Etiket arşivi: baba

Çocuklar Şükredilecek Bir Nimet Değil mi?

Göreve yeni başladığım zamanlarda sürekli okula gelen veliler dikkatimi çekerdi. Ne güzel; duyarlı ve bilinçli aileler de var, derdim. Bu düşüncelerim aileleri tanıyıp niyetlerini anladıkça değişmeye başladı.

Bu ailelerin çocuklarının başarısıyla övünmek, onları toplumsal tatmin aracı olarak kullanmak istediklerine şahit olmaya başladım. Bu çocukların zannedildiği kadar zeki olmadıklarını, kendi hallerinde birer öğrenci olduklarını anladım. İşin garip tarafı bu ailelerin çocuklarının kapasitelerini bildikleri halde bile bile yüksek beklenti içine girmeleridir. 

Bizim bilinçli diyerek takdir ettiğimiz bu veliler, çocuklarının kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girerek hem çocuklarını hem de kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Allah bu ailenin çocuklarına sabır ve yardım etsin diyorum. Çünkü evde sürekli ders çalışmanızı söyleyen, birileriyle kıyaslayan,  kapasitenizi düşünmeden kendileri için sizi yarış atı gibi koşturan bir anne baba düşünün. Kısacası bu durumda olan çocuklar için bir empati yapmaya çalışın.

Ben bu tip ailelere, seminerlerimde ve aile görüşmelerimde şunu anlatmaya çalışıyorum; fakat onlar anlamak istemiyorlar. Ailelere şu ifadeleri çok kullanmışımdır:

“Çocuklarınız zannettiğiniz ve beklentilerinizi karşılayacak kadar süper zeki değillerdir. Bu çocukları oldukları gibi kabul edin ki hem siz hem de çocuklarınız rahat etsin.  Onlar, sizlerin istediği okulları kazanamayacak olsalar da; fiziksel ve zihinsel olarak özürlü çocuklar değillerdir. Ya çocuklarınız özürlü olsalardı o zaman da beklenti içinde olur muydunuz? Özürlü çocuğu olan aileleri düşünmenizi istiyorum.” 

Göreve yeni başladığım aynı yıllardaki aileler ile şimdiki aileler arasında (çocuklardan başarı beklentisi adına) pek de fark olmadığı gördüm. Aileler 15 yıl öncesinde olduğu gibi şimdi de aynı beklenti içindeler. Sonuç olarak şimdiki aileler de aynı hatalara düşmektedirler. Okullarda çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girerek hem çocukları hem de kendilerini sıkıntıya sokan ailelerle halen karşılaşmaktayız.

Hocam, benim çocuğum en iyi yeri kazansın diyen aileye nedenini sorduğumda; “Falan falanın çocuğu çok iyi yeri kazandı. Benim çocuğumun ondan neyi eksik kalır.” cevabını alıyorum.

Peki, siz gerçek anlamda çocuklarınıza anne babalık yapabiliyor musunuz? Çocuğunuzun sizi maddi ve manevi anlamda başka anne babaları örnek gösterip kıyasladığına hiç şahit oldunuz mu?

Bu sorularıma ailelerin cevabı; “Elimizden geleni fazlasıyla yapıyoruz. Yemeyip yediriyoruz, giymeyip giydiriyoruz, onlar için çalışıp çabalıyoruz. Hatta onlara özel dersler aldırtıp dershanelere gönderiyoruz.” olur.

Peki, bir anne babanın görevi çocuklarına sadece yedirip, içirip, giydirip ondan sonra da kapasitesinin üstünde bir beklenti içine girmek midir? Bir anne babanın başka ne görevi olabilir diyen ailelere; çocuklarını gerçek anlamda tanımadıklarını işe önce çocuklarını tanımakla başlamaları gerektiğini söylüyoruz.

 

Güle Güle Diyemediğimiz Çocuklar! ve Cennetlik Analar

Çocukları hala kendi okuduğu ve yaşadığı dönemlere bakarak değerlendiren aileler; çocuklarının, kendilerinin, toplumun,  en önemlisi zamanın ve şartların değiştiğinin farkında bile değillerdir. Bu gibi ailelere Hz. Ali Efendimiz yıllar öncesi neler yapmaları gerektiğini şu güzel sözüyle hatırlatmaktadır:

“Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil; onların yaşayacakları çağa göre yetiştirin.”

Genelde özel eğitim sınıfı olan okullarda çalıştım. Özel eğitime giden çocukları ve onları okula getiren aileleri gördükçe şükretmemiz gereken çok fazla nedenimiz olduğunu düşünür ve bunu velilere anlatmaya çalışırım.

İsterseniz başımızı ellerimizin arasına alıp birlikte düşünelim. “Çocuğunuz (Allah göstermesin) fiziksel ya da zihinsel özürlü. Yani evden çocuğunuzu okula gönderirken haydi çocuğum, iyi dersler diyemediğiniz bir çocuk. Elinden tutarak ya da kucaklayarak normal çocukların on dakikada gittiği yolu, siz en az yirmi dakikada gidiyorsunuz. Yolda size acıyarak bakıp geçenleri umursamadan okula geliyorsunuz. Çocuğunuzun dersi bitinceye kadar yeri geliyor okulda kalıyorsunuz. Normal çocukların teneffüste koşup eğlendiklerini gördükçe içinizin parçalandığını hissetmenize rağmen teneffüste de onunla ilgileniyorsunuz.

Bütün hayatınızı bu çocuğa göre planlıyorsunuz. Ve bu çocuk sürekli size bağımlı yaşamaya devam edecek. Her şeyini siz yapıyorsunuz. Yemesinden tutun da tuvaletine kadar her türlü bakımı ile size bağımlıdır.

Bir an dahi olsa gözünüzün önünden ayıramıyorsunuz. Bir yere gitmek isteseniz kimseye bırakamıyorsunuz. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığı gibi diğer çocuklar gibi de sarılıp sizi kucaklayamıyor da.

Sadece kendi ihtiyaçları dediğimiz öz bakım becerilerini kazanmasını istiyorsunuz. Şu liseyi ya da şu fakülteyi kazanmasını istemiyorsunuz, istediğiniz tek şey çocuğunuzun kendi kendine yetmesi. Hatta düşüncelerin en acısı ve en kötüsü de ben ölürsem bu çocuğa kim bakacak diye derin bir üzüntü duymaktasınız…”

Bazı aileler için bu bir senaryo olsa da bazıları için hayatın ta kendisidir. Bu konuda özürlü ailelere Allah yardım etsin. Düşüncem o ki Allah’u âlem ben onları “Cennetlik Analar” olarak düşünüyorum. Gerçekten de bu iş, sabır ve yürek işidir.

Özürlü çocuğa sahip değilsek de hayat şartları bizi de, çocuğumuzu da bir gün özürlü hale getirebilir. Doğum öncesi ve doğum sonrasını bir yana bırakın; küçük ve büyük kazalar çocuklarımızı olduğu kadar bizleri de özürlü yapabilir.

Çocukların sevgiden başka bir şey istemediği şu üç günlük dünyada en güzel davranışın şükredebilmek olduğunu düşünüyorum. Çünkü nimetlerin devamının şükre bağlı olduğunu Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:

“Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)

Allah’ım Bir de Şu Kuluna Bak!

Eli ayağı düzgün; fakat sadece ayakkabıya ihtiyacı olan adamın biri, yolda yürürken takım elbiseli, bir elinde eksport çanta, gözünde güneş gözlüğü ve ayağında da gıcır gıcır ayakkabısı olan bir adam görür. Adam hemen:

 “Ey Allah’ım bir şu kuluna bak bir de bana bak! Benim bir ayakkabım dahi yokken onun bütün ihtiyaçları tam ve yepyeni. Ben senden sadece bir ayakkabı isterken, sen bütün nimetlerini bu kulunda toplamışsın.” diyerek yoluna devam eder.

Köşeyi dönünce az ileride üstü başı yırtık olmaktan öte ayakları olmayan bir dilenci görür ve aklı başına gelen adam:

“Yarabbi takım elbise de çanta da ayakkabı da istemiyorum. Sadece ayaklarımı istiyorum, varsın böyle de iyi benim durumum.” diyerek tövbe eder.

Onun için değil mi Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.v):

“Kendinizden üstündekilere bakmayınız, kendinizden aşağıdakilere bakınız. Çünkü kendinizden yukarıdakilere bakmak insanı isyana götürür; kendinden aşağıdakilere bakmak ise insana şükretmeyi öğretir.” buyurmuşlardır.

Dünyalara değişmeyeceğimiz çocuklarımızı bize eli ayağı düzgün olarak veren Allah’a şükretmemiz gerekir. Cenab-ı Hak paha biçemeyeceğimiz, eli ayağı düzgün, zekâsı normal çocuklar verdiyse bunun değerini bilmek gerekir. Bu çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girip hem çocuklarımıza hem de kendimize bu hayatı zindan etmeyelim.

Allah çocukları bize, kapasitelerinin üstünde bir şeyler beklensin ya da başka çocuklarla kıyaslayın diye vermedi. Allah bize onları, emanet olarak belli kapasitelerde verdi ki bizleri de bu kapasitedeki çocukları yetiştirmek ve eğitmek üzere görevlendirdi.

Çocukların kapasiteleri konusunda bize düşen sorumluluğu Cenabı Hak; Bakara Süresinin son ayetinde (2/286):

Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.” buyurarak ne çocuklarımız için ne de kendimiz için kalkamayacağımız bir yükün altına girmememizi en güzel şekilde ifade etmektedir. Bunun yanında bizlere; çocukların kapasitelerine uygun bir beklenti içinde olmamızı ve onların kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girmememizi istemektedir.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Dünyamın Merkezinde Çocuğum Var

Çocuklarımızı büyütürken neyi hedefliyoruz? Amacımız ne? Bizlerin yapamadığı birçok şeyi onlara yaptırmak mı? Programlanmış, kendine güvensiz, kendi hedefini oluşturmaktan aciz bir nesil yetiştirmek mi yoksa? Geçmişe dönüp baktığımızda insanların her dönem putlaştırdığı bir şeyler olmuştur. Bu dönemin insanlarının putlaştırdığı şeyin çocukları olduğunu düşünüyorum.

Belki de toplumun genelinde olmasa da çoğunluğunda bu durum söz konusu ebeveynler adeta çocuklarını dünyalarının merkezine yerleştirmişler ve onun yörüngesinde dönüyorlar. Varsa yoksa onun başarısı, sınavları, kaç net çıkardığı, hangi liseye gideceği, nasıl bir meslek seçeceği, okul bahçelerinde öğrenciden çok velinin olması. Tabiri caizse çocuklarımızı yarış atıyla karıştırır olduk.

Biz hangi ara bu hale geldik. Öğretmenlerine çocuğumuzun durumunu sorarken neden ilk sorumuz “Hocam dersleri nasıl, notları ne durumda?” oluyor. Koyma akıl, akıl olmaz akıl yerinden olacak demiş atalarımız. Şimdi ki anne babalar çocuklarının kendilerini fark edip farkındalık duygusunu oluşturmak yerine empoze düşünceler özünden çok uzak bireyler yetiştirme çabasındalar ne yazık ki.

Kişiliğini keşfedip, kayıplarını ve kazançlarını iyi hesaplayan bireyler yetiştirip karakterli bir insan, bir toplum oluşturmak varken…Niçin birbirine benzeyen amaçsız, sınav puanları ve sonuçları endeksi sürülen, yönetilen sayısız, insan sürü psikolojisiyle yetiştiriliyor. Ne yazık ki öyle bir ebeveyne dönüştük ki çocuklarımızın başarısı odaklı düşünür ve hareket eder olduk.

Öğretmenleri ile konuşurken “Hocam size karşı davranışları nasıl? Arkadaşlarıyla paylaşımı var mı? Kendisinden büyüklere karşı tutumu nedir? Rahatsız edici, göze takılan davranışları var mı?” soruları notlarından ve başarısından daha önemli değil midir? Öncelikle bir kulun kaliteli bir insan olması en büyük zenginlik ve başarı sayılmaz mı? Neden belirli bir kalıpta sadece çok çalışkan bireyler yetiştirme çabasındayız.

Lütfen eğri oturup doğruyu konuşalım. Birçoğumuz bu doğrultuda davranmıyor muyuz? Hakkaniyeti olanların ve empati yapanların evet dediğini duyar gibiyim.

Olayın bir başka açısından bakacak olursak daha şaşırtıcı durumları rahatlıkla görebiliriz. Örneğin bir yakınımın şöyle konuştuğuna şahit oldum. “Benim anlaşıp anlaşmamam hiç önemli değil. Çocuğum hangi arkadaşlarıyla görüşmek isterse o ailelerle görüşüyoruz. Sevmediği, hoşlanmadığı çocukların ailelerini hayatımızdan çıkardık. Çevremizi çocuğumuza göre belirledik.” Bu cümleleri çevremde çok duyar ve görür hale geldim. Olayın hangi kısmından tutsan elinde kalacak kadar içler acısı. Ebeveynlerin arkadaşlık ilişkileri artık iki karış çocuğun emanetinde. Varın toplumun kalitesini, kriterlerini bir kere daha düşünüp sorgulayalım.

Bir diğer dikkatimi çeken kısımda çocukların etrafında pervane ebeveynler. Çocