Etiket arşivi: atom

Vahiy / Nübüvvet’in; bilgi açısından Epistemolojik Değeri nedir?

“Kâinat kitabı’nın (varsa) dil ve lisanının ne olduğu ve içindeki ‘varlık’ kelime ve cümlelerinin, taşıdığı veya işaret ettiği anlamın tercümesi” probleminin çözümünde; insanın akıl ve duyuları yetersiz olup; ürettiği felsefe ve bilimi de, bunun keşfi için gerekli araçlardan yoksundur. Bu soru(n)un çözümü, ancak “vahiy / nübüvvet” denilen, dışarıdan gelen bir bilgi ve haber akışıyla mümkündür.

Bu açıdan “vahiy”; araştırmalarımız ve bilgimizi genişletmekte, insan aklı için tek imkân ve tek seçenektir. Felsefe ve Bilim’e rehberlik etme ve söylediklerinin, te’yid ve onayında da, hiyerarşik olarak en baştadır.

Fakat “vahiy” derken, burada dogmatik ve körükörüne inanılan ve dayanılan; yani taklidî bir vahiy anlayışından bahsetmiyoruz. Vahyin verilerinin, hem kâinat ve hem de insanın kendi enfüsünde tespit ve onayından sonra; böylece içselleşerek, kesinleşmiş; yani “inanç” aşamasından “bilgi” aşamasına yükselerek, “enfüsî / subjektif bilgi” hâline gelmiş; böyle bir süreç sonucunda, itmi’nanla kabul edilmiş ve teslim olunmuş bir vahiy anlayışından bahsediyoruz.

Enfüs ve âfakta temelleri ve karşılıkları bulunan böyle bir imanın dayandığı temel ve deliller; “enfüsî / subjektif bilgi” kadar olmasa da, belli seviyede başkalarına da gösterilebilen “afakî / objektif bilgi” zeminine taşınabilir.

Kâinattan elde edilmiş, yani kâinatta delil ve karşılıkları bulunan bu “objektif bilgi”nin; kişinin içdünyasında (subjektivite) de karşılıklarının bulunup, tasdik ve onaylanması sonucunda; yani kesinleşmiş subjektif bilgi” hâline gelmesinden sonra, “ilim – hidayet – iman – ibadet – hikmet – ma’rifet – muhabbet” süreci başlayabilir.

Farkedildiği üzere, buradaki “iman”; kelime-i şehadet’i söylemekle başlayıp – biten birşey değil. Kök ve gövde olarak, yani “ağaç” gibi çift yönlü büyüyen ve gelişen bir ma’rifet ve bilme ve anlama süreci. Her yeni soru ve cevapta, bir sonraki durak (soru – cevaplara) devam edilen bir yolculuk…

Anakonumuza dönersek: İnsanın kendi akıl ve duyularıyla elde ettiği “felsefî bilgi” ve bunun altkümesi olan “bilimsel bilim”, kâinatı araştırma ve gözlem – deney – ölçümlerinde “ne, neden, nasıl, ne zaman” sorularının cevabını arar ve sadece bu soruları “aklî” ve “bilimsel”  kabul eder. Zaten sahip olduğu teknolojik araç ve aklî aksiyom, kavram ve paradigmalarıyla, ancak bu soruların cevabını bulabilecek aletleri vardır.

Mevcut bilim ve felsefe, sadece bu soruların cevabı bulunabileceği inancıyla; “bilgi”nin başka imkân ve yöntemlerine çıkan / çıkabilecek yolları kapatır. Zihinlere vurduğu “bilimsellik felsefesi”nin zincirleriyle; “insanoğlunun, bilim ve felsefeden başka bir bilgi edinme yolu ve yöntemi yoktur” diyerek, vahyi reddeder veya kabul etmez.

Mevcut Bilimin, Bilimsellik Felsefesine göre; “varlık ve hareketinin anlamı nedir; kim ve niçin, ne gayeyle yapmıştır” gibi sorular, “felsefî spekülâsyon” ve “inancın” konusu olup; bunların delillendirme ve ispatı, doğrulama ve yanlışlaması yapılamaz.

Bu sebepten, örneğin: “Eser, müessirsiz ve fiilsiz ve fiil de failsiz” olamayacağı için, gayet normâl olarak evren hakkında ilk akla gelen soru olan; “kim, evrendeki eser ve işleyişin, fail ve ustası kim?” sorularını; anlamsız ve gereksiz, hatta yanlış bir soru olarak görür.

Çünkü: Evrendeki varlık ve işleyişi, “sebep – sonuç” ilişki ve şablonuyla, nedenselleyip – açıklayabildiklerini düşündükleri (daha doğrusu, inandıkları) için; evrendeki fizikî ve maddî olayların açıklama ve nedensellemesinde; herhangi bir faile, zaruret ve ihtiyaç olmadığını iddia eder, mevcut bilim ve felsefe. Evrendeki olaylar için; “kim, niye, niçin, gaye” gibi soruların, saçma ve anlamsız veya gereksiz olduğunu söyler.

Çünkü: Evrendeki “neden – sonuç” ilişkileri arasında herhangi bir boşluk veya kesiklik olmadığını; bunları tamamlamak için, araya sokmaları gereken herhangi bir “ek neden” veya “fail” aramaya lüzum olmadığını düşünürler. Çünkü onlar için Tanrı, “boşlukların tanrısıdır!” (God of the gaps) Bu anlayışa göre; “Tanrı”; sebepleri (henüz) bulunamayan olaylarda, cehaletimizi örten ve gizleyen bir kavramdır!

Sanki arada “sebepler” olunca, bu işi Rabbimiz yapmıyor, aradan çekiliyormuş gibi! Sanki olayın faili ve fiilinde, “sebepleri” hareket ettirip, “alet” olarak kullanan Rabbimiz değilmiş gibi! Sanki inşaat malzemelerinin kendi başlarına, sihirli bir şekilde uçuşmaya başlayıp, muhteşem binalar ve sanat eserleri yapmalarını mümkün görmek gibi; “sebeplerin” de, kendilerini aşan bu işleri, kendi başlarına yapabilecek potansiyelleri varmış gibi! Sanki atom ve maddelerin; esrarengiz bir şekilde, sihirlenmişçesine dönmeye ve hareket etmeye başlayıp; türlü gökdelen ve şehirler inşa etmesi gibi! Veya, evrende “otomatik mekanizma” ve “birbirine değen dişliler” var da; işin başında hammaddeyi veriyorsun, bu “hayalî mekanizmalar” da üretiyor gibi!…

Örneklerde görüldüğü üzere; Rabbimize iman ve itikadımızın sebebi ve delili, evren hakkındaki cehaletimiz değil; bilakis artan bilgimiz. İnancımızın dayanağı; anlayamadığımız ve bilmediğimiz şeyler değil; bilakis bildiğimiz şeyler. Üstelik Rabbimiz olmasa; değil evreni anlamak, anlamaya çalışacağımız bir evren bile olmazdı! Çünkü, evrenin varlığı ve varlıkta durması; Rabbimiz’in, eşyayı kudretiyle hareket ettirip, yönlendirmesiyle olur ve oluyor.

Elhasıl, Rabbimiz’in eser ve sanatlarının inceliklerini bilmek ve bu konuda hiçbir karanlık nokta kalmaması, iman ve itikadımızı zedelemez veya boşa düşürüp, gereksiz kılmaz. Ve zaten, gereksiz kılması için de hiçbir mantıklı neden olmayıp, hattâ durum tam tersidir. Çünkü: Önümdeki arabanın işleyiş mekanizmasını çözmem; arabayı yapan mühendis ve ustayı, inkâr etmemi gerektirmez; bilakis zorunlu kılar!

Fakat “ateist aksiyoma” göre düzenlenmiş ve kurgulanmış ve neyi araştıracağı ve araştırma yöntemleri de bu aksiyoma göre belirlenmiş “Bilim/sellik”; evrendeki işleyişin, bizi “ek bir sebep” veya “fail” aramaya yönlendirmediğini iddia eder. Zaten bu işleyişte herhangi bir “fail ve özneye” ihtiyaç olduğunu düşünseler veya bunların failsiz olmadığını veya ol(a)mayacağını gözleyip – keşfetseler; bu veri / bilgiyi, Bilimsel Bilgi ve açıklamalarına eklemekte tereddüt etmeyeceklerini söylerler.

