Etiket arşivi: Ayet

Bir yaprak misali hayat

Kâinatta yaratılmış tüm mevcudatın bir lisan-ı hali [1] vardır ve bizlerle bu lisan-ı halleri ile mesajlar verirler. Mevcudatın lisan-ı halini anlamaya çalışmak dinimizin ibadet saydığı bir ibadettir aslında. Biz buna tefekkür ile mevcudata bakmak da diyebiliriz. Tefekkür âlemi bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Çünkü tefekkür ettikçe iman hakikatlerinin kapıları da aralanmaya başlıyor ve kişi iman meyvesinin hakiki lezzetini tüm benliğinde hissedebiliyor. Bu sebeple bir ağaç, bir yaprak, bir karınca v.s. eğer bunların lisan-ı hallerini idrak edebilirsek, her biri tefekkür âleminin ayrı hazineleri olduğunu göreceğiz. Mesela bir yaprak bize ne anlatmaya çalışır, bir yaprağa bakınca ne görürüz, onun hal dinli nasıl okuruz? Bu soruların cevapları üzerinde tefekkür edip düşününce ortaya hakikat manaları çıkıyor.

Bir yaprak, çoğu şiirlere ve yazılara konu olmuştur. “Bir yaprak misali gibidir ömrüm, dalımdan düşüp savruldum” gibi buna benzer cümleler ile belki fanilik anlatılmıştır. Fakat çoğu yerlerde de yok oluşa örnek olarak verilmiştir.

Belki de “bir yaprak misali ömür” hep yanlış anlaşıldı; dalından düşüp yok oluşa sürüklenmek diye hep ifade edildi. Fakat işin aslı öyle midir? Değildir elbet. Çünkü yokluğa gitmek yoktur. Bakalım bir yaprak kendi lisanı-ı haliyle bizlere neler anlatacak? O vakit şimdi bir yaprağın hal dili bize söylediklerine kulak verelim ve bir tefekkür yolculuğuna çıkalım;

“Bir baharın çiğ düşmüş sabahında gözlerim dünyaya açıldı. Küçücüktüm. İlk olarak beni sıcacık gülümsemesiyle güneş karşılardı ve içim huzurla dolardı. Her sabah güneşin gülümsemesini beklerdim. Onun sıcak kucaklamasıyla uyanır, her gün biraz daha büyür ve biraz daha göğe doğru başım uzanırdı. İlk zamanlar etrafa manasız bakar ve kendimi tanımaya çalışırdım. Neyim ben? Kimim ben? Neden varım? Her gün bu güneş ile beni kucaklayan ve bana sevgisini gösteren kimdir? Başımı göğe kaldıran ve gökyüzünün maviliğini bana gösteren kimdir? Tüm bu olaylara hayret ederdim. Büyüdükçe düşüncelerim ve aklıma takılan sorular daha da çoğaldı. Yanımdaki çoğu arkadaşlarımda benimle aynı düşüncedeydiler. Onlarda merak ediyor ve benim gibi sorular soruyorlardı. “Neden varız? Niçin buradayız? Nereye gidiyoruz? Sonumuz ne olacak?”

Günler, aylar böyle geçti. Artık sabahları güneşin sıcak gülümsemelerini göremiyordum. Bulutlar kaplamıştı tüm gökyüzünü. Bazen sert rüzgarlar esiyordu, adeta bizi dalımızdan koparıp uçuracak gibiydi. Gittikçe böyle günler çoğaldı, fırtınalar, yağmurlar… Uzun zaman sonra kimi arkadaşlarımız güçsüz, kuvvetsiz ve benzi sararmış hale geldiler. Telaş içindeydiler. Çünkü artık dalından düşme vakitleri yaklaşmıştı. Bende artık onlar gibi olmaya başlamıştım. Altımızda olan toprağa doğru boyunlarımız bükülmüştü. Aradan günler geçti, yine sert rüzgarlar esmeye başladı. Güçten ve kuvvetten düşen arkadaşlar istemeyerek dalından ayrıldılar ve toprağın bağrına düşmeye başladılar. Hayır, bu böyle olmaz, hayatımız bu kadar kısa ve anlamsız olamaz. Niye var olduk? Neden dalımızdan kopuyoruz? Amacımız neydi? Tüm bunların bir cevabı olmalı… Derken diğer ağaçta dalından kopmak üzere olan yaşlı ve bilgin bir yaprak seslendi; “Hey arkadaşım! Merak etme, tasalanma, sen yokluğa gitmiyorsun. Düşeceğin toprakta yok olmayacaksın; orada zamanla yeni yapraklara, yeni ağaçlara veya bitkilere, seni var eden sana yeni bir hayat verecek. Çünkü bu kâinatın sahibi çok şefkatli çok merhametlidir.” dedi.”

Ey bir yaprağın hal dili ile bizlere söylediklerini dinleyen dost! Yaprak, lisan-ı haliyle bizlere şunu ifade eder: “Bizim gibi en edna yani önemsiz sayılan bir yaprak bile çürüyüp yok olmazken, bunca mahlûkat nasıl yokluğa gidebilir? Hele insan gibi mükemmel yaratılmış bir varlık nasıl olurda yokluğa ve hiçliğe gidebilir.” Evet, yokluğa ve hiçliğe gitmeyen insanın bir amacı olmalı; çünkü kâinatta hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle[2] baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? [3] Der, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri.

Ey dost! Öldükten sonra çürüyüp yok olmayacaksın. En önemsiz sandığımız küçücük bir tohum bile toprak altında çürümeye terk edilmiyor; vakti geldiğinde toprağın karanlığından başı çıkarılıp yeni bir hayat veriliyor. Allah (cc) şu âlemde en önemsiz sandığımız bir tohumu bile toprak altında çürümeye, yokluğa, karanlığa ve hiçliğe bırakmazken, insanı nasıl bıraksın? Öldükten sonra ebedi bir hayat için diriltileceğiz. Dünyada sergilediğimiz amellerimize göre Allah’a (cc) hesap verip ebedi hayatımızdaki yerimize gönderileceğiz.

Tüm mevcudat hal dilleri ile bizlere hakikati anlatıyor, insana düşen vazife ise bu hakikate kulak vermeli ve hayatın gerçek manasını keşfetmeye çalışmasıdır.

İnsan ömrü, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri de hikâyede anlatılan bir yaprak misali gibi değil midir? Vakti geldiğinde hayat dalından kopup toprağın bağrına düşeceğiz. Dünyadaki bedenimiz çürüyecek. Fakat yeni bir âlemde tekrar diriltileceğiz. Rabbimiz Hac Suresinde şöyle buyurur: “Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsün; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabarır ve her cinsten güzel bitkiler çıkarır.” [4] “Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O’nun her şeye gücü yeter.” [5] “Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.” [6] Ayetleri kesin olarak tekrar yeni bir âlemde diriltileceğimizi açık ve net ifade etmektedir.

Bu dünya bir imtihan meydanıdır ve her şeyin bir yaratılış amacı vardır. O vakit insana düşen en önemli vazife ve en önemli iş, hayatın gerçek manasını anlamaya çalışması olmalıdır. Sınava girdiği halde sınavın idrakinde olmayan ve sınavın manasını çözemeyenler girdiği sınavdan hiçbir şey anlamadan başarısız olarak çıkar. Sınavın hakikatini ancak sınavı geçenleri görünce anlar; fakat o vakit çok geç kalınmış olunur. Çünkü sınavı geçenler hayatın güzel mertebelerine atanırken geçmeyenler ise pişmanlıkla kıvranır durur. Bu misal gibi insanda hayatın gerçek manasını anlamaya çalışmalıdır. Hayat nedir? Amacımız nedir? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz? Gibi soruların gerçek manasını anlamaya çalışmalı ve hayatını hayatın gerçek manasına göre yaşamalıdır. Hayatımızda yapabileceğimiz en anlamlı iş, hayatın manasını anlamaya çalışmaktır. Aksi halde hayatımızın manası olmaz. Neden olmaz? Çünkü insan kendini tanımadan, Rabbini tanımadan yaşanılan bir hayatın ne anlamı olabilir ki…

Ey dost! Hayatın hakikatini her an idrak edebilmek için Rabbimizin “Oku” emri ile şu kâinata tefekkürle bakmalıyız. Hayatın hakikati ise Kur’an ve Sünnete göre yaşamaktır. Çünkü ihmal edildiği vakit, bu ahir zamanda kişiyi gaflet hayatına sürükleyip ahiretini aklına getirmeyecek sayısızca oyalanma vardır. Dünya ile oyalanıp da ahiretimizi unutanlardan olmamak duasıyla.

Mehmet Kazar

[1] Lisanı Hal: Risale-i Nur Külliyatında çokça geçer. Lisan-ı hâl, sözlüklerde “hâl dili” olarak geçer. Hâl kelimesi ise vaziyet, görünüş, tavır, suret, keyfiyet anlamlarına gelir. Yani “Bir şeyin görünüşü ile bir mana ifade etmesi”dir. Yine başka bir tarifte ise “Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiil” olarak geçmektedir.

[2] Nazar-ı Hikmet: Hikmet Bakışı, Varlıklardaki anlam ve ince sırları araştıran bakış

[3] Risale-i Nur Külliyatından – On Dördüncü Sözden.

[4] Hac Suresi 5. Ayet

[5] Hac Suresi 6. Ayet

[6] Hac Suresi 7. Ayet

Kâinat Kur’an, insan âyet…

Büyük Selçuklu Sultanı, Alpaslan’ın oğlu Melikşah’ın devlet bütçesinden eğitim ve öğretim için en yüksek payın ayrılması isteğine bazı komutanlar, “Ordumuzun beldeler fethetmesi için en yüksek bütçenin orduya verilmesi lâzım” şeklindeki itirazlarına devletin büyük veziri Nizamülmülk şu mealde bir cevap veriyor:

“Nizamiye Medreselerinde (üniversitelerinde) size öyle bir ordu hazırlıyorum ki, yüreklerinde kin yerine iman, ellerinde kılıç yerine kalem, kafalarında problem yerine çözüm olacak ve hem çabaları, hem de dualarıyla cihanın yüreğini fethedecekler. Ancak böyle bir fetih kalıcı olur.”

Bunun tek şartı var: “Doğru hoca” yetiştirmek: Zaten “doğruhoca yetiştiremeyen milletler “sahte hoca”ların istilâsına uğrar! “Sahte hoca”ların yetiştirmeleri de ya toplumu bölmeye çalışır ya da Meclis’i bombalatır.

Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Aşireti ilk büyük bölünmesini “âlim” olup “fazıl”olmayan bir hoca yüzünden yaşadı. Ertuğrul Gazi’nin ağabeyleri, Dımışık Hoca’nın dolduruşuna gelerek aşiretin yarıdan fazlasıyla birlikte geri döndüler. Büyük acılar yaşandı. Kendileri de yok olup gittiler. Akıbetleri bile belli değil.

Öte yandan İstanbul da “fazıl” bir “âlim” sayesinde fethedildi. Ak Şemseddin, en umutsuz demlerinde Padişah’ı ya ziyaret ediyor ya mektup gönderip tazeliyordu.

Binlerce örnek var, ama sadece bu iki örnek bile “doğru hoca”nın önemini kavramaya yeter.

Gerçek şu ki, biz “iyi hoca” (muallim) yetiştiremiyoruz. Bu yüzden öğretmenlerin tüm maddi sorunlarını çözüp bir elleri yağda, bir elleri balda yaşatsak bile (nerede o günler) “insan” sorunumuz çözülmeyecektir. Kısacası “doğru insan”yetiştirebilmek için, evvelâ “doğru hoca” yetiştirmemiz gerekiyor. 

“Müeddib” kelimesini daha önce bir yerlerde okudunuz mu, bilmiyorum. Bir nevi “muallim” olduğunu söyleyebilirim. İslâm eğitim sisteminde müeddiblerin önemli bir yeri var. “Terbiye eden, edeblendiren, bilgi ve görgü öğreten” manasına gelen bu kelimenin kökü “edeb”dir. 

“Edeb” kelime olarak bilinir, ama ondan türeyen “müeddib” erbabı dışında pek kimse tarafından bilinmez. “Edeb”i, “hayâ”yı unuttuktan sonra, “müeddib”i nasıl hatırlayalım? O kadar ki, çoğu sözlüklerden kovuldu. Türk Dil Kurumusözlüklerinde ise zaten hiçbir zaman yer bulamadı. Hatta “fazilet” kelimesi bile atılıp, yerine “erdem” getirildi.

Ankara’nın “Solfasol” denen bir semti var. Osmanlı asırlarında bu semtin adı“Zülfazıl”ken (Zülfadl), cumhuriyet döneminde “Solfasol”a dönüştürüldü…

Sebebi malum: “Zülfazıl”, “çok faziletli” demektir. Fazilet: Değer üreten, meziyet (kişiyi yücelten nitelikler) sahibi; ilim, irfan, iman ve şefkat ile ulaşılan yüksek derece. Dini ve ahlâki vazifelere riayet etme anlamlarını içerir… 

Üstelik “Zülfazıl” ismi Hacı Bayram-ı Veli’nin orada dünyaya gelmesinden dolayı verilmişti. Bir bakıma Veli’nin fazileti semte isim olmuştu.

Kelime olarak bile “fazilet”e tahammül edemeyen anlayış yüzünden isim değiştirildi: Semt anlamsızlığa teslim edildi. Geçelim…

Diyeceğim şu ki, devletimiz her okula bir “müeddib” tayin etmeli, bir de “âdab dersi” (insanlık dersi de olabilir)koymalı…

Öğretmenlerimiz çocuklarımızı bilgilendiriyor, ama “doğru insan” olmayı öğretmiyor: “Müeddib”ler işte bu açığı kapatacak… 

“Edeb”, “adab”, “ahlâk”, “fazilet”, “vicdan”, “namus”, “hâya”, “sabır”, “adalet”, “nezaket”, “nezahet”, “nezafet”, “nefaset”, “estetik” gibi, varlığı “insan” yapan kavramları okutacaklar. 

Bunları bilmeyen insan dünyanın en bilgili insanı da olsa, önce kendine, sonra vatanına, milletine, devletine ve tüm insanlığa zarar verir!

Unutmayalım ki, el yapımı bomba yapıp patlatarak bir sürü mazlumu hayattan koparan “terörist” de kimya ilmini kullanmaktadır!

Yani iş ilimde değil, ahlâk ve fazilette…

Yavuz Bahadıroğlu

Risale-i Nur neden tefsire benzetilmiyor?

Biz ona şiir öğretmedik. Zaten ona yakışmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Yasin sûresi, 69)

Usûl farklı birşeydir. Kalıp farklı birşeydir. Usûl birşeye vasıl olmak için takip edilmesi zaruri olan yoldur. Kalıp o yolun güzergâhından bağımsız olarak atılan adımların türüdür. Sözgelimi: Pastayı tatlı yapmak usûldendir. Tatlı olmazsa pasta da olmaz. Fakat o pastaya katacağınız diğer şeyler veya katma şekilleriniz veya katma oranlarınız vs. bunlar kalıplara girer. Lakin iş orada kalmaz. Altbaşlıklar içinde farklı usûl şartlarıyla da bağlanırsınız. Mesela: Portakallı pastayı ‘portakal tadı’ katmadan yapamazsınız. Ancak ona portakalın bizzat kendisini mi, aromasını mı, yoksa başka bir şeklini mi dahil edeceğiniz size bağlıdır.

Doğrusu bu: Sağlıklı bir üretim için usûllere muhtacız. Pasta diye pilav satmakla hiçbir aşçı âbâd olmaz. Hatta yalancı olur. Fakat bazı şeyleri çok fazla kalıba boğduğumuzu düşünüyorum. Bizi hareketsiz bırakacak şekilde… Risale-i Nur’un, müellifinin defalarca yazdıklarının tefsir olduğunu ifade etmesine rağmen, aksi iddialara maruz kalması biraz da bundandır. Usûllere değil kalıplara uymuyor oluşundandır. Oysaki bakınız Sözler isimli eserinde bu konuda neler söylemektedir:

“Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitâb-ı kâinattaki intizamât-ı san’atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Söz’de beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.”

Görüldüğü gibi: Bediüzzaman, Kur’an’ın ayet düzenini iki boyutlu olarak düşünmemekte, boyut sayısını, tıpkı uzayda olduğu gibi üçe çıkarmaktadır. Bediüzzaman’ın bu üç boyutlu tefsiri algısında, Muhakemat isimli eserde de dikkat çektiği gibi, nazm-ı maanî nazm-ı lafzîden önceliklidir. Ve nazm-ı maanî, diğer iki boyutun üzerine bir boyut daha ekler. (Üçüncü boyuttan kastımız budur.) Bu nedenle Bediüzzaman her eserinde birçok ayete atıf yapar. Uzaydaki yıldızlar gibi dizilmiş ayetler (hatta hadisler) arasında seyran eder. Çünkü ona göre onların her birisinin birbirlerine bakar yüzleri ve ilgileri vardır. “Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.”

Hem sadece bu da değil. Kevnî ayetler olarak ifade edebileceğimiz Kitab-ı Kebir-i Kainat’ın ayetleri, yine onun bir parçası olarak kendi Fıtrat Kitabı’mızda yeralan ayetler, bir başka büyük kitap olarak Nübüvvet Kitabı (özelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kendisi)… bunlar da aynı Allah’ın yarattığı ayetler olarak o birbirine bakan yüzlerden müstefiddirler.

Matematikte uzay, sonsuz sayıda noktanın bulunduğu, bu nedenle sonsuz sayıda doğrunun çizilebileceği bir alandır. Biz bu uzay kavramını Kur’an düzeyinde düşünürsek, ayetler bizim yıldızlarımız olur ki onların da arasında sonsuz sayıda bağıntı/ilgi kurulabilir. Çünkü boyut sayısı üçe çıkmıştır ve bu düzeyde mana, yani müellifin ifadesiyle nazm-ı maanî, bize ayetlerin sıralamasında daha rahat olabilme imkânı sağlar.

Örneğin: İhtiyarlar Risalesi’nde izah edilen ayetlere baktığımızda Meryem Sûresi 1-4, Bakara Sûresi 117, Yâsin Sûresi 82, Âl-i İmrân Sûresi 185, Müzzemmil Sûresi 17, Âl-i İmrân Sûresi 173, İsrâ Sûresi 23-24 ila ahir… gibi bir dizilimle metnin içinde geldiklerini görürüz. Yani bir sûre veya bir ayetler öbeği işlenmez İhtiyarlar Risalesi’nde. Karmaşık gibi görünen bir nazm-ı maanî içinde olur bütün anlatım. Bunlar adeta Kur’an semasındaki yıldızlar arasında fikir hızında yapılan yolculuklardır ve anlam itibariyle kurulan bağıntılardır.

Risale-i Nur’un bazılarınca tefsir olma açısından eleştirilmesinin bir nedeni de budur. Usûlce değil (Ehl-i Sünnet’in tefsir usûlüne bağlı kalınmadan hakikat bulunmaz) ama kalıpça hür yapısıdır. Ben, hassaten İhtiyarlar Risalesi’ni okurken, ayetlerin nasıl kanaviçe gibi bir eseri dokuduğuna şahit olurum. Herhalde her hakperest okuru da, bu hale şahit olur, hak verir. Bu arada şunu da belirtelim: Risalelerde, açıkça geçen ayetlerin yanısıra, mana itibariyle yine ayetlerden/hadislerden mülhem (veya onlara işaret eden) cümleler de yer almaktadır ki, onları tesbit etmek de ayrı bir dikkat işidir. Bazı külliyat çalışmaları böyle bir inceliği de gözetmişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. En nihayet mürşidimin dediği gibi derim:

Zaman ihtiyarlar ama Kur’an gençleşir.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Kıssaları nasıl okuyalım?

Kur’ân-ı Kerim’in önemli bir kısmı, kıssalardan, yani önceki kavimlere ait ibretli vak’aların özlü bir şekilde anlatımından meydana gelir. Hattâ, Kur’ân’ın en önemli mesajlarının kıssalarda olduğunu söylemek dahi mübalâğa olmayacaktır. Ancak, kıssalardan istifade edebilmek ve onlardaki mesajları kavrayabilmek için bazı önemli şartlar vardır.

Birincisi: Bu kıssalar, gerçek hadiselerdir. Âyetlerde ve sahih hadislerde bu hadiselerden ne kadarı nakledilmişse, başka kaynaklardan birşeyler karıştırılmadığı takdirde bunların muhakkak surette cereyan etmiş gerçek hadiseler olduğu bilinmelidir.

İkincisi: Bunlar her ne kadar dış görünüşüyle geçmiş zamana ait olaylar ise de, mânâ itibarıyla güncelliği hiçbir zaman kaybolmayan ve eskimeyen gerçekleri içerirler. Kıssada anlatılan hakikat, o gün için Musa, Harun, Firavun, Hâmân, sihirbazlar, v.s. şeklinde cereyan etmiş olabilir; fakat bu mânâ, değişik zamanlarda ve değişik toplumlarda, daha başka isimler altında da cereyan etmektedir ve edecektir. Neyzen Tevfik’in mısraları bu gerçeği özlü bir şekilde dile getirir:

Hadisatı oku her an, o zaman geçti deme
Habil’i Kabil’i sağ belle, basiretle geçin
Asl-ı kanun-u tabiatta tagayyür yoktur
Vak’a tebdil-i kıyafetle gelir her gün için.

Üçüncüsü: Geçmiş ümmetlerin, kitaplarına yaptıkları ilâveler yüzünden yoldan çıktıklarını unutmamalıyız. Kur’ân ve Hadis, kıssaların özünü bize aktarmış, ders çıkarmamız gereken hususlarda bir eksik bırakmamıştır. Eğer insan kıssalardan çıkarılması gereken ibret dersleri yerine sadece merak saikiyle birtakım gereksiz ayrıntıların peşine düşecek olursa, kendisini yoldan çıkaracak ve Kur’ân’ın mesajından uzaklaştıracak hurafelerin kucağına atılmış olur. Unutmamak gerekir ki, “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi anlamsız sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi akıl almaz iddialarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Kıssalara nasıl yaklaşılması ve onlardan nasıl ders çıkarılması gerektiğini bize öğreten âyetlerden biri de şöyledir:

Elbette o peygamberlerin kıssalarında akıllı kimselerin çıkaracağı dersler vardır. Bu Kur’an uydurulabilecek bir söz değildir. O kendinden önce gelen kitapları doğrular, her şeyi iyice açıklar, iman eden kimselere de doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmettir.[1]

Bu âyet, Kur’ân’ın bize “her şeyi iyice açıkladığını” bildiriyor. Onun için, gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Gayretimizi bu noktalar üzerinde yoğunlaştırmak, Kur’ân’ın kıssalarından yararlanabilmek için gerekli olan en önemli bir şarttır.

[1] Yusuf sûresi, 12:111.

Bu yazı, M. Ü. İlahiyat Vakfına ait Çamlıca Yayınlarında yayınlanan Namaz Sureleri Tefsiri adlı kitabımızdan alınmıştır.

Ümit Şimşek

Kusurdaki Kusursuzluk

Mülk Suresi’nin 3. ayetinde “Rahmân olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” deniliyor. Hâlbuki çevremize baktığımızda pek çok hastalıklar, felaketler kısaca kusurlar görebiliyoruz. Bu nasıl oluyor?

Her zaman yaptığımız gibi konu üzerinde birkaç yönden kafa yoralım birlikte.

Öncelikle şu soruyu kendimize soralım: Kusur dediğimiz şeyler gerçekten kusur mu?

Bunu anlamak içinse şu soruya cevap düşünelim: Eğer o “kusurlu” olduğunu düşündüğümüz şeyler o şekilde olmasaydı, nasıl bir dünya olurdu?

Hastalıklar yok, sakat doğumlar yok, ölüm yok, depremler yok, her şey son derece mükemmel…

Hah! İşte, orayı hak edebilmek için bu dünyada Rabbimizden gelen mesaja iyi kulak vermeliyiz. Bizi sevk ettiği tarafa yönelmeli, men ettiği taraftan da uzaklaşmalıyız. İşte buna imtihan deniyor. Ve bu imtihanda sorular işte o “kusur” ve “eksik” gibi gördüğümüz perdelerle çıkıyor karşımıza.

Kimimize “kusurlu sağlık” vermiş gibi görünür… Kimimize “eksik mal” vermiş gibi görünür… Kimimize “kusurlu akraba/aile” vermiş gibi görünür…

Fakat doğru kullanıldığında görülür ki, bu yaratmalar, insanın kusursuzluk âlemine namzet ve uygun hale getirilmesine yöneliktir.

İnsan noksanları ile birlikte yaratılmıştır.

Eksikliklerimiz belki bizim var olma sebebimizdir. Eksikliklerimiz nedeniyle zaman zaman hatalar yapacağız, pişman olacağız, tövbe edeceğiz, af dileyeceğiz. Böylece Rabbimizin Gaffar, Afüvv isimleri tecelli edecek.

Eğer bunca kusuruna rağmen insanın yaratılmasına, bunca kusurumuza rağmen kendimizin yaratılmasına “bir hatadır” diyemiyorsak, hata dediğimiz şeyleri de bir kez daha gözden geçirmeliyiz.

Kendi yaratılışının da hata olduğunu düşünenleri zaten bahse değer görmüyoruz.

Hepimizin bildiği gibi Rabbimiz bu dünyayı bir imtihan meydanı ve hikmet yurdu olarak yaratmıştır. Dünyanın imtihan meydanı olmasının bir sonucu olarak da burada sebepler perdesi arkasında görür işleri. Kudretini hikmetlerin ve sebeplerin arkasına gizler.

Ahiret âlemi ise bu kudreti perdesiz müşahede edeceğimiz belde olacaktır. Cennet tariflerinde bildirilen; ağaca ihtiyaç olmadan meyve gelmesi, yerçekimine maruz kalmadan hareket edebilme, yiyip içmeye ihtiyaç olmama gibi durumlar bize orada Rabbimizin kudretiyle perdesiz muhatap olacağımızı düşündürür.

Fakat burada durum farklıdır. Yani burada her şey bizim imtihan edilmemiz için kurgulanmıştır. Her şey mutlaka bir hikmete binaen yaratılır bu dünyada. Başka bir ayette ifade edildiği gibi, solmuş bir yaprağın dalından kopup düşmesi bile bu kuralın dışında değildir. Fakat hikmetlerin arkasındaki asıl hikmet imtihandır.

Burada kafamızı karıştıran noktalardan bir tanesi, Rabbimizin, yaratmasında bazı şeyleri bizim cüz’i irademize bağlaması sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Kusur olarak görülen pek çok şey bu sınıftan yaratılan şeylerdir. Meselâ insanlık tarihindeki tüm savaş, kavga ve çatışmalar bu sınıftandır. Bunların ortaya çıkması hep insanların, cüz’i iradelerini bu durumları sonuç verecek yönde kullanmaları neticesindedir. Rabbimiz de sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde, ortaya çıkması gereken sonucu yaratmaktadır. Ve bu yaratmada bir kusurdan söz edilemez. Ayette kastedilen “Allah’ın yaratışındaki kusursuzluğu” bu anlamda anlayarak kâinata bakarsak hiçbir kusurla karşılaşmayız. Aynen ayette dendiği gibi…

Biz ise olayların ve durumların bize bakan yönlerini görüp ona göre yorum yapmakta ve kusur bulduğumuzu zannetmekteyiz.

Bu noktada olayın başka bir boyutu ortaya çıkmaktadır. Acaba biz baktığımız şeylerin ne kadarını görüyoruz? Hikmet perdesinin arkasına erdirebiliyor muyuz görüşümüzü? Sebep-sonuç ilişkilerinde mi takılıyoruz yoksa?

Sıradan bakan bir göz için kapkara gökyüzünde parlayan bir nokta, kusur gibi görünebilir. Ama onu kullanmayı bilen denizciler, onunla yönlerini bulur. Onun uzaklığını, büyüklüğünü, sayılarının çokluğunu tespit edip, arkasındaki hikmeti anlayanlar, kâinatın genişliğini görür ve bu kâinatı yaratan Rabbin ne kadar azametli olduğunu anlar.

Beyaz kâğıdın üzerinde kusur gibi duran bir nokta, belki bir böcektir. Hayat sahibi olması için gereken tüm mekanizmalar içine yerleştirilmiş, canlı bir noktadır o. Üzerinde nokta gibi göründüğü sayfanın binlercesini dolduracak bilgiler içeren kitaplar yazılmış olabilir o böcek hakkında.

Fakat gökyüzüne bakıp; yıldızları, galaksileri yaratan Rabbimizin kudretinin büyüklüğünü göremiyorsak; nokta boyutunda hatta daha küçük canlıların yaratılmasındaki hassasiyeti göremiyorsak, bakmayı çok da iyi bildiğimizi söyleyemeyiz.

Böyle “kusurlu” bir bakışla da Rabbimizin “hikmetlere binaen” öyle yarattığı bir şeyi kusurlu olarak görüyorsak, bu, o yaratıştaki kusurdan değil, bizim Kur’an ve Hadis ekseni dışında, kendi eksik ve kısa görüşümüzden kaynaklanmaktadır.

Muhiddin YENİGÜN