Etiket arşivi: avrupa

Avrupa’ya İslâm’ı anlatmalıyız!

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde düzenlenen panelde öğrencilere hitap eden Sevilla Camii Vakfı Başkanı Abdurrahman Malik Ruiz, İspanya’daki Müslüman sayısının 30 yıl önce ne kadar az olduğunu vurgulayarak şimdiki sayıya dikkat çekti ve yapılması gerekenleri anlattı.

Salamworld’ün davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Malezya, İspanya, Almanya ve Kuveytli Müslümanlar, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde (FSMVÜ) gerçekleşen panelle İslâm’ın dünyadaki gelişimini anlattılar. FSMVÜ Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde gerçekleşen panelde üniversite öğrencilerine hitap eden Almanyalı Müslüman aktivist Abu Bakr Rieger, dünya insanlığının İslâm’a ihtiyaç duyduğunu dile getirirken, Malezya’daki KasehDia Vakfı Başkanı Hajjah Azmi de Müslümanların birbiriyle iletişime geçmesinin büyük önem taşıdığını söyledi.

MEDENİYETLERİN İTTİFAKI BÖYLE OLUR

Programa İspanya’dan katılan Sevilla Camii Vakfı Başkanı Abdurrahman Malik Ruiz ise “Burada, içinde bulunduğumuz ortam, bir medeniyetler ittifakıdır. Türkiye’den, Malezya’dan, Almanya’dan ve İspanya’dan gelen insanlar aynı masada oturuyor ve Müslümanların sorunlarına çözüm bulmak istiyor. Bizim küreselleşmemiz de böyledir. Farklı coğrafyalardan Müslümanlar birbirlerinin sorunlarıyla hemhal oluyor” dedi.

İspanya’da İslâm’ın büyük hızla yayıldığını kaydeden Malik Ruiz “Şu anda İspanya’da 2 milyon civarında Müslüman var. Bu sayı 30 yıl önce o kadar azdı ki; şu an geldiğimiz noktada Müslümanlar olarak İspanya’da ciddi bir varlığımız var. Bu 2 milyonun yarısını göçmenler oluşturuyor ama geri kalan yarısını sonradan Müslüman olmuş benim gibi mühtediler oluşturuyor. Avrupa’ya İslâm’ı güzel şekilde tanıtmalıyız” diye konuştu.

‘İSPANYOLLAR, İSLÂM’IN YAYILMASINDA ÖNEMLİ’

İspanya’da Müslümanların eğitimi ve İslâm’a davet vazifesini hakkıyla yapmaya gayret ettiklerini, bu konuda kendilerine büyük görevler düştüğünün bilincinde olduklarını ifade eden Abdurrahman Malik Ruiz, İspanyolca’nın hem İspanya’da, hem de Latin Amerika’da konuşulduğuna dikkat çekerek, Latin Amerika’daki insanların hidayet bulmasında İspanyol Müslümanlar kilit vazifesi gördüğünü vurguladı.

Fahrettin Dede / Yeni Akit

Müslüman ülkeler neden sefil durumdalar?..

Müslüman ülkeleri sefil bırakan dinmi, yoksa batı medeniyeti mi? Müslüman ülkeler İslama uygun yönetim sistemiylemi idare ediliyor da geri kaldılar. Bediüzzaman bu konuda ne diyor?

İnternet ortamında küçük bir araştırmayla Afrika ülkelerinin içinde bulundukları hazin tablodan bir kısmını aşağıda alıntıladık.

Müslümanların çoğunluğunu teşkil ettiği bu tür ülkelere baktığımızda büyük bir fakirliğin ve açlığın kol gezdiğini görmemek mümkün değil.

Peki bu fakr-u zaruret içinde geçen sefil yaşamın nedeni bazılarının her halükârda ifade ettikleri gibi “İslâm Dini” olabilir mi?

Yoksa, Müslüman Afrika ülkelerinin içine düştüğü bu sefalet tablosu yine bazılarının dediği gibi Müslümanların dünyayı boş vermişliğinden mi kaynaklanmaktadır? Veyahut yanlış yorumlanan “tevekkülvari” bir hayat anlayışından mı kaynaklanıyor? Bir başka ifadeyle sadece “ahirete” yönelik bir yaşamdan dolayı mı bu hale geldi Müslümanlar?

Bu ve benzeri sorulara cevap verebilmek için evvelâ Bediüzzaman hazretlerinin 17.lem’a da geçen şu sözlerine bir kulak verelim:

Âyâ (acaba), zanneder misin bu milletin fakr u hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neşet ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind’deki Mecusî ve Berahime (Brahmanizm dinine inananlar) ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zaruri kuttan (az bir gıda) ziyade Müslümanların ellerinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyorlar.

Büyük Üstad’ın işaret buyurduklarını; bugün dünyanın küçüldüğü, bir köy haline geldiği şu iletişim asrında bu ülkelerin “Medeni Batılılar!” tarafından nasıl sömürüldüklerini, nasıl aldatıldıklarını, vahşice nasıl iç savaşlara sürüklendiklerini ve elindeki sermayelerin nasıl çalındıklarını rakamlarla internet sayesinde görebiliyoruz.

Beş menfi esas üzerine kurulmuş olan Avrupa Medeniyeti maalesef insanların manevi duygularını yok ederek canavar, vahşi hayvanlar seviyesine indirgemiştir. Yok ettiği manevi duyguların yerlerine sadece kendi egosunu düşünen, hissiz ve taşlaşmış duyguları ikame ettiğinden, dünya kanlı savaşlara, katliamlara sahne olmaktadır. Bu ruhu ve bu canavar duyguları taşıyan batının içinde bulunduğumuz bu asırda farklı bir maskeyle (medeniyet) hayatını devam ettirdiğini Üstad bir başka eserinde şöyle ifade ediyor:

İstersen tarihe bir nazar eyle! Zalim Neron gibilerin kılıçlarının akıttığı mazlumların kanı ile nasıl boyandığını gör!… sonra tarihe kulak ver, dinle! Engizisyon cemiyetinin tazyiki ile yükselen enin, feryat ve tel’in sadalarını işiteceksin.. Öyle ki, cemiyetin ikâ eylediği (işlediği) acip mezalimler (işkenceler,zulümler) karşısında beşyüz sene müddetince akıllar dehşet içerisinde bırakılmıştır.

Benim nazarımda o vahşi cemiyet halen de ölmüş değil, belki medeniyet suretinde tenasuh etmiş veya da medeniyet ve siyasetin hile ve tuzaklarına sarılarak zamanımıza kadar gelmiştir. ”Ecnebilerin İsev’i olmayanlara muameleleri bu davanın delilidir.

Evet, hakikaten Bediüzzaman hazretleri, bugünkü batılıların hala dünkü vahşi ve gaddarlıklarını medeniyet maskesi altında devam ettirdiklerini söylüyerek, Özellikle İslâm aleminin batı ile olan muamelelerinde dikkatli olmalarını ve maskelerine aldanmamalarını ihtar ve ikaz etmektedir.

İnternetten aşağıda alıntıladığımız rakamlar bu ülkelerin nasıl sömürüldüğü hakikatini açık-seçik bir şekilde ortaya koymaktadır.

İşte Batı’nın hümanist yüzü ve geride bıraktığı tablo;

Dünyada sıtma hastalığının bulaştığı insanların %90’ı güney sahrada yaşıyor.

Sıtmadan her gün 3000 çocuk ölüyor.( 30 saniyede 1 çocuk ölüyor.)

Afrika kıtasında 17 milyon insan AİDS’ ten yaşamını yitirdi. Toplam AİDS’li 30 milyon.

Dünyanın en fakir ülkelerinin 2/3 Afrika’da (Toplam 23 ülke)

Kıtanın %70i günde 2$’dan daha az bir parayla geçiniyor. Kıtanın nüfusu 700 milyon.

Ortalama yaşam süresi 46. (9 ülkede ise 40’tan daha az.)

% 58’i temiz içme suyuna ulaşabiliyor.

13 milyon kişi savaşlar yüzünden yerinden olmuş durumda ve 3,5 milyon mülteci var.

Dünyanın en çok işsiz genç nüfusu Afrika’da %25.

170 milyon kişi dengesiz besleniyor.

Her yıl 20.000 eğitimli insan gelişmiş ülkelere göç ediyor.

Gelişmiş ülkelerde yaşayan bir insan bir Etiyopya’lıdan 70 kat fazla tüketiyor.

