Etiket arşivi: aşk

Aşk Acısına Çare (Ve Başka Temizliklere)

Aşk Acısına Çare (Ve Başka Temizliklere)

Genç okurlarımdan aşk acısı üzerine pek çok e-posta geliyor. Genellikle okul ortamında birini sevmişler, evlenmek nasip olmamış, engeller çıkmış, bazıları hiç söyleyememişler, onlar da o kişiyi unutamadıkları için yüzleri gülmez, hayattan zevk alamaz olmuşlar. O kişiyi düşünmekten kendilerini alamıyorlar. Unutmak ve kendilerine gelmek için ne tavsiye edeceğimi soruyorlar.

Uzun süren üzüntüler zihin sağlığını bozuyor.  “Akıl bir incir çekirdeğinde zıpladı mı geri dönmesi zor.” demiş atalarımız. Aşk acısı yüzünden aklını bile kaybedenler olur. Öncelikle hiçbir şeye çok üzülmemek lazım. Tabii bunu söylemek kolay, yapmak o kadar kolay değil diyeceksiniz. Haklısınız. Zira insan bazen bir şeye bozuk plak gibi takılır ne yapsa da o konuyu kafasından atmakta zorlanır. Fakat çaresiz dert yok.

Aşk acısını ve üzüntüyü atmak ve unutmayı kolaylaştırmak için bir reçete vereceğim (evet böyle bir şey var)  bu yöntem sadece aşk acısı için değil, aynı zamanda öfkesini atamayan ve affedemeyenler için de iyi bir yol.

Öncelikle şunu bilelim ki bedenimiz akılsız bir et parçası değil. Sanki düşünceler ve duygular beyinde gerçekleşiyor da vücudun diğer bölümleri sadece hayatta kalmamız için fiziksel işlemler yapıyor gibi genel bir algı var, oysa her organ ayrı bir hücre yapısından oluşuyor. Hücrelerimiz canlı ve akıllı. Her organın hafızası var. Bu yüzden bütün vücut organlarını korumak, sevmek (onlarla konuşabilirsiniz) ve onlara teşekkür, Yaradan’a şükretmek gerekiyor.

Yoğun duygular yaşandığında onlar da etkileniyorlar. O organın vücutta yaptığı işi karşılık gelen duygu o organı etkileniyor.

Sevgi duygusu ve sevdiği ile ilgili problemler ya da üzüntüler ve kayıplar, kalbin civarını etkiler.

Vücudumuzda duygusal merkez; sadr, göğüs, bağır, döş, eskilerin “iman tahtası” dedikleri bölümdür. Kalbin çevresi. Sevinçleri üzüntüleri sıkıntıları bu bölge kaydediyor. Göğsün ortasında da timüs bezi var, titreştiğinde mutluluk hormonu salgılıyor, bağışıklık sisteminiz kuvvetleniyor.

Bu kısa bilgilerden sonra,

Sıkıntılardan, acılardan kurtulmak için,

İlk adım tabii ki: Dua

İnşirah (Elemneşrahleke) suresini çokça okuyun.

“(Resûlüm!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? (Kalbine dayanıklılık ve ferahlık vermek ve hikmetle doldurmak için)

Sırtına ağır gelmiş (belini bükmüş) olan yükünü senden indirip hafifletmedik mi?

Senin namını da (dünya ve âhirette) yükseltmedik mi?

diye başlıyor sure.

Âyet-i kerîmede sıkıntılarının göğüste biriktiğini ve bazı sorumlulukların insanın sırtına ağır geldiğini, beli büktüğünü Rabbimiz bize açıklıyor. Âyetlerin devamında da her zorlukla birlikte kolaylığın yaratıldığını hatta bir zorluğa karşı iki kolaylık yaratıldığını bildiriyor Rabbimiz.

Bu âyeti kerîmeleri, sıkıntılı zamanlarınızda ve taşımakta zorlandığınız yüklerden kurtulmak için şifa niyetine bolca okuyun. Kur’an şifadır.

İçiniz daralıp sıkıldığında (kalp hastaları için de çok ferahlık verir)  elinizi kalbinizin üzerine koyup 7 kez İnşirah suresinin tamamını okuyun. Zaten kısa surelerdendir toplam 8 âyet. Bilmeyenler ezberlesin. 7 kez okuduktan  sonra da 3 kez de salavat okuyun. İstediğiniz salavatı okuyabilirsiniz, şifa için bu salavatı okumak da iyidir.

“Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin tıbbi’l-ku­lû­­bi ve devâihâ ve âfiyeti’l-ebdâni ve şifâihâ ve nûri’l-eb­sâri ve diyâihâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”

Manası:

Allah’ım! Kalblerin tabibi ve devası, bedenlerin âfiyeti ve şifası, gözlerin nuru ve ışığı olan Efendimiz Muham­med aleyhisselâma,  âline ve ashabına salât ve selâm eyle.

İkinci Adım

Bağrınızı Döveceksiniz.

Evet doğru okudunuz “Bağrınızı döveceksiniz” Atasözlerimizin ve deyimlerimizin pek çoğunda hikmetler var. Âyet-i kerîmelerle de uyumlu. Göğsün daralması ile ilgili başka âyet-i kerîmeler de var.

İnsanlar bilinçsizce büyük acılarda bağırlarını vururlar. Zira şifanın şifreleri hepimizin içinde var. Büyük sıkıntılarda farkında olmadan yaparız.

Bağrı  dövmek için illa büyük acılar, cenazeler olması gerekmiyor. Herhangi bir şeye sinirlendiğinizde, üzüldüğünüzde, korktuğunuzda, öfkelendiğinizde yüksek duygu yaşadığınızda, vücudunuzun ritmi bozulduğunda bağrınızı tık tıklarsınız o olay olumsuz kayda geçmez ve çabuk sakinleşir kendinize gelirsiniz. Ya da bu yolla geçmişin birikmiş duygularını temizleyebilirsiniz.

