Etiket arşivi: ayasofya

Sürgünde Ki Ayasofya

“Ve bir namaz vakti, Ayasofya Câmii’nden çıkılıp “çayhane”ye oturulduğunda.. [1]

 

“Ayasofya Câmii, ehl-i fazl u kemalden mübarek ve muhterem zâtlarla dolu.. [2]

 

“Ayasofya gibi gayet muazzam bir câmie, Cuma gününde dâhil olur.” [3]

 

Ayasofya tarihi sürecine bakıldığında bir hususu arz etmek isterim ki bir çok Müslümanın ve Ayasofya fanlarının bilmediği bir husustur.

 

Evliya Çelebi‘nin “Seyahatnamesi“nde; Ayasofya’nın Resulullah (A.S.V.) Efendimiz’in doğum tarihi olan 571 miladi yılında geçirdiği bir depremden bahsedilirken, kubbesinin onarılışı ile ilgili şu ilginç rivayet göze çarpar:

“Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın doğduğu gece vuku bulan zelzeleden; Kisra sarayı, Kızıl elma ve Ayasofya‘nın kubbesi yıkılmış idi. Bir müddet zaman geçtikten sonra Hızır Aleyhisselam‘ın hatırlatması ile Bursa’da ikamet eden üç yüz keşiş, Rahib Bahira‘nın öncülüğünde Mekke’ye geldiler. O zaman küçük yaşta olan Hazreti Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam‘ın ağzından bir miktar tükürük ile, mübarek ellerinin suretini aldılar. Ebu Talib‘in el yazısı ile ceylan derisi üzerine resmedilen bu suret, halen bir kutuda saklıdır.

 

Elhasıl:Peygamber -sallAllâhu aleyhi ve sellem- in ağız suyundan ve Mekke’nin pak toprağından bir miktar alan papazlar İstanbul‘a geldiler. Ayasofya’nın yıkık olan kısmını bununla tamir ettiler.
    Peygambermiz Aleyhisselam‘ın Tükürüğü ile yapılan yer, kubbenin kıble cihetinde, otuz iki nakışlı olarak halen bellidir. Bunu bilenler o yere nazar ettiklerinde: “Allâhümme salli ala Muhammed!” derler. Zira bu kısım, kubbenin diğer yerlerinden daha parlaktır. Fetihden sonra Fatih: “Bu kubbe Hazret-i Peygambermizin (A.S.V.)ağız suyu ile ayakta tutuldu!” diye, ta kubbenin ortasına zincir ile altın bir top asmıştır ki, bunun içi elli Rum kilesi buğday alır.
Bu top altında Hızır‘ın ara sıra salih müslümanlar ile buluştuğunu söylerler.” [4]Ayasofyanın Rasulü Ekremle (A.S.V.) böyle bir alakası da bulunmaktadır.

 

“Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu…” [5] bu mehazde taşların kendisi duramayacağını izah edilmesinde ki onca sebeplerden birisi de Rasulü Ekrem’in ağzını sürdüğü bir taşı Herakliyus’a verip ayasofyanın kubbesine koydurmasıdır. O taşları bir arada tutan bir tılsım da budur.

 

Hayatımızda bir çok şey vardır manevi değeri olan. Yani sembol olan.

 

Türkiye Müslümanları için de Ayasofya bir simgedir. Eğer Cami ise Türkiyede Müslümanlar hakimdir. Camiden başka bir şey ise Türkiyede hakim olan ve güç sahibi Müslümn değildir manasına gelir.

 

Mesela Kur’an-ı Kerimde geçen kıssa ve isimler bizim için birer semboldür. Yoksa onlar simge olmazsa bizlere bu zamanda hitab edemez. “İhtiyarlandıkça zaman, Kur’an da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdanî.”[6] bu hitap ve kavlin tahakkuku elbette her asırda ve efkar sahibinde ve mütefekkirlerde muhtelif his ve efkarın uyanmasına sebep olmaktadır.

 

Her asırda sayısı bilinmez tefsirler yazılmaktadır. Ve her bir eser birer saykal, cila vurmaktadır. Aslında bu tefsirler Kur’an’a şaşa değil Kur’an’ın esrarını izhar etmesi sebebi ile eserler kıymetli olmaktadır.

