuklar

Gıdaların genetiğiyle mi oynandı yoksa yeni neslin genetiğiyle mi oynandı bilmem ama anne babalar, çocuk eğitiminin genetiğiyle oynadığı bir gerçek.

Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne sütü, ev yapımı yoğurdu, tere yağı,…) beslemeye çalışan  anne babalar, günümüzde ise çocukları hazır gıdalarla (hazır mama, hazır çorba, hazır yoğurt, çikolata, cipsi, kola…) beslenmeye çalışmaktadırlar.

Her şeyleri hazır olacak olan bu çocukların doğumları da hazır olacaktır. Doktor tarafından anne adayına ağır kaldırmayacaksın deniyor o da bunu en küçük bir iş yapmayacak diye algılıyor ve her şeyi ayağına bekliyor. Sonuçta anne adayı hareketsiz kalınca ister istemez doğumda zor olacaktır. Doğumun zorluğundan korkan anne adayı, normal doğum yerine farklı bir seçeneği düşünecektir.

Anne ile çocuk arsındaki duyusal bağları güçlendirecek normal doğum yerine, bugün birçok anne tarafından sıkıntısız olmasından dolayı sezaryen tercih edilmektedir. Oysa normal doğumun hem anne için hem de çocuk için birçok faydası olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir.

Normal doğum yerine sezaryenle hiçbir emek harcamadan dünyaya gelen çocuklar, beslenmeleri de anneyi emerek (ekmek için mücadele) değil de biberonla (hazırlığı alıştırma ve hazır mama) yapılınca çocukların fiziksel gelişimlerinin yanı sıra kişilik gelişimleri açısından da bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir.

Evet, birçok anne değişik mazeretler aldı altında bebeğini emme davranıştan mahrum bırakmaktadır. Anne ile çocuk arasındaki sevgiyi bağlarını güçlendirecek anne sütü yerine, daha çocuk doğar doğmaz biberon ve yalancı emzikle tanıştırılıyor.

Çocuğu hazırcılığa alıştırmak biberonla başlıyor. Çünkü çocuk biberonla beslenirken emek harcamıyor. Biberonla beslenmek eskilerin tabiriyle  “Armut piş, ağzıma düş!” oluyor.

Anneyi emmek; başlangıçta çocuklar için çok zordur ve emek gerektirir. Oysa emmek bebeklerin birçok duygusal ihtiyaçlarını (bedensel temasa bağlı olarak sevgi bağı oluşturma) karşılamaktadır. Zekâ gelişimlerinin yanı sıra çene kaslarının gelişmesi, damak yapısının düzgün olması, diş ve gaz çıkarma gibi birçok faydası vardır. Anneyi emmenin birçok ruhsal ve sağlık faydasını bir yana bıraksak da çocuk emme davranışıyla ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmektedir.

Hayatı öğrenmeyi ve hayatla mücadeleyi birçok çocuk, biberon yüzünden öğrenememektedir.  Hazırcılığa alıştırma sadece biberonla beslenmekle de kalınmıyor. Birçok çocuk bebeklikten çıkıp kocaman olmalarına rağmen yemeğini kendisi yemiyor ya da yiyemiyor. Karnını iyice doyuramaz ya da üst başını kirletir diye eline kaşık verilmeyen bu çocuklar, dökmeden yemesini de öğrenemeyeceklerdir.  Yemekleri anne babaları tarafından yedirilen bu çocuklar, kendilerine güvenmedikleri içinde kendi kararlarını veremeyeceklerdir. Bu yüzden çocuğun ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmesinin önüne bir kez daha geçilmiş olacaktır.

Kendi yemeğini yiyemeyen, üstünü giyemeyen, okul çantasını anne babasına taşıtan çocukların hallerini gördükçe bir eğitimci bu çocuklara üzülürken kendimi de şanslı olarak hissediyorum.

 Köyde büyüyenler bilir. Bağ bahçe zamanında genelde herkes bağ bahçeye gittiğinden evde kimse olmaz. Bizlerde okul zamanında öğle tatilinde yemek için eve geldiğimizde yemeğimiz kendimiz hazırlardık. Günümüzdeki ocaklar gibi ocağımız otomatik değildi. Ocağı çakmakla yakar çayı ocağa koyardık. Çayla birlikte sofraya koyduğumuz zeytin, peynir, yoğurt ve kümesten getirip yağda pişirdiğimiz yumurtaları da yer okula tekrar geri dönerdik.

İkindi okuldan geldiğimizde rahmetli anneme nazlanmak adına acıktığımızı söylediğimizde; “Oğlum mutfağı sırtımda bahçeye götürmedim. Canı ne çektiyse alıp yeseydin.” diyerek mutfağı bana bırakan annem, bugünün annelerine sanki bir mesaj yollar gibiydi.

Çocuğun mutfağa girmesini mutfağı karıştırmak olarak algılayan günümüzün titiz anneleri, çocuklara bırakın mutfakta bir şey hazırlamalarına müsaade etmek, sen git dersine çalış diyerek de mutfağa sokulmamaktadır. Bugün üniversite okuyan birçok kız öğrenci yemek yapmasını, lise öğrencisi de çay yapmasını bilmemektedir. Erkek çocuklarının da kız çocuklarından kalır tarafı yok. Birçok erkek çocuğu her şeyi otomatik olan ocağı kullanması dahi bilmemektedir.