Yukarıda özetle anlattığımız Bilimin Bilimsellik Felsefesinden farklı ve ayrı olarak bizim önerdiğimiz “İslâmî B/ilim” ise; Bilim’in bilimsel ve meşru kabul ettiği bu sorulara ek olarak; “kim, niçin / niye, gayesi ne, anlam ve hikmeti ne” gibi gayrimeşru soruları da, gözlem ve araştırma alanına dahil eder. Ve bunların araştırılma ve gözlem, keşif ve delil – ispatında; bazı ek yöntem ve araştırma enstrümanları, kavramsal şema ve yol haritaları sunar.

Bilim/sellik’in, kuruluş amaç ve kapsamı icabı sor(a)madığı; sorsa da, “bilimsel yönteminin” sınırlılığı ve “bilimsellik” paradigmasının eksik ve yanlışlarından dolayı cevabını bulamayacağı; “kâinattaki bu varlık ve işleyişin anlamı nedir; kim yapmış ve yapıyor; Rabbimiz bunları ne maksadla ve hangi hikmetle yapıyor; olanlar, hangi İlâhî isim – sıfat ve şuûnun tecelli ve tezahürleriyle vücuda geliyor; bunların Esmâ-ül Hüsnâ ve ahirete bakan, ‘melekutî’ vechesi nedir; ölümden sonra hayat var mı, varsa nasıldır?” gibi sorular; İslâmî B/ilim’in merkezinde bulunan, temel paradigmatik sorulardır.

İlimler hiyerarşisinde; Nübüvvet ve Vahiy, Felsefe ve Bilim’in üzerindedir

İnsanoğlu, Allah’ın ona verdiği akıl ve duyularıyla, yani düşünüp – tecrübe ederek ve gözlem – deney – ölçümleriyle, kâinatı “mana-yı ismî” bazında (yani “madde ve hareketi”, kendisi dışında bir manâ ve işaret değeri taşımaz aksiyom ve inancıyla) okuyunca, (bir dereceye kadar ve eksik ve yanlışları da olsa) çok şeyleri bilebilir ve keşfedebilir. Meselâ: Suyun kaynama derecesi ve özellikleri; madde–enerjinin içyapısı ve birbirleriyle ilişkileri gibi.

Fakat konu: Kâinat ve içindeki varlığın anlamı, taşıdığı veya gösterip – işaret ettiği mâna ve mesaj olunca; yani “mana-yı harfî” bazında (yani “madde ve hareketini”; gösteren / işaret / âyet / sembol / temsil ve misâl olarak) okumak olunca; bu alan, beşer akıl ve duyu, gözlem ve deney / tecrübesiyle keşfedilip – bilinebilecek bir alan değil. Neden değil?

Dünya üzerinde, bilinmeyen bir dilde yazılmış bir kitap bulunsa ve insanlık tarihi boyunca, o dili konuşmuş bir insan ve toplum da olmasa. Ve o dilde basılmış ikinci bir yazılı kaynak ve belge de bulunmasa; bu kitabın, tercüme ve anlamı; kitap üzerinde yapılacak bilimsel gözlem – deney – ölçümlerle bulunamaz. Veya felsefî düşünce ve mantıkî aksiyom ve çıkarımlarla bulunamaz. Böyle bir kitabın, değil tercüme ve anlamı; telâffuz, yani okunup – seslendirilmesi bile mümkün değildir.

İşte “kâinat”ta, böyle ikinci bir örneği olmayan ve ihtiva ettiği mâna ve mesajları tercüme edilebilecek lisanı bilin(e)meyen bir kitaptır. Türünün ve yazıldığı dilin tek örneği bir kitabın anlamına; akıl ve mantık, gözlem ve deney gibi yöntemler veya tarih ve fizik gibi bilimlerle ulaşılmasının mümkün olmaması gibi; “Kâinat Kitabı” için de, bu hayli hayli mümkün değildir.

Bu, “vahyin” yolgöstericiliği olmadan, varlığın tercüme ve anlamını bilmenin imkânsızlığının anlaşılması için verdiğimiz “kitap – yazar” örneği yerine; buna, bilgi ve irademiz dışında, uyutularak getirildiğimiz bir “gezegen” veya “ada” örneği de verebiliriz. Haberimiz olmadan, isteğimiz dışında getirildiğimiz bu yere, getiriliş nedenimizi, bizi getirenin maksadını, bize söylenmeden bilemeyiz. Bunu, kendi başımıza, gezegen / adayı gezerek, inceleme – araştırmalar yaparak bulamayız.

Dili bilinemeyen kitap örneğine devam edersek: Bildiğimiz kitaplar 2 boyutlu harflerle yazılmışken; anlamını aradığımız bu “Kâinat Kitabı”, 3 – 4 boyutlu harf ve nakışlarla yazılmış ve hatta “atom” gibi, her bir nokta ve harfinin içinde bile, parçası olduğu bütün’den daha sanatlı ve ayrı bir kitap yazılmış. Yani içi, dışından; küçük, büyükten daha mânidar ve sanatlı yazılmış, “içiçe bir kitaptır.

Hem de, bildiğimiz statik ve durağan kitaplardan farklı olarak; canlı ve hareketli ve devamlı; yani ânbeân yeniden yazılan muhteşem bir kitaptır. Yani kâinatı “kitap”a benzetmemiz; kâinatı anlamak ve açıklamakta yetersiz bir modelleme ve metafor olup; belki kâinatın kitaba benzerliği, “anlam ve mesaj” ihtiva etmesi açısından, sadece bir bakımdan benzerliktir.

İşte, kâinatın tercüme ve anlamı konusunda, insanın acziyetini kabul etmesiyle; yani akıl ve araştırma, gözlem ve deneyiyle, bunu keşfedip – bulmasının mümkün olmadığını bilmesiyle; “Allah – Vahiy – Kitap – Nübüvvet”e duyulan ihtiyaç ve zaruret, bedahet derecesinde akla görünür. Çünkü “varlık ve hareketinin” anlam ve gayesinin ne olduğunun cevabı için (hattâ anlamı olup olmadığının sorusunun cevabı için bile), dışarıdan gelen bir bilgi, yani “vahye” ihtiyaç zorunlu. En temelde: “Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, niye geldik” sorularının cevabını, Rabbimizin bildirmeden bilemeyiz.

Çünkü: Dili bilinemeyen bir kitabın tercüme ve anlamını, ancak yazarına sorarak öğrenebiliriz. “Kâinat Kitabının” anlamını ve buraya getiriliş maksadımızı keşif ve öğrenmek için; “Yazarı”na sormak, yani “vahiy / nübüvvet”ten başka çare yok.

Burada yanlış anlaşılan nokta: Vahiy / nübüvvetin; sadece “inananlar” için bir bilgi ve haber ve delil değeri taşıyıp, bunun ise subjektif bir ispat olduğunun düşünülmesi. Bilim ve Felsefe’nin ise; inanç ve taraftan bağımsız; yani inanan – inanmayan herkes için geçerli, objektif bilgi ve deliller sunduğunun zannedilmesidir. Halbuki bu yanlış bir düşünce olup; neden yanlış olduğunun izahı için, “Bilgi/bilmek ve İnanç/inanmak arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” yazımıza bakılabilir.

Diğer yandan; “objektif – subjektif” ayrımı da yapay ve aldatıcıdır. Çünkü biz, objektiviteyi, subjektivitede deneyimleriz; âfakı, enfüsümüzde algılarız. Hatta içimizdeki bu algı ve bilmeden sonra ancak, o şeyin “objektif – subjektifliğine” karar verebiliriz. Burada objektifin, subjektiften farkı; sadece yaygınlığı; yani herkesin kendi subjektifinde aynı şeyi deneyimlemesine “objektif” denilmiş.

Objektif – subjektif ayrımı, yapay ve aldatıcıdır demiştik. Meselâ, “objektif” gözlem örneklerinden; “ateşin yakıcılığı” ve “suyun kaynama derecesi” kişiden kişiye değişmez ve aynıdır. Fakat biz bunu; ateşin bizde, derimizde uyandırdığı “yakma hissinden” veya veya gözümüzde uyandırdığı “yakma görüntüsünden” ve suyun da gene (eğer o deneyi biz yapmışsak) gözümüze yansıyan “kaynama görüntülerinden” biliriz. Yani o “objektif” deneyimin; içimizde, “subjektif” olarak bizde uyandırdığı ve tetiklediği his ve algı ve görüntülerden biliriz.

İçimizde duyduğumuz bu “subjektif hislere”, “objektif” denilmesinin nedeni ise: Her insanın, o deneyimi aynı algılaması ve aynı şeyleri hissetmesidir sadece. Vahiy ve Nübüvvet’in, “objektif delil” görülmemesinin nedeni ise; çoğu insanın bunların delil ve hakikâtine nüfuz edememesidir sadece.

Üstelik; insandan tut, tâ hayvan ve bitkilere; hatta cansız nesnelere kadar, kesintisiz devam eden çeşitli “vahiy akışları” vardır! Bu akış; derece ve mahiyet olarak, Peygamberlere gelen vahiyden farklı ve ayrıdır. Yer ile gök arasındaki bu çiftyönlü alışveriş ve bağlantı hiç kopmaz; kesintisiz devam eder. Bu, ayrı bir yazının konusu olduğu için, burada bırakıyoruz.

Bilim/sellik Paradigmasının tarafsız ve objektif olamayacağı ve olmadığından bahsediyorduk. “Bilim” de dahil olmak üzere, her düşünce ve yöntemin, doktrin ve ideolojinin, disiplin ve ekolün, başlangıç olarak dayandığı ana aksiyom ve varsayım, önkabül ve postulatları vardır ki; bu aksiyomlara her ne kadar “önvarsayım” da denilse ve başlangıçta gerçekten öyle de olsa; son tahlil ve temelde, bu aksiyomlar bir “inanç”tır ve bir inanca dayanır veya dönüşür; zaten bu sebepten dolayı da kolay kolay terkedilmezler. Bu öninançlar, başlangıçta apriori, delil – ispatsız doğru kabul edilip; düşünsel sistem ve yöntem, bu önsabiteler üzerine bina edilir.

Peki “Bilimsel Bilim”in önvarsayımları nelerdir? Başlangıçta yola çıkarken, neyi ve neleri “doğru ve gerçek” varsaymıştır? İslâmî B/ilim yazılarında defaatle vurguladığımız gibi: Evrende herhangi birşeyi gözler ve inceler, araştırır ve ölçerken ve bunun sonucunda elde ettiğimiz “veri ve bilgi, ölçüm ve keşfimizi” dile döküp, ifade ederken; (incelediğimiz bu olay ve nesnenin) ya “faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış)” veya “yok(muş)” gibi ifade eder ve anlatırız.

Bu 2 şıktan yaptığımız seçime göre, evrendeki nesne ve olayları; tanım ve ta’rif, tasvir ve ifade ederiz. Bu 2 şıkkın ortası veya bu 2 şıktan ayrı ve bağımsız; yani dışarıdan bakabileceğimiz, eşit mesafede orta ve olgusal, objektif bir nokta ve koordinat sistemi yoktur.

Şimdi, zorunlu olan bu 2 şıktan, Bilim/sellik “yok(muş)” şıkkını, doğru olarak kabul etmiştir. Bu “ateist aksiyomu” sebebiyle; gözlem ve ölçümlerini, bu öninancıyla tutarlı olacak ve çelişmeyecek şekilde tasvir ve ifade eder. Yani bu “ateistik inancı” doğruymuş ve gözlenip – ispatlanmış gibi bir dil kullanır.

Yani Bilimsel Bilim ve Bilimsellik Felsefesi; tanım ve ta’rif, amaç ve yöntemi icabı “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; bu felsefe ve inançların tarafındadır. Bu küfür ve şirk ekolleri doğru(ymuş) gibi evreni gözler ve buna göre Bilimsel tasvir ve açıklamalar yapar; Bilimsel Bilgi’yi buna göre kodlar ve kurgular. Bilim/sellik Paradigması, hep bu “küfür ve şirk aksiyomunun” ispatına çalışma ve doğru(ymuş) gibi yapma ve evreni de öyle tasvir etme çerçevesinde döner.

Bilimsellik İlke ve Kuralı olarak, başlangıç aksiyom ve önkabulünde; “evrenin varlık ve işleyişinde fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa da bu işleyişlere karışmıyor(muş); zaten nedenler, pekalâ faile gerek kalmadan bu işleri yapabilir ve yapar(mış)” ateizm şıkkını işaretlediği için; evrendeki olayları, bu önvarsayım ve inancına göre, tasvir edip, açıklar.

Aksi hâlde, meselâ; “oluşum yerine, yaratma” demesi veya “içgüdü / sevk-i tabiî yerine, sevk-i İlâhî ve ilham” demesi veya “doğanın mu’cizesi yerine, Allah’ın mu’cizesi” demesi veya “tabiât–fizik kanunu yerine, Allah’ın kanunu ve sünnetullah” demesi veya “gıda maddesi yerine, rızık ve ni’met” demesi hiç Bilimsel olmaz, Bilim hiç olmaz!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in temelinde bulunan bu ateist aksiyom ve inancın doğurduğu, diğer hurafe ve inançlar için, “Bilim’den Büyüklere Masallar!” başlıklı yazımıza bakılabilir.

Haftaya inşâallah, “Vahiy / Nübüvvet’in; varlık açısından Ontolojik Değeri nedir?”

* Bu yazının bir kısmı; Üstad Bedi’üzzaman Said Nursî’nin (R.Â.), Risale–i Nur Külliyatından faydalanarak, hazırlanmıştır.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 01.Kasım.2017

www.metabilgi.org

Atomdaki Aşkın Sırrı

Modern fizik, senelerce, dalâlet sitesinde bocalayan müsbet ilimleri, hakikat nuruna iletmekde..

Atomu reklâm afişlerinden harp sahala­rına kadar yayan ilim, onun en canlı noktasını tam bir hak analizi ile açıklamadı. Bu yazımızla bu sırlardan iki ana noktayı tam bir riyâzî metodla açıklamak azmindeyiz! Bu gün birer ilmî akide olan bu sırların,

Âyeti kerîmesîle, ayrıca «KÜN» emrinin ih­tiva etdiği mânâ maverasında KUR’ANda bulunuşu, bizlerin ilim zevklerini artırır.

Şimdi Dünyâ ve Arzın yaratılmasına dâir güya müsbet ilim nazariyelerinde «iki kitle­nin çarpışması, her hangi bir sebeble bir mik­tar enerjinin tekasüfü» nü kabul mümkün de­ğildir. Bu eksikliği anlayan ilim adamlarından bir grup da telif edici bir nazariye kurdular. Enerji ve madde, genel jeneratör denilen bir müvellidden hâsıl olur ve birbirine değişebi­lir diye ifâde olunan bu tezde, son asrın atom hakkındaki dehşet verici rakamları karşısın da sönükdür. Son nazariye mucibince kâinat yaradılmış olsaydı, bir atom ancak birkaç senede yaratılabilirdi ?..Atomun her hangi bir metodla görülme­mesine rağmen; riyâzî ve fizik olarak isbat edilen yapısına göre: müsbet yüklü bir mer­kezî çekirdek ve onun etrafında zaman ötesin­de seyreden çeşitli sayıda menfî yüklü elek­tronlar… Bütün bu manzume, basit bir ifâde ile, Güneş sistemine benzer. Bu sistemin ihti­va etdiği enerji, bir şehri mahvedebilir ve bir toplu iğne başındaki atomları saymak, bir in­san için imkânsızdır. Şu rakamlara nazaran on tonluk taşın ihtiva etdiği kudret, Arzın yaratılmasından beri Güneşin Arza verdiği enerjinin çok ötesindedir. Artık Arzın ve hele kâinatın ihtiva etdiği enerjinin hesabı ve tahayyülü muhaldir.

Şimdi mademki Arzın ve kâniâtın her hangi bir müessiri muhayyelen yaratılması, zaman ötesinde mutasavverdir (1). Zamanın en küçük cüzünden daha kısa bir anda tasavvuru muhal bir yaratıcı kudret, bütün atomları imkân âleminde tecelli ettirmişdir. İşte riyaziyenin ve fiziğin son merhalesi, «KÜN» emrinin tasdîki budur. Şübhesiz ki, vasıflarını tahayyül mümkün, aslını tasavvur muhâl yaratıcı olan Allah, ancak şu madde ve enerji hârikasını imkân emr eylemiştir.

Şimdi ikinci noktanın analizine geçiyo­rum. En hakîki ifâdesîle maddenin sembolü olan atomda tam bir aşk mevcütdür. Müstehzi münkire, Sûre-i Bakara’nın 15 inci Âyetinde buyurulduğu veçhile, asıl Allahın onlarla na­sıl istihza etdiğini, Dâvamı müsbet metodla isbat ederek göstereceğim.

Onlar ise şübhesiz inadda devam eder­ler; bunların hâli biz hekimlerce malumdur.

Atomun yukarıdaki yapılış şekline göre, mühim bir suâl hatıra geliyor: Acebâ mad­denin madde oluşunu temîn eden atomun bu bünyesi başka ve daha az girift bir yapılışda olsaydı madde muvâzenesini temin mümkün olmaz mı idi?.. İşte bu imkânın mevcud ola­bileceğini isbat edecek ve asıl yapılışın sırrına yaklaşacağız.

Malûmdur ki, atomun ve maddenin ayak­ta durabilme kabiliyeti, elektronik muvâzene esâsına dayanır. Yine fizik sahasında elektrolik muvâzene, çeşitli şekillerîle mevcütdür: Hayatî kimya ve diğer tabîî ilimlerde gördü­ğümüz veçhile Miçeller sistemi, kolloidâl cisimler, iyonizasyon hâdiseleri, muhtelif ener­ji çeşitlerile husule gelen elektrik muvâzene­leri (ışık, haraket).

Bütün yukarıdaki hâdiselerde cisimler dönmeden gayet basit olarak elektrikî muvâzenelerini temin edebilmektedirler. İşte atom, yukarıdaki çeşitlerini saydığımız tarzlardan biri ile yaratılabilirdi ve yine madde olurdu.

Yine tabiat kanunlarîle çok uğraşanlar bilirlerki, kâinatda bir natürel hâdise, dâima en serî ve en kısa yoldan yaratılır. Bütün bu müteârifelerden şu netice çıkar: Atom ve madde sırf, 

 
Âyeti kerîmesinde belirtildiği veçhile, Allah’ı teşbih ve aşkını izhar için bu kadar girift ve tasavvur ötesi yaratıldı.

Bu kadar derin bir mevzuda garb ilim metodları ve prensiplerîle mevzû’u hal etmek imkânsızdır. Garba pek çok sahalarda ışık veren Muhyeddini Arabi Hz.nin Fütühât‘ında

tefsirinde belirtdiği veçhile, yukarıdaki şekil­le de atom ve madde, saniyenin kâbil-i taksim en ufak cüz’ünde mütenâvip olarak var ve yok olmakda.. Bu şeklîle mevzu, Aynştayn’nın kabul ve isbat etdiği, zaman ötesinde buutlar teorisi ile hâl edilebilir. Hülâsa olarak bu nazariye gereğince zaman kısmen müşehhastır. Hattâ mevcudiyeti de madde için dahi şart değildir. Demek ki, kâinat, saniyede mil­yonlarca var yok oluyor… ve her oluş; zaman ötesi kısa bir anda enerjinin rakseden cüzüler hâlinde temerküzü (atom) dur.

Sûre-i Fâtiha’daki Hamd’in ve hamdiyetin iç mânâsı, bu oluşun ifadesidir.

Kâinatda enerji (KÜN) oluşuyle, anda meydana geliyor ve madde hâlinde yaratıcısı­na Hamdle aşk içinde raksediyor ve onda yok olara, yukarıdaki âyeti kerimenin sırrı tecellî ediyor… sonra emr zamanla mu­kayyet olmadığından tekrar yaratılıyor.

Öyle değil mi? Şehir ceryânı da saniyede elli defa var yok olduğu hâlde dâima yanıyor görüyoruz..

Aşk, yıldızlardan atoma kadar her şeyin sırrı…

____

[1] Mevzû’umuzu dağıtmaması için rakamlar üzerinde durulmadı. Bu rakamlar en ince hesapla mübalağasız olarak hakikatdir.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki (İslamın Nuru Dergisi)

nurbakimektebi.com

Atom Ve Hareket

           BEDİÜZZAMAN’IN PENCERESİNDEN  “ATOM NEDİR?” (1)

Atom, bilinen evrendeki tüm maddenin, kimyasal ve fiziksel niteliklerini taşıyan en küçük yapıtaşıdır. Bütün maddeler, birbirlerine çok yaklaştıklarında birbirini iten, belli bir mesafeden sonra ise aralarındaki uzaklıkla ters orantılı olarak birbirini çeken atom dediğimiz çok çok küçük parçacıklardan yapılmıştır.

Maddenin yapısı bilim insanlarını, maddenin hareketinde yatan derin anlamları değerlendirmek ise din âlimlerinin işidir. Bediüzzaman eserlerinde atom ve atom altı parçacıklardan genel olarak”zerre” ismi ile kısaca bahseder. Onların varlıkların temeli olduğunu ifade eder, onların içyapısından ziyade, hareketlerinin anlamı üzerinde detaylı olarak durur:

*Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların (SÖZLER, 24.Söz)

*maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine (LEMALAR, 30.Lema)

Bugün bilinen maddi evren, ancak kâinatın çok küçük bir parçasını yani yaklaşık %5 lik kısmını teşkil etmektedir. Bu maddi evren içindeki her varlık, moleküllerden yapılmış, onlar da atomlardan meydana gelmiştir. Bu gün için bilinen atom sayısı 118 dir.

Güneş, Dünya, Ay, Yıldızlar, Gezegenler ve uydular ile gökyüzü alemi ve hayvanlar, bitkiler ve insanlarla yeryüzü alemi hep atomlardan meydana gelmiştir.

Atomun ne olduğu uzun yıllar anlaşılamamıştı. Bundan yaklaşık 2.500 yıl önce Eski Yunanlılar “atomos kavramını “maddenin artık bölünemeyecek en son sınırı” olarak tanımlamışlardı. 1808’de bilimsel olarak ilk atom teorisini ortaya atan Dalton da “Dünya’da atomu bölecek adam yoktur” demişti. Ama 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında atomun bölünebilir bir yapıda olduğu anlaşıldı. Bilimsel görüş de böylece değişti. II. Dünya savaşının kaderi 1945 de Hiroşima’ya atılan Uranyum ve Nagazaki’ye atılan Plutonyum elementlerinin parçalanmasına bağlı olarak yapılan atom bombaları ile değişmişti.

Atomlar,  klasik olarak bir çekirdek ve onun çevresindeki elektronlardan oluşur. Bunlara atom altı parçacıklar denir. Proton ve nötron; atom çekirdeğini oluşturur. Protonlar, pozitif yüklüdür, Nötronlar ise elektrikçe yüksüz bir parçacıktır.  Bunlara günümüzdeki bilimsel görüşlere göre Kuark adı verilir ve daha alt parçacıklardan meydana getirilmişlerdir. Bugün için 6 Kuark (u,d,s,c,b,t) keşfedilmiştir.

Bilim dünyasında birbirini izleyen ve sonraki bir öncekinden ileri olan bir dizi atom modelleri ortaya kondu. Önce elektronlar, sonra protonlar ve en sonra da nötronlar keşfedildi. O yıllarda tüm maddelerin yapı taşlarının elektron, proton ve nötron olduğu düşünüldü. Ama daha sonra da karşıt parçacıklar ve atom altı parçacıklar keşfedildi. Ve halen yeni birçok keşifler de buna ekleniyor. Bir protonun kütlesi, bir elektronunkinden yaklaşık 1840 kat büyüktür. Buna karşılık protonla nötronun kütlesi, birbirine oldukça yakındır.

Çekirdeğin çevresindeki parçacıklara ise Leptonlar denir. Birbirinden farklı yönde, farklı hızda ve farklı anda hareket ederler. Leptonlar bağımsız parçacıklar olarak bilinir. 6 Lepton (elektron, müon, tau, elektron nötrinosu, müon nötrinosu, ve tau nötrinosu) vardır. Bunlar en hafif kütlelidirler En çok bilinenleri elektronlardır ve bunların bir de karşıtları vardır. Elektronlar negatif yüke sahiptirler. Dış yörüngelerindeki elektronlara Valans Elektronu denir.

Bilim dünyasında kabul gören en son görüş “Kuantum Atom Teorisi”dir. Buna göre elektronlar çok hızlı hareket ederler, kendi etrafında döndükleri gibi çekirdek etrafında da dönerler. Kendi ekseni etrafındaki dönme hareketine “Spin hareketi”, çekirdek etrafındaki dönme hareketine ise “Orbital Hareket” denir.

Elektronlar çekirdeğin etrafından saniyede bin ila 100 bin km arasında değişen hızlarla dönerler. Elektronların bu dönüş hareketleri sema yapan bir Mevlevi’nin hareketi gibidir. Gökyüzündeki cisimlerin dönüş hareketleri de aynıdır, yani hem kendi eksenleri etrafında hem de bir yörünge üzerinde dönerler. Atomları döndüren kuvvet gökyüzünü dolduran bütün gezegenleri de aynı kanunla döndürüyor.

*Zemine nebatat ve hayvanat enva’ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin..(SÖZLER,14.Söz)

*zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. (LEMALAR, 17.Lema)

Her bir parçacık için bir de aynadaki yansıması gibi bilinen tam tamına bir anti-madde parçacığı vardır ve bunlar tıpkı kendilerine tekabül eden madde parçacıkları gibi davranırlar. Aralarındaki tek fark, karşıt yüklere ve dönüşlere sahip olmalarıdır. Bir madde parçacığı ile bir anti-madde parçacığı bir araya geldiğinde bir enerji çakımı oluşturarak birbirlerini yok ederler.

Elementlerin özelliklerini dış yörüngelerindeki elektron sayıları belirler. İki elektron arasındaki elektriksel çekim, örneğin kütle çekim kuvvetinden 1040 kez daha güçlüdür.

Dış yörüngede 4 ten az (bir, iki veya üç)elektronu olan elementlere iletken denir. Bunlar dış yörüngedeki elektronlarını kolayca verirler. Atomları 1 valans elektronlu olan metaller, iyi iletkendir. Buna örnek olarak, altın, gümüş, bakır gösterilebilir. Demir 2 dış elektrona, Alimünyum ise 3 dış elektrona sahiptir.

4 valans elektronu olan atomlar yarı iletkendir, Silisyum ve Germanyum gibi. Normalde yalıtkandırlar, ancak ısı, ışık, magnetik etki ve gerilim altında veya bazı maddelerin ilavesiyle iletken özellik kazanırlar.

Dış yörüngelerinde 5, 6 veya 7 valans elektronu bulunan atomlar ise yalıtkandırlar, kauçuk, cam, hava, tahta, plastik ve hava gibi.

Güneşte saniyede 600 milyon ton Hidrojen, Helyuma dönüşmekte ve enerji açığa çıkmaktadır. Bu işler öyle tesadüfen olacak, karışık ve anlamsız olaylar zinciri değildir. Her şey ölçülü ve hikmetlidir, ne fazladır ne de az.

       ATOM HAREKETLERİNİN ANLAMI VAR MI?(2)

Ekoloji, canlı – cansız doğadaki tüm varlıklar arasındaki ilişkiyi inceleyen bir bilim dalıdır. Bilindiği gibi doğadaki tüm varlıklar bir hareket içerisindedirler. Görünüşte durağanmış gibi bir izlenim veren dağlar, toprak parçaları, kayalıklar ve durgun sular aslında oldukça karmaşık ve hızlı bir şekilde cereyan eden kimyasal etkileşimlere eşlik etmektedirler. Doğadaki bu hareketliliğin başında ise madde dolaşımı ve bu dolaşımda başrolü oynayan mikroorganizmalar gelir.

Bütün canlılarda C,H,O,N ile F ve S atomları çok önemlileridir. Ancak bunların değişiminde ve dönüşümünde görevlendirilen bakterilerin başında da toprakta bulunan Azot bakterileri (Nitrosomonas ve Nitrobacter gibi) ile Kükürt bakterileri (Beggiatoa ve Thiospirillum  gibi)  gelir. Atomlar çok küçük canlılar olan bakterilerin eliyle bilinçli bir dönüşüme uğratılır. Maddesel bu döngünün temelini ise “Kemosentez” oluşturur. Kemosentez, kimyasal enerji kullanarak (örneğin ATP) inorganik maddelerden organik madde sentezlenmesi olayıdır.

Mutlak sıfır sıcaklığı (0 Kelvin ya da -273.15 °C), bir cismin sahip
olabileceği en düşük sıcaklık anlamına gelir. Atomlar, bu en düşük sıcaklıkta bile bir titreşim hareketi yaparlar, elektronları atomun çevresinde dönmeye devam ederler. Helyumun, (atmosfer basıncında)
hiç bir sıcaklıkta donmamasının temel nedeni bu sıfır nokta hareketidir

Bediüzzaman da atomların gerek doğadaki gerekse canlıların bünyesindeki değişimine “tahavvülat-ı zerrat” başlığı altında şöyle anlatır:

*Tahavvülât-ı zerrât, Nakkaş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitâb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır. Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudât gibi, zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillâh” der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi. Hem vazifesinin hitâmında “Elhamdülillâh” der. Çünkü, bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i sanat, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kasîde-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.

Evet, tahavvülât-ı zerrât, âlem-i gaybdan olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamâta medâr ve ilim ve emr-i İlâhînin bir unvânı olan İmâm-ı Mübîn’in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehâdetten teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat’ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizâzâttır. (SÖZLER, 30.SÖZ)

Doğaya baktığımızda her bir atom ve molekülün, boynundan büyük işler yaptığını görürüz. Bunlar onların kendi gücüyle, aklıyla ve ilmiyle olamaz. Onlar ancak ilahi birer memur olup amirlerinin emriyle hareket ediyor olabilir. Her işe başlarken manen sanki “Allah’ın adıyla” diye başlar. Çünkü buğday tanesi kadar bir çam çekirdeği koca bir çam ağacının programını içinde taşır. Vazifesini yapıp yeni bir yerde çam ağacı bitince o da görevi sona ermiş olarak “Elhamdulillah” der.

*her bir zerre, mebde-i hareketinde lisân-ı hal ile “Bismillâhirrahmânirrahîm” der. Yani, “Ben, Allah’ın nâmiyle, hesâbiyle, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, her bir masnu’ gibi her bir zerre, her bir tâifesi, lisân-ı hal ile “Elhamdülillahi rabbilalemin” der ki, bir kasîde-i methiye hükmünde olan san’atlı bir mahlûkun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri, mânevî, Rabbânî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plâğı hükmünde olan masnu’ların üstünde dönen ve tahmîdât-ı Rabbâniye kasîdeleriyle o masnuâtı konuşturan ve tesbihât-ı İlâhiye neşîdelerini okutturan birer iğne başı sûretinde kendini gösteriyorlar. (SÖZLER, 30.Söz)

Bütün tohumlar ve çekirdekler akılları hayretler içinde bırakan, hikmetli, faydalı, güzel sanat eserlerini sergileyerek onları yaratan yüce yaratıcının övgüsüne sebep olacak eserler arasında yer alırlar. Mesela nar ve mısıra bakılsa bu sözlerin anlamı açıkça anlaşılacaktır.

Materyalistler de bu olayları görüyorlar, kendi kendine olamayacaklarını anlıyorlar ve bu nedenle maddeyi ezeli kabul ediyorlardı. Ama kainatın gittikçe büyüdüğünün bilimsel olarak ortaya çıkışı bu inançlarını da yıktı.

*Hem, maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallâkıyet-i İlâhiyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhânallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki (LEMALAR, 30.Lema)

*Her zerrede, hem harekâtında, hem sükûnetinde iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünkü, Onuncu Sözün Birinci İşaretinde icmâlen ve Yirmi İkinci Sözde tafsîlen ispat edildiği gibi, her bir zerre, eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse, o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü, anâsırın her bir zerresi, her bir cism-i zîhayatta muntazam işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamâtı ve kavânîn-i teşekkülâtı birbirine muhâliftir. Onların nizâmâtı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de, yanlışsız yapılmaz. Halbuki, yanlışsız yapılıyor. Öyle ise, o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhît sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve irâdesiyle işliyorlar, veyahut kendilerinde öyle bir muhît ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. (SÖZLER, 30.Söz)

*Birincisi: Cenâb-ı Vâcib-ül Vücûd’un tecelliyat-ı îcâdiyyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizât-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka sûrette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcûdâtların, tâife tâife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hâzırlamak için Fâtır-ı Zülcelâl kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.

İkincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl; şu dünyayı, bâhusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk sûretinde yaratmıştır. Yâni; neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir sûrette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu’cizât-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizâm dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu’cizât-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedâyâsını, nihayetsiz kudretinin mu’cizâtının nümûnelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.

Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için, Nakkaş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir.

Evet, geçen senenin mahsulatıyla şu senenin mahsulatının mahiyetleri bir hükmündedir; fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünât-ı itibâriyeyi değiştirmekle maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibâriye ve teşahhusât-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fânî oldukları halde, onların maânî-i cemîleleri muhâfaza olunup, sabit ve bâkî kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsâlinin hakikatçe aynılarıdır; yalnız teşahhusât-ı itibâriyede fark var. Fakat, o itibârî teşahhuslar, her vakit tecelliyâtı tazelenmekte olan şuûnât-ı esmâ-i İlâhiyenin maânîlerini ifade için şu bahardakiler, ayrı teşahhusâtla onların yerine geldiler.

Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sâir uhrevî âlemlere birer mahsülât veya tezyinât veya levâzımât gibi onlara münâsip şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraâ-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, zerrâtı tahrik edip, kâinatı seyyâle ve mevcudâtı seyyâre ederek şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pekçok mahsülât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazîne-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.

Beşincisi: Nihayetsiz kemâlât-ı İlâhiyeyi, hadsiz celevât-ı cemâliyeyi ve gayetsiz tecelliyât-ı celâliyeyi ve gayr-i mütenâhî tesbihât-ı Rabbâniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerrâtı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek, mütenâhî bir zamanda, mahdut bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihât yaptırıyor, gayr-i mahdut tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliyesini gösteriyor, çok hakâik-ı gaybiye ve çok semerât-ı uhreviye ve fânîlerin bâkî olan hüviyet ve sûretlerinden pekçok nukuş-u misâliye ve çok mânidar nusûc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makâsıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır; yoksa, her bir zerrede güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.

Daha bu beş numûne gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte, bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir; hikmetleri, hikmetsizliktir.(SÖZLER, 30.Söz)

Bu kadar farklı işlerde görev yapan atomlarla konuşmuş olsaydık belki de bize şöyle diyeceklerdi:

*Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Bütün o vezâifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa; hem, benim gibi, had ve hesâba gelmeyen zerrât, içinde beraber gezip Haşiye iş görüyoruz. Eğer bütün emsâlim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa; hem, kemâl-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus!

“Hem, bana rab olamadığın gibi, müdâhale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhît bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”

Haşiye: Evet, müteharrik herbir şey, zerrâttan seyyârâta kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi gezdikleri bütün yerleri vahdet nâmına zapt ederler; kendi mâlikinin mülküne idhâl ederler. Hareket etmeyen masnuât ise, nebâtâttan nücûm-u sevâbite kadar birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki, bulunduğu mekânı kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.

Demek, her bir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki, mekânlarını ve vatanlarını, vahdet nâmına, Sâni’lerinin mektubu olduğunu gösterirler.

Elhâsıl, her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zapt eder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye rab olamaz.

*Eğer güneş gibi bir dimâğım ve ziyâsı gibi ihâtalı bir ilmim ve harareti gibi şümûllü bir kudretim ve ziyâsındaki yedi renk gibi muhît duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip, kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi def’ ol git, sen benden iş bulamazsın! (SÖZLER, 2.Söz)

*zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemâl-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulatını ondan almak ve o câmide, âcize, cahile olan zerrâta gayet şuurkârâne ve gayet hakîmâne ve muktedirâne hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelâlin ve o Sâni-i Zülkemâlin vücûb-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve azamet-i rubûbiyetini ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.(SÖZLER, 33.Söz)

* Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ, âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır.(MEKTUBAT, 20.Mektup)

* Kâinatta serbeser sırr-ı tesânüd müstetir, hem münteşir. Hem cevânibde tecâvüb, hem teâvün gösterir.

Ki, yalnız bir Kudret-i âlemşümûldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

Kitâb-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.(Lemaat)

* Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez

Tesbih gibi nazm eyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücûmu; hasra gelmez.

Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-i halk edip, iddiâ-i icâd edemez. (SÖZLER, Lemaat)

Atomlar arasındaki çekim kuvveti onların birbirine bağlanmasını, moleküller yapmasını sağlar. Uzaydaki gökcisimleri arasında da kütle çekim kanunları vardır. Bu çekim kuvveti, cisimlerin kütleleriyle doğru orantılı, merkezlerini birleştiren uzaklığın karesiyle ise ters orantılıdır.

*Meselâ, diyorsun: “Eğer zerreler memur olmazlarsa, herbir zerrede, ya bir ilm-i muhit veya bir kudret-i mutlaka veya hadsiz mânevî makineler, matbaalar bulunmak lâzım gelir. Bu ise yüz derece muhâldir.” Halbuki, o zerreler memur-u İlâhî de olsalar, yine öyle bir mazhariyet lâzım gelir-tâ hadsiz muntazam vazifelerini yapabilsinler. Bunun hâllini isterim.

–  Meselâ şeffaf, parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez ve ona masdar olamaz. Kendi cirmi kadar ve mahiyeti miktarınca, bil’asâle, cüz’î, zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, güneşe intisap edip, ona karşı gözünü açıp baksa, o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvân-ı seb’asıyla, hararetiyle, hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecellî-i âzamına mazhar olur. Demek, o zerre kendi kendine kalsa, bir zerre kadar ancak iş görebilir. Eğer güneşe memur ve mensup ve mir’at sayılsa, güneş gibi, güneşin icraatındaki bir kısım cüz’î numunelerini gösterebilir.

İşte, – En yüce sıfatlar Allah’ındır. (Nahl Sûresi: 60.) – , herbir mevcut, hattâ herbir zerre, eğer kesrete ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse, o vakit herbir zerre, herbir mevcut, ya bir ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmalı; veyahut hadsiz mânevî makine ve matbaalar içinde teşekkül etmeli-tâ ona tevdi edilen acip vazifeleri yapabilsin. Eğer o zerreler Vâhid-i Ehade isnad edilse, o vakit herbir masnu, herbir zerre Ona mensup olur, Onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı, onu tecellîye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisapla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlıkının kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla işleri, vazifeleri, o intisap ve istinad sırrıyla yapar

… eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade isnad edilse ve onlar ona intisap etseler, o vakit o intisap kuvvetiyle ve Seyyidinin havliyle, emriyle, karınca Firavunun sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek Nemrud’u gebertip Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının tezgâhı ve makinesi hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe, memuriyet ve intisaptan ileri geliyor. Eğer iş başıbozukluğa dönse, esbaba ve kesrete ve kendi kendilerine bırakılıp şirk yolunda gidilse, o vakit herşey cirmi kadar ve şuuru miktarınca iş görebilir.(20.Mektup)

*çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, herbir kanun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, hem muhît olduğu için, Sâniin vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gayet kati bir surette ispat ederler.(24.Mektup)

*herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek, o cüz’î fiil-i icadî sahibi kim ise, o mevcudatı ihata eden ve zerreden şümusa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef’âlin Fâili olmak gerektir.

Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.(26.Mektup)

Farklı atomların birbiriyle farklı bağlılıklar kurması farklı fizkisel ve kimyasal özellikte yeni maddelerin yaratılmasına neden olur.

* Esmâ-i İlâhînin nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmâya mazhariyet de, o nispette tefavüt eder(29.Mektup)

*zerrat ordusundan birtek zerreyi meczub Mevlevi gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği(ŞUALAR, 15.Şua)

*zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder.(LEMALAR, 17.Lema)

*Zerre ile seyyâre, emrine karşı müsâvidirler(SÖZLER, 14.Söz)

Atom ve atom altı parçacıkların küçük dünyasına girince orada da evrenin büyük dünyasında olduğu gibi ilim, hikmet ve kudretin gizli bir elini görürüz. Ama herkes bunları göremez ve boğulup gidebilir de.

*bazı insanlar zerrede boğulurlar(M.NURİYE,10.Risale)

Olayların maddî işleyişe ve kanunlara bağlı olması bu dünyadaki birçok durumda gerekli şart olabilir, ama hiçbir zaman yeterli şart olamaz. Hem çok büyük bu kitleleri, hem madenleri ve elementleri, hem de maddenin en küçük parçacıklarını, atomları, molekülleri, atom altı parçacıkları, idare eden, onları bir memur gibi çalıştıran varlık, ancak en kutsal ve mübarek sıfatların sahibi olan Allah olabilir. Tesadüfün eli buradaki ince işlere değemez. En küçük atomlarla en büyük gökcisimlerinin idaresi O’na aynı kolaylıktadır. Ancak atomlar kendilerine verilen bir memuriyet göreviyle havanın ve toprağın her bir zerresinde, bitkiler, hayvanlar ve insanlarda o büyük işleri kolayca yapabilirler.

*Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin (SÖZLER, 14.Lemanın 2. Makamı)

*Her zerrecikte-ki, ancak bir zerre sıkışabildiği halde-(SÖZLER, 10.Söz)  

Bugün artık evrendeki canlı cansız her şeyin atomlardan meydana geldiğini biliyoruz. Bugüne kadar bulunmuş birçok element var. Ancak evrenin her tarafına gidilse birçok şeyin Karbon, Hidrojen, Oksjen ve Azot atomlarından meydana getirildiğini görüyoruz.

Hava, su, toprak, bitkiler, hayvanlar ve insanlar âleminde bu 4 elementin fazlaca görevlendirildiğine şahit oluyoruz. Havadaki, topraktaki bir atom; emir almış asker gibi bitkinin yaprağına, oradan bir hayvanın bedenine, oradan da onu yiyen bir insanın vücuduna girebilmektedir. Her bir atom bir Evliya çelebi gibi oradan oraya vizesiz ilahi pasaportunu gösterip seyahat etmekte, kendine yüklenen görevleri yapmaktadır.

*zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, (SÖZLER, 10.Söz)  

*bütün mevcudâtı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshîr ve idare eden bir haşmet-i Rubûbiyet(SÖZLER, 10.Söz)

*her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi’ vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder (SÖZLER, 22.SÖZ)

*Evet, şu mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, ferdler olsun, neviler olsun, küçük olsun, büyük olsun, semerât ve gâyâtla ve faydalar ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş; ve o hikmetnümâ sûret gömleği üstünde lûtuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet, her şeyin kametine göre biçilmiş; ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in’âm lem’alarıyla münevver rahmet nişanları takılmış; ve o münevver ve murassâ nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevi’l-hayatın tâifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumi kurulmuştur.

İşte şu iş, güneş gibi âşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk bir Zât-ı Zülcemâle işaret edip gösteriyor. (22.SÖZ)

*Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gâyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. (SÖZLER, 26.SÖZ)

*Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor.

Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir. (SÖZLER, 26.SÖZ)

Bu dünyada atomlar topraktan, sudan ve havadan gelir bitki, insan ve hayvanların vücutlarına girer çıkar. Bir sürü yerlerde ilahi emirle aldığı görevleri yerine getirir. Pek ahiret hayatında o atomlar yine böyle değişim gösterecekler midir?

Bediüzzaman bu konuda görüşünü ifade ederken öyle bir şeye o alemde ihtiyaç olmadığından atomların demirbaş gibi kullanılacağını söyler:

*Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrât için güyâ bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekâya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise [Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)]sırrınca, nur-u hayat, orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o tâlimât ve tâlime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler. (SÖZLER, 28.Söz)

Selçuk Eskiçubuk

Atomlarla Bir Kur’an Yazmak

Küçük şeyler’i küçük görmek, biz insanların neredeyse alışkanlık hâline getirdiği bir hatadır. Sanki bir şey küçüldükçe basitleşir, sıradanlaşır ve önemsiz bir hâl alır. Kâinatta yaratılmış sayısız küçük güzel şeyi, bu kaba anlayışın gölgelemesine razı olmayan Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde, küçüklerdeki sanatın büyüklerden geri kalmadığına dikkat çekmektedir. Bu meyanda verdiği iki örnek de oldukça ilgi çekicidir. Bediüzzaman bir eserinde “sinekler sanatça tavukları geçemeseler de, geri de kalmazlar” derken, bir başka eserinde; “gökyüzüne yıldızları harf gibi kullanarak yazılan bir Kur’an nüshası, ne kadar olağanüstü ise, atom (cevher-i ferd) harfleriyle yazılan bir Kur’an da o derece olağanüstüdür” mealinde bir örnek verir. Tavuğu, sineği ve yıldızlarla yazılan Kur’an nüshasını başka zamana bırakarak, “atomlarla yazılan Kur’an” örneği üzerinde biraz durmak istiyorum.

Bir pirinç tanesine, tırnak kadar bir kitaba Kur’an yazıldığını duymuşsunuzdur.  Ancak bugün Liverpool Üniversitesi’nde görev yapan bazı bilim adamlarının—atomlarla Kur’an yazmıyorlar tabii ama—birazdan bahsedeceğim araştırmaları, aklımıza hemen Bediüzzaman’ın örneğini getiriyor ve “Acaba böyle bir Kur’an yazılabilir mi?” dedirtiyor.

Ortaçağ Avrupasında bazı bilginlerin tartıştıkları konulardan birisi de “bir toplu iğne başı üzerinde kaç meleğin dans edebileceği” sorusu imiş. Bu tartışmanın sonucunun neye bağlandığı konusunda bilgimiz yok (Büyük ihtimalle etrafı odun yığınlarıyla çevrili bir kazığa). Ama atomların boyut ve yapılarının gün ışığına çıkarıldığı günümüzde bilim adamları kendi kendilerine buna benzer garip sorular soruyorlar ve ilginç sonuçlarla karşılaşıyorlar.

Liverpool Üniversitesi’nde bazı araştırmacılar iki atom eninde bir çizgi çizebilecek bir ışık kullandılar. Bu çizgi öylesine dardı ki, normal bir kurşunkalem ile çizilen çizgi bunlardan yan yana milyonlarcasını içine alabilirdi. Araştırmacıların gerçek gayesi, sağa sola görünmez çizgiler atmak değildi elbette. Araştırma çok büyük bilgilerin çok küçük alanlara sığdırılabilmesi konusunda yeni yöntemler bulmak uğruna sürdürülüyor.

İĞNE UCUNDA ANSİKLOPEDİ

Bir milimetre kare kabul ettiğimiz bir toplu iğne başında yaklaşık 4 trilyon atom vardır. Atomları 100 atomlu kareler biçiminde düzenleyelim. O zaman topluiğne başında bu karelerden 40 milyar âdet elde ederiz. Bu karelerin her birine atomlardan bir harf kazıyabilsek ve hatta bazı kareleri de sözcükler arasındaki boşluklar olarak kalsa, bir sözcükte ortalama altı harfin var olduğunu kabul etsek, bir toplu iğnenin başına yaklaşık 4.7 milyar sözcük doldurabiliriz. Encyclopedia Britanica 50 milyon kadar sözcükten ibaret bir ansiklopedi. Bu ansiklopedinin tümünün toplu iğne başına sığdırılıp sığdırılamayacağının hesabı yapılmış. Sonuçta iğne ucunun yüzde biri kadar bir yerine sığabiliyor! Her harfi yukarıda söylediğimden on kat daha uzun ve enli yapsak bile yine de tam bir ansiklopedi, iğnenin başına fazlasıyla sığabiliyor. Liverpool Üniversitesi araştırmacıları, bunun gerçekten yapılabileceğini ansiklopedinin bir sayfasını iğne başının uygun bir köşesine yerleştirerek gösterdiler.

ATOMLAR BİRER HARF, YERYÜZÜ BİR KİTAP

Atomların birer harf gibi kullanılması aslında insanoğlu için yeni bir şey olsa da, yeryüzünü yaratan kudretin yazdığı, her birimizin her bir hücresinde atom harfleriyle yazılı muhteşem birer kitap bulundurmaktadır: DNA Evet yakın zamanların en büyük bilimsel araştırma çalışması Genom ile birer kütüphane ya da bilgi bankasını andıran kromozomlardaki genlerin okunması ile insan denilen küçük evrenin sır ve özelliklerini biraz daha gün ışığına çıkarmış olduk. Bu kadar bilgi bu kadar küçük DNA içine nasıl sığıyor? DNA molekülünün normal şartlardaki uzunluğu tam 6 metre!! 6 metre boyundaki DNA nın ne kadar çok sayıda atom ihtiva ettiğine şu örnekle bakabiliriz.

1 santimetre uzunluğunda hidrojen zinciri elde etmek için 75 milyon adet hidrojen atomunu uç uca dizmemiz gerekir. İnsan hücresi çekirdeğinde 46 kromozom mevcut. Her bir kromozom içindeki 6 metre uzunluğundaki DNA molekülü bir yumak gibi dürülür. Buna göre 300 metreye yakın uzun bir merdivenin harika bir sarılışla o küçücük hücre çekirdeği içine yerleştirilişine şahit oluyoruz.

Liverpool Üniversitesi araştırmacılarının elektronla çizdikleri iki atom genişliğindeki çizginin bizim bir kurşun kalemle çizdiğimizden milyon defa daha ince olduğunu tekrar hatırlarsak, 300 metre uzunluğundaki DNA zincirinin katlanıp dürülü hâli ile ne denli küçük bir mekân işgal edeceğini anlamak zor olmayacaktır. Aslında bu insan denen küçük kâinatın bir santimetrenin yüzbinde, hatta milyonda biri gibi akıl almaz bir küçüklüğe kromozom hâlinde sıkıştırılması demektir. Elbette bu harika iş, atom denen cansız ve şuursuzların ve karışık tesadüflerin değil, her işi mu’cize ve harika olan ve en güzel isimler kendisinin olan ilmi ve kudreti sonsuzun eseridir.

Prof. Dr. Osman Çakmak

Zafer Dergisi

Her Şeyin Ana Maddesi Olan Atomlara Bir Göz Atalım

Bakın, cansız şuursuz gözle görülmeyen minnacık bir vaziyette olan atomların yaptıkları işlere: Onlarda kendi Kudretini ve yaptıkları işlerde kader kaleminin nasıl işlediğini Allah bize gösteriyor. Şimdi o küçücük zerrelerden meydana gelen eserleri Allah’ın Kuvvet ve Kudretinden başka hangi sebebe verebiliriz. Biz Müslümanlar meydana gelen o muazzam ve büyük eserleri tabiatçılar gibi cansız şuursuz atomlara verme hamakatına düşemiyoruz. Çünkü bütün tohum ve çekirdeklerin elementleri hidrojen, oksijen, karbon ve azot olduğu halde, çekirdeklerin ve tohumların içlerinde atomlarla çizilen o muazzam program hiç şaşırmadan bitkilerin vücudunda Allah’ın hikmeti kendini gösteriyor. Atomlardan meydana gelen, buğday tanesi ve o buğday tanesinden, binler buğday tanesi olmasını. Küçük bir çam ağacının çekirdeği, koca çam ağacını sırtında taşımasını görünce, Allah’ın kudretini mülahaza ederken hayretten kendimizi alamıyoruz.

Böyle muazzam bir hakikatin meydana gelmesini, tesadüfen rüzgar esti atomları oralara götürdü de oldu oluştu oyuncağına havale edemiyoruz. Çünkü o zerrecik atomcukların yaptıkları işleri görünce, o işler atomların  kuvvetlerinden milyarlarca büyük yükleri başlarında taşıdıklarını görüyoruz.

Böylece o koca işler ancak Allah’ın kuvvet ve kudretine dayanarak yapılabilir kanaatine varırız. “Çünkü, her bir zerre eğer Allahın memuru olmazsa ve Onun izni ve tasarrufuyla hareket etmezse; o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hatsız bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lazım gelir. Çünkü anasırın (elementlerin) her bir zerresi, her bir cismi zihayatta (canlılarda) muntazam işler yapabilir, veya işleyebilir demek hamakattan başka bir şey değildir. Eşyanın intizamatı (düzeni) ve kavanini teşekkülatı (şekillenme kanunları) biri birine muhaliftir  (zıttır) onların niza matı (ölçüleri) bilinmezse işlenilmez; işlenilse de yanlış yapılır. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir İlmi Muhit Sahibinin ( her şeyi bilen birinin) izni ve emri ile ve ilim ve iradesi ile işliyorlar ve yahut kendilerinde öyle bir muhit (her şeyi içene alan) bir ilim bulunmak lazım gelir,” bu da imkânsızdır.     

Evet Nasıl oluyor da bir saksıdaki toprağa yüz çeşit bitki eksen, her birinin dalı, yaprağı, boyu, şekli şemalı, rengi boyası, hiç karışmadan farklı oluyor. Orada bir acı biberin tohumunu eksen zehir gibi acı olur. Aynı  saksıda bir kavun çekirdeği eksen, kokusundan tadından ağzın sulanır. Şimdi o saksıda meydana gelen akıl almaz işleri, zerre gibi küçük sebeplere havale etsek, lazım gelir ki, ya o saksıda küçük küçük, belki çiçekler sayısınca makineler bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, ve çiçeğin çok çeşit inceliklerini canlılıklarını yapmasını bilsin. O zerre âdeta bir ilah gibi sonsuz ilmi ve sınırsız iktidarı bulunsun. Bunu aklı başında olan hiç kimse kabul etmeye yaklaşmadığına göre, Bu işleri yapan ancak ve ancak her şeyi hikmetle yaratmaya Kuvvet ve Kudreti yeten, uzaktan komandolu iş gören yaratma gücüne sahip olan  Şanı yüce Allah yapabilir demeye mecbur oluruz.

Evet o zerrenin  havada yaptığı işleri, gördüğü vazifeleri düşünen insan için o kadar hayret verici ve şaşırtıcıdır ki, tarif edilmez. Mesela bütün dünyada ki telefon, telgraf,  radyo ve cep telefonlarına getirilen sedaları ve konuşulan çok çeşit ve sayısız sesleri hiç karıştırmadan nakledildiğini aklımız kulak vasıtası ile gördüğü zaman, ne diyeceğiz? Yoksa ey hava zerresi! O minnacık vücudunla o kadar sayısız işleri başarıyla yaptığın için, ver elini ayağını öpeyim mi diyeceğiz; yoksa sen bu işlerden anlamazsın, bu işleri sana yaptıran ancak ve ancak, biz insanları çok seven, zerre ile güneşi kudret elinde tutan, ve çok ince  ölçülerle onları döndüren, çeviren ve her şeyi hikmetle yapabilme gücüne sahip olan  Allah’tan başka hiç kimse yapamaz mı diyeceyiz? Bunu siz söyleyin…

Ey aklı başında olan insan! Amerika’da veya diğer yerlerdeki yakınlarınla konuşmak için cebindeki telefonunu kulağına koyduğun zaman, her zaman olmasa da şu sözü demeye unutma ha! Aman Allah’ım ne kadar kudret sahibisin ki, bu havadaki zerrelere öyle bir emir vermişsin ki, bu kadar sesleri karıştırmadan kulağımıza getiriyorlar. Hatta o telefonu ben icat ettim diyenleri de, onların akıllarını da Zatınız icat etti. Her zaman olmasa da bazen abdest al secdeye kapan ki telefonun şükrünü eda etmiş olasın. Çünkü önceden sevdiklerinden uzun zaman mektupla haber alamazken, şimdi telefon sana aynı anda haberi ulaştırıyor. Ne diyorsun, yoksa yanlış mıyım siz söyleyin?  Sakın, bu işleri minnacık hava atomlarına verme ha! Yoksa büyük hata etmiş olursun.

Nasıl ki: Akılsız-deli gözsüz ve işitmesi olmayan bir adam Mercedes fabrikasına gidip orada muntazam işler yapsa. diyeceksin ki o kendi kendine yapmıyor. Muhakkak o işleri ona başkası yaptırıyor. Aynı onun gibi o atom için de diyeceksin ona o şişleri başkası yaptırıyor.

Bu ve buna benzer ciddi meseleleri sizinle paylaşmamın tek sebebi, hem materyalist ve natüralistlerin neticesiz boş fikirlerini öğrenmek, hem de bizi yoktan var eden Allah’ımıza karşı vazifemizi yaparken gayretli olmaya yarar ümididir.

Not: Bu gibi hakikatleri aklı gözüne inmiş materyalistlerden sormayalım mı ne dersiniz? Çünkü bu hakikatte mühim bir  ders var değil mi ?

Bu hakikati dostlarla da paylaşmaya ihmal etmeyelim!

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org