 

İşte bu semboller ( mesela: Kıssa-i Enbiya (a.s) gibi) bize birer ibrettir.

 

Risale-i Nurda ise lahikalar ve orada anlatılan meseleler bize birer kıssadır. Lahikadaki isim semboldür. Orada anlatılan biziz.

 

“Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Câmii’ni “..[7] böyle muazzam bir mirasın bugün ibadete kapalı olması ise üzücü bir hadise olup Müslümanlara hüzün vermektedir. Tabir-i caizse Ayasofya ruhu bugün halen sürgün yaşamaktadır. Biz ceddimizin mirasına sahip çıkamadık. Bu sebeple ruhumuz ve vicdanımız muazzeb olmaktadır azap çekmektedir.

 

Ayasofya gibi büyük yerler tarihte bildiri ve nutukların da merkezi olmuştur.“Ayasofya Câmiinde elli bin adama takdir ile nutkunu dinlettiren bir adam.. ” [8]

 

“Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdad tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Câmiinde meb’usana hitaben feryad ettim.” [9]

Ayasofyanın açılması ise açan kimseye manevi kuvvet vereceğine dair haddinin fevkinde iş göreceğine dair ise; “Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da 500 sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.” [10]

 

Ayasofya, islam beldelerinin kilit noktalarından birisidir. Burası cami olması ile alem-i islamca bir nevi ittiba edilmeye ve lider kabul edilmeye vesile olacaktır. “Ayasofya’yı, 500 sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran…” [11]

 

Ayasofyanın, putlardan arındırılıp camiye çevirilmesi Dindar Hristiyanları da memnun edecektir. “Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan Devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı müzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.” [12]

 

Cumhurbaşkanımızın “önce Sultan Ahmed’i dolduralım”ifadesi ise zımni, gizli bir manadır. Yani bana destek olun ve bu talebinizi daha samimi ve Ayasofya ruhu ile isteyin ki, şu anda elimden gelmiyor manasını anlamaktayım.

 

Deseler ki Ayasofya yerine size 5 Ayasofya yapalım. Bunun cevabı illa Ayasofya olmalıdır. Çünkü Ayasofya Türkiyede islami bir sembol bir şeairdir. Bizler de bunların bilincinde olarak Ayasofyanın asli vazifesine dönüp bir nevi iade-i itibar edilmesini umera-i Türkiyeden beklemek hakkımızdır. Bu arzumuzun yerine gelmesi için doğacak güneşi bekler gibi beklemekteyiz. İnşallah o güneş doğacak ve alem-i islamı ittihad ile güldürüp vahdet-i kalbiyeye vesile vesile olup Birleşik islam ülkelerinin tezahürüne sebep olacaktır. Ayasofya bir poligon taşıdır. Bunun farkedilmesi temennisiyle

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Mehazler:


[1] Sözler ( 753 )

[2] Mektubat ( 413 )

[3] Lem’alar ( 185 )

[4]Evliya Çelebi Seyahatnamesi: c.1  ( 89 )

[5] Lem’alar ( 435 )

[6] Sözler ( 734 )

[7] Şualar ( 385 )

[8] Şualar ( 450 )

[9] D. H. Örfi ( 16 )

[10] Emirdağ L. 2  ( 164 )

[11] Emirdağ L. 2  ( 176 )

[12]Emirdağ L. 2  ( 236 )

 

www.NurNet.Org

BİR HAYÂLİM VAR!

Bir hayâlim var, düşünce düşlerime, içimde filiz-filiz açan, beni tebessüme ve heyecana getiren ve de mutlu eden.

Hayâl dediğime bakmayın, gerçekleşeceğine tüm hücrelerimle iman ettiğim içten bir dua aslında bu.

Gün geçmiyor ki; gönlümde birikip, ruhumla suladığım terennümlerim, dua-dua akmasın lisanımdan avuçlarıma.

Ve yükselir günahkâr dilimden arş-ı âlâya, ümmetin milyar tane dualarıyla..

Olacak, Allah izin verirse, kurtulacak esaretten ümmetin fetih hakkı, ecdad mirası Ayasofya.