Çocukları hazırcılığa alıştırma konusunda yürümeyi öğrenirken de devam etik. Çocuklar doğru dürüst emekleme davranışını kazanmadan bu seferde düşmeden yürümesini öğrenmeleri için örümceklere bindirdik.

Yürümesini örümceklerde öğrenen çocuklar, yolları düşe kalka yürümek yerine ya ana kucaklarında ya da çocuk arabalarında geçmektedirler. Yürürken de kendi başına yürümek isteyip elimizden tutmak istemeyen çocuklara da düşer diye her şeye rağmen izin vermedik. Başka bir ifadeyle düştükten sonra kalkma davranışını öğrenmemeleri için elimizden geleni fazlasıyla yaptık.

kelebeklerBir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk, babasıyla birlikte kelebeğin kozadan çıkışını seyretmeye başlar.

 Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır.

Bizim çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocukta kelebeklere iyilik olsun diye yapar. Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan çıkmalarını sağlar.

Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye sonra düşerek öldüklerini görür. Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba da oğluna:

“Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni olarak da Allah, onların uçmalarını sağlayacak kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için bu evreyi yaratmıştır. Kozadan kanat ve bacak kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler, uçmayı da kolayca öğrenmektedirler.

Oysa senin onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir.”

Düşmek bana çocukluğumda çok şey hatırlatır: Bisikletten düştük, eşekten düştük, ağaçtan düştük, merdivenden düştük, dereye düştük, oyun oynarken düştük ve en önemlisi bu hayat oyununda kalkıp tekrar oyuna devam edebilmek için düştük. Düştük çünkü toprağa düşen tohum gibi yeniden dirilmek için düştük. Bu anlamda düşmek (yerinde ve zamanında) demek tekrar ayağa kalkabilmeyi ve tek başına da olsa yoluna devam edebilmeyi öğrenebilmek demektir.

Almanya I.Dünya Savaşı’nda, Japonya ise II. Dünya Savaşı’nda ekonomileri büyük yara almalarına rağmen bugün ekonomik olarak adlarından söz ettiriyorlarsa düştükten sonra kalkmasını öğrendikleri içindir. Biz I.Dünya Savaşı’nda aldığımız yarayla II. Dünya Savaşı’na katılmamamıza rağmen bugün Almanya ve Japonya gibi güçlü ekonomimiz yoksa bu, düştükten sonra kalkmasını öğrenemediğimizden kaynaklanmaktadır.

Bugün çocuklara, düştükten sonra da kalkmasını öğretmiş olsaydık çocukların ne sınavlarını ne de işlerini düşünür olurduk. Çocukları o kadar düşündük ki onların düşünmelerine bile gerek bırakmadık. Bir zamanlar Metin Akpınar’ın oynadığı bir aşı reklâmı vardı: “…bu çocuk niye hastalandı anlamadım gitti. …canı acımasın diye onun aşısını dahi kendime yaptırdığım halde…”

Çocukları o kadar düşündük ki dün tek başına yürüyemez diye yürümesine yardım ettiğimiz çocuğa bugünde tek başına yiyemez diye yemek yemesine yardım ediyoruz. Okulda ödevlerine, lise ve üniversite de tercihlerine sonra iş bulmasına ve evlenmesine en sonunda da boşanmasına yardım ediyoruz.

Sonuç olarak; yardım etmek niyetiyle yaptığımız birçok durumlarda çocuklara kötülük yapıyoruz. Sonrasında da kendi ayakları üzerinde duramayıp kendi kararlarını veremeyen çocuklara “Kocaman oldun hala bensiz bir iş yapamıyorsun!” sitemini yapıyoruz.

Sonuç olarak çocuklarımızı yetiştirip eğitirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir. Her şeyi anne babası tarafından yapılan bu çocuklar, kendilerine güvenemediklerinden okulda olduğu kadar sosyal hayatta da sorumluluk almaktan korkacaklardır. Kendilerine güvenemeyen, kararlarını vermekte zorlanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman bağımlı bir kişi olacaklarından hayatta hep birilerinin gölgesinde yaşayarak, yönetmekten çok yönetilmeye müsait kişiler olacaklardır

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Çocuğun İhtiyacı Olan Sağlıklı Anne Figürü

Annesi tarafından görülmek, anlaşılmak, ciddiye alınmak, saygıyla karşılanmak her çocuğun en meşru en doğal ihtiyaçlarındandır. Çocuk yaşamının ilk haftalarında ve aylarında annesinin tümüyle kendisine odaklanmasına, onun tarafından yansıtılmaya muhtaç bir durumdadır.

Winnicott’nun çizdiği bir tablo bunu en güzel bir biçimde sergiler: Anne kollarında tuttuğu bebeğine bakar, bebek dosdoğru annenin yüzüne bakar ve bu yüzde kendini bulur… Fakat annenin bu sırada sadece küçük, emsalsiz, aciz yavrusunu görüyor olması, çocuğuna kendi beklentilerini, korkularını, çocuk için kurduğu planlarını yansıtıyor olmaması koşuluyla.