Dünyanın en borçlu 38 ülkesinin 2/3 Afrika’da ve yardım için verilen her bir doların yarısı zengin ülkelere borç ödemeye gidiyor.

11 milyon insan kuraklık yüzünden hayati tehlike altında.

Afrika’da daha belki de sayacağımız onlarca sorun var.

Batı medeniyeti bu zihniyeti taşıdığı müddetçe yeryüzüne rahat ve huzur hâkim olamayacaktır.

Bunun da yegâne çaresi; Batılı ülkelerin İslâm Medeniyetinin mutluluk ilacı olan yüksek, ulvi ve kur’ani prensiplerini içeren saadet reçetesini kabullenip kullanmasından geçmektedir.

Batı dünyası er-geç bu hakikati fark edecektir.

Recai ALBAY

Avrupa Polonya Hizmetleri 2011

Esselamu Aleykum Ve Rahmetullahi Ve berekatuhu

Avrupa’nın yüz ölçümünün en büyük ve nüfusunun en yoğun olduğu ülkelerden biri olan Polonya’dan tüm ağabey ve kardeşlere binler selam ederiz.

Polonya’nın başkenti Varşova’da dokuz ay önce dershane açıldı ve elhamdülillah çok güzel hizmetler oluyor.

Yirmi altıncı Lamanın dokuzuncu Ricasında kahraman Üstadımızın Rusya’daki esaretinden firar edip “Ta Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim” diyerek hizmetin temellerini ta o zamanlardan attığı Polonya yani Lehistan’dayız.

Buraya gelmeden önce Bosna-Hersek’te ve birçok ülkelerde Risale-i Nurların tercümesi ve neşri ile alakadar olan Erdoğan Nil abi, Polonyalı, 6 yıl önce iman ile müşerref olmuş, tercüman Raşit kardeş ile tevafuken tanışıp tercüme faaliyetlerinin başlamasına vesile olmuş.

Şimdi Hizmet-i Kuraniyede bulunan Raşit, Mucizat-ı Ahmediye, Küçük Sözler, Hastalar Risalesi, Muhtasar Tarihçe-i Hayat, 33 pencere, 23cü söz ve Tabiat Risalesinin tercüme edilmesine muvaffak oldu.

Polonyalı Raşit kardeşimiz bütün vaktini Risale-i Nurların tercümesine sarf ediyor ve kendisinin söylediği “Zamanımız az, bir dakikayı bile zayi etmemek gerek, en kısa zamanda külliyatı tercüme etmeliyiz” diyerek inayet-i İlahiye ile ve dualarınızla şu an şevkle tercümelere devam etmektedir.

Neşriyat faaliyetleri böyle suhuletle ve inayetle devam ederken, diğer yanda Üstadımızın Rusya’dan dönerken uğradığı Varşova şehrinde her gün derslerimiz oluyor, elhamdülillah! Umumi derslerimizi cumartesileri dershanemizde yapıyoruz. Diğer günlerde Lehistanlı ve Türk ağabeylerin evlerinde dersler yapılıyor.

Polonya’da Kur’an-ı Kerimden sonra tercüme edilen ilk İslami kitap Nur Risaleleridir. Bu vesile ile Polonya müftüsüne Mucizat-i Ahmediyeyi gönderdik sonra bizden 500 tane kitap aldı. Bütün çıkan risaleler müftülük aracılığı ile Polonyalı Müslümanlara ulaştırılıyor. Yine müftülüğün vesilesi ile 20 kütüphaneye risaleleri koyduk.

Üstadın Mufassal Tarihçe-i Hayatını okuyup çok etkilenen ve “Ben önceden pasif bir müslümandım ama şimdi büyük bir dava adamını tanıdım, artık benim durmamam lazım” diyen bir Polonyalı Müslüman profesör bizleri Lublin şehrine davet etti. Risale-i Nurun tanıtımı için 3 gün bir salon kiralayıp 400’e yakın Polonyalıyı davet etmiş. İçlerinde birçok ilim adamları, öğretmenler ve eğitimcilerde vardı. Üç gün boyunca çok güzel hizmetler oldu ve 600 kitap satıldı.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi basılmış ama elimize ulaşmamıştı, cuma sabahı bir rüyada, eski binanın içinde ağabeylerle meşveret ediyoruz ve bütün tanıdığımız ağabeyler orada hazır ve birden gür bir seda ile duyduk ki “Peygamberimiz Hz. Muhammed ASM geliyor” hemen karşılamak için büyük bir sevinçle dışarı koştuk ve baktık ki Medine’deyiz. Resul-i Ekrem ASM geldi ve bize dedi ki “Sungur nerede?” Birde baktık ki öbür taraftan Mustafa Sungur ağabey Rasulullah ASM a doğru geliyor.