“Ayakkabılarımla basmak istemiyorum, ecdadımın secde ettiği yerlere!” diyen tarihçinin kabul olacak tok sesi ile ettiği dua.

Ve serilecek yeniden, mermer yerlere yün halılar.

Yankılanacak tekrar yüksek kubbesinde ayetler, kametler, ezanlar.

Ağzı kapatılan Sinan’ın minarelerinden ezanları duyan, ağlayarak çökecek dizlerinin üstüne.

Koşarak gelecek duyanlar; kıyamda, rükûda, secdede bulunacaklar Allah’a.

Sahabe misali tutulan sımsıkı ve ip gibi saflar canlanıyor gözümde.

Heyecanımdan titriyorum adeta.

Sığmıyor ümmetin hasreti Ayasofya’nın yaşlı duvarlarına.

Kapanıyor ümmet şükür secdesine; avlusuna ceketini seren, duruyor huşû ile namaza.

Ve kükrüyor Ayasofya, minberinden Hatibin diliyle.

Ümmetin diriliş sesi sarsıyor tekbir-tekbir Ayasofya’nın muhkem direklerini ve Ayasofya esir kalsın isteyenlerin küçük yüreklerini.

İşte o gün, boyun bükerek değil, dik başlarla, göğsümüzü kabarta-kabarta gideceğiz ceddimiz Fatih’in kabristanına.

Dilimizde tekbirler, içimizde salavatlarla…

Farklı yürek atışlarıyla ve daha bir hissederek, heyecanla okuyacağız defalarca Fatih’e Fatihaları.

Islanacak seccadeler, şükürle akan gözyaşlarıyla.

Sevinçten olacak bu sefer hüngür hüngür ağlamalar, hasretten ve vuslattan.

Yağan rahmetle ıslanacağız, gözyaşlarımız karışacak yağan yağmura.

Ve “sıra sende” diye seslenecek Ayasofya, Mescid-i Aksa’ya.

Huzur kaplayacak dalga-dalga; başta İstanbul’u, sonra Anadolu’yu ve daha sonra Âlem-i İslam’ı.

Sabahlara kadar boş bırakmayacak bu ümmet Ayasofya’yı.

Tebrikler yağacak Âlemi İslam’ın dört bir tarafından, kaldırdığı için tekrar yerden sancağını.

İttihad edecek bu ümmet, soracak tekrar zalimden mazlumun ahını.

Fert-fert dert edinmeliyiz Ayasofya’yı, Mescid-i Aksay’ı ve Âlem-i İslam’ı.

Zira bu davayı dert edinmiş, iman dolu göğüslerden akan dualarla olacak Ayasofya’nın kurtuluşu, Kudüs’ün fethi ve Âlem-i İslam’ın ittihadı ve refahı!

 

Halil İbrahim DEDE

31/08/2016 – Çorlu

 

E-Posta: halilibrahimdede@outlook.com

Facebook: facebook.com/dedehalilibrahim

Elmas Beldeye Giden Altın Yol

Hisarlar; İstanbul’un fetih hazırlığının ihtişamlı sembolleridir. Biz de söze oradan başlayalım… Fethin ‘besmelesi’, onlar!… Gönlümüz istiyor ki, şuurlu öğretmenlerimiz, öğrencilerini alarak Rumeli Hisarı’nın kulelerinin en üst terasına çıksınlar. Oradan, gözleri ve hele hele kâlp gözleri açık olarak beraberce İstanbul’u dinlesinler… Boğaz rüzgârının uğultusu, martıların çığlıkları, vapur düdükleri… Hepsi iyi hoş da, İstanbul’un asıl sesi nerede?.. Bir an için, beşbuçuk asır öncesini tutup günümüze getirsinler. Bu hisarların inşâ edildiği o emsâlsiz şevk ve heyecan baharlarını yaşamaya çalışsınlar: İşte hummâlı bir faliyet… Binlerce Anadolu evlâdı, iskeleler kurmuş, sırtlarında her biri bir milyon ‘kaşıkçı elması’ değerindeki şu cennet taşlarını yerlerine yerleştirerek tarihimizi örüyorlar!…

Çekiç tıkırtıları, harç hışırtıları, mala cızırtıları… Buyruklar, emirler… Ve dudaklardan dökülen dualar, tekbirler… Sonra bakışlarını gün batımına çevirsinler: Kostantiniyye’nin o günkü silueti… Dikilitaşlar, heykeller, Tekfur Sarayının kasvetli kuleleri… Ve Ayasofya’nın muazzam kubbesinde hârelenen bir hasret profili!… Kulak versinler… Derinden derine inleyen çan sesleri… Arenadaki kanlı ‘araba yarışları’ndan kopup gelen alkışlar; Maviler, yeşilleri yenmiş!… Ve nihayet, işitilmese de duyulan, Bizans surları içindeki birkaç Müslümanın zikirleri, tesbihleri… Evet, o tarihte Doğu Roma Ortodokslarının mü’min ecdadımıza tanıdığı dinî serbestlik, takdire şayan idi…

Gençlerimiz şimdi de Hisarların esrarlı burçlarında, gitgide renklenen ve tüllenen bir İstanbul gurubunun ulvî hüznü içinde, kendi akranları o civan sultânın ruh ufuklarından bir titreşimi hissedip yakalamaya çalışsınlar… O titreşim, “İstanbul karasevdası”nın ümit ve ıstırap karışımı bir ihtizazıdır ki, fethin asıl nükleer dinamosudur. Bu saâdetli radyasyondan nasip alabilenler, yepyeni fetihlerin özlenen yiğitleri olabilirler!…

GEMİLER NEREDEN GEÇTİ?

Şimdi geliniz, dünya askerlik tarihinin bir numaralı harika hâdisesini İstanbul’un kalabalıklara boğulmuş cadde, sokak ve binaları arasında arayalım… Sahi, şu efsanevî gemiler nereden geçmişti?.. Bu sorunun cevabını, yâni, “Altın Yol” diyebileceğimiz tarihimizin en şerefli yolunun güzergâhını araştırdık. Askerî Müze’deki krokiden başlayarak, Galata ve civarının topoğrafik haritasını ve imar plânını inceledik. İlmî bir iddia ve endişeden uzak, fakat genç evlâtlarımıza bir fikir vereceğine inandığımız bu araştırmanın sonuçlarını özetleyelim:

1) Cenevizlilerin devleti olan Galata, ayrı bir sur içinde yer alıyordu. Bu sur, deniz tarafında kıyıya paralel olarak ve 25 metre kot eğrisini takip ederek uzanıyordu. 30 metre kodunda yer alan Galata Kulesi, bütün sur içini tarassut edebiliyordu… Asıl kale ise, 50 metre kodunda, bugünkü Tünel’in civarında olsa gerek… Bu kalenin iki yanında, kara tarafını kapatan surlar, yokuşlar üzerinde inşâ edilmişti… Bütün koloni, 500-600 dönüm…

2) Gemiler, Galata surlarından 400 m. kadar uzaktan ve surlara paralel olarak geçirilmiş… Gizlilik için gereken asgarî uzaklık… Veya, iş farkedilirse, mancınık menziline girmemek için…

3) Ahşap kızakların dengeli olması ve gemilerin iki yandan eşit kuvvet desteği ile çekilebilmesi için, yana eğimli bir yol seçmekten kaçınılmış… Bu husus pafta üzerinde, güzergâhın, topoğrafik eş yükseklik eğrilerine dik olmasını gerektirir!… Askerî Müze’deki kroki ile, Büyük Şehir Belediyesi’nden aldığımız haritalar karşılaştırılınca, bu diklik şartını sağlayacak şekilde, güzergâhın detayları ortaya çıktı…

4) “Altın Yol”u artık tarif edebiliriz: Bugünkü Fındıklı sahilinden başlayan güzergâh, dik yokuşu tırmanarak 400 metre sonra İlk Yardım Hastanesi civarında 75 m. koduna erişiyor… Bu, yolumuzun en yüksek noktasıdır. Evet… Asıl sabır, işin başında gerek!… Sonra bir iniş-çıkışla, Galatasaray lisesi avlusunun aşağısından, Katolik kilisesi civarından Tepebaşına… Burası, yolun yarısıdır… Ve artık hep iniş olarak Kasımpaşa’ya, Deniz kuvvetleri Komutanlığı bölgesine… Orası o zamanlar muhtemelen daha derin bir koy hâlinde idi. Böylece toplam uzunluğu 2000 m. kadar olan Altın Yol, Haliç’e düğümleniyor… Elmas şehrin anahtarı orada!…

