Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

Bilim, Tanrı’ya neden inanmaz?!

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 16.Nisan.2020 / ayhank27@gmail.com

Bilimsellik Felsefesi” ve bu felsefenin ürün ve sonucu olan “Bilim”; iddia edildiği gibi, “tarafsız ve objektif, nesnel ve nötr, seküler ve lâik” değildir ve zaten böyle bir objektivite ve tarafsızlık; hem epistemolojik ve ontolojik açıdan ve hem de mantıksal açıdan mümkün değildir.

Açıklarsak: Dil’in mantığı ve Mantık’ın dili; “inanıp – inanmama ortası” veya “dış eşit uzak noktası” gibi; “nötr ve yüksüz, objektif ve tarafsız” bir alana, izin vermez. Yani: “Var – Yok”un dışına çıkabileceğimiz veya bu iki şık arasında, orta ve eşit mesafede durabileceğimiz; objektif ve tarafsız bir gözlem ve koordinat noktası yok ve olması da, Dil ve Mantık açısından mümkün değil. Böyle nötr ve yüksüz, epistemolojik bir alan inşa edemeyiz! Yani: “Tanrı var – Yok” dışında, gidebileceğimiz üçüncü bir ihtimâli veya bu iki şıkka eşit mesafeden bakabileceğimiz, üçüncü bir düzlemi; teorik olarak bile inşa edemeyiz.

Gözlediğimiz bir olaya, “agnostik” bakıp, “bil(e)miyorum” bile desek; incelememizi gene de: “Eğer varsa, şöyle olmalı / olmamalı” ve “Eğer yoksa, şöyle olmalı / olmamalı” şeklinde yaparız. Yani: İllâ “var ve / veya yok” tarafından bakarak; birini, baştan doğru varsayarak; sonra gözlem yapar ve delil – ispat aramaya başlarız. Bunun sonucu olarak ulaştığımız neticenin kesinlilik ve sağlamasını da; gene bu iki şıktan birini, doğru kabul ederek, yaparız.

Elhasıl: Evrendeki, varlık ve faâliyetlerini; ya “Yaratıcı ve Faili Var(mış)” veya “Yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomlarıyla gözleyip, incelemek zorundayız. Bu gözlem – ölçüm datalarını ifade ederken, yapacağımız tasvir ve kullanacağımız kelimeleri de; gene başlangıçta doğru varsaydığımız, bu önkabül ve aksiyomlara göre yaparız. Yaptığımız bu kısa açıklamadan sonra; Bilim’in, Tanrı’ya neden inanmadığı konusuna başlayabiliriz.

 

Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim, Tanrı’ya inanmaz!

Çünkü Bilim/sellik; doğadaki olayların, hiçbir ilâhî güce ve mistik nedene atıf yapmadan; doğal nedenlerle açıklanabileceğine inanır!

Çünkü Bilim; hiçbir metafizik neden ve doğaüstü güce ihtiyaç olmadan; herşeyin, maddî ve doğal sebeplerle, nedensellenebildiğine inanır!

Çünkü: Evrendeki madde – enerj ve sebeplerin; hiçbir metafizik sebep ve doğaüstü güce ihtiyaç duymadan; bu işleri yapabileceğine ve yaptığına inanır. Ve zaten; evrende olanların da, bunun ispatı olduğuna inanır!

 

Bilim/sellik, Tanrı’ya inanmaz; çünkü: Evrende olan şeylerin, “failsiz ve ustasız” olmasının mümkün olduğuna inanır. Ve olanların da; bu mümkünün, gerçekleşmesi ve delili olduğuna inanır! Yani: “Mümkün(müş) ki oluyor; oluyor ki mümkün(müş)” şeklinde; “delil” ve “ispat”ın döngüsel olarak, yerdeğiştirdiği bir totolojiye inanır!

Bilim, Tanrı’ya inanmaz; çünkü: Bir olayın sebebi varsa ve işleyiş mekanizması belliyse; ayrıca bir faile gerek olmadığına inanır. Çünkü: Bilim’e göre; “Olaylar arasında, nedensel bir boşluk ve loşluk yoksa; oraya ‘Tanrı’ gibi ek bir fail ve neden eklemek, gereksiz ve saçmadır!”

Çünkü, Bilimsellik Felsefesi’ne göre: “Eğer birşey, Doğa Yasaları dahilinde, neden – sonuç etkileşimleri ve madde – enerji dönüşümleriyle açıklanabiliyorsa; artık o işi yapacak bir faile gerek yoktur!”

Çünkü: Bilim; evreni, “otomatik bir makina ve bilgisayar”a benzetir. Bu metafor / inança göre; evrenin, programlanmış bir bilgisayar gibi; kendi kendine, kendi iç dinamikleriyle, sistemli bir tarzda; herhangi bir fail ve yöneticiye zaruret ve ihtiyaç duymadan; bağımsız ve özerk bir şekilde çalıştığına inanır!

Bilim; evreni “otomatik bir makina ve bilgisayar”a benzettiği için de; doğadaki fizik – kimya kanunlarını, “bilgisayar komut ve programları” gibi; evren ve madde üzerinde, tesir sahibi zanneder! Bu zan üzerinden; “Doğa Kanunları”na, evrende “neden” rolü verir. Bu kanunları, “neden” olarak atamasıyla; bunların, gayr-i maddî ve zihnî birşey oldukları gerçeğini atlayarak; bu kanunları, maddeye tesir edebilecek; “maddî bir kuvvet” sahibiymiş gibi görmeye başlar!

Meselâ: “Sürtünmenin olmadığı boşlukta, 10 metre yüksekten bırakılan bir cisim; ‘Newton Yerçekimi Kanunu’ sebebiyle; hızlanarak, şu hız / zamanda yere düşer” diyerek; “Yerçekimi Kanunu”nu, taşın düşme hızını ayarlayan bir “sebep” ve taş üzerinde etken bir “kuvvet” ve “maddî bir nesne” olarak tanımlar.

Halbuki bu Bilimsel Bilgi’de; taşın, “neden” o hızda düştüğü açıklanmamış ve nedensellenmemiştir! Taş; meselâ, neden 50 veya 1000 cm./sn. değil de; 40 cm./sn.’de düşüyor ve neden; taş, belli katsayıda artan bir hızla düşüyor?!

Yukarıdaki cümlede: “Taş; Newton Yerçekimi Kanunu sebebiyle, şu hız / zamanda yere düşer” diyerek; taşın düşme hızını belirleyen “kuvvet sahibi sebep” olarak gösterilen “Newton Kanunu”; taş üzerinde etkisi olabilecek, “maddî’ ve ‘enerjisi olan” birşey değil ki; taşa etki edebilecek bir “sebep” olabilsin; taşın düşme hızını ayarlasın ve sabit tutsun!…

Elhasıl: Bilim, Tanrı’ya inanmaz; çünkü: “Madde ve Enerji + Tabiât ve Kanun + Neden ve Sonuç + Tesadüf ve Zorunluluk + Uzun Zaman ve Evrim = Herşey Mümkün” önvarsayım / aksiyom / inançlarının şekillendirdiği; bu “Kâinat Modeli”ne (kurguya) dayanan, bir varlık ve bilgi anlayışı vardır, Bilimsellik Felsefesi’nin!

Çünkü: Evrenin; “doğaüstü / dışı hiçbir mistik, metafizik gücün yardımına muhtaç olmadan, kendi iç dinamikleriyle, otomatik çalışan bir makina ve bilgisayar” gibi olduğuna / çalıştığına inanır.

Bilim, Tanrı’ya inanmaz; çünkü: “Allah’ın olmadığı (inkâr / ateizm); varsa ve olsa bile, evrendeki işleyişe karışmadığı (şirk / deizm)” şeklinde; “ateizm – deizm”den doğan, bir “evren tasavvuru” vardır!…

Sebepler, Sonuçları yapabilir mi?

Aslında tüm mesele bu: Sebepler, sonuçları yapabilir mi?!

Gözümüz birşeye baktığı, odaklandığı, dikkatini yönelttiği zaman; o baktığımız şeyin arkasındaki ve yanındaki diğer şeyleri farketmememiz, görmememiz; baktığımız şeyin dışında kalanların, gözümüzde bulanıklaşması gibi; evrendeki “madde ve hareketlerine” odaklandığımız zaman da; amacımız – soru(nu)muz dışında kalan diğer şeyleri farketmiyoruz. Daha kötüsü: Neler kaçırdığımızı da bilmiyoruz! Sadece parça’ya bakmanın, odaklanmanın bedelini; bütün’ü kaybederek ödüyoruz! Çünkü: Niyetimiz, amacımız; sadece o şeyi görmek!

Halbuki: Sorusunu sormadığımız şeyin, cevabını da göremeyiz; görsek de farketmeyiz; farketsek de önemsemeyiz. Meselâ: “Bir önceki cümlede, kaç tane ‘noktalı virgül’ (;) kullanılmış?” sorusunu sormadığımız için; iki tane “;” kullanıldığını, farketmeyiz…

Nerede kalmıştık?: “Rabbimiz’in, her ân yaratma ve yönetmesi olmadan; sebepler, sonuçları yapabilir mi? Nedenlerin, ‘sonuçları’ yapmaya, güçleri yeter mi? Buna ehliyet ve vasıfları var mı?” Bütün mesele, buna ne cevap verdiğimizde. Çünkü: Bu soruya verdiğimiz cevap; kâinata bakarken, ne gördüğümüzü ve nasıl gördüğümüzü de belirler!

Bilimsellik Felsefesi ve ürünü olan Bilim’in bu soruya verdiği cevap: “Evet!” Bilim/sellik, bu soruya “evet” dediği için zaten: “Evrendeki olayların neden – nasılını çözünce; olaya bir de ‘fail’ eklemek için, ‘nedensel bir boşluk’ kalmaz! Evrenin işleyişini açıklamak için, ‘fail’ eklemeye; mantıksal ve ampirik bir zorunluluk veya gerekçe yok!… Belki psikolojik sebeplerle veya aile – çevreden gelen şartlanmalarla; Tanrı’ya inanabilirsin, bu ayrı mesele. (Güya!) Objektif ve evrensel bilgi’yle, subjektif inancını karıştırma! Çünkü: Şahsî inancına, (güya) inançlara tarafsız ve nötr olan ‘Bilim’i alet etmen; hem yanlış ve hem de etik değil!…” diyor.

Bilimsel Bilim, bu soruya “evet” dediği için zaten: “Bilim/sellik”in tanımını ve “Bilimsellik Kriterleri”nin sınırını ve “objektiflik – tarafsızlık”ın çerçevesini, şöyle çiziyor: “Tanrı yok; en azından, evrendeki işleyişte yok; varsa ve olsa bile, bu işleyişe karışmıyor!” diyor.

“İnsanlar ilkel zamanlarda, mitolojik ve dinî devirlerde; sebebini bil(e)medikleri doğa olaylarını ‘Yer, Gök, Bereket, Fırtına… Tanrılarına’ veriyorlardı. Sonra, insan aklı ve Bilim gelişip; herşeyin sebep – sonucu çözüldükçe; Tek Tanrılı İnançlara evrildiler ama ileride Bilim’in ışığı, evrenin başlangıcını da (o da eğer varsa ve sonsuz değilse) çözüp, henüz nedenini bilemediklerimizi de aydınlattıkça; bu ‘İlk Sebep Tanrısı’na inanmak için de; mantıkî bir gerekçe ve zorunluluk kalmayacak! Evrende, O’nu gösteren hiçbir kanıt kalmayacak! Yeter ki herşeyin, neden – sonuç mekanizmasını çözelim!” diyor.

Bilim/sellik: “Evet; sebepler, sonuçları yapabilir ve yapar ve zaten yapıyor!” dediği için zaten: “Evrende fizik – kimya işlerine ve dünyadaki işlere karışmayan Tanrı’, inancınıza karşı değilim, karışmam, hattâ saygı duyarım! Sonuçta: İneğe bile tapmak, insan hakkıdır!… Ama fizik – kimya reaksiyonlarına karışan, dünyadaki işlere müdahale eden Tanrı’ inancınıza, karşıyım ve karışırım!… Öyle: ‘Depremleri, Allah yapıyor… Yağmuru, Allah yağdırıyor…’ gibi iddialarla; Bilim’den rol çalmaya kalkarsanız, karışırım! Fay hatlarını, yağmur oluşumlarını bilmeyen; olayların nedenlerini araştırmayıp, herşeyi Tanrı’ya bağlayan; Bilim’den uzak, Bilimsel Düşünceye yabanî, sizin gibi cahillerin sözleri bunlar!… Bir olayın nedenini bilmediğinizde ve açıklayamadığınızda (veya Bilim, henüz nedenini bulmadığı için); oraya hemen Tanrı inancınızı sıkıştırıp; güya böylece o olayın ‘mu’cize’ ve ‘Tanrı’nın işi’ olduğunu ispat ettiğinizi sanıyorsunuz!…” diyor.

İşte “Bilim/sellik”; hak – bâtıl, beşerî – ilâhî farketmeksizin tüm dinleri; “inanç” paydasında eşitleyip, hepsini aynı kefeye koyar! Kendini de, hiyerarşik olarak en tepeye yerleştirip; “İslâm” dahil, tüm inançlara tepeden bakar! Sonrada, müthiş bir kibir ve kendini beğenmişlikle: “Biz akla ve Bilim’e tâbiyiz… Bilgi ve Bilim’in alanı genişledikçe, inançların alanı daralır / daralıyor…” der!

Konudan gene çıktık. “Sebepler, Sonuçları yapabilir mi?” diyorduk. “Âlemlerin Rabbi” ifadesinin ne anlama geldiğini bilen ve “Tevhid”in ne demek olduğunu anlayan, bir müslüman ve mü’min için, bunun cevabı: “Elbetteki yapamaz!” olur.

Konumuz “sebepler” olunca; “Bilim/sellik’in Eksik ve Yanlışları: Mantık ve Dil Hataları” yazımızda geçen bir örneği hatırlamakta yarar var: Bilim/sellik’in: “Gezegen ve yıldızlar, ‘kütleçekimi’ sebebiyle; uzayda dengede durur ve döner” ifadesini kitaplardan okur ve: “Ne güzel, Bilim bunu da çözmüş. Olayın, neden – nasılını, bilimsel olarak açıklamış” deriz. Fakat, bu Bilimsel tasvir ve ifadedeki; “subliminâl mesaj ve yönlendirme, bilinçaltı manipülâsyon ve illüzyon; dil ve mantıksal eksik ve yanlışları” farketmeyiz!

“Eksik ve yanlış” derken; yani “kütleçekimi” dediğimiz kuvvet; adı üstünde, sadece “çeker!” Bilim/sellik’in anlattığı gibi öyle; gezegen ve yıldızların, dengeli bir tarzda hareketlerini ve uygun yörüngelerde dönmelerini ve ölçülü olan sürâtli hareketlerini sağlayamaz! Bütün bunlara, “neden ve sebep” olamaz! Çünkü: Kütleçekimi”, sadece “çeker!”

Yani: Bu çekimin; dünyamızdan kentilyonlarca büyüklükte olan koca yıldız ve galaksileri “süratle döndürmek, gezdirmek; bunları, belli denge ve ölçüde tutmak ve devamlı genişleyen evrende, bu hız – açı – eğimleri muhazafa etmek” gibi işleri yapabilecek bir özelliği yok. O; sadece çeker; üstelik, neye alet olduğunu da bilmez!…

Durumu, biraz karikatürize edersek; Bilim’in, bu konudaki davranışı şuna benzer: “Hah! Tamam! Burada, gezegenler arası bağlantıyı sağlayan bir ‘kuvvet’ bulduk. Bunun ismine ‘kütleçekimi’ diyelim. Sonra da, faile gerek kalmadan; yıldızların dönme – denge – hızlarının sebebi olarak; bu ‘çekim kuvveti’ni gösterelim! Buradaki düzen ve sistematik işleyişin en büyük nedeni, işte bu ‘çekim kuvveti’ diyelim!…”

Burada, Bilim/sellik’in: “Olayın neden – nasılını çözdük ve açıkladık” demesi; bir iddia ve inançtan öteye gitmez! Bu iddianın, ayrıca ispatı gerekiyor. Olanları, bu kuvvetle tasvir edip – kurgulamanız; olayın “açıklama”sı değil; “neden – nasıl’ının cevabı” değil çünkü.

Çünkü: Evrende, bilinen en zayıf kuvvet olan “kütleçekimi” (bir mıknatısın çekim gücünden bile çok daha zayıf! Fakat etki alanı büyük.); uzayın, sayıya sığmayan büyüklüğü ve içinde, dünyamızdan kentilyonlarca kat büyüklükte ve kentilyonlarca sayıda galaksi ve yıldızları; (nasıl olduysa!) birbirine bağlıyor! Ve gene (nasıl olduysa); o koca galaksi ve yıldızları; (öyle arabamız gibi 90 – 100 km./saat hızla da değil;) 10 000 – 100 000 – 1 000 000 km./saat hızda, hem döndürüyor ve hem de uzayda seyahât ettiriyor! Ve gene (nasıl olduysa); hem de birbirlerine çarpıştırmadan, belli yörüngelere oturtup; yani belli hız – açı – eğim – kütle – büyüklük hesaplarını dikkate alarak yapıyor, bütün bunları! Hem de bütün bu sürâtli dönmeler, seyahâtler; devamlı genişleyen bir evrende oluyor!…

Elhasıl: “Kütleçekimi” diyerek, dosyayı kapatmak olmaz! Çünkü olayın failini bulamadınız daha! Ve üstelik; “fail yok, çünkü şu sebepler yapmış / yapıyor o işi” diyerek, dosyayı kapatmaya çalışıyorsunuz! Çekimin veya göstereceğiniz başka sebeplerin; bu muazzam büyüklük ve sayıdaki işleri yapabileceklerine ve yaptıklarına ikna olmadık biz! Olayın neden – nasılı çözülmüş ve açıklanmış değil halâ! Önce: Çekimin, bütün bu işleri “yapabileceğini” ve ayrıca, “yaptığını” ispat etmeniz gerekiyor!

“Kütleler, yıldızlararası yaygın ve onlarla münasebetdar bir kuvvet bulduk. Devâsâ uzayda; kentilyonlarca galaksi ve yıldızların; ‘dönmeleri, gezmeleri, sürâtli hızları, eğimleri vs…’ Herhâlde, bütün bu işler için gereken yörünge hesapları ve diğer kritik ve hassas ayarları; herhâlde, bütün bunların sebebi, en büyük sebebi; bu kuvvet (kütleçekimi) olmalı” inancınıza katılmıyoruz biz!

Olaya başka sebep ve fizikî kuvvetleri katsanız bile; fail bulunmadan, olay çözülmüyor! Bilâkis, olaya dahil ettiğiniz “madde, sebep ve kuvvetler” arttıkça; bütün bu sebeplerin, biraraya gelip, dengeli ve ölçülü bir sistem kurmaları ve aralarında uyum ve ittifak ve eşgüdüm sağlamaları ve bunu devam ettirmeleri, daha da zorlaşacak! Üstelik; bütün bu sebeplerin, biraraya gelmeleri ve organize olmaları ve dağılmamalarının nedeni için de, başka sebepler bulmak zorunda kalacaksınız! İspatlamanız gereken, “sebep” sayısı artacak! Olaya karışanlar arttığı için, bunun ispatı daha da zorlaşacak!…

Evrende olan faâliyetleri “Doğa Kanunları”yla da açıklayamaz ve nedenselleyemezsiniz; mantıksız olur bu. Çünkü: Kanunların, birşeye “etki” etmesi ve birşeylere “sebep” olması, mümkün değil! Böyle birşeye ihtimâl vermek; “kanun”un tanım / ta’rifine aykırı! Çünkü: “Kanun”; maddî ve fiziksel birşey değil!

Meselâ, yukarıda verdiğimiz “kütleçekim” örneğimizi ele alalım. Burada: Olayın “neden – nasılı, açıklama ve çözümü” diye: “Newton, Kepler Kanunları, Einstein Çekim Teorisi vs…” demeniz de, olayı açıklamıyor, çözmüyor. Sadece “tasvir” ediyor! Sizin, “açıklama ve nedenselleme” dediğiniz; sadece “tasvir!”

Hem: “Kanun” denilen şey; fizikî bir kuvvet değil ki, kütleçekimini ve yıldızları yönlendirsin ve birşeylere zorlasın veya meyil versin! Çünkü: Doğa Kanunları dediğimiz şey, sadece zihnimizde var! Bunların; zihin haricinde, maddî ve somut bir varlık ve vücutları yok ki; “kuvvetler”i olsun! Böylelikle; birşeylere “sebep” olabileceğine ve yıldızları yönlendirebileceğine ihtimâl verebilelim!…

Yani: “Kanun” dediğimiz şey; “sonuç”tur, “neden” değil. Çünkü: “Fizik – Tabiât Kanunu” dediğimiz şey; maddî olaylardaki devamlılık ve istikrara bakarak; bu olaylara, bizim yüklediğimiz bir “zorunluluk”tur ve bizim yaptığımız “tümevarım ve genellemeler”dir ve sadece, durum “tespit ve tasvirleri”dir…

Yani: Newton yerine; Einstein’in, Kütleçekim / Göre(ce)lilik Teorisi’ni de öne sürseniz; Quantum’dan da bahsetseniz; sorular bâkî. Aynı sorular, orada da geçerli.

Yazı uzadı, burada bitirelim. Bilimsellik Felsefesi ve ürünü olan Bilim’in ve Bilimsellik Kriterleri’nin; “ateist – deist ve materyalist, natüralist ve determinist” olduğu konusuna, devam edeceğiz. Madde ve sebeplerin, “sonuç” dediğimiz şeyleri yapabilecek kabiliyet ve özellikleri olmadığı konusuna, haftaya devam edelim inşâallah.

Gelecek yazının başlığı: Madde’nin; kendinden kaynaklı, bir Tabiât ve Özelliği yoktur

Hepimiz tehlike altındayız! Üstelik, hayatımız da pamuk ipliğine bağlı!

İman edip, müslüman olmayı; Kanarya Sevenler Derneğine üye olmak gibi, bir şey zannediyoruz! Sadece İman ve İslâm’ı kabul ederek ama yapmayı taahhüd ettiğimiz, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeden; sadece üye olmakla, ötede kurtulacağımızı zannediyoruz.

Bence hepimiz, dışarıdan gözümüzü, kulağımızı çekip; içimize yönelmeli, içimizi dinlemeliyiz. Ama “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı şeyler olduğunu bilerek, yapmalıyız bunu! Yoksa, Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği üzere; puta tapan kâfir ve müşrikler de, “Allah”ı ret ve inkâr etmiyorlardı!

Yaşarken bir ateist – deist gibi yaşa! Hattâ; namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yapmamanı geçtik; bir ateist kadar bile, “ahlâk” anlayışın olmasın; sonra da “inandık=kurtulduk” de!

“Yarına çıkmaya garantimiz yok” de; sonra da, bunun aksine; yarın ve sonraki günler de yaşayacakmışsın gibi; hareket et! Geleceği “meçhul”, gelecek günler için endişe et, para biriktir; ama geleceği “kesin” ve hem de “sonsuz” ahiret için, hiçbir endişen ve yatırımın olmasın!

“Allah’ın, her ânımı gördüğüne inanıyorum” de; sonra da, bu dediğine sen de “inanmıyormuşsun” gibi veya “sanki görmüyor” gibi veya “gördüğüne ehemmiyet vermiyormuşsun” gibi davran! Neden?: Çünkü, Kanarya Sevenler Derneğine üyesin!

Halbuki, “İman ve İslâm”; sadece kimliğimizde yazan bir etiket ve isim değil; bir bakış açısı ve davranışlarımıza sinmesi ve yön vermesi gereken; bir yaşam tarzı, bir kimlik olmalı ki; “din”in, en temel anlam ve fonksiyonu da zaten bu!

Yani: “Din”, zaten bu dünya için gönderildi; dünyevî amellerimizi ve dünyadaki fiillerimizi düzenlemek için gönderildi. Ötede, bu anlamda bir din ve mükellefiyet, zaten olmayacak! Yani: Vicdan ve cami gibi mekânlarla ve namaz, oruç gibi ibadetlerle sınırlı ve kısıtlı, “part time” bir müslümanlık; dinin mantığı ve vahyin geliş amacına da aykırı!…

Neymiş: “Namaz kılmıyor, oruç tutmuyormuş ama kalbi temizmiş! Namaz kılmıyormuş ama 10 tane cami yaptırmış! Zaten falan tanıdığı namaz kılıyormuşta ne oluyormuş; yapmadığı hile yokmuş!”

Günde 5 defa ezanla, farz emir namaza çağırılıyor, gitmiyor; günde en az 5 defa emre itaâtsizlik yapıyorsun; kalbin temizmiş! Her gün ve günde 5 defa tekrarlanan emre itaât etme, üstelik bundan en küçük bir pişmanlık ve üzüntü duyma; hattâ bırak üzülmeyi, aklına bile gelmesin; sonra da “kalbim temiz” de!

Tembellik ve ihmâlle, bir hafta işe gitme meselâ veya amirinin verdiği bazı işleri yapma da; sonra “Niyetim kötü değil, kalbim temiz” de! Velev kalbin temiz bile olsa; “Habire işe gelmemenle, bunun ne alâkası var!” demez mi!?… O mantıkla; namazda abdestin bozulunca da “Niyetim temizdi, sen kalbe bak” de; abdest alma!

Hiç okumadın mı ki: “Niyetler”in, sadece “helâl ve mübahları”, ibadet ve sevaba çevirmeye etkisi var. Yoksa, “haram ve günahları”, helâl ve mübah yapmaz; “sevap” hiç yapmaz!

Neymiş “10 tane cami yaptırmış!” Rabbimiz sana: “Namaz kılmak yerine 10 tane cami yaptır, namaz yerine geçer” mi buyurdu!? Yarın ahirette; ‘neden cami yaptırmadın’ diye sorulmayacak, namaz – oruçtan sorulacak! Sorular, o üniteden çıkacak!

Sana namaz, “farz”; cami yaptırmak değil! Cami yaptırmak, eğer yaptırdığın yerde camiye ihtiyaç varsa; en fazla “sünnet”i yerine getirmiş olursun. Halbuki “namaz”, her müslümana “farz.” Farz’ın yanında, ‘sünnet’in değeri; denizin yanında, damlanın kıymeti kadardır; hattâ o kadar bile kıymeti yoktur!

Kaldı ki; “farzlara, ehemmiyet vermemek ve / veya tembellikten, yapmayanın; sünnetlerine bile sevap verilmeyeceği; bunların, boşa yorulmak olduğu”, yazar kaynaklarda! Neden? Çünkü: Vadesi gelmiş, hattâ çok gecikmiş borcu varken; parasını, başkasına hediye almak veya sadaka vermekte kulllanmak gibi bir şey bu!

Hadi, farzlara, ‘sünnet ve nafileler’ kadar bile, ehemmiyet ve değer vermiyor, anladık! Hiç değilse; farzları yapmadığı, yapamadığı için üzülse, için için pişmanlık duysa; “ha bugün ha yarın başlayacağım” dese, neyse! Bu da yok!

Tamam, “müslüman” günah işler de; ama buna, bir gramcık olsun ‘üzülmemek!’ İşte burada, istisnasız hepimiz; ‘Acaba, Kanarya Sevenler Derneğine mi üyeyiz?’ diye sormalıyız kendimize!

Ayhan Küflüoğlu

İman etmek ayrı, İnkâr etmemek ayrı

İman edip, müslüman olmayı; Kanarya Sevenler Derneği’ne üye olmak gibi, bir şey zannediyoruz! Bence hepimiz, dışarıdan gözümüzü, kulağımızı çekip; içimize yönelmeli, içimizi dinlemeliyiz. Ama “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı şeyler olduğunu bilerek, yapmalıyız bunu! Yoksa, Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği üzere; puta tapan kâfir ve müşrikler de, “Allah”ı ret ve inkâr etmiyorlardı!…

Evet; “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı. Yoksa, oranı % 3 – 5’i geçmeyen Mutlak Ateistleri saymazsak; Tanrı’yı, bir ilâhı “inkâr eden” yok zaten! Ama dinimizin bildirdiği Allah’a “iman eden” az! Zaten; “Lâ ilâhe (ilâh yok)” diyerek, bütün bu bâtıl Tanrı ve (hristiyan, yahudi, deist, putperest) Tanrı tasavvurlarını reddettikten sonra ancak, “illâllah (Allah’tan başka)” denilmesi ve dinimizin bildirdiği gerçek “Allah”a iman edilmesi mümkün! Bunun için de “Muhammedün Resulûllah”, şart!

Yani: İnsan zihin ve felsefesinin ürettiği; “herşeyi yaratan ve yöneten bir güç, bir Tanrı olmalı ve onun özellik ve sıfatları da, şöyle olmalı” deyip; zihin tarafından yontulmuş bu mevhum Tanrı’nın, varlığı – yokluğu değil problem! Peygamberler ve Kitapları vasıtasıyla, insanlarla iletişim kurmuş, doğru Allah’a inanmak ve teslim olup, iman etmek gerekiyor………………..

Yaşarken bir ateist – deist gibi yaşa! Hattâ; namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yapmamanı geçtik; bir ateist kadar bile, “ahlâk” anlayışın olmasın; sonra da “inandık=kurtulduk” de! “Yarına çıkmaya garantimiz yok” de; sonra da, bunun aksine; yarın ve sonraki günler de yaşayacakmışsın gibi; hareket et! Geleceği “meçhul”, gelecek günler için endişe et, para biriktir; ama geleceği “kesin” ve hem de “sonsuz” ahiret için, hiçbir endişen ve yatırımın olmasın!… “Allah’ın her ânımı gördüğüne inanıyorum” de; sonra da, bu dediğine sen de “inanmıyormuşsun” gibi veya “sanki görmüyor” gibi veya “gördüğüne ehemmiyet vermiyormuşsun” gibi davran! Neden?: Çünkü, Kanarya Sevenler Derneğine üyesin!……………..

Elimizde “imanölçer / imanometre” yok dedik ama “intelektüel zekâ (IQ), duygusal zekâ (EQ), sosyâl zekâ (SQ)” testleri gibi; “İman Zekâsı”nı da ölçen ve yaklaşık sonuçlar veren, bir test geliştirilebilir. Hattâ geliştirilmesini beklemeye bile lüzum yok; bunu kendimiz test edebiliriz.

Meselâ: Eğer sadece camide veya namazda veya ölüm korkusuyla yüzleştiğimiz zamanlarda, bir Rabbimiz olduğu ve bizim de O’na iman ettiğimiz aklımıza geliyor ve sadece bu korku veya üzüntü zamanlarında, O’nu hatırlıyor ve anıyorsak; bizdeki bu iman, zayıf ve kuvvetsiz demektir.

“O’nun bizi, her ân / mekânda görüp – izlediğine iman ediyoruz” deyip; sonra da hiç görmüyormuş gibi, kameralar önünde değilmişiz gibi, hayatımızı devam ettiriyorsak; ya bizde veya imanımızda bir sorun var demektir!

Böyle; O’nu “unutarak” veya “yok(muş)” gibi davranarak veya gördüğüne “ehemmiyet vermeyerek”; üstelik bu durum gayet normâl ve olağanmış gibi hayatımızı devam ettirerek; yani burada, sanki hiçbir problem yokmuş gibi, bunu hiç sorun etmeden, güle oynaya hayatımızı devam ettiriyorsak; durumumuz, düşündümüzden daha vahim demektir!

Bu “iman – amel” arasındaki mesafe, bu “söylem – eylem” arasındaki uçurumun kapatılması; bence en önemli gündem meselemiz olmalı! Çünkü: İçimizdeki bu çelişki ve çatışmalar, bu parçalanma ve bölünmüşlük; bu çarşıda “kapitalist”, camide “müslüman”; farklı şizofrenik tavırlar, hayatımız boyunca bize huzur vermeyecek!

Zaten bu oynadığımız çelişkili, zıt roller, huzur vermediğinden dolayı; çoğumuz, birinin lehine karar verip, içimizdeki kavgayı bitiriyoruz. Ve bu kavgayı bitirmede; genelde, “inancımız” lehinde değil de, “eylem / amelimiz” lehinde karar veriyoruz. Yani: İnandığımız gibi yaşamadığımız için; genelde, yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz! Ve böyle yaparak; “iman – amel, söylem – eylem” arasındaki mesafe ve zıtlığı; sözde, kapatmış ve çözmüş oluyoruz!………………..

Sonuç olarak: “İman ve İslâm”; sadece kimliğimizde yazan bir etiket ve isim değil; bakış açı ve davranışlarımıza sinmesi ve yön vermesi gereken; bir yaşam tarzı, bir kimlik olmalı ki; zaten “din”in, en temel anlam ve fonksiyonu da zaten bu.

Yani: “Din”, zaten bu dünya için gönderildi; dünyevî amellerimizi ve dünyadaki fiillerimizi düzenlemek için. Ötede, bu anlamda bir din ve mükellefiyet, zaten olmayacak! Yani: Vicdan ve cami gibi mekânlarla ve namaz, oruç gibi ibadetlerle sınırlı ve kısıtlı, “part time” bir müslümanlık; dinin mantığı ve vahyin geliş amacına da aykırı!

yazının tamamı için tıklayın

Ayhan Küflüoğlu

Her tahkik, ‘iyi’ ve her taklid de, ‘kötü’ değildir

Her insandan; mütefekkir veya felsefeci, alim veya bilimadamı olmasını beklemek veya her insanın, cesur veya cömert olmasını beklemek; o insana da zulüm olur, ‘insan’ı tanımamak olur.

Sonuçta, herkes her konuda uzman olamaz. Buna insanın, ne kapasitesi ve kapasitesi yetse bile, ne de ömrü yeter. Yani her insanın fıtratı ve buna bağlı olarak, merak ve yöneldiği; yapmaktan hoşlanıp, kendisine kolay gelen, iş ve ameller farklıdır.

İşte tüm bu sebeplerden; herkes her konu ve mesleği öğren(e)mediğinden; ihtisaslaşmaya gider ve işbölümü yaparız. Bu işbölümü mecburiyetinden; sosyâlleşerek, birarada yaşamak ve birbirimize güvenmek zorunda kalırız.

Bunun sonucu olarak; ‘doktor, mühendis, fırıncı’ gibi meslekten insanlara, muhtaç ve bağımlı yaşar ve onların ihtisaslarına güvenir ve onlardan alışveriş yaparız. Onların yaptıkları işleri sorgulamak için veya: “Duvarda asılı diplomasına güvenipte, körükörüne ben niye onların dediğini yapacağım ya! Benim akıl – fikrim yok mu!?” deyipte; gidip 5 – 6 yıl üniversite okuyup, ‘doktor, mühendis’ olmaya çalışmayız! Veya fırıncılığı öğrenip, gidip, fırın açmayız! Yani uzmanlık alanlarında; insanların, iş ve sözlerine güvenir ve tâbi oluruz.

Buradan geleceğimiz nokta: Uzmanı olmadığımız konularda, konunun uzmanı birilerini araştırıp, seçmek ve seçtikten sonra da; her sözlerine: “Acaba söyledikleri doğru mu? Yanılıyor veya yalan söylüyor olabilirler mi?” refleksiyle, parayonakça bir sorgu ve araştırmaya girmek, sağlıklı bir düşünce değil. Demek ki: Sözlerine güvenip, uyacağımız ve sorgusuz kabul edeceğimiz uzman ve âlimleri seçerken; başlangıçta ‘şüphe ve araştırma ve tahkik’, “esas”; seçtikten sonra da (eğer şüphe etmemizi gerektirecek haklı bir gerekçemiz yoksa) ‘itimat ve itaât ve taklit’, “esas” olmalı.

Demek: İttiba ettiğimiz din ve/veya mezhebin ve itimat edip, güvendiğimiz ve sözlerine uyduğumuz Peygamber ve/veya imamın; söylediği her söz ve yaptığı her davranış ve her emir ve tavsiyelerinin; hangi delil ve/veya âyet – hadise dayandığını sormamız ve öğrenmemiz gerekmiyor. Zaten hepsini öğrenmeye ve bu öğrendiklerimizin de, doğruluk ve dayandığı delilleri aramaya kalksak; bir Peygamber ve/veya mezhep imamı kadar, bilgi ve dereceye çıkmamız gerekir.

Elhasıl: “Kimseyi, körükörüne taklid edip, uymayacağım! Her sözü tahkik edip, delil ve ispat isteyeceğim!” düşüncesi, sağlıklı bir ruh hâlinden kaynaklanmama ihtimâli yüksek! Fakat burada, diğer uca savrulupta: “Herkesin dediğine, körükörüne inanacağım; sorgusuz – suâlsiz uyacağım!” demek de, doğru değil. Demek istediğim: Her konuda olduğu gibi, “taklid – tahkik” konusunda da; ifrat ve tefrite kaçmadan, herkes, kendi fıtratına özel, kendi vasat ve denge noktasını bulmalı.

Güya bir muhakkik gibi, ‘mütefekkirâne’ ve ‘taklidden, tahkike geçme’ olarak, güzel birşey yapıyorum zannedilen; bu, her söze – kişiye – davranışa, şüpheyle yaklaşma; aslında, insanlara ‘su-i zan ve güvenmeme’ gibi; negatif his ve olumsuz düşüncelerden kaynaklanabilir.

‘Nötr’ anlamında, insanları sevmeme; hattâ insanları sevmemeyi geçtik, ‘negatif’ alana geçerek, insanlardan nefret etme ve bununla bağlantılı olarak; onların, iyi his ve niyetlerinden şüphe etmekten kaynaklanabilir.

İnsanlar hakkında, devamlı olarak; ‘Yalan söylüyor veya yanılıyor olabilirler’ gibi, gerçekleşmesi çok düşük olasılıklara göre, politika belirleme; yani insanlarda, sürekli bir ‘hata ve sürçme, menfaâtçilik ve artniyet’ arama gibi; bir bataklıktan kaynaklanan, vesvese ve evhamların sürükleyip – motive ettiği; yani paranoid ve obsesif sebeplerden kaynaklanan, bir sorgulamaya; “mütefekkirâne düşünme ve tahkik” gibi güzel isimler vererek, kendimizi kandırıyor olabiliriz!…

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Yazını tamamı için tıklayın…

Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular

Çoğu zihinde dolaşan, doğru bilinen yanlışlardan birisi de şudur ki: Bilim/sellik’in; “araştırma ve bilgi” işi; İslâm’ın ise bir “önkabül ve inanç, teslimiyet” işi olduğu söylenir. Klişe bir söz olarak: “Bilim”de, araştırma ve sorgulamanın esas olduğu; fakat “din”de, sorgulama ve soru sormanın; küfür ve dinden çıkma ve inancını kaybetme olduğu, iddia edilir.

Şimdi, Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim’in, başlangıçta yola çıkarken; aksiyomatik olarak hangi inanç ve önkabülleri esas aldığını; önceki yazılarımızda incelediğimiz için, tekrar o konulara girmeyeceğiz.

Bilim/sellik’in: “İnanç ve inançsızlıklardan bağımsız ve ayrıyız, evren hakkında tarafsız ve nötr bilgiler veririz” gibi iddialar ve “seküler – lâikiz” gibi “soft ateistik” kavramlarla bizi yanılttığını; yani gözlem – ölçüm verilerini, bir ateist – materyalistin gözüyle ifade ettiğini; yani Bilim’in, “inanç/sızlıktan bağımsız ve tarafsız” olmayıp; bilakis “ateist – deist ve materyalist” inanç/sızlıklardan taraf olduğunu görmek için, bu yazılarımıza bakılabilir.

Yukarıdakine benzer, zihin dünyamızda; “klişe sözler” ve “doğru bildiğimiz yanlışlar”, o kadar çok ki! Bunun üstüne, bir de “eksik bildiğimiz doğruları” ekleyin! İnsanların, bilgilerine vukufiyetleri ne derece olduğunu bilemem; fakat, genelde İslâmî konularda ve Bilim konularında, insanlarda gördüğüm bu.

Meselâ, bir Sosyâl Deney yapar gibi; yoldan çevirin birilerini, sorular sorun veya bir konuyu beş dakika anlatmalarını isteyin. Verdikleri cevap, anlattıkları şeylerde, dehşete kapılmamak mümkün değil! “Neresi doğru ki!” misali; yanlışlarını söylemek yerine, oradan uzaklaşmayı tercih edeceksiniz veya vaktiniz bolsa, doğrusunu anlatacaksınız: “Kurban edilecek olan, İbrahim değil İsmail (Â.S.); gökten getirilen, inek değil koç; getiren, Azrail değil Cebrail (Â.S.)!… Denizi yaran, İsa değil Musa (Â.S.)!…”

Fakat, bu dediklerinizi hemen kabul edeceklerini veya sizden sonra, ‘acaba anlattıkları doğru mu?’ diye araştıracaklarını da düşünmeyin! Bu sebepten, ikinci aşama olarak, söylediğiniz şeylerin, kaynaklarını vermeniz gerekir. Bunu da başarıyla geçtiyseniz; “Bahsettiğin kitapta yazılanın, doğru olduğunu nereden biliyorsun?” itirazıyla başlayan, üçüncü aşamaya geçilir!

Bildiğim şeyi, neden tekrar öğreneyim!?

Yani, bildiklerimizden o kadar eminiz ve bu bilgilerimize o kadar sıkı tutunuyoruz ki; ciddi bir metod dahilinde değil de, rastgele; oradan – buradan öğrendiklerimizin doğruluğuna, o kadar inanıyoruz ki; bunların, doğruluk – yanlışlık ve eksikliği konusunda, herhangi bir araştırma yapıp, kitap karıştırmayı bile abes görüyoruz!

Gerçi bu bendeki de; mesnedi olmayan bir ümit, bir iyimserlik, bir hayâl! Sanki araştırıp, kitap karıştırmaya karar versek; değişen birşeyler olacak! Zaten, bildiğimiz  doğrulara kıyasla okuma yapacağımız için, doğrularımıza uymayan yerlere, ya “yanlış” diyecek veya “yanlış anlayacağız!” Tedavisi müşkil, tamiri zor bir arızadan bahsediyorum yani. Hem, kimse kendini temize çıkarmaya çalışmasın; bu arıza hepimizde var!

Yani diyeceğim şu ki: Kendimizle ilgili diğer şeylerde olduğu gibi, ‘bildiklerimiz’ konusunda da aczimizi kabul etmeli ve konunun profesörü dahi olsak, ilmimize güvenmemeli ve burada da, sadece Rabbimiz’e güvenmeliyiz. Diğer konularda aczimizi görüp, mütevazı olduğumuz gibi; “ilim” konusunda da bunu başarabilmeliyiz. Kendimizi üstün görüp; “benim bu kişiden öğreneceğim birşey yok” demek, mütevazı olmadığımıza alâmet gibi duruyor çünkü!

Konumuza dönersek: Öğrenme ve değişmeye en kapalı olduğumuz alan; işte bu, “doğru bildiğimiz yanlışlar”, doğruluğundan emin olduğumuz malûmatlar ve bir de, “eksik bildiğimiz doğrular.” Çünkü: Bu konuda, cehaletimize bile ilmimiz yokki, doğrusunu öğrenmeye çalışalım! Demekki: Yanlış bilmek, hiç bilmemekten daha kötü! Çünkü; ‘bilmeyen’in, hiç değilse, bilmediğini farketme ve öğrenmeye çalışma ihtimâli var! Bizde, bu olasılık da düşük!

Şimdi diyeceksiniz ki: “Eee bildiği, doğru bildiği şeyi, neden tekrar araştırsın ki insan!? Bunun yerine; yeni bilgiler edinerek, bilgisini arttırması, daha doğru değil mi zaten!?” Haklısınız; ama “doğru bildiğimiz şeyler”, gerçekten doğruysa ve doğru olması da yetmez; bu doğrular, eksiksiz ve tam ve içine yalan – yanlış bilgiler karışmamışsa, haklısınız.

Yani, buradan gelmek istediğim nokta şu: Arkamızdan atlı kovalıyor gibi, hergün, oradan buradan yeni birşeyler öğrenmek yerine; bazen durup, nefes almalı ve öğrendiklerimizi hazmetmeliyiz. Ve geriye bakıp, önceden öğrendiklerimizin sağlamasını yapmalıyız. Bilgilerimize yeni bilgiler eklemeye, bir süre ara verip; mevcut bilgilerimizin doğruluğunu araştırsak; doğru çıkanlarında, eksik – gedik, çatlaklarını tamir etsek diyorum yani.

Çünkü: Bugüne kadar öğrendiğimiz bölük pörçük ve birbirlerinden kopuk bu bilgiler; zihnimizde, bağımsız adalar şeklinde yüzüyor! Bunların arasındaki boşlukları kapatıp, birbirlerine bağlamak ve bütünleyip, sağlamlaştırmak ve buradan, bir şehir inşa etmek gerekiyor artık. Ama önce; yani bu “bilgi adacıklarımız”ı arttırmak ve bağlamaktan önce; bunların sağlamlık ve doğruluğunu kontrol etmekle işe başlasak, daha doğru gibime geliyor.

Açılan bir sohbette; maşâallah, her konuda bir bilgimiz, fikrimiz ve söyleyecek bir sözümüz var! Malûmatlarımızın kapladığı alan geniş. Ama ne var ki; bu genişlikle mütenasip, derinlik yok! Bilgilerimiz, hep yüzeysel. “Adacıklarımız”ın, su üstünde yüzmesinin bir sebebi de bu. Bilgilerimizi, tâ ana aksiyomlarımıza kadar inip, bağlamamışız! Veya aksiyomlarımız çürük olabilir; bu durumda, bilgilerimizi bağlayıp, temellendireceğimiz zemin, sağlam değil demektir…

Farkettiyseniz; “Bilgilerimizin, doğru olduğunu nereden biliyoruz? Bundan, nasıl emin olabiliyoruz?” Yani: “Bildiklerimizin, doğru olduklarını biliyor muyuz; yoksa, doğru olduklarına inanıyor muyuz?” sorularının, cevaplarını arıyoruz. Çünkü: Dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri, rastgele, oradan – buradan öğrendiğimiz malûmatlar; okulda, evde, bize “bilgi” etiketiyle öğretilenler; “doğru bilgi” diye zihnimize çakılan telkin ve tekrarlar… Bunların çok azı bile, eksik veya yanlış ise; sonradan öğrendiğimiz / öğreneceğimiz bilgiler de, (velev doğru bile olsa), yanlış ve çürük bir zemine temellendiriliyor / temellendirilecek demektir! Üstelik, bu toprağa önceden ekilmiş ve kökleşmiş “doğru bilinen yanlışlar”; gelen her yeni bilgiyi de bozacak, yani yanlış anlamlandırılmasına sebep olacak veya etkisini azaltacak!

Kısacası: Daha merak bile etmeyip, sorusunu bile sormadığımız; ama bize önceden ezberletilmiş “hazır cevaplarımız” ve “doğru bildiklerimiz”i gözden geçirmemiz; tedbir açısından, aklın gereği. Çünkü: Bu hayatın, tekrarı yok. Yarına, garantisi yok. Öyleyse; ne yapacaksak, şimdi yapacağız, burada yapacağız…

Bilim’in verdiği Zararlar

Farkettiniz mi, daha konuya bile giremedik! Vakit az, konu çok, siz yoğun, nasıl olacak bu iş!? O hâlde, kitabın ortasından başlamak bana caiz! Ama ben, sonundan başlayacağım! Yani işte, sonda söylenmesi gerekeni, başta söylüyorum: Yazımızın ilk paragrafında geçen; “Bilim/sellik’te, araştırma ve sorgulama; din’de, teslim ve önkabül esastır” sözü; anlamsız ve içi boş bir retorik ve demagojiden ibaret!

Meselâ; o “Bilim/sellik’te sorgulama esastır” diyenlere sorun: “Suyun kaynama derecesini, halâ sorguluyor musunuz!?” diye veya “Atomların olup – olmadığını, halâ araştırıp – sorguluyor musunuz!?” diye! Sorun: “Mikropların, hastalık yapıp yapmadığından, halâ emin değiller mi!? Bu konuda, halâ araştırma – deneyler devam ediyor mu!?” Veya: “Bilim tarihinde geçen, sayısız bilimsel hata ve yanlışa bakarak; bu kadar yanılma ve çöplüğe gitmiş, bu kadar bilimsel teori ve hipoteze bakarak; Bilimsellik Felsefesi’ni sorguluyorlar mı!?” Ve daha önemlisi: “Bu kadar teknolojik icat ve keşiflerinizin, çevreye ve canlı yaşamına ve gelecek nesillere verdiği ve vereceği zararlara bakarak; Bilim’den şüpheleniyor musunuz!? Bilim – Teknolojinizin verdiği, hem de artarak vermeye devam ettiği ve geri dönülemez sınıra yaklaşmış, bu zararlarına bakarak; Bilim’den şüpheleniyor musunuz, Bilimsellik’i sorguluyor musunuz!?”

Yani: Bir yöntem olarak “Bilim ve Bilimsellik”i sorgulayan bir bilimadamı gördünüz mü hiç!? Varsa da, çok nadir. Fakat “İslâm”ı; vahyedildiği günden beri, hem içeriden ve hem de dışarıdan eleştiren, sorgulayan gani! Bundan ayrı olarak, bir de İslâm’ın, esas ve ana aksiyomlarının; hikmet ve illet, gaye ve nedenlerini araştıranlar da, bir o kadar fazla! Aksi hâlde; “Mu’tezile, Cebriyye, Rafizî, Haricî…” bu kadar mezhep ve “kelâm, hadis, fıkıh, tasavvuf” bu kadar meşrep ve meslek, nasıl çıktı sanıyorsunuz!?

Gene, sorun o bilimadamı ve uzmanlara: “Dünyadaki tüm yaşamı yokedecek potansiyeli olan ve gelecekte de, dünyayı yörüngesinden çıkartacak potansiyeli taşıyan; sizin icadınız olan, bu kadar kimyasal ve nükleer bombalar!… Sizin bomba ve uçaklarınızla, sadece 1. ve 2. Dünya Savaşlarında ölen insan sayısının, geçmişteki savaşlarda ölenlerden çok daha fazla olması!… Ekosisteme zararlı ve biz faydalarından yararlanırken; zararlarını torunlarımızın göreceği diğer teknolojik icatlarınız!… Dünya nüfusunun, ancak yirmide birinin, ni’metlerinden faydalanabildiği bu ‘Bilim’in; halâ insanlığa faydalı olduğunu; faydasının, zararından çok olduğunu düşünüyor musunuz!?” diye…

Neymiş: “Bilim sayesinde tıp gelişmiş, insan yaşamı uzamış, hastalıklara çare bulunmuş!” Zaten, geçmişte bu kadar çeşit ve sayıda ve bu derece yaygın olmayan, çoğu arıza ve hastalığın, sebebi de sizsiniz! Sizin icadınız olan; o kadar gıda boyası, koruyucu, kimyasal, işlenmiş gıda, tarım ilâcı, hormon!… Üstüne kirlettiğiniz hava, deldiğiniz ozon, karbon salınımı, küresel ısınma, eriyen buzullar!… Sizin teknolojik icat ve buluşlarınız sayesinde; geri dönülemez sınıra gelmiş, ekolojik zarar ve atık ve çöpler!… Daha genetik çalışmalarınızın, taşıdığı potansiyel tehlikeler ve biyolojik silâhlardan, hiç bahsetmedik bile!… Televizyonu bile, sizin icadınız kumandayla açıyor, iyice obeziteye bağlıyoruz!…

Ahlâk ve değerden yoksun, kapitalist şirket ve devletlerin emrinde çalışan ve dünya nüfusunun çok küçük bir kısmına ve varlıklı kişi ve devletlere faydası olan ve fakat zararı, şimdi ve gelecekteki nesillere dokunan bu Bilim yüzünden; birgün, dünyadaki kaynaklar tükenip, dünyayı terketmek zorunda kalıpta, Mars’a yerleşmek zorunda kalırsak; “Allah razı olsun Bilim’den ki, bu teknolojik icatlarıyla, insan türünü yokolmanın eşiğinden kurtardı” deyip, Bilim’e teşekkür mü edeceğiz yani!? Çünkü: Başımıza bu dertleri açan, bunların direkt veya indirekt müsebbibi, zaten “Bilim”in kendisi! Dünyanın tükenmesine, bırakın engel olmak; bilâkis, direkt fail ve en birinci sebebi o!

Yani: “Bilim, bilimsellik” derken; sakın zihninizde, hiçbir eksik ve yanlış ve zararı olmayan; hata ve kusurdan münezzeh ve arî, “mukaddes ve kutsal” birşey canlanmasın! Sonuçta; insan çalışmasının ürünü olan, sosyolojik birşeyden bahsediyoruz. “Vahiy” değil yani!

Teknolojisi ve icatlarıyla, kısıtlı bir azınlığa faydalı olurken; bedelini tüm canlıların ödediği ve gelecek nesillere de borç yazılan birşeyden bahsediyoruz! Bugün rahat yaşayacağız ve dünyadan alınabilecek tüm hazzı alacağız diye; keyfimizin bedelini, gelecek canlı nesillerinin ödeyeceği bir araçtan bahsediyoruz! Kendini sınırlayacak, hiçbir ahlâkî değer taşımayan ve böyle bir endişesi de olmayan, bir aletten bahsediyoruz! Bazı zararlarını şimdiden gördüğümüz, dünya ve canlı yaşamını tüketen, zararlı ve riskli bir enstrümandan bahsediyoruz!

Aydınlanma mı, Karartma mı?!

Elhasıl: 1700 – 1800’lü yıllardan başlayan “Bilimsel Devrim, Reform, Rönesans, Aydınlanma” vs.’den, günümüze kadar gelirsek; “Bilim ve Teknoloji”nin, henüz detaylı bir kâr – zarar analizi ve envanter dökümü yapılmadı. Yapılsa; zararının, faydasından çok olduğu; o faydasının da, ufak bir azınlığa (zengin kişi – şirket – devletlere); zararının ise, herkese olduğu görülecek!

Bir de: Üstad Bedi’üzzaman’ın (birebir değil, mantık ve mefhum olarak) ifadesiyle; “eskiden ‘insan’, refah ve mutluluğu için birkaç şeye muhtaçken ve onları da çalışarak elde edebiliyorken; şimdi ise, ‘medeniyyet’; bu istek ve ihtiyaçları bine çıkartmış ve bunları çalışarak, emeğiyle elde edebilenler de çok az! Demek bu medeniyyet, ekseri insanı, fakirleştiriyor ve muhtaç hâle getiriyor!…”

Evet, bu çoğalan ihtiyaçları elde edebilmek için, daha anaokulundan başlayarak; at gibi, günde 10 – 15 saat koşturuyoruz! Bir çamaşır – bulaşık makinası alıp, ihtiyaç bitti derken; bu sefer de “parlatıcısı ayrı, tuzu ayrı, deterjanı ayrı, temizleyicisi ayrı”, yeni ihtiyaçlar doğuyor! Bir ihtiyacımızı karşıladık derken; o aldığımız şey, 10 ayrı ihtiyaca, dal – budak veriyor!…

Üstelik; Bilim ve Teknoloji’nin inşa ettiği bu “medeniyet”, yaşamak ve hayata tutunmak için gereken, ihtiyaç listemi arttırdığı yetmiyormuş gibi; bir de, dünyaya istek ve ilgilerimi de arttırarak; muhakkak gideceğim, sonsuz ahiret hayatını da unutturuyor!… Halbuki; tüm kazandıklarımızı kaybedeceğimiz, “ölüm” gibi ‘kötü’ bir sonla biten bu hayat hikâyemizde; şimdi, burada kazandıklarımızın, ne önemi var!?…

Neymiş: Teknoloji sayesinde; meselâ araba ve petrolün keşfiyle, insanlar, uzakları yakın ediyor, zaman kazanıyormuş! Şehirde yaşamak zorunda kalıp, araba kullananlara sorun bakalım: ‘Kendilerine ayıracakları boş vakit kalıyor mu’ diye! Halbuki, köyde yaşamını devam ettirip, arabası olmayanların, daha bol vakti var! O arabayı satın almak için, zaten 3 – 5 senelik zaman ve emeğimizi harcayıp, para biriktirmiş veya araba borcu ödemişiz! Hergün trafikte, park yeri aramakta, benzincide, tamirde vs. geçen zamanı da ekle, sonra buna! Sonra, araban var diye veya toplu taşıma var diye; uzakta seçtiğin, bulduğun iş – okul; hergün işe giderken ve / veya çocukları okula götürürken geçen zamanı da ekle…

Elhasıl: Dikkat edilirse, teknoloji (araba, cep telefonu, televizyon, bilgisayar, internet vs.) bize zaman kazandırmıyor, bilâkis zamanımızı çalıyor ve dolduruyor ve olan zamanımızı da hızlandırıyor! Her geçen gün, yeni yeni ihtiyaç ve istekler ihdas ederek; daha fazla çalışma, daha fazla koşuşturma ve zaman kaybına neden oluyor!

60 senelik ömrün, 20 senesini üniversite bitirmek için okuyoruz; bu ömrün 20 senesi de uykuda geçiyor zaten! Kalan 20 senelik ömürde de; para kazanmak için, her sabah yedide kalkıp, günde 10 – 12 saat, bir işte çalışıyor, akşam hava kararınca da eve dönüyoruz! Doğan heryeni bebek, bu çarkın içine doğuyor; daha anaokulundan başlıyor, o bebeğin, mesai ve koşuşturması!

“Televizyon sayesinde, dünyadan haberim oluyor(muş)!” Bana ne Amerika’da veya falan şehirde olan, bir trafik kazası veya cinayet haberinden!?  Falan kişi şunu dolandırmış, filân kişi şu hırsızlığı yapmış, ötekisi suya kapılıp, boğulmuş!… Bunları bilmemin, benim işime veya vizyonuma ne katkısı var!? Karda yolları kapanan köyleri, falan yerde yanan ormanları öğrenince; oradakilere yardıma mı gideceğim!?… Hadi ahirete faydasını geçtik, dünyama bile faydası yok bu haberlerin! Küllün mâlâyanî! Yani: Doğru olması yetmez; faydalı da olmalı, verilen bilgi ve haberler.

Üstelik; verdikleri doğru haberlerin bile çoğu, eksik ve yanıltıcı veya manipülâtif! Meselâ: “Kadına şiddet” başlığı altında verilen; “cinsiyet ayrımcı” ve “manipülâtif” haberler, buna iyi bir örnek. Halbuki, ‘kadına şiddet uygulayan erkeğe’ zum yapan kameranın açısını genişletsek; haberin doğru başlığı, ‘erkeğe şiddet’ olarak değişecek! Çünkü: Erkek tarafından dövülen – öldürülen 1 kadın varsa; erkek tarafından öldürülen 10, belki 100 erkek var! Yani olaya cinsiyet ayrımcı bakmayalım; çünkü kadınlardan daha çok; erkekler, erkekler’den şiddet ve baskı görüyor! Yani, asıl ve büyük ve öncelikli problemimiz; “kadına şiddet” değil, “erkeğe şiddet” veya “erkeklerin birbirlerine şiddeti!”

Ayrıca: “Erkeğin, kadına” fiziksel şiddetinden, çok daha yaygın olan; “kadının kadına” ve “kadının erkeğe” uyguladığı; ve genelde gizli ve sinsi olan, “psikolojik şiddet ve mahrum bırakma ve baskı”dan da bahsetmek gerekiyor ki, haber bütünlensin ama asıl konumuz bu değil. Bu kadar yaygın olduğu hâlde, medyaya ve sokağa yansımayan bu konuyu; yazar Sema Maraşlı hanımefendi, kitap ve yazılarında, iyi teşhis edip; problemi ve çözüm yollarını gösteriyor. Oradan okumanızı tavsiye ederim.

Görüntü’nün İktidarı: Kurgu’nun, Gerçeğe Galebesi!

Biraz da filmlere dokunalım: Televizyonda izlediğim, dolandırıcılık – cinayet filmleriyle; ‘nasıl daha iyi banka soyulur, yakalanmadan cinayet nasıl işlenir’, bunları mı öğrenmeliyim ben!?

Veya: Filmlerde “kahraman”ın; falan iyi niyetler ve amaçlarla, yalan söylemesinin mazur gösterilip; ikiyüzlü ve hilekâr davranmasını, meşru mu görmeliyim!? Sanki sebeplerin sürüklediği, iradesiz bir robotmuş gibi, sanki hiç seçim şansı yokmuş gibi gösterilen; bu kurgu ve altfon eşliğinde sunulan “kahraman”ın; cezayı kendi kesip, birilerini öldürmesi ve intikam almasını, doğru mu görmeliyim ben!? İzlediğim filmde “iyi” diye lânse edilen o; devlet – kanun tanımayan, günah – sevap endişesi taşımayan “kötü” karakterden taraf olup, ona mı hak vermeliyim!? Kurgudaki bu dayatmaya, boyun eğmek zorunda mıyım ben!? İmajinatif bile olsa, bir süreliğine bile olsa; müslümanlığımı ve değerlerimi, askıya almak değil mi bu!?

Algı ve paradigmalarıma tamamen zıt ve yabancı yerlerde üretilen ve ben kendimi koruyabilsem bile, bir yerlerden çocuklarımın maruz kaldığı; çocuklarım değilse bile, ona okulda ders veren öğretmenin, cazibe ve sihrine kapıldığı bu film ve diziler, hangi dünya görüşünün eseri!?

Haram ve günahın; allanıp pullanıp, güzel ve cazibeli bir şekilde ambalajlandığı ve sunulduğu bu filmler ve taşıdıkları subliminâl mesaj ve ateist – deist dünya görüşleri, hiç kimseyi ürkütmüyor mu gerçekten!? Zihin ve ruh dünyamızın, formatlanıp – yeniden programlanması neticesi; mâneviyatımızda açılan yara ve kangren ve buralardan akan kanları, kimse görmüyor mu gerçekten!?…

Beynimizin, “gördüğü temsilin, gerçek olduğunu vehmedip, inanan” en ‘ilkel’ (daha doğrusu, hayvanî) kısımlarına hitap eden; bu sahte ve yapay görüntüler sayesinde; kitap okumak ve düşünmek, kitaplardaki tasvirleri hayâlde kurgulamak bile, yorucu ve meşakkatli geliyor, günümüz insanına!…

Bir de modernizmin, dokunulamaz ve eleştirilemez kutsallarından “sanat” var, bunun altkümesi “müzik” var, bunun alt türü “arabesk müzik” var! Şimdi; derdim yetmiyormuş gibi, bir de dinlediğim bu müziklerle, sahte ve hayalî dertler edinip, niye kurgusal üzüntüler yaşatayım kendime!? Veya, olan dertlerimin bana yaşattığı sıkıntıyı, bu müzikleri dinleyerek, niye ikiye katlayayım! Mazoşist miyim ben! İlle de üzülmek, ağlamak istiyorsam; niye sanal üzüntüler icad edeyim kendime! Üstelik; sanal olmayan, gerçek dertlerim varken!

Meselâ; birgün elden  ayaktan düşüp, yaşlanacağım ve hastalanacağım; benim ve sevdiklerimin birgün öleceği ve onlardan ayrı kalacağım gerçeği, az mı hüzünlendirici benim için!? Sonra; ahirette hesap problemi var; sonsuz hayatın, burada yaptıklarımızla şekillendiği gerçeği var!… Asıl olan bu dertlerimi unutunca veya erteleyince, çözülmüş mü oluyor bunlar ki; üzülmek için, yeni hayalî dertler ve acılar edineyim!

Şarkılardaki hayalî ve kurgusal hikâyelerle, duygularımın fabrika ayarlarıyla oynayarak, dışarıdan uyuşturucu almak gibi; sahte ve geçici hüzün ve mutluluklar yaşayacağım diye; niye, asıl kaygılarımı unutup – erteleyeyim veya varolanları arttırayım!? Kendime, geçici bir gaflet ve uyuşukluk; bir nevi trans hâli yaşatayım!?…

Gene ana konudan saptık! Yukarıda, diyorduk ki: “Bilim/sellik’te sorgu ve şüphe esastır” diyenlere sorun: “Suyun kaynama derecesini, halâ sorguluyorlar mı!? Veya: “Atomların olup – olmadığı veya mikropların, hastalık yapıp yapmadığından, halâ emin olamadılar mı!? Bu konuda, halâ araştırma – deneyler devam ediyor mu!? Bu, daha ne kadar zaman devam edecek!?”…

Hasılı, buradan geleceğim nokta: Bilim’de olduğu gibi; dinimizde de, sorgulamadığımız bazı ana aksiyom ve prensiplerimiz var. Çünkü: Zaten başta, İslâm’a müşteri olup, onu tercih ederken, bu soru – sorgulamaları önceden yapmışız ki, müslümanlığı seçmişiz, müslüman olmuşuz veya anne – babamızdan miras aldığımız bu dini terketmeyip, devam etmişiz!

Şimdi, Dünya’nın yuvarlaklığına gördüğümüz delillerle ikna olmuşsak, her seferinde başa dönüp; “Acaba bu dünya gerçekten yuvarlak mı, bu önceden gördüğümüz delil – ispatlar yanlış veya yanıltıcı olabilir mi!?” diye; her seferinde başa mı saracağız!? Her seferinde; “Acaba İslâm hak mı(ydı)!?” diye, başa mı döneceğiz!?

Yukarıda; “dinimizde, sorgulamadığımız bazı ana aksiyom ve prensiplerimiz var” demiştik ya. Ama dikkat edin lütfen: “Sorgulamadığımız” var; “soru sormadığımız” değil; “neden – nasılını, aklî temel ve hikmetini, illet ve gayesini tefekkür edip, aramadığımız” değil!

Gerçi siz, İslâm’a “iman eden” bir mü’minle; ne bileyim; meselâ ineğe, puta tapan bir “inanç” sahibini; “inanç” paydasında birleştirip – eşitleme gibi; yanlış denklemler kuruyor, yanlış matematik işlemler yapıyorsunuz! Buradan çıkan yanlış sonuçlarla; “inanç” ortak payda / çarpanından, (güya farkettirmeden) dinimize de laf atıyorsunuz ya! İşte biz, bu hinliğinizi farkediyor; oyunu görüp; sizi, net olmaya, içi – dışı bir olmaya davet ediyoruz! “Ne demek istediğinizi” çözmeye çalışmaktan artık yorulduk diyorum yani! Ne demek istiyorsanız, direkt söyleyin! Size hüsn-ü zan edeceğiz diye, sözlerinizden doğru ayıklayacağız diye, binler te’vil yapmaktan artık yorulduk!…

Konu uzun, yer kısa, haftaya inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 29.Kasım.2019