Resul-u Ekrem ASM emretti ki hemen benim evimin yakınına Sungura bir ev yapınız. Biz hemen bu emir üzerine koştuk ve Mustafa Sungur ağabeye ahşaptan bir ev yaptık. Peygamberimiz ASM bizden birkaç gence kapıda durup Mustafa Sungur ağabeye hizmet etmemizi emretti. Bu rüyanın etkisi ile uyanıp düşünürken Mustafa Sungur ağabey aradı, bende hemen kendilerine bu rüyayı anlattım, Sungur ağabey de “Tercümelerin makbuliyetine ve ileride olacak büyük hizmetlere işarettir” dedi. Cuma namazından sonra Varşova Medrese-i Nuriyemize Mucizat-i Ahmediye risalesi elimize ulaştı ve böylece bu rüyanın tabirini anlamış olduk. 

Mayıs ayında Varşova’ya, başta Fırıncı ağabey ve ehli hizmet abiler, Bosna-Hersek’ten, Estonya’dan, Çek Cumhuriyetinden, Finlandiya’dan abi ve kardeşlerin iştirakiyle çok feyizli ve çok büyük hizmetlere vesile olan bir ziyaret gerçekleşti. Fırıncı ağabey Tataristan asıllı Polonya Diyanet İşleri Başkanı ile görüştü.

Ve Diyanet isleri başkanı Fırıncı ağabeye “Ağabey Polonya’da Risale-i Nurların inkişafı için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız” dedi.

Hizmetler bu derece hızlı inkişaf ederken, Cenab-ı hakkın inayetiyle hapishanelere de kitapları götürdük. Elhamdülillah hapishanede ellerine Risaleler ulaşan 3 kişi Müslüman oldu ve dershaneye sürekli mektup yazarak bize sualler soruyorlar. Ziyaretlerine gittik ve orada çok şaşırdık, mahkûmlar tercüme edilen bütün risaleleri okumuşlar. Hapishane artık onlar için bir Medrese-i Yusufiye oldu. Nurları şevkle okuyan mahkûmlar “Bizler burada Nurlardan dersimizi tamamıyla alıp, inşallah ıslah olarak çıktığımız gün Risale-i Nurların Polonya’daki inkişafı için elimizden gelen her türlü hizmeti yapacağız“. Elhamdülillah Risaleler Hakaik-i İmaniye dersleri ile Polonyalı mahkumları da bizlere kardeş eyledi.

Üstad hazretlerinin Leyle-i kadirde ihtar edilen bir mesele-i mühimmede müjdelediği İsveç, Norveç, Finlandiya’dan da güzel haberlerimiz var.

Finlandiya’da Emre kardeş ailesi ile tercüme faaliyetlerine devam ediyorlar. Hastalar risalesi neşredildi, yakın zamanda da inşallah 23.söz neşredilecek.

İsveç’e gittiğimizde elhamdülillah çok güzel bir hizmet zemini gördük. Orada da tercüme faaliyetleri başladı.

Norveç’ten de çok ısrarla davet ediyorlardı, gittik ve Norveççeye tercümeler başlatıldı.

Dualarınızla oralarda da dershanelerimiz açılacak.

Bir ay öncede Macaristan’a gittik. Büyük Sözler tercümesi bitti neşredilecek.

Macaristan’da iken, Çek cumhuriyetinde tercüme ve hizmetlerle ilgilenen Bekir Bakış abi ile görüştük. Çekçe Tabiat risalesi neşredilmiş.

Estonya’dan da müjdeli haberler var, hizmet için Azeri Vakıf Rasim kardeş gitmiş ve üç gün önce mübarek cuma günü başkent Tallin’de dershanemiz açıldı.

Dualarınızı ve sizleri bekleriz.

Polonya Resul

10.10.2011

www.NurNet.org

Gerçek Hürriyet Nedir?

İnsanın en temel haklarından birisi yaşama hakkı, diğeri ise hürriyettir. Hürriyet serbest düşünebilme, serbest söyleyebilme ve serbest hareket edebilme hakkına sahip olmak demektir.

Diğer bir ifadeyle hürriyet, insanın kendisine ve başkasına zarar vermemesidir. İnsanın şahsi hürriyeti, her türlü haksız taarruz ve tecavüzden korunmuştur.

Hürriyet, Allah’tan başka hiçbir mahlûkun kulu ve kölesi olmamaktır.

Hürriyet, mukaddes bir hakikat, ilahi bir rahmet ve nimet olduğundan medeniyet-i hakikiyenin ruhu, kaynağı adaletin de temelidir. Zira hürriyetin olmadığı yerde adalet tecelli etmez, onun yerini istibdat ve zulüm alır.

İnsanlığın esası ve şanı olan hürriyet, başkalarına tahakküm ve zulüm olarak kullanılırsa bu bir cebir ve istibdat olur. Bu ise insanların sefalet içinde meşakkatli bir hayat sürmelerine yol açar. Zira insan, hakkı olmayan şeylerde tasarruf etmekte hür olmadığı gibi, akıl ve edebe aykırı hareketlerde bulunması da hürriyet değil, ancak sefihliktir. İnsan zanneder mi ki, başıboş yaratılmıştır. ayet-i kerimesi kainatın hulasası olan insanın mutlak hürriyete sahip olmadığını ifade etmektedir.

İnsanlar, ancak başkalarının hukukuna taarruz etmemek şartıyla kendi fiillerinde serbesttir. Nitekim bu hakikati ifade sadedinde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Belki insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder.” Evet, “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.”  İnsanlar Allah’a karşı kul, insanlara karşı hürdürler. Yani diğer insanların onlar üzerinde baskı kurmaya ve onları tahakküm altına almaya hakları yoktur. Demek ki, hürriyet mutlak değildir. Yani, fert ve cemiyetin şartsız ve sınırsız bir hürriyeti yoktur.

İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.

İslâmiyet’te hakiki hâkim ve mutlak güç sahibi ancak Allah’tır. Zaten bizler Allah’tan başkasına kul olmamaya ezelde ahit vermişiz. Halik ile mahlûk arasında yapılan bu ahit, ebede kadar devam edecektir. Hangi insan vicdanının sesini dinlese ondan kula kul olmayınız emrini işitecektir. Peygamber Efendimiz (asm.) hadislerinde de; kula kul olmaya karşı çıkmış ve kendisinin dahi ancak Allah’a kul olmakla şereflendiğini ifade etmiştir.

Cenab-ı Haktan başkasına kalbini bağlayıp, onu mabud ittihaz edenler ebedi azaba müstehak olurlar.

Evet, hakiki hürriyet insanların birbirlerine karşı şefkat ve mürüvvetle; iyilik ve insanlıkla muamele etmesini gerektirir.

Bütün insanlar meslek ve meşrepleri, ırkları, dilleri, güç ve kudretleri ne olursa olsun Allah’ın kuludur. Kulluk ve insanlık hürriyetinde hepsi ortaktır. Hepsi aynı emir ve yasaklara tabi ve hepsi Allah’a ibadet yapmakla vazifelidir.

Mahlûkat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.

Tarih boyunca istibdat çok çeşitli şekillerde ortaya çıkmıştır. Zalim krallar, tanrılaştırılan diktatörler, papazlar ve bazı hükümet adamları otoriteyi ellerine alarak fert ve cemiyetin hürriyetine müdahale etmişlerdir.

Bu anlayış çeşitli zulüm ve istibdat idarelerinin ortaya çıkmasına ve insanların köleleştirilmesine, inançlarının engellenmesine ve birçok fikir ve ilim adamının idam edilmesine sebep olmuştur. Bu durum insanların tedennisine neden olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de bu mevzuda şöyle buyurur:

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum.