Böyle tarihî servet, ecnebilerin elinde olsaydı, Altın Yol’a gerçek altından kaldırım taşları döşerdi!.. Bu yol üzerinde inşaat falan değil, bir tozun konmasına müsaade etmezlerdi. Bilim-kurgu filmlerini gölgede bırakan bu misilsiz zekâ, cesaret ve azim eseri hâdise, her yıl dönümünde bir karnaval şenliği içinde kutlanırdı. Gerçeğinin tam eşi gemiler, aynı şartlar içinde ve bütün dünya televizyonlarının önünde bir denizden diğerine karadan yürütülürdü. Ama ne yapalım ki, Osmanlı dedelerimiz zaferlerin öz sahibi oldukları için, alçak gönüllülük göstererek kutlama merasimlerine fazla itibar etmemişler… Yeni gelenler ise, geçmişlerini inkâr etmeyi marifet sanmış!..

İstanbul’un Fethi’ni, kurusıkı mavzerlerle ve tül elbiseli kız çocuğu sembolleriyle her kasabada kutlamaktan bir türlü bıkmadıkları şu “kurtuluş günü” saçmalıklarıyla bir tutmuşlar!.. Tırman yine Ulubatlı Hasan, taşları dökülmüş pislik yuvası surlara her yıl!.. Her 29 Mayıs’ta yeniden; ama bu sefer hicap oklarıyla vurularak düş, burçların tepesinden. Sonra Mehter Bölüğü’nün yiğitleri de, takma palabıyıklarını titreterek bir iki serhat türküsü söyledimi; gerisi, günün “anlam ve önemini” geveleyen acemi hatiplerin sıkıcı nutuklarına kalır; olur biter!… Tarihini sevmeyen nesillerden bu kadarını bile beklemek hakkımız değil!… İlgilileri hararetle kutlarız!..

YİNE VE HEP AYASOFYA!…

Dâvâ sahibi öğretmenimiz, pırıl pırıl öğrencilerini bu sefer de “esir sultan” Ayasofya’ya götürsün… Hepsi, ayakkabılarını çıkararak, çoraplarının tozlanmasına aldırmadan, yüzlerce yıl nice velînin mübarek sıcaklığını emmiş o çıplak taşlara, aynı sıcaklığı hissetmek niyetiyle bassın… Orada, Hristiyanî bir vecdin mermer soğukluğundaki ürpertilerini avlamaya çalışan bîçâre turistlerin boş gayretlerine inat; minberde, eli gaza kılıcının kabzasına, kartal bakışları gazîlerin şükürle ıslanmış gözlerine ve kalbi, ona Fethi müjdelemiş olan Resuller Sultanının sevda iklimine kilitlenmiş o “Güzel Emîr”in genç erkek sesiyle verdiği Fetih Hutbesini dinlesinler!… Evet… Yıllarca önceden Sürekâ’yı (r.a.) Kisrânın incili bileziğini bileğine geçirirken gören ve bildiren O “Vaadinde sâdık Peygamber” (a.s.m.), Sultan Mehmed’i de bu minberde pırlantalı Fâtihlik tâcını başına giyerken gördü ve sekiz yüz elli sene önceden yılıyla, ayıyla, günüyle bildirdi!.. Ve O bildirdiği ve müjdelediği için o tâc, tâc oldu; incilendi, elmaslandı…

Evet, Ayasofya!.. Ayasofya, o tâcın sorgucudur!.. Dâvâsının eri öğretmen, öğrencileri ve hepimiz, Ayasofya’yı, düştüğümüz şu hasret gayyâsı içinde her geçen gün çoğalıp çağlayan bir özlemle, böyle saralım, böyle kucaklayalım… Ayasofya, hâşâ taştan bile olsa, inanmış gönüllerin taşları eriten sevgisine karşı hissiz ve mukabelesiz kalamaz… Evet, aynı zamanda Ayasofya, kalbimizde bir hüzün pınarıdır; öyledir… Ancak, ulvî hüzünler, ulvî sevgilerin mahfazasıdır. Pırlanta yüzüğün, kadife kutusu gibi… Geliniz, Ayasofya’mızın sevgisini, kadifeden yumuşak şu ılık gözyaşlarımızda saklayalım. Onu zincirlerinden kurtaracak olan, mü’min sineleri ıslatan o rahmet katreleri olacaktır… Asıl güç, budur… Sevginin gücünü bilmeyenler, sevgiyle hiç güçlenmemiş olanlardır!… Evet, önce sevgi, önce aşk!..