Aksi durumda bebek annenin yüzünde kendini değil, sadece annenin yoksunluğunu bulur. Böyle bir bebek kendini yansıtacak aynadan mahrum kalarak bütün sonraki yaşamında bu aynanın arayışı içinde olur.

Bir çocuk kullanabileceği, onu yansıtan, ( verici olan, çocuğuna gelişme işlevinde kendisinden olabildiğince yararlanması için fırsat veren) bir anne ile büyümek şansına sahip olursa, büyürken bir yandan sağlıklı bir “benlik duygusu” da oluşturabilir. Optimal/en iyi durumda böyle bir anne çocuğa sıcak bir duygusal ortam da sunar ve onun ihtiyaçlarına anlayışla yaklaşır..

Fakat bu derece sevecen olmayan anneler de bu gelişmeye, sadece buna engel olmamakla imkân verebilirler: O zaman çocuk annesinde eksik olanları başka kişilerden sağlama yoluna gider. Çocuğun bu en az miktarda bir duygusal “besinden’’, çevresindeki her teşvikten yararlanma konusundaki olağanüstü yeteneği çeşitli araştırmalarla ortaya konmuştur.

Annenin Çocukluk Aktarımı

Anne çocuğuna yardım edecek durumda olmayınca ne olur? Bunun ötesinde, sıkça rastlandığı gibi, çocuğunun ihtiyaçların fark edecek ve giderecek durumda olmamakla kalmayıp kendi  de “İhtiyaç içinde bir kişiyse’’ ne olur? Böyle olunca anne, bilincinde olmadan, çocuğunun yardımı ile kendi ihtiyaçlarını tatmin etme yollarını aramaya başlar. Annenin buna yönelmesi çocuğu ile kendi arasında güçlü duygularla yüklü bir bağ oluşmasına engel değildir.

Fakat oluşacak bu sömürüye dönük ilişki çocuk açısından hayati önem taşıyan güvenilirlik, süreklilik, tutarlılık gibi öğelerden ve her şeyden önce de çocuğun duygu ve düşüncelerini yaşayabileceği bir alandan yoksun olur. Bu ilişki içinde çocuk annesinin ihtiyaç duyduğu ve belli bir süre için kendisinin de yaşamını (yani ana/babasının sevgisini) garantileyen, ancak genellikle sonraki yaşamında onun “kendisi” olmasını engelleyen bazı gelişmeler gösterir.

Çocuk bulunduğu bu durumda yaşının gereği olan doğal ihtiyaçlarını benliği ile bütünleştiremez. Sonuçta bunlar benliğinden kopar ya da bilinç dışına itilir ve bu insan daha sonra, hiç farkında olmadan, hep geçmişinde yaşayan biri olur.

Aile terapisi için yardım almaya gelen danışanlarımın, değerlendirme görüşmelerinde bağlanma öykülerini aldığımda gördüğüm, büyük çoğunluğunun anneleri de kural olarak son derece güvensiz ve bunalımlı kişilerdi. Bu anneler genellikle sahip oldukları tek çocuğu ya da çocuklarının en büyüğünü kendi malı olarak görüyordu.

Bir anne kendi annesinden sağlayamadığını çocuğundan sağlayabilir: Çocuk kendini kullandırmaya açıktır, annenin yankısı olmaya hazırdır, kontrol edilmeye uygundur, tamamen anneye odaklanmıştır, onu asla terk etmez, ona ilgi ve hayranlık duyar. Anne ise çocuğun ihtiyaçları ile bunaldığı zamanlarda (önceleri kendi annesinin talepleri karşısında bunalıyordu) artık o zamanlarda olduğu kadar savunmasız değildir.

Kendi annesine karşı çıkamamışsa, şimdi kendi çocuğuna karşı çıkabilir ve kendine eziyet edilmesini engeller, bu amaçla çocuğunu bağırmaması ve kendisini rahatsız etmemesi için terbiye eder. Bu anne şimdi artık dikkate alınmayı ve saygı görmeyi ya da kendi ana/babasının ona borçlu olduğu özenli muameleyi ve esenliği talep edebileceği bir konumdadır.

Anneyi farklı algılanan kişiliklerle ortaya koyan bu tablolar zamanla birleşerek kendi güçsüzlüğünden, güvensizliğinden ve alınganlığından dolayı çocuğunu kullanmak ihtiyacı içinde olan bir insanın tablosu hâlini almış olabilir. Dışarıdan bakıldığında annelik işlevini faal ve titiz bir biçimde yerine getirdiği görüntüsü veren bir anne temelde “kendi çocuğu karşısında çocuk kalmış” olan bir insandır. Kendi çocuğunda, eksik kalmış çocukluk ihtiyaçlarını giderdiğinin farkında olmayan bir anne, ailesinde bir nevi kendi çocukluğunu yaşıyordur.

Sevgiyle kalın.

Uzm.Psk.Dan.Eyüp SARI

cocukaile.net