Bundan anlaşılıyor ki, hürriyeti tecavüze maruz kalan bir insanın hakk-ı hayatı ve istiklali, şeref ve namusu da tehdit ediliyor demektir. Nitekim hür olmayan insanlar şeref ve izzetini muhafaza edemez. Başkasının hükmü altında zelil ve sefil bir hayat geçirmeye mecbur kalırlar.

Peygamber Efendimiz (asm.) hürriyeti en güzel bir şekilde yaşayıp ve yaşatmıştır.

İslâm dini, inanç-vicdan hürriyetini, akıl ve fikir hürriyetini, konuşma hürriyetini insanlara bahşetmiştir. İnsanların inandığı gibi yaşamaları ve kılık ve kıyafetlerinde serbest olmaları vicdan hürriyetinin gereğidir.

İnsan hayatını huzur ile yaşayabilmesi için serbest hareket etmesi, hür olarak düşünmesi ve düşündüğünü söyleyebilmesi şarttır. Zira herkes dilediği gibi düşünür ve itikat eder; kendi din ve mezhebini diğerlerine tercih edebilir. İnsanın bu hakkını kısıtlamak onun hürriyetine tecavüzdür.

Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metotdan doyayı mes’ul olamaz.

Hangi millette vicdan, düşünce ve konuşma hürriyeti varsa er-geç, o millet, tekâmül eder ve huzura kavuşur.

Peygamber Efendimiz (asm.) insanları mukni delillerle dine davet etmiş ve hiç kimseyi zorlamamıştır. Çünkü insanlara dinlettirip, kabul ettirmek Allah’ın iradesindedir. O’nun (asm) vazifesi yalnız tebliğdir. Hidayet ancak Allah’tandır.

Cenab-ı Hak Peygamber Efendimiz (asm.) vasıtasıyla bütün müminlere Habibim söyle onlara hak, Allah’tan gelendir. Ona iman edip etmemek her ferdin kendi ihtiyarındadır.” , “Dinde zorlama yoktur.  gibi ayet-i kerimelerde emr-i ilahinin tebliğinin icbar ile değil; ancak teklif ve ikna yolu ile yapılmasını buyurarak insana geniş hürriyet tanımıştır. Çünkü Cenab-ı Hak, imtihanın gereği olarak her insana cüz-i irade verdiğinden onları fiillerinde serbest bırakmıştır. İster inanır ister inanmaz. Herkes dininde serbest ve muhtardır. Ahkam-ı İslamiye altında müşrik, ehl-i kitap,Yahudi ve Hristiyan hepsi hürriyet-i diniyeleri ile yaşayabilirler. Cenab-ı Hak, bu dünyayı ahiretin bir tarlası olarak yaratmıştır. İnsan kendi iradesiyle oraya ne ekerse onu biçecektir.

Cenab-ı Hak insanları inanıp inanmama noktasında kendi iradelerine bıraktığı halde, insanların inancına müdahale etmek, kılık kıyafetine karışmak hangi insaniyetle bağdaşır?

Peygamber Efendimiz (asm.) Müslümanların gayr-i Müslimlere bile rıfk ve mürüvvetle muamele etmelerini ve onların hak ve hukuklarına tecavüz etmemelerini emir buyurmuştur. Savaşta dahi onların kadınlarına, çocuklarına, din adamlarına, yaşlılarına, hayvanlarına, mahsullerine ve bahçelerine dokunmamalarını emretmiştir. İslâm dini karıncaya bilerek ayak basmayı men ettiği halde, nasıl olur da bir Hıristiyan’ın hukukunu ihmal eder?

Müslüman bir devlet içinde yaşayan diğer dinlere mensup insanların, vergi vermek şartıyla, can, mal ve namusları güvence altına alınıp, hür olmaları sağlanmıştır.

Peygamber Efendimiz (asm.) bir hadis-i şeriflerinde “ Kim gayr-i Müslim birine eziyet ederse onun hasmı benim. Ben de bir kimseye hasım olursam ahirette de onun hasmıyımdır.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz, (asm) diğer dinlere mensup olanlara hakaret etmeyi ve onları incitmeyi yasaklamış; adalet ve hürriyet nimetinden en iyi şekilde faydalanmalarını sağlamıştır.

Hürriyet bütün dinlerde yer almakla beraber İslâmiyet, hürriyete diğer dinlerden daha fazla önem vermiştir. Bundan dolayıdır ki, başka dinlere mensup olan birçok fikir ve ilim erbabı İslâmiyet’i “hürriyet dini” olarak tanımlamışlardır.

Hazret-i Ömer (ra) halifeliği zamanında Kudüs’ü fethettiği zaman, Hristiyanların serbestçe ibadetleri yapacaklarını, mabetlerine dokunulmayacağını, namus, mal ve canlarının muhafaza altında olduğunu bildirip, herkesin emniyet içinde yaşayacaklarını bildirmiş ve onlara geniş hürriyetler sağlamıştır.

Halbuki Hristiyanlar Kudüs’ü teslim aldıkların zaman, hayret engiz bir dehşet sergilemişlerdir. Bazı insanların başlarını kesmişler, bazılarını süngüleyip yüksekten taşlara atmışlar ve bir kısmını da diri diri yakmışlardır. Kadın ve çocukları sokaklarda öldürmüşler; öyle ki, her taraf cesetlerle dolmuştur. Hatta Kudüs’te bulunan Hz Ömer camisine binlerce insanı doldurup katletmişlerdir. Cesetler kan gölüne dönen camide içinde yüzmüşlerdir.

İşte bu hal iki din arasındaki farlılığı bütün vücuhuyla ortaya koymaktatır. Bu vahşet tarihin kara lekelerinden biridir.

Tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları halde, dinden aldıkları iman ve feyiz ile onların mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır. Mesela; Araplara asırlar boyunca hâkim oldukları halde onları sömürmek bir yana bilakis her sene bütçeden pay ayırarak Sürre Alayları ile özellikle Mekke ve Medine’ye yardımda bulunmuş ve onlara hizmet etmişlerdir.

Yine Osmanlılar balkanlara da asırlarca hükmettikleri halde onların mabetlerine, örflerine ve yaşantılarına karışmamışlardır. Dört yüzyıl hâkimiyetlerinde bulunan balkanlarda ciddi manada hiçbir terör ve anarşi hadisesine meydan vermeyerek onların huzur ve asayişlerini sağlamışlardır.

Müslümanların şarkta ve garpta fethettikleri bütün memleketlerde fetihten evvel zulüm ve haksızlığın hüküm sürdüğü tarihle sabittir. Oralardaki insanlar bu zulümlerden inim inim inlerken, buralara ilim, ahlâk ve şefkat gibi güzel meziyetler getiren Müslümanlar, o insanların hem kalp hem de vicdanlarına hâkim olmuşlardır. Bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuşlardır.

Mesela Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde gayr-i müslimlerin din, namus, can ve mallarını muhafaza altına alarak, onların korku ve endişelerini izale edip, inançlarını istedikleri gibi yaşayabileceklerini ve ibadet yerlerine dokunulmayacağını ve hür olduklarını ilan etmiştir. Bu sayede o insanlar, vicdan, düşünce ve fikir hürriyetinin tadını almışlardır.

Yine başta Tarık bin Ziyad olmak üzere Endülüs fatihleri, orada yaşayan insanlara adalet ve merhametle muamele etmişler ve onların hak ve hürriyetlerini teminat altına almışlardır. Oradaki insanların ne örf ve adetlerine, ne giyim kuşamlarına, ne inançlarına ne de mabetlerine dokunmamışlardır. Müslümanların bu şefkat ve adaletleri karşısında bazı Hıristiyan din adamları ile birçok ilim ve fikir adamının Müslüman olduğu tarihçe sabittir.

Endülüs, fatihlerin yetiştirdiği ilim ve fen adamları sayesinde kısa bir zamanda manen ve maddeten terakki ederek huzur ve feraha kavuşmuştur. Kısa bir zamanda çeşitli meyve ağaçlarını havi bağ ve bahçeler, El- Hamra gibi gözleri kamaştıran saraylar ve muhteşem mabetler inşa edilmiş ve böylece Endülüs, medeniyetin merkezi olmuş ve Avrupa’ya üstatlık yapmıştır.

Müslüman fatihler Endülüs’te birçok medrese açmakla beraber ilim ve fen adamlarını da daima gözetip himaye etmişlerdir. İlim adamlarının himaye edilmesi sayesinde, İbn-i Rüşt gibi büyük mütefekkir ve feylesoflar; içtihat sahasında Şâtibi ve İbn-i Hazm gibi müçtehitler ve İbn-i Arabî gibi maneviyat sultanları yetişmiştir.