Madde manivelâsı, sonradan elde edilecek basit bir âlet… Sebepleri, asıl Rahmet Sahibi halkediverir!… Seven de, sevgisinin hatırına yaratılan bu sebeplere yine sevgisiyle sarılır, tutunur… Böylece şartlar tamam olur, her zorluk yenilir zafere erişilir!.. Unutmayınız ki, Fatih’in en karşı konulmaz “şâhi”si, yüreğindeki İstanbul karasevdası idi. Hem, sevmeyen nasıl kavuşsun?… Yeterince seven ise, dağları da deler, surları da!..

Ve nihayet… İstanbul, maddî ve manevî ölçülerde bir elmaslar, inciler, altınlar beldesidir. Onun bu iki yönlü değerini bilenlerin elinde “İstanbul’dur.” Yoksa yine hemen Kostantiniyye’ye dönüşüverir. Ve İstanbul’u İstanbul etmek, dün olduğu gibi, bugün de zaferlerin en büyüğüdür. Bu zafer ise, kalp santralımızın “asıl sevilmeye lâyık olan”dan başlayarak diğer doğru hedeflerine odaklaştığı gün, zaten kazanılmış demektir… O zaman zorlar kolay; karalar, deniz olur!.. Belki çok dik, çok ince ama en kısa “Altın Yol”, bu!

İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi

Ayasofya

Bir zamanlar ilâhi bir seda yükselirdi

Günde beş kez Allah’ın şanını yüceltirdi

 

Müminleri çağırır Mevlâ’nın huzuruna

Herkesi davet eder Yaradan’ın nuruna

 

Bu çağrı Ayasofya Camiinden çıkardı

Pasaklaşmış kalpleri pak ve temiz yıkardı

 

O bir cennet kapısı bir nur meşalesiydi

Gönüllerde akacak iman şelalesiydi

 

Yükselirdi her zaman oradan Hakk’ın sesi

Oradan açılırdı müminlerin nefesi

 

İstanbul’u fethinde Fatih Sultan Mehmet Han

İbadete açtırdı Ayasofya’yı o an

 

Tekbir sedalarıyla çınlanırdı her taraf

Müminler namaz için toplanırlardı saf saf

 

Şimdi ise müşrikler onda dolup taşıyor

Aklı olan her kişi bu duruma şaşıyor

 

Zira müze yapıldı Ayasofya Camisi

Müslüman bir ülkede hiç çıkmadı hamisi

 

Öksüz bir yavru gibi himayesiz kalmıştı

Mümin geçinenler de tam gaflete dalmıştı

 

Oysa yüz karasıdır bütün Müslümanlara

Nasıl izin verdiler yazık olsun onlara

 

Hiç Allah’ın mabedi bir müze yapılır mı?

Yüce Mevla’dan başka kimseye tapılır mı?

 

Hani o bülbül gibi şakıyan minareler?

Hani günde beş vakit tekbir getiren diller?

 

Fakat bu böyle kalmaz mabede açılmalı

Oradan gönüllere vaazlar saçılmalı

 

Yükselsin tekbir sesi yüce minarelerden

Yüce Allah’ın adı işitilsin her yerden

 

Ey şanı yüce Rabbim yardım et müminlere

Kâinatta bulunan mümin ins ve cinlere

 

İstiyorum susmasın minareler lal gibi

Müslüman uyumasın durmasın aptal gibi

 

Onlara bir şuur ver uyanmak nasip eyle

Birlik ve beraberlik içinde kaim eyle

 

İlâhi Tanyeri’nin duasını kabul et

AYASOFYA’da namaz kılmayı da nasip et

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org