Bu bölgeye pıt pıt, tık tık parmak uçlarınızla vurmak o bölgenin kaydettiği duyguları titreştirip o duygulardan kurtulmanıza sebep olur.

Aşk Acısı İçin Nasıl Kullanılacak?

Sessiz sakin bir yerde abdest alıp oturun.

7 Fatiha 3 salavat  ve inşirah suresi  okuyup şifa için dua edip başlayın.

Aşık olduğunuz aklınızdan atamadığınız kişiyi düşünün. Onun en çok hangi halleri sizi etkilemişse o haliyle gözünüzün önüne getirip sanki karşınızdaymış gibi gözünüzde canlandırın ve duyguyu hissedin.

Sevinç, ağlama isteği, kalp çarpıntısı ya da daralması gibi el ayak titremesi gibi vücudunuzda etkisine de dikkat edin.

Sonra göğsünüzde köprücük kemiği altından başlayarak göğüs başlangıcına kadar parmak uçlarınızla bağrınıza vuruş yapın.  (Göğüslerin ve kalbin üzerine doğrudan vurmayın, üst kısmını tıktıklayın)

Bu arada ona söylemek isteyip söyleyemediğiniz ne varsa hayaline söyleyin. Zira beyin gerçek ve hayali ayırt etmez, gerçekmiş gibi algılar ve söylemiş olmanın rahatlığını yaşarsınız. Bu arada ara vermeden vuruşlara devam edeceksiniz.

Birkaç dakika böyle vurun.

Sonra sol el altta sağ el üstte, iki elin avuç içleri üst üste gelecek şekilde (hanımların namazdaki duruşu gibi) elleri bağlayıp iki göğüs ortasına hafifçe bastırarak üç kez derin derin nefes alın. Burnunuzdan nefes alıp ağzınızdan verin.

Nefes alırken az önce düşündüğünüz görüntüden tamamen uzaklaşarak huzurlu ve sevinçli hissedeceğiniz bir yerde olduğunuzu hayal edin. Mesela Kâbe’nin karşısında ya da  Mescidi Nebev-i de (mübarek yerler hayal edildiğinde dünya insana daha basit gelir) ya da bir bahçe, güzel bir manzara da olabilir,  göz önüne getirilerek üç derin nefes alınıp verilir.

Sonra tekrar o kişi düşünülür, en çok aklınıza gelen görüntüleri ve söyleyemediğiniz sözleri söyleyip yine bağrınıza parmaklarınızla vuruş yapın.

Tekrar nefes ve güzel bir yer içinde olma hayali.

Tekrar bir kaç dakika vuruş daha.

Sonra o kişiyi düşünün ve duygularınızı bir kontrol edin. Bedeninizin tepkilerine bakın. Baştaki kadar hala kuvvetli mi? Kendinizi rahatlamış o kişiyi gözünüzün önüne getirdiğinizde herhangi biri gibi hissedene kadar yapın.

Kısacası bağrınıza basamadığınızı böylece bağrınızdan atın.

Sonra ona karşınızdaki hayaline “Seni Allah rızası için affediyorum” deyin affettiğinizi hissedene kadar vuruş yapın ve onun için dua sözleri söyleyin. Allah sana iyilik versin, dünya ve ahret mutluluğu versin gibi…

İşin en zor kısmı burası. Nefis affetmek istemiyor zira olumsuz duyguların altında çoğunlukla kibir var. Kinin, kıskançlığın, hasedin… Bana bunu nasıl yapar! Ben bunu hak etmedim. Kıymetimi bilmedi…İçimizi kinle (kibirle) dolduruyoruz.

Şeytanı rahmetten kovduran kibir, gönlümüzün kapılarını rahmete kapatmamıza sebep oluyor.

Oysa imtihan dünyası, her şeyi yaşayabiliriz. Başkalarının başına gelen bizim de başımıza gelebilir, onlardan bir üstünlüğümüz yok. Ayrıca başımıza gelen şeylerin pek çoğunda kendi hatalarımız söz konusu fakat Rabbimizin rahmeti o kadar geniş ki hatalarımızı affediyor hatta şer gibi görünen durumları hayra çeviriyor.

Affetmek zor geliyor, acıdan zevk alıp, öfkeden beslenmek alışkanlığa dönüşebiliyor bazen insanda. Affetmek ile ilgili çok âyet-i kerîme var, Rabbimiz “affedin” diyor. Her şey imtihanın bir parçası. Affetmediğiniz kişi göğsünüzde yer işgal eder, sizi daraltır. Affetmek kişinin onunla olan olumsuz bağını kesmesi ve kendini özgürleştirmesi demektir. İçinizden o kişiyi atıp rahatlamanız demektir.

Affettiğinize inandığınızda elinizi kalbinizin üzerine koyun ve 7 tane İnşirah Suresi (Elemneşrahleke)  ve 3 salavat okuyun. Sonra da abdest alıp enerjinizi tazeleyin. Başta da abdestli olup âyetleri abdestli okursanız iyi olur.

Öfkeyi Atmak ve Affetmek İçin

Sevmediğiniz ya da sinir olduğunuz biri (insan sevdiklerine de sinir olabilir) varsa ya da etkisinde kalıp unutamadığınız olaylar durumlar ya da kötü haber aldığınız anlar varsa o anlara ya da o kişilere de aynı şekilde yapabilirsiniz. Bu şekilde olayların duygularını silerseniz sizi etkilemez.

Fobilerde kullanabilirsiniz. Herhangi bir şeye fobiniz varsa o şeyi hayal edip ya da karşınıza alıp ona bakarak da yapabilirsiniz. Mesela bazı gelinlerin kayınvalide fobileri vardır:) Kadın hiçbir şey yapmasa bile onu görünce her şeyine sinir olur, olumsuz duygular içinde kalır, bu duygulardan kurtulamazlar. Zira geçmişte bir konuda kayınvalideye çok sinir olmuştur onu her gördüğünde beyin aynı olumsuz duyguları hatırlar, kadının o gün bir şey yapmasın gerek kalmaz. Ona da aynı şekilde yapılırsa çook faydası olur.

Kayınvalideyi karşında hayal edip aynı âşık olunan kişiyi unutmak için yapıldığı gibi aynı metotla yapılmalı. Ya da öfke ve kızgınlık biriktirdiğiniz kim varsa. Bu iş yerinde sizin enerjinizi bozan, görünce huzurunuzu kaçıran biri de olabilir.

İnsan sevdiklerini daha zor affediyor. Pek çok kişi anne ya da babasına ya da kardeşlerine bazen hepsine birden kin besler. Genellikle kıskançlık duygusundan ya da onların hatalı tutumlarından dolayı. Eşinize ya da anne-babanıza belki evladınıza, kısaca kızgınlık duyduğunuz kim varsa onları da aynı yöntemle affedin, rahatlayın.

Boşananların eski eşlerine yapmalarını özellikle tavsiye ederim. Zira eski eşe öfke sizi yer bitirir. İnsanın en büyük düşmanı kendisidir. Eski eşiniz yüz kötülük etmişse siz onu sürekli hatırlayarak kendinize binlerce kötülük edersiniz. Bu metotla bir kere sizi en çok üzen anları vuruş yaparak hatırlayıp bir daha da dönmemek üzere o konuları kapatın. Zaten öfkeniz gittiğinde hoş olmayan anıları da hatırlamaz olursunuz. Eski eşinizi affedin, onun iyiliği için dua edin. Gönlünüzü temizleyin ki yeni birine yer açılsın.

Ayrıca en önemlisi gönül temiz olmalı ki manevi hayatın tadı hissedilsin. Ne güzel söylenmiş şair: “Padişah konmaz saraya, hâne mâmur olmadan.” Gönüller Allah’ın evi, temiz tutalım inşallah.

Sema Maraşlı

Kaynak: cocukaile.net

www.NurNet.Org

Aşk Asla Yeterli Değildir..

Bir işin ‘gerek şartı’ aynı zamanda ‘yeter şart’ olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez ‘gerek şartı’ ‘yeter şart’ zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün, parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği ‘gerek şart’ ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı ‘parça’ üzerinde yoğunlaştırır. Bu yoğunluk—parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde—sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, ‘gerek şart’ın ise ‘yeter şart’ makamına terfi etmesidir.

Evliliğe ve aile hayatına dair yazılan, çizilen, konuşulan, düşünülen ve paylaşılan şeylere baktığında, insan bu yanılgı zincirinin bir yansımasını rahatlıkla görüyor. Birçok zihinde, evlilik ile aşk, aile hayatı ile birbirine âşık iki insan neredeyse eş-anlamlı hale gelmiş bulunuyor. Evliliğin ‘gerek şart’larından biri olarak aşk, genelde, ‘yeter şart’ olarak algılanıyor. Ve, sıhhatli bir aile hayatının ayrılmaz bir parçası olarak birbirine âşık iki kalp, bu aile tablosunun tamamı gibi muamele görüyor.

Evliliğe ve aile hayatına dair ‘aşk’ üzerinde yoğunlaşan bu vurgu, birçok alanda çok farklı tezahürleriyle çıkıyor karşımıza. Nikâh davetiyelerinin çoğunda, olan bitenin birleşik iki kalp figürüyle özetlendiğini görüyoruz. Düğün pastalarını kalp suretinde yaptırıyor kimileri. Düğün arabalarına bir çift kalp yapıştırılıyor ve her birinin içine hanımın ve erkeğin isminin ilk harfi yerleştiriliyor. Öte yandan, binlerce film, onbinlerce roman, yüzbinlerce şiir ‘beraberlik’ ile ‘aşk’ı âdeta özdeş tutuyor. ‘Aşkın gücü’ne dair filmler yapılıyor, mutlu evliliğin biricik formülü olarak ömür boyu aşkı öneren kitaplar hazırlanıyor, “Sevmek ne güzel şey / Sevgiyle düzelir herşey” türünden şiirler yazılıyor.

Ve aşka dair bu vurguyla birlikte, bir evliliği başlatmak veya yaşatmak, bir aile hayatını kurmak veya kurtarmak için aşkın yeterli olduğunu zanneder hale geliniyor.

Ama öte yandan, hüsranla sonuçlanmış, mahkeme kapısına dayanmış, önemli kısmı bir seneye varmadan tükenmiş evliliklerle karşılaşıyoruz. Aşk, evlilik için yeterli görülüyor; ama aşklar evliliği kurtarmaya yetmiyor. ‘Aşk evlilikleri’nin ciddi bir oranının yaşadığı akıbet, gerek şart olarak aşkın evliliğin yeter şartı olmadığını apaçık gösteriyor.

Aşk, tek başına yetmiyor

Bu vâkıa, aşkın kötü birşey olduğunu göstermiyor elbette. Rabb-ı Rahîm’in insan kalbine yerleştirdiği, insanı heyecana ve harekete sevk eden, insanı gayrete ve cevelana yönelten bir duygu olarak aşk, elbette hayatlara bir renk, bir anlam katıyor; ve açılmamış birçok duygu aşk ile açılıp olgunlaşıyor. İnsan aşkla gelişiyor, fark etmediği bir dizi nüansın anlamını ve önemini aşkla fark ediyor, pek çok insanî özellik aşk sayesinde inkişaf kaydediyor. Aşk insanı yontuyor, törpülüyor, inceltiyor, olgunlaştırıyor ve ‘mükemmel’e uzanan yolda adımlar attırıyor. Bütün bu yönleriyle, aşk, evliliğe anlam katıyor, renk katıyor, neşe ve lezzet kazandırıyor.

Ne var ki, evlilik denen şey, aşkla başlayıp bitmiyor. Bir aile hayatının kurulmasında ‘gerek şart’ olarak kesinlikle önem taşıyan aşk, ‘yeter şart’ da olamıyor. Zira, yetmiyor! Bu bakımdan, hem ‘gerek şart’ olarak aşkı vurgulamak, hem de aşkın ‘yeter şart’ olarak sunumuna açık bir muhalefet şerhi koymak gerekiyor. Aşka dair bu iki sunumun arasını açıkça ayırmak gerekiyor.

Bu noktada, sevmenin çok bilinen ve çok vurgulanan bir yansıması olarak aşkın, sevmenin ta kendisi ve yegâne yansıması olmadığını fark etmek gerekiyor öncelikle. Sevmenin, Risale-i Nur müellifinin bize güçlü bir şekilde gösterdiği üzere, şefkat gibi, hürmet gibi, acımak gibi başkaca tezahürleri var çünkü. Meselâ, anne çocuğunu sever, ama âşık değildir ona. Çocuğun anneye olan sevgisi de aşk değildir. Birincisi şefkat sınıfından, ikincisi ise hürmet cinsinden bir sevgidir. Babanın çocuğuna sevgisi de böyledir. Meselâ Yâkub aleyhisselamın oğlu Yusuf’a sevgisi de aşkın değil, şefkatin bir tecellisidir:

Hazret-i Yâkub aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. (…) Suver-i Kur’âniyenin en parlağı olan Sûre-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (a.s.) şefkati, ism-i Rahmân ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu rahmet yolu olduğunu bildirir.” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, “Yedinci Mektub”)

Aşk, niçin yetmiyor?

Bu bakımdan, sevmenin yegâne türü değil, bir türü olduğunu bildikten sonra, bir sevgi türü olarak aşkın tarifini doğru yapmak da gerekir. Nedir aşk, nasıl bir sevmektir? Karşılıklı sevmektir. Karşılık bekleyerek sevmektir. Karşılık görmediği halde dahi, karşılık beklemektir.

Bir başka insanı aşkla seven, ondan mukabele bekler, karşılık görmek ister. Ve, tatlı başlayan bütün aşklar, karşılık görmeyince yahut karşılık görmez duruma gelince veyahut karşılık görme ümidi dahi tükenince, biter. Karşılık görmeyeceğini kesinkes bilerek, karşılık göreceğine dair zerre miskal bir ümit hissetmeyerek devam eden tek bir aşk yoktur. Bütün aşklarda ya bir ‘hemen şimdi’ boyutu vardır, veya ‘bir gün mutlaka’ boyutu.

Sözün kısası, aşk karşılık ister. Aşk, karşılıklı sevmektir. Aşk, karşılık bekleyerek sevmektir:

“Evet, şefkat bütün envâıyla latîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor. Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip herşeyi mahbubuna feda eder. Yahut mahbubunu îlâ ve senâ etmek için başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. (…) Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanâtın yavrularına karşı fedakârâne, ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, “Yedinci Mektub”)

Dolayısıyla, yalnızca aşk üzerine kurulan bir evlilik de, bir açıdan, pamuk ipliğine bağlı bir evliliktir. Ömrü ve sıhhati, karşılığa endekslenmiş bir evliliktir. Karşılık görme yüzdesi yükselince sağlamlaşan, karşılık görme yüzdesi düştükçe zayıflayan ve hatta çöken bir evliliktir. Aşk, bir evliliği ömür boyu taşımak, bir aile hayatının aslî ve yegâne direği olmak için asla yeterli değildir.

Sarsılan, sallantıda olan, hatta yıkılan evliliklere bakalım. Karı ve kocadan her ikisi veya en azından biri, eşinden lâyık olduğu ilgiyi ve karşılığı görmediğini düşünmektedir. Ki, ya gerçekten karşılık görmemekte veya gördüğü halde görülmediği düşünülmektedir. Aşka dair onca filme ve romana kırılma veya kopma anlarının cümleleri olarak yazılan, gündelik hayatta da sıklıkla duyulan “Eskiden böyle miydi?,” “Sen o eski sen değilsin,” “Seni tanımakta zorlanıyorum,” “Bazan benim evlendiğim adam bu muydu diye düşündüğüm oluyor” kabilinden bin türlü söz yalnız aşka dayanan bir evliliğin karşılık görülmediği zaman nasıl çökebildiğini belgelemektedir.

Açıkçası, aşk karşılıklı sevmektir; ve, karşılık beklediği için, aşk asla fedakâr değildir. Fedakâr bir sevgi olmadığı için de, bir evliliğin devamı için aşk asla yeterli değildir.

Zira, Rabb-ı Rahîm, ehadiyet sırrıyla, her insanı ayrı bir âlem olarak yaratmış, her insanı sonsuz sayıda duygu ve arzuyla donatmıştır. Bu sonsuz çeşitlilik içinde, her insanın sair insanlardan ayrıldığı bir yön, ayrıştığı bir özellik muhakkak vardır. Hâlık-ı Zülcelâl, birbirinin tıpatıp aynısı iki insan yaratmamıştır. Dolayısıyla, iki ayrı âlem olarak iki insanın evlilik sûretinde beraberliği—akrabalıktan iş hayatına, okul arkadaşlığından yol arkadaşlığına başka tüm beraberliklerde de olduğu gibi—içinde bir dizi ayrışma ve çatışma noktasını gizlemektedir. Meselâ, eşlerden biri maviyi çok severken, öbürü pembeye bayılıyor olabilir; ve evi boyamak sözkonusuysa, bu pekâlâ bir problem üretebilir. Hatta aynı rengi seven iki insan, bu rengin tonları konusunda çatışabilir. Patlıcanı imambayıldı suretinde seven bir koca ile kendisi öyle sevdiği için karnıyarık suretinde yapan bir hanım, sırf bu sebepten dolayı birbiriyle tartışabilir ve en azından biri diğerine darılabilir. Her evliliği, böylesi küçük meselelerden hayata ve dünyaya dair daha derinlikli tercihlere uzanan uzun bir çizgide çok sayıda gerilim ve çatışma beklemektedir.

Aşkın yanındaki ne?

İşte bütün bu çatışma noktalarında, aşk çözümü garanti etmez. Zira, aşk fedakâr değildir, karşılık istemektedir, “Ben şunu yaptım, ondan da bunu beklerim” demektedir.

Oysa, hayatın kıvrımlarında yaşanan nice mesele, taraflar “Ya o, ya bu!” noktasında kilitlendiğinde, ancak feragatla çözülebilmektedir. Feragat yoksa, kilit çözülmez. O yüzden, birbirini gerçek bir aşkla seven iki insanın, birbirine âşık olduğu halde birbirine küstüğü, darıldığı çokça görülmektedir. Herkesin kendi tercihinde direttiği bir kilitlenme hali, taraflardan en az biri feragata yönelmez ise, ciddi bir kopmayı getirebilmektedir. Sonradan, “Onu hâlâ seviyorum,” “Şimdiki aklım olsaydı” diye ağıtlar yakılıyor olsa bile…

Kısacası feragat, temininde aşkın yetersiz kaldığı bir özelliktir; ama yine feragat, bir evliliğin sıhhati ve devamı için kesinlikle gereklidir. Birbirini sevdiği halde sürekli çatışan ve çözümü hep karşıdan bekleyen insanların bir evliliği sürdürmeleri mümkün değildir.

Ve bu noktada, ‘karşılıklı sevgi’ olarak aşkın yanısıra, ‘karşılıksız sevgi’ olarak şefkat gündemimize girmektedir. Edgar Allen Poe’nun en güzel aşk şiirlerinden biri olarak hafızalara yer eden “Annabel Lee”sinde söylediği “We loved with love that was more than love” dizesinde kasdettiği şey şefkat midir, yoksa Türkçe müterciminin yazdığı üzere karasevda mıdır bilinmez; ama bilinen, şefkatin ‘aşktan da üstün bir sevgi’ anlamına geldiğidir. Zira, karşılık görerek veya en azından karşılık bekleyerek sevmenin adı olarak aşka mukabil, şefkatin en temel özelliği karşılık beklememesidir. Yolda gördüğü bir kedi yavrusuna, günün birinde evime giren fareleri yakalar beklentisiyle süt vermez insan. Yahut, bir anne, otuz-kırk sene sonra belki bana yardım ederler beklentisiyle hayatî tehlikeyi de göze alıp hamileliğe yönelmez. Çocuğu ezilmesin diye kendisini arabanın önüne atan bir annenin, yavrularını yemesin derken kendi başını köpeğe kaptıran tavuğun, kuzusunu kurtarmak isterken kurda yem olan koyunun veya koçun davranışı ‘beklenti’yle izah edilebilir türden değildir. Bütün bu davranışların muharriki şefkattir; ve bu davranışların gösterdiği üzere, şefkat karşılıksız sevmektir, beklentisiz sevmektir. Aşkta olmayan bir özellik, şefkatin en belirgin özelliğidir. Aşk fedakâr değildir, ama şefkatin meyvesi feragattir.

Aşkın tamamlayıcısı olarak şefkat

Bu bakımdan, aile hayatı içinde aşkın çözemediği gerilim noktalarında şefkatle gelen bir feragat ve fedakârlık kesinlikle işgörmekte; aşkın kurtaramadığı birçok evlilik, eğer aşk o evliliğin ‘yeter şart’ı değilse, şefkat ile kurtulmaktadır. Ki, birçok problemli evlilikte çocuğun bir ‘kurtarıcı’ olması bu sırdandır. Aşkın çözmediği birçok düğüm şefkatle çözülmekte; nice karı-koca, aralarındaki sorunları çocuklarına olan şefkatlerinden dolayı—nefislerini ve incinen gururlarını bir kenara atıp—feragatle bir çözüm arama yoluna gitmektedir. Şefkatin aşka olan üstünlüğünün bir diğer göstergesi, evladını terkin eşini terkten çok daha zor olmasıdır. Çocuklu ailelerin boşanmaya karşı daha dirençli olduğu; birçok evliliğin çocukların hatırına ayakta durduğu bir vâkıadır. Hem, çocukların olduğu ve şefkatin açıkça devreye girdiği evliliklerde insanlar gerginlik anlarında ‘yutkunarak konuşma’ ve iki kere düşünme tavrı sergilemekte; meseleyi kestirip atmaktansa söyleyeceği son sözü söylemeyi ertelemekte; ve hadise bu yüzden ani ve fevrî bir karara yol açmadan soğuduğunda, mesele zaten makul biçimde çözülmektedir. Böylesi durumlarda da, karşılık görmediğinde yitip gidiveren aşkın kurtaramayacağı beraberlikler şefkatin hatırına yürümektedir.

Bu noktada, vurgulanması gereken, ama en ziyade ihmal gören bir nokta, eşlerin birbirine karşı da şefkatle muamele etmesidir. Çünkü karı ve koca, karşı cinsten biri olarak yekdiğerine eştir; ve ‘eş’ olma açısından, aşk sözkonusu olmaktadır. Ama eşinin zaafları ve faziletleriyle, artıları ve eksileriyle bir insan olduğunu; eşinin ‘çocuklarının annesi’ olduğunu; eşinin kayınvalide ve kayınpederinin çocuğu olduğunu… dikkate aldığında insanın eşine karşı şefkat hissi de galeyana gelmektedir. Yaşanan gerilimde onun sergilediği tavrın ‘kendisine karşı’ olmaktan öte olduğu; bunun, ehadiyet sırrı gereği ayrı bir ailede ayrı bir donanımla apayrı şartlarda yetişmiş ayrı bir âlem olmasından kaynaklandığını dikkate aldığında da, şefkat hissi uyanmakta; anlayışlı olmayı, empatiyi ve feragati besleyerek, gerginliği çözmektedir.

Velhasıl, aşkın çözemediği gerilim durumlarının ilacı feragattir; feragatin olabilmesi için ise, şefkatin işletilmesi gerekir. Karşılıklı sevgi olarak birbirine duyulan aşkın yetmediği yerde, karşılıksız sevgi olarak şefkat pekâlâ imdada yetişebilir.

O halde, Bediüzzaman’ın “Yedinci Mektub”undan aldığımız dersle konuşursak, şefkat, hayatın sair alanlarında olduğu kadar, evlilik hayatında da daha bir dikkati ve vurguyu hak etmektedir…

Metin Karabaşoğlu

MoralDunyasi.com

Nurun Seçkin Kadrosu

Nurun seçkin kadrosunun peşine koşalım gel,                 

Bu davadan paye için onlara verelim el,

Bu fitne fesat zamanda bizi de almasın sel,

O kervanın yardımına, beraber koşalım gel.

 

Bu asilzadeler Kelamullah’ın hadimleri

Elde sağlam iman ile  koşuyorlar ileri ,

İman ve Kur’an’a bunların örnek hizmetleri,

Allah’ımız onlardan asla ayırmasın bizleri.

 

Nurdaki haz ile, lezzetlere yan bakıyorlar,

Billur gibi parlak, nur havuzuna akıyorlar,

Can simidi olan nurlarla yatıp kalkıyorlar,

Kötü istekleri Nur ateşinde yakıyorlar.

 

Onlarda ötekiler gibi insan, fakat farklı,

Nurları okursan göreceksin ki onlar haklı,

Hayatlarında açık görünüyor değil saklı,

Onlar hizmette çok hareketli, değil duraklı.

 

Hemcinslerini kurtarmaya koşuyor bu kervan,

Çünkü onların şefkati galip, durmazlar bir an,

Nurdaki hakikatlerle oluyorlar hırz-ı can,

Ona engel olunur mu, evet deyince vicdan.

 

Gençleri kurtarmak için peşlerine koşarlar,

Allah rızasını kazanmaya şevkle coşarlar,

Bu mübareklere gıpta ile herkes şaşarlar,

Nefis ve şeytan tekliflerini hemen boşarlar.

 

Bunların pâk gayeleri güneşler gibi parlar,

Bütün duygularını Nurlardan haleler kaplar,

Melekler fetebarekâllah diyerek alkışlar,

Bunlar günahlarda yoklar ama sevapta varlar.

 

Bu gençler çelik gibi imanı aldılar Nurdan,                 

İdeallerine koşarlar, anlamazlar dur dan,

Ahirete göz dikenler, haz alır mı buradan,

Bunlara başka değil, bahset ahitteki kârdan.

 

Gün geçtikçe çoğalıyorlar bu Nurlanmış gençler,

Yolunu kaybedenler onları bulup ilerler,

Onlarla kaynaşırlar konuşurlar ve gülerler,

Ahiret kazançlarını gece gün dürerler.

 

Bunlar, Nur’lara feda olmayı, bir borç bilirler,

Ücrette yoklar amma, hizmete koşar gelirler,

Beni kurtarın diyenlere hemen el verirler,

Nurcu kardeşlerin gizli dertlerini bilirler.

Biz onların yardımına beraber koşalım gel,

Nurlarla aşk ve şevk ile bizde sarmaşalım gel.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Allah’a âşık mı oldun? Güleyim bari.

 

Duymadığımız bir kelam değildir „Ben Allah’a âşık oldum“.

 

Bugün çevremizde olsun, dinlediğimiz ilahilerde olsun, çok duyarız, bu manası yüce olan kelimeyi ama samimiyetsizce söyleyenleri. Allah’a âşık olduğunu iddia eden kişilerin acaba hakiki Allah âşıkları gibi ciğerleri tütmüş, köz ölmüş gibi yanıyor mu? „Allah“ deyince kalpleri ürperiyor mu? Allah’a âşık olmak, Allah’tan başka her şeye yüz çevirmek olduğunu biliyorlar mı?

 

Abdullah-i Dehlevi hazretleri ne de güzel buyurmuş: “Allahu Teâlâ’yı seven, bilmediği bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her işinde Allah’tan korkar, titrer. Allahu Teâlâ’nın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Sabreder, affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda, kusuru kendisinde görür. Her nefeste Allahu Teâlâ’yı düşünür, gafletle yaşamaz. Kimseyle münakaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalpleri Allahu Teâlâ’nın evi bilir.”

Allah’a (c.c.) âşık olanlar resulüne de muhabbet duyarlar. Resulü sevmenin Allah’ı sevmek olduğunu bilirler ve bu ölçüde Allah resulüne aşk duyarlar. Onu incitmekten çekinirler, her sözünü bir emir kabul edip itaat ederler. Bu emre itaatin, patron işçi ilişkisi olarak kabul edilmemeli hatta “itaat etmez isek Allah bize kızar” gibi görmezler. İtaatleri duydukları “aşk” sebebiyledir. Onu sevdiklerinden dolayı sevdiğini incitmek istemediklerindendir.

Hiç ezan okurken, “Allah” ve “Muhammed” kelamları geçtiğinde, bir şeyler his ettin mi?

İslam’ın bülbülü Bilal-i Habeşi bir rivayete göre, ezanı okurken yarıdan keserek tekrar baştan aldı. Bunu 3 kez böyle yaptı sonra ezanı tam olarak okudu. Bunu sebebini soranlara şöyle cevap verdi: “Ezanı okurken “Eşhedu enne muhammeden Resulullah” bölümünde “Muhammed” kelimesini derken, içimde bir aşk his etmedim. 3. kez söylediğimde, ciğerimle birlikte ayağım altında taş parçaları dâhil “Muhammed” kelimesini derken aşk’tan eridiğini his edince, ezanı tam olarak okudum.”

İşte hakiki Allah aşığı budur.

Namaza durduğunuzda, aklınıza herhangi bir şey geliyor mu?

Hz. Ali’nin (k.v.) bir gün ayak topuğuna bir ok saplanmış. “Ben namaza durunca siz de oku çıkarırsınız” diye buyurmuş. Hz. Ali (k.v.) namaza durur. Selam verdikten sonra “oku çıkardınız mı” diye sorar. Tabibiler, “sen namazdayken çıkardık bir şey his etmedin mi,” diye şaşırırlar. Öyle bir aşk’a sahip ki, çevresinde olup bitenleri ne görür ne duyar.

İşte hakiki Allah aşığı budur.

Aşkın Miracı adlı kitap’ta Allah aşığı olan Seyyid Muhammed Efendi (k.s.) aşkı ne de güzel tarif etmiş:

“Aşk bedenlerdeki kesafeti temizlemiş ve beşerî âlemden semaların kalbine yol açmıştır. Allah aşkı ile mirâc hadisesi vuku bulmuştur.”

Bu güzel sözlerden, bu âşık insanlardan, aşkı dinlemek ne de güzel geliyor insanın kulağına. Yoksa duymaya alıştığımız, “Ben Allah’a âşık oldum”, “Allah için yandım, piştim kül oldum” gibi, adeta bir türkü gibi dinlediğimiz ilahilere benzemiyor.

Şiirlerini dinlediğimiz, Yunus Emreler, Mevlanalar, Kuddusi Babalar, Seyyid Nizamoğlu gibi aşk erleri, nasıl yaşadıklarına bakalım. Bir de “Ben Allah’a âşık oldum” diyen gafillerin yaşayışlarına bakalım.

Bu iş öyle kolay bir iş değil. Fedakârlık isteyen bir olay. Kendinden ve her şeyden vazgeçmeyi mecbur kılan bir hadise. İman etmiş olabilirsin. İbadet ediyor olabilirsin. Arada sırada duygulanıp ağlaya bilirsin. Lakin “Ben Allah’a âşık oldum” demeden önce, insanların utanmadan sokakta küfür eden bir devirde, utanmadan “Allah” diye bağıra biliyor musun ona bak? Eğer utanıyorsan, vallahi Allah’a âşık değilsin.

„Ben Allah’a âşık oldum“ diyenler, kızgın ve kavurucu çöllere yatırılıp, kaburgaların tek tek kırılan seslerinin ahenginde “Allah birdir, Allah birdir” diye haykıran, Bilal-i Habeşi ile mi kıyas ediyorlar kendilerini?

Bırak Hz. Ali (k.v.) gibi namazda acı his etmeden topuğundan ok çıkarttırmayı, aklına herhangi bir şey gelmeden namaz kıldın mı ki ömrü hayatında, “Ben Allah’a âşık oldum” diyebiliyorsun?

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi kendi ölümüne rabbine duyduğu aşktan dolayı sevgiliye kavuşma, yani düğün gecesi demiştir. Ey ölümden korkan kişi, sen mi “Allah’a âşık oldum” diyorsun?

“Cennet cennet dedikleri, Birkaç köşkle birkaç huri, İsteyene Ver anları, Bana seni gerek seni” diyen Yunus Emre ile mi kıyaslıyorsun kendini? İman ve ibadetlerde arzu ettiğin sadece Cennet ise, “Ben Allah’a âşık oldum” deme!

Nitekim Evliyalar Sultani Abdulkadir Geylani hz. şöyle buyuruyor:

“Cennet için yapılan ibadet, gizli şirk’tir.”

Bu yazımızı kaleme alma sebebimiz, kendilerini Allah’a âşık zan edip gaflete düsenler için.

Samimiyetsizce, üç beş kuruş kazanacağım niyetiyle, Allah’a âşıkmış gibi, adeta Türkü misali ilahi besteleyenlere gelsin. İlahi okunursa okunsun, bende dinliyorum, amma velâkin, “Allah’a âşık oldum, yandım kül oldum”, diye ilahiler okuyup, ardından dünyaya dalmış gibi yaşıyorsa, bu davranışı kınıyorum ve para için değerli müslüman kardeşlerimin duygularını suiistimal etmelerine razı olmadığım içindir tepkim. Onca Hak aşığın yazdığı şiirleri dinleyip duygulanmaktan bıkmadık çünkü onlar hakkı ile Allah’a âşık olanlardır.

 

 Arif Ağırbaş

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Bir ilişki inşa etmek bin aşktan evladır

“Kocasından nişanlıyken gelen mesaj ve e-postalardan tekini bile silmeye kıyamamıştı, sanki silse duyguları da silinecekmişçesine bir korkuyla saklamıştı onları. Nişanlıyken açıp açıp okurdu eski mesajları, her okuyuşunda aynı duyguları yeniden yeniye yaşayarak. “Seni çok özledim” en çok etkilendiği mesajdı, “Seni seviyorum”dan katbekat hissettirirdi sevildiğini ona.

Odasına çekilmiş, elinde telefon eski mesajları karıştırıyor. Daha dört ay önce, nişanlıyken başka bir ile gitmek zorunda kalmış, iki günlük kısa ayrılığa bile zor dayanmışlardı. “Gözlerin, hüzünlü gözlerin nereye bakıyor şimdi? Kulaklarında hangi ses uğulduyor? Pınarı andıran dilinden hangi sözcükler dökülüyor?” Boğazı düğümleniyor kadının. Bu kaçıncı ağlayışı. Bir mesaja bakıyor, bir şu anki hallerine. Mesajlar mı yalandı, şimdiki halleri mi, karar veremiyor.

Kalbim senindir,” mesajını aldığı o gece gözüne uyku girmediği hatırına geliyor. Sonra zihni başka bir güne kayıyor. Çok şiddetli kavga etmişlerdi. Bu işi yapamayacağız, ayrılalım, demişlerdi; kendileri de inanmadan. Küs geçen üç günün ardından, gecenin 11.58’indeki bip sesiyle yüreği yerinden çıkacaktı az kalsın. “Gece oldu, içime çekildim ve orada seni buldum. Geceler kâbus, gündüzler ateşten gömlek. Seni özledim. Çok.” Barışmışlardı.

Bir masal yazacaklardı, oysa doğru düzgün iki cümle kuramıyorlar şimdi. Öyle şaşkınlar ki, yaşadıkları, Mary Shelley’in Frankenstein romanının bir bölümü sanki. Birbirini tutkuyla seven iki insan, iki ay içinde nasıl olur da düşman kesilirler? Ellerinden gelse birbirlerini boğazlayacaklar. Ufak bir kıvılcım yetiyor şiddetli bir tartışma için. Birbirlerini suçlamada maraton yarışçılarından daha hızlılar. Sen! Hayır sen! Yok sen! Hayır, senin yüzünden! Yok senin yüzünden!

Kadın odasından çıkıyor, mutfağa gidiyor, o büyük bir özenle beğenerek aldığı kap kacağı fırlatıp atmak istiyor. Ocağın üstündeki yanmaz tavayı birlikte aldıkları günün imgesi düşüyor hayaline. Fırını alırken minik bir kavga etmişlerdi.

Kendini kontrol edemeyip, salona dalıyor. “Seninle evlendiğime bin pişmanım, o güne lanet olsun!” Söyler söylemez pişman oluyor, ama ne fayda? Ses hızıyla sözcükler çoktan kocasının kulaklarından sızıp kalbine vardı bile.

Adam, başını bilgisayardan yavaşça kaldırıyor. “Asıl ben seninle evlendiğime pişmanım. Hem de bin değil yüz bin, hatta milyon pişmanım.”

Âşık olmuşlar, eksik olan kısımlarını bulmuşlardı. Eksik olan kısmım bu mu, dercesine bakışları kesişiyor. O bakışlar binlerce tenkit yüklü. O bakışlar iki kara bulut gibi birbirine değdikçe şimşekler çakıyor.

Oysa çok değil, birkaç ay öncesini hatırlasalar. Her ikisinin de gözleri gelecek mesajlarda ve e-postadaydı. Bu kez ne yazacak acaba? Sevmenin, ötekiyle ilgilenmenin değil, ilgilenilmenin derdinde olduklarını bir türlü fark edemediler. Oysa bu küçük ayrıntı, dokumadaki gözle görülmez sökük gibi. Gittikçe büyüyor, evliliklerini delik deşik etmek üzere.

Bir hayat acemisi onlar. Hayat tezgahında dokudukları şeyin kıymetini anlayamayacak kadar hem de.

Bir aşk masalı için kalemi ellerine almışken, ayrılığın masalını yazdı yazacaklar.

İnsan ilişkiyi, aşk gibi öyle kucağında bulmaz birdenbire, onu adım adım inşa eder. İlişki inşası karşıdakini tanımakla olur. Bir insanı tanımaksa bazen bir kavgayla, bazen bir tebessümle, bazen itiş kakışla, bazen şefkatle, merhametle. Amma, bir insanı tanımak, illa da samimiyetle olur. Samimi ve sahici bir kavga, iki yüzlü gülücüklere tercih edilesidir.

Bir insanı tanımak, kainatı tanımaktır.
Bir insanı tanımak, ayrıca, kendini tanımaktır.
Bir ilişki inşa etmek, bir kainat inşa etmeye denktir.

Aşklarıyla, hissettikleri duygularla meşgulken, çalakalem bir ilginin yeteceğini sandılar karşıdakine. Her ikisi de kendi çevrelerinde döne döne başları döndü, yere yığılı kaldılar sonunda.

Masal yazmanın deniz kenarında kumdan kale inşa etmek olduğunu sanmışlardı.

Bilmiyorlardı ki, aşkların masalı yoktur, ayrılıkların masalı vardır.

Birçok insanın düştüğü hataya düşmekten alıkoyamadılar kendilerini. Âşık olmanın, birine hissî bir ilgi duymanın, iki insan arasındaki “ilişki” için lazım ama asla yeterli olmadığını bilemeyecek kadar acemiydiler.

Birbirlerini görür görmez tutulmuşlardı, birbirlerini düşünmedikleri bir an bile yoktu. Her şey tastamamdı işte. Hayatın başlangıcı da sonu da, doğusu da batısı da buydu. Mutlu olmak için başka ne gerekirdi?

Mutlu olmak için sahici bir ilişki gerekir halbuki. İtişe kakışa, gerekirse kavga ede ede, yanlışlarla doğruları öğrene öğrene inşa edilecek ilişki. Bıkmadan, usanmadan, sınırları aşmadan, umutsuzluğa düşmeden, kaçmadan, yılmadan, sabırla, metanetle, halis bir niyetle.

Aşk bir masalsa evlilik ilişkisi o kadar gerçektir.
Aşk bir sarhoşluksa evlilik en derin uyanıklık.
Ve bir dane-i hakikat bin masaldan evladır.

Mustafa Ulusoy / Zaman