Nitekim bu gibi âlim ve mütefekkir zatların himmet ve gayretleriyle te’lif edilen ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan kıymetli eserler, Endülüs’teki kütüphaneleri doldurmuştur. Melik’in sarayındaki katalog 45 cilt olup, 600 bin’den fazla eser mevcut idi.

Endülüs’teki bu terakki, Avrupalıların gözlerini kamaştırmıştır. Dolayısıyla Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Endülüs’e ilim tahsili için birçok insan gelmiş ve buradan aldıkları ilim ve irfanı kendi memleketlerine götürmüşlerdir. Nitekim Endülüs, Avrupa’nın üstadı olmuş ve Müslümanlar Avrupa’nın ilim ve fikir terakkisinde derin izler bırakmışlardır.

Maalesef asırlar sonra güzel ahlâkın gereği olan ilim, adalet, ubudiyet ve çalışmayı bırakan Müslümanlar; bir taraftan sefahat ve eğlenceye diğer yandan da makam ve mevki kavgalarına düşerek, kadere aleyhlerinde fetva verdirmişler ve Yüce Allah onlara ihsan ettiği hâkimiyet nimetini geri almış ve Endülüs Hıristiyanlar tarafından tekrar işgal edilmiştir.

Endülüs’te iktidarı ele geçiren Katolikler, (Miladi 1226, Hicri 634) İspanyol Katoliklerinden Ferdinant’ın da destek ve kışkırtması ile Müslümanların kendilerine tanıdıkları hürriyete mukabil, Müslümanları ve Musevileri zorla Katolik yapmaya çalışmışlardır. Bununla da kalmayıp kabul etmeyenleri diri diri ateşe atarak yakmışlar, bir kısmının üzerlerine kızgın katranlar dökmüşler; bazılarının ise ayaklarını ayrı ayrı atlara bağlayıp, zıt yöne doğru koşturarak onları parçalatmışlardır. Hatta insanları ayaklarından bağlayıp baş aşağı kızgın ateşin üzerine asıp etleri dökülünceye kadar yakmışlardır. Bu işkenceleri seyredenlerin şefkat edecek kalpleri ve müteessir olacak vicdanları olmadığından acımak bir tarafa bu vahşetlerden zevk almışlardır. Bu zulüm ve işkenceleri tarih kitaplarında okuyan her kalp ve vicdan sahibinin müteessir olmaması ve gözyaşı dökmemesi mümkün değildir.

Yine Katolikler Endülüs’teki kütüphanelerde bulunan bütün eserleri suya döküp imha etmişlerdir. Eğer bu eserler imha edilmeseydi bugünkü beşerin terakkisi asırlar önce yakalanmış olabilirdi. Hıristiyan âleminde bu hakikatlerin doğruluğunu ifade eden birçok insaflı fikir adamı olduğu gibi, maalesef bunu bildiği halde saklayan mutaassıpların sayısı da az değildir.

O zaman Endülüs ile ilim ve irfanda rekabet halinde olan Bağdat’ı işgal eden Moğollar da (Miladi 1258, Hicri 656) Bağdat’taki sayısız eserleri Dicle nehrine döküp imha etmişlerdir. Bundan dolayı Dicle Nehrinden bir hafta boyunca mürekkep aktığı rivayet edilmektedir.

Dünyanın bir köy haline geldiği asrımızda da hürriyet ve insan haklarından dem vuranların Irak’ta, Afganistan’da ve diğer İslam diyarlarında Müslümanlara yapılan zulüm ve işkenceler karşısında büsbütün sessiz kalmaları çok düşündürücüdür.

Hâlbuki ilim, irfan ve medeniyet asrında yapılan bu zulümler hangi insan hakları ve hangi hürriyetle bağdaşır? Bu yapılanlar ortaçağ karanlığında yapılanlardan farksızdır.

Hâlbuki, bir zamanlar Hazret-i İsa’nın (as.) “Bir yanağına tokat vurulduğunda diğer yanağını çevir”, “Cübbeni isteyene yanında kaftanını da ver” sözünü iftiharla söyleyen Hıristiyan alemi şimdi nerede?

Mehmet KIRKINCI