Etiket arşivi: Ayten Yadigar

Küçük Hikayelerimiz

Hayatın hızla aktığından bahsediyoruz hep günümüz dünyasını anlama çabası gösterirken. Hayatla birlikte insanın da hızla akıp gittiğinin farkında mıyız? Gittikçe acımasızlaşan bir dünyada üşüyen kalplerini ısıtamadığımız için ellerimizden kayıp gidenler… İnsanoğlunun bencil hırslarına yenik düşerek dengesini alt üst ettiği çevrenin felâketler halinde alıp götürdükleri… Sırf siyasi güç ve ekonomik çıkar nedeniyle sürdürülen vicdan yoksunu savaşların hayattan kopardıkları. Bu gidişat nereye?

İnsanların hayatlarını etkileyen büyük toplumsal süreçlerden geçiyoruz. Gün gelip yaşadığımız dönem bir tarih olarak birileri tarafından ele alındığında tek tek insan hikâyeleri ile ilgilenen olacak mıdır dersiniz? Aslında biz de bugünden geçmişe baktığımızda aynı şeyi yapıyoruz çoğu kez. Dünya tarihine yön veren hareketleri, devrimleri, savaşları, göçleri hep blok halinde ele alıyoruz. Oysa bunların içinde nice insan hayatı saklı. Devir ve dekor değişse de insan işte. Her biri anne baba evladı. Hayalleri, beklentileri, düş kırıklıkları olan.

Bizim kitabi bilgi olarak okuduklarımızı iliklerine kadar yaşayan. Olup bitenler nedeniyle hayatı belki de alt üst olan. Direnen. Tutunmaya çalışan. Ve sonunda dünya misafirhanesinden çekilip giden. Birkaç nesil sonrasında adının artık anılmaz olacağının, onca hayat koşturması içinde neler yaşadığının, neler hissettiğinin, neler çektiğinin kimseyi ilgilendirmeyeceğini bile bile bu koşturma ne için diye sormaya fırsat bırakmıyor hızla akan hayat. Bu gidişat nereye?

Hayat, erkeğiyle kadınıyla hepimizi etkiliyor şüphesiz. Ancak en çok da çocukların içinden geçtiğimiz toplumsal süreçlerde yaşadıkları üzerinde düşünmeli. Çünkü onlar gün be gün büyümekte, hayatı tanıma ve anlamanın yanı sıra kendileri olma ve geleceğe uzanma gibi aşamalardan geçmektedirler. Üstelik bunu, kuralları büyükler tarafından belirlenmiş ve öylece işlemekte olan bir hayatın içinde yapmak durumundalar. İster çevre felâketleri deyin, ister dünya güç dengelerinin yeniden kurulmasının sancıları deyin ister manevi erozyonun yol açtığı insanlık dramları deyin bugün yüzleşmek zorunda kaldığımız pek çok sorunun ortaya çıkmasında bugünün çocuklarının hiçbir dahli olmadığını biliyoruz. Ancak faturayı hep birlikte ödüyoruz. En çok canı yanan ve örselenen de büyüklerin elleriyle zehir olan hayatın getirdiklerini çok küçük yaşta tecrübe etmek zorunda kalan masum çocuklar olsa gerek. Bunun tarihten de bugünden de örneklerini görmek mümkün.

Dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olan ve büyük ekonomik sosyal dönüşümlere yol açan Endüstri Devrimi’ne çocukların dünyasından bakıldığında farklı bir resim çıkıyor ortaya mesela. Devrimle birlikte çocuk işçilerin sayısında müthiş bir artış yaşanmıştı. Zaten 17. yüzyıldan itibaren ailelerine destek olmak amacıyla çalışmaları söz konusuydu. Pamuk tarlalarında, küçük bedenleriyle rahatça sığabildikleri için özellikle tercih edildikleri madenlerde, tekstil fabrikalarında oldukça “ekonomik” emekçiler olarak istihdam ediliyorlardı. 1/10 oranında daha az maaş alarak 16 saate varan çalışma hayatı sürdüren ve okula gidemeyen o çocukların yaşantıları tarihin içinde akıp gitti. Ama Endüstri Devrimi sebep ve sonuçlarıyla hala konuşuluyor, açtığı yeni çığırla başlayan değişim rüzgârlarının etkisi bugüne kadar uzanıyor.

Bugünden  bir başka fotoğraf karesi taşların bir türlü yerine oturmadığı soğuk savaş sonrası dönemde savaş alanına dönen Ortadoğu’da o coğrafyanın çocuğu olmanın ne demek olduğunu çok acı bir şekilde anlatıyor bize. Evet yine önemli süreçlerden geçiyoruz. Dünya dengeleri yeniden kuruluyor. Güçlünün hep haklı olmak istediği ve bunu kabul ettirmek için elinden geleni ardına koymadığı acımasız bir dönem bu. En çok da masum çocuklar için izahı olmayan, travmatik ve bir o kadar anlamsız bir hayat tecrübesi. Tecrübe dediğiniz şey zamanla edinilen bir şey. Suriye’deki iç savaştan ailesiyle kaçan, ancak umut yolculuğunun bir sonraki durağı Yunanistan’a ulaşamadan Bodrum’da botlarının batması sonucu dünyaya veda eden üç yaşındaki Aylan bebeğin hayat tecrübesi edinmeye fırsatı mı oldu sanki? Onun kıyıya vuran cansız bedeni üzerine çok konuşuldu, “insanlık kıyıya vurdu” manşetleri atıldı eyvallah. Ancak nice Aylan’ların akıp gittiği ve sadece istatistikler içinde zikredilerek haberlere konu olan ölümlere yol açan savaş devam ediyor ve büyüklerin ciddi olarak buna bir son verme niyetleri yok gibi görünüyor. 

Bir de geleceğe dönük bir projeksiyon yapalım. “Değişmeyen tek şey değişimdir.” Nitekim elektronik ve bilişim teknolojilerindeki gelişmeler de hayatlarımızı etkilemeye devam ediyor. Şimdilerde Dördüncü Endüstri Devrimi’nden bahsediliyor. Yine büyük hikayeler, önemli süreçler söz konusu olan. Gelecek on yılın sanayisini şekillendireceği öngörülen, dolayısıyla insan teklerinin hayatlarını yakından ilgilendirecek olan bu yeni dönem nice küçük hikâyeleri peşine takıp sürükleyecek kim bilir?

Yeni döneme “Akıllı Fabrika Dönemi” veya “Akıllı Üretim Dönemi” de deniyor. Buna göre daha önce tek tek makineleri yöneten bilgisayarlar, bundan sonra fabrikaları yönetecek. Dördüncü Sanayi Devrimi’nde, makinelerin makinelerle konuşması ve kendi kendilerini yönetir hale gelmesi mümkün olacak, insanın üretime katkısı azalacak. Üretimde insana ihtiyaç nerede ise yok olacak. Bunun sonucu verimlilik ve üretim artarken, işsizlik sorunu önem kazanacak. Beş yıl içinde beş milyon kişinin işsiz kalması öngörülüyor mesela. Bugün büyük umut ve beklentilerle eğitim hayatlarına yatırım yapılıp geleceğe hazırlanan çocuklarımızı nasıl bir geleceğin beklediğini bilemiyoruz işte.

 Hasıl-ı kelam bizler dünya misafirhanesinde bir süre konaklayıp göçecek olan misafirler hükmündeyiz. Yaşadığımız dönem içinde olan bitenler bizi etkiliyor, biz gidişata cüz-i irademiz ölçüsünde etki ederek geri dönülmez bir biçimde hep ileriye doğru sevk ediliyoruz. Çocuklar hem aileleri hem de içine doğdukları toplumlar için gelecek demek, umut demek. Bizden sonraya kalacak, insanlık mirasına sahip çıkacak ve kendi katkıları ile onu geliştirip zenginleştirecek, sonrasında da devraldıkları bu mirası kendilerinden sonraki nesillere devredecekler. Biz insanoğluna düşen, sorumluluk ve emanet bilinciyle hayatı anlamlı bir şekilde yaşamak. İnsanın, özellikle de çocukların kıymetini bilmek. Bunu şimdi burada yaşarken yapacağız. Büyük hikayelerin, bizim küçük insan hikayelerimizi kendi rüzgârlarının önüne katıp anlamsız bir şekilde akıp gitmesine fırsat vermeden.

Ayten Yadigâr – Zafer Derisi

Başarmak Ama Neyi?

Kelime ve kavramların anlam dünyamızdaki karşılıkları insana dair önemli ipuçları taşır. Kendimizi ifade ederken, şahit olduğumuz olayların bizdeki izdüşümlerinden bahsederken veya hayata dair meselelere yaklaşımımızı paylaşırken hep kelimelere başvururuz. Aynı kelimelerle konuşuruz belki ama o kelimelere yüklediğimiz anlam farklı olabilir. Bu da dünya üzerinde var olan milyarlarca insan benzerimiz içinden kelimelerimizle sıyrılma ve bizi biz kılan anlam dünyamızın farkını böylece ortaya koymuş olmanın bir yoludur aslında.
Hayatın hızla ve sürekli değişerek aktığı günümüzde, farklılıklara vurgu yapılıyor gibi bir görüntü hâkim. Oysa küreselleşmenin ve sanal iletişim ağlarının yaygın kullanımı neticesinde duygu ve düşüncelerin kolayca manipüle edildiği bir dönemden geçmekteyiz.

Mesela hayata öncelikle başarı, kariyer, mutluluk, zenginlik, güzellik pencerelerinden bak(tır)ılmakta, tüm çabalar bunların gerçekleştirilmesi yönünde sarf edilmekte… 
Herkesin aynı şeylere daha fazlasıyla sahip olmak için mücadele ettiği bir hayatı düşünelim. 
Sürekli rekabet ve kazanma hırsıyla hareket eden insan kalabalıklarının yaşadığı bir dünyada kardeşlik ve dayanışma gibi insani değerlerin gün be gün eriyip gitmesi kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bugün hepimizin gözü önünde vuku bulan pek çok insanlık dramı böyle bir zihniyetin yansımaları değil midir?
Kendi medeniyet dünyamızın önce bize, bizler vasıtasıyla da insanlığa kazandırmayı amaçladığı hayata ve insana dair farklı bir okuma imkânı var halbuki.
Bize düşen böyle bir okuma çabası ile günümüzde geçer akçe kabul edilen kelime veya kavramlar üzerine yeniden düşünmek ve “eskimeyen yeni” diyebileceğimiz kadim değerlerin hayat bulmasına katkıda bulunmak olmalıdır.
Hayatı anlamlı kıldığı düşünülen ve çocuk yetişkin demeden herkese hedef olarak gösterilen başarı kavramı, özellikle de bu kavram üzerinden şekillenen ebeveyn-çocuk ilişkisini ele alalım mesela. Ancak bakış açımızı hayatı bir bütün olarak kucaklayan ve bize öteleri her daim hesaba katma hassasiyeti ile hareket eden fertler olma terbiyesi veren kadim medeniyetimiz şekillendirmiş olsun. Bu aynı zamanda modern dünyanın insanı anlamaktan uzak sığ anlayışlarının düşünce dünyamıza vurduğu prangalarından kurtuluşu getirecektir.
Bir çocuğumuzun dünyaya geleceğini öğrendiğimiz an ne kadar özel ve değerlidir değil mi? 
Yüzünü görmediğimiz, hiçbir özelliğinden haberdar olmadığımız halde sırf varlıkları ile hayatımıza ne de güzel bir tat ve heyecan kattıklarını hatırlamayanımız yoktur herhalde. Bundan sonra bizim için yeni bir dönem başlamıştır ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Onların hayırla ve sağlıkla dünyaya gelmeleri için dualar eder, bunun için gerekenleri yapma hususunda azami özen gösteririz. Yavrularımız içimizde halden hale çevrilerek büyürler. Biz de onların sevgisini büyütürüz yüreğimizde.
Vakit erdiğinde kucağa alınan bir bebeğin saf ve tertemiz varlığı ailesine tarifsiz bir sevinç yaşatır. Onlar ötelerden bir hediye. Yaradan’ın insanoğluna güveninin bir ifadesi, en değerli emaneti. Şu gel geç dünyamıza Cennet kokuları taşıyan masum yavrular. Bu nedenle çocukların varlığı bizatihi güzel ve kıymetli. Onlar yarınlarımız. Onlar umutlarımız. İyi yetişmeleri ve yarınlara iyi hazırlanmalarını istememiz bu yüzden. Bu yüzden onlar için hayal kurmalarımız ve gerçekleşmesi için çaba sarf etmelerimiz…
Geleceğe hazırlanma söz konusu olduğunda karşımıza sınavlar çıkıyor ister istemez. Çocuklarımızın başarı ölçeği olarak kabul edilen ve hayatlarına yön veren sınavlar…
Daha sene başında ailelerin gündemine oturan bu sınavlar çocuklarımızın eğitim öğretim hayatları boyunca peşlerini bırakmayacak olan sınavlardan birer sınavdır aslında.
Çocukları için her şeyin daha iyi olmasını isteyen ailelerin bu konudaki hassasiyetlerini anlamak bir dereceye kadar mümkün. Sınav stresini yıl boyunca hep birlikte yaşıyor belki de pek çok aile…
Nasıl yaşanırsa yaşansın bu süreç bir şekilde geçip gidecek halbuki. Yeni sorumluluk ve sorunlarla yüklü süreçlere yerini bırakarak… Peki tüm bunların halledilmesi ile işimiz bitecek mi sanki? Tabi ki hayır. Çünkü hayat sürekli akmaya devam edecek yeni sorularla, yeni imtihanlarla.
İşte bu nedenle uzun soluklu hayat yürüyüşünde asıl başarı, karşımıza çıkabilecek her türlü zorluk ve engellere, zaman zaman yaşanabilecek başarısızlıklara rağmen yürüme azim ve gayreti taşıyabilmektir herhalde.
Çocukların bunu öğrenmesinin yolu da aile desteği ve örnekliğinden geçiyor. Çocuklarımızın en çok ontolojik/varoluşsal değerlilik duygusunu hissetmeye ihtiyaçları var. Toplumun dayattığı başarı veya başka değer şartına bağlanmadan aileleri tarafından sevildiklerini, anlaşıldıklarını ve onlarla güvende olduklarını hissetmeye.
Ebeveynler olarak zaman zaman hafızalarımızı yoklamamız gerekiyor. Neyin asıl ve önemli olduğunu hatırlamak için. Malum “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.”
Onların bir zamanlar tek başına varlıklarıyla hayatımıza tat kattıklarını unutuyoruz mesela. Yine en ufak ateşlenmelerinde uykusuz geçirdiğimiz gecelerde onların hangi okula gideceği hangi mesleği seçeceği soruları değil, sağlıkla ve hayırlısıyla büyüdüğü günleri görmekti öncelikli meselemiz. İlerde kaç yabancı dil öğreneceği veya yabancı dil sınavında kaç yanlış cevabı olduğunun önemi var mıydı, dilinden ilk kez “anne” veya “baba” sözcükleri döküldüğünde duyduğumuz sevincin yanında?
Yine sormak lazım. Ebeveyn-çocuk iletişiminin koptuğu ya da birbirlerini anlayışsızlıkla itham ettikleri bir ortamda birkaç dil biliyor olmak ne anlam ifade eder ki? 
Matematik sorularını eksiksiz çözmesiyle övündüğümüz çocuğumuzun hâlihazırda ve yetişkinlik döneminde hayatın önüne koyduğu problemleri çözme noktasında gerekli iç donanımı edinip edinmediğini de dert ediniyor muyuz acaba? Sorular uzar gider.
Hâsılı kelam yüksek notlar üzerinden yapılmış bir başarı tanımı olabilir. Ancak kendi medeniyet perspektifimizden hareketle hayatın her alanına dair sözümüz olduğunun farkındaysak “şimdi yeni şeyler söylemek lazım”: Ebeveynler çocuklarının akademik başarıları kadar iç dünyalarının dengeli bir şekilde inşasını da dert edinmeli. İki yönlü bu çabanın gösterilmesinde ve sonuç alınmasında ailenin desteği çok önemli. Öyleyse her iki alana da yatırım yapılmalı.
Şunu hep hatırda tutalım. Sevgi, bilgi, sabır ve anlayışla harmanlanan bir okul ve aile atmosferinde yetişen çocuklar, gerek okul sınavlarında gerekse başlı başına bir sınav alanı olan hayatın içinde gösterdikleri her başarı hem ebeveynleri hem de öğretmenleri için büyük bir mutluluk ve övünç kaynağı olacaktır.
Ayten Yadigâr
Zafer Dergisi

Aile: Şimdilik mi, Sonsuza Kadar mı?

Modernizm Batı’nın yaşadığı tarihsel ve sosyolojik tecrübe neticesinde ortaya koyduğu kavram ve kurumlar üzerinde yükselen bir hayat tarzıdır. Buna rağmen bu husus göz ardı edilerek modern hayat anlayışının evrensel ve medeni olmanın göstergesi olduğuna dair bir ön kabul oluşmuştur. Böyle bir ön kabul ve Batılı olmak adına gösterilen çabalar da zaman içinde farklı medeniyet mensuplarının zihinsel dönüşümü ile sonuçlanmıştır. Hayatın tümüne ibadet nazarıyla bakması ve her şeyi bu temel üzerinde anlamlandırması gereken biz çağ Müslümanlarının da bu etkilenmenin dışında kaldığı pek söylenemez. Toplumsal kurumlara yüklediğimiz anlamlar açısından olaya yaklaşıldığında bu sürecin bizleri ne kadar etkilediği ve yönlendirici hâle geldiği daha iyi anlaşılabilir. Toplumun temeli olan aile ve bu kurumla birlikte gündemimize giren evlilik, eş ve çocuğa dair algılarımızın bakış açımıza göre nasıl farklılık arz ettiğini bu yazıda ele almaya çalışacağız.

evlilik mutlulukEvlilik

Evlilik iki ayrı dünyanın kaynaşması ve buluşmasına vesile olan bir beraberliktir. Yeni bir yuvanın kurulması niyetiyle bir genç kızın ailesinden “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli” ile istenmesi daha en başta kutsal olanla bağ kurmak, hatta kutsal olanı referans edinilerek böyle bir talepte bulunmak demektir. Böyle bir anlayış aynı zamanda kurulacak yuvada en üst otorite olarak Yaradan’ı kabul etmenin, her halükarda O’nun rızasını gözetme niyetinin ve birbirine karşı sorumluluk hissiyle dopdolu olmanın bir ifadesidir. Bu sürecin hayırlısı ile sonuçlanması için taraflar birbirlerine karşı kolaylaştırıcı olmayı tercih ederler. Sonuçta evlilik eşlerin ibadeti hükmündedir.

Modern algıda ise esas olan birey ve bireyin istekleridir. “Aşkın” olanla bağını koparan veya zayıflatan modern insanın en büyük sorunu güven problemidir. Hayatı madde yönüyle ele alıp bu alanda yapabildikleriyle kendine güvenlik alanı oluşturmaya çalışan birey için evlilik de aşkın boyutundan soyutlanır ve maddi ihtiyaçların giderilmesine yönelik bir birliktelik halini alır. Evlilik öncesi sözleşme hazırlanması gibi bir hususun gündeme gelmesi daha en başta konuya ne kadar sığ yaklaşıldığının bir göstergesidir.

Her nasılsa duygular galip gelip maddi noktalarda da anlaşma sağlandığında evlenmenin daha çok şekle bakan ve prosedür yönünün ağır bastığı süreçler gündeme gelir. Mesela genç kızların duygusallığı göz önüne alınarak romantik bir müzik eşliğinde belki de delikanlının hanım kızın önünde diz çökerek “Benimle evlenir misin?” sözleriyle yapılan teklif hayalleri süsler. Bu sahnenin illa ki tek taş pırlanta yüzükle tamamlanması da olayın “tamamen duygusal” yönü olarak algılanır!

Yine evliliğin anlam ve önemiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan pek çok husus “olmazsa olmazlar” olarak ortaya konur ve taraflar arasında soğuk savaşlar yaşanır. Sonuçta evlilik kimin kime hakim olacağının hedeflendiği bir kör dövüş haline gelir. Bu kadar uğraş ve prosedürden sonra “Beni hayal kırıklığına uğrattın” diyerek yollarını ayıran gençlere günümüzde sıkça şahit olmaktayız ne yazık ki. Ne onca para ödenerek alınan ziynet ve eşyalar ne de geçmişte yaşanan güzellikler onları bir arada tutmaya yetmiyor. Aile olmak, hayatı paylaşmak bunların çok ötesinde ve daha derin bir anlam taşıyor çünkü.

Eşler

Hayatın bir ibadet şuuruyla yaşanması gerektiğinden hareketle bir araya gelenler bilirler ki, yıllarca yaşadıkları aile ortamından çıkıp yeni bir yuva kurmaları sıradan basit bir olay değil, Alemlerin Rabbi Allah’ın (cc) bir ayetinin tecellisidir. Çünkü Kur’an’da “Sizi bir erkek ve dişiden yaratması ve aranızda sevgi var etmesi O’nun ayetlerindendir” buyurulur. Böyle ilahi kaynaklı bir sevgi üzerine temellendirilen aile yuvası çok uzun soluklu ve hayır üretmeye yönelik bir birliktelik olacaktır kuşkusuz. Çünkü eşler ebediyete uzanan bir yolda yol arkadaşı olmaya niyetlenmiş ve azmetmiş insanlardır. Yine onlar birbirinden öğrenmeye, birlikte öğrenmeye her an hazırdırlar. Çünkü hayat okulunun evlilik şubesinde sevgi, saygı, paylaşma, dayanışma, sabır, sadakat, huzur, güven, bağışlama, hoşgörü, özür dileme, gönüllü vazgeçme gibi derslerin son nefese kadar talebeleri olduklarını unutmazlar. Birbirlerinden razı olmalarının Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacağı umudunu taşırlar içlerinde. Aradan yıllar geçtiğinde birlikte olgunlaşmanın ve dost olmanın güzelliğini yaşarlar. Böyle geçirilen bir ömür her iki eş için de daha dünyada iken cenneti soluklamak anlamına gelir.

Hayatı paylaşma ve dayanışmadan ziyade rekabet ve mücadele ile anlamlandıran modern algının bu yaklaşımı evlilik kurumuna da yansımıştır. Özellikle kadının ezilmemesi için ekonomik bağımsızlığını kazanmış olmasına yapılan vurgu bundan kaynaklanmaktadır. Kendi ayakları üzerinde duran bireylerin kimseye katlanmaya, hiçbir zorluğu göğüslemeye tahammülü yoktur. “Şimdi ve burada” olanı önceleyen modernizm için ötelere dair bir hesap yoktur ki, hayatın zorluklarını aşmak yolunda eşlere birbirine destek olma ve birlikte başarmanın mutluluğunu yaşama tavsiyesinde bulunabilsin. O nedenle en küçük sebeplerle bile mukaddes aile yuvasının dağılması gündeme getirilebiliyor. Günümüzde ekonomik zorlukların da katladığı geçimsizlikler nedeniyle yuvaların dağıtılmasının yaraya merhem olmadığı aksine çok daha başka problemlere zemin teşkil ettiği gerçeği üzerinde durup düşünülmesi gereken bir meseledir.

Çocuk

Allah’a ibadet niyetiyle bir araya gelen ve O’nun rızasını gözetenlere sunulan büyük bir nimet… Külfeti de beraberinde getiren en güzel lütuf… Âlemlerin Rabbi’nden bir emanet yüklenmiş olmak düşüncesiyle ebeveyni iliklerine kadar titreten küçük insan… Yaradan, yeryüzünde sorumluluk sahibi olarak bulunduğunu unutmaya meyyal insanoğlunu, kendilerine karşı çok büyük sorumluluk hissi duyacağı evlatlar vermek suretiyle ne güzel terbiye etmekte. Çocukların hem dünya süsü hem de bir imtihan olduğu bilinci anne babaya bir istikamet verecektir şüphesiz. Çocuk konusuna da “Aşkın” olanla bağını koparmadan bakabilen ebeveyn, onu iyi yetiştirmek hedefine yürürken ellerinde sağlam bir yol haritası bulacaktır. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar sınırlı dünya hayatının sürur ve neşe kaynağı olmakla kalmazlar, ahiret yurdunda da ölen ebeveyninin amel defterlerinin açık kalıp sevap hanesine kaydın devamını sağlayacak hayırlar işleyen güzel insanlar olurlar. Yaradan’ın insana biçtiği ömür böylece bereketlenir. Kişi dünyadan göçmüş olsa bile ardından yetişen hayır silsilesi kuşaklar boyu adını yaşatır ve sonsuz hayatına katkıda bulunmaya devam eder.

Bireyi ve isteklerini ön plânda tutan modernizm için, yine daha yolun başında çocuğa bir emanet veya lütuf olarak bakılmadığını, ona sahip olunduğunu veya kendinin zannedildiği yanılgısına düşüldüğünü görüyoruz. Fütursuzca sarf edilen “çocuk yapmak” gibi bir ifade bunu anlatıyor aslında. Hayatın merkezine kendini koyan ve yapıp etmelerinin kendinden kaynaklandığını zanneden aklın söylettiği sözler bu ve benzerleri. Bunun yanı sıra bireysel özgürlük çok önemsendiğinden çocuk bir yük ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir varlık olarak da algılanabilir. Daha ileri düzeyler de kadının fıtratını reddedercesine hamilelik ve çocuk yetiştirmek, vücudu deforme ettiği ve yıprattığı ileri sürülerek istenmeyen olgular gibi lanse edilebilir. Ama yine de içte bastırılamayan duyguların tatmini için hayvan sevgisine yönelmeler bir alternatif gibi ortaya konabilir. Bu, fıtratla savaşan aklın kendini oyalaması için oyun ve oyuncak üretmesine benzemektedir.

Bir diğer husus, hayat tek boyutla değerlendirildiğinde çocuğun da sadece dünyaya bakan yönüyle ebeveynin ilgi alanına dahil olması hususudur. Ne yediği, giydiği, hangi okula gittiği, mesleği, oturacağı ev, kazancı, arabasının markası vs., anne babanın hayatları boyunca cevap aradığı en önemli sorular haline gelmektedir. İstikbal düşüncesi burası ile sınırlandırılmakta ve ebedi hayat burası için ihmal edilebilmektedir. Bu mukayeselerden sonra diyebiliriz ki, hayatı imanla ve ibadet şuuruyla yaşamak her şeyi Allah’ın belirlediği anlam çerçevesine oturtmak demektir. Kendiyle, diğer insanlarla, tabiatla ve Yaradan’la barışık olmak isteyenler için bu büyük bir lütuftur. Aksi bir durum dinimizde bir şeyi yerinden etmek anlamında zulümdür. Allah ebediyet yolcularına aile, eş ve çocuklarıyla olan imtihanlarını kolaylaştırsın. Burada başlayan beraberlik sonsuz nimetlerin sunulacağı ebedi saadet yurdunda en güzel şekilde devam etsin.

Ayten Yadigar / Zafer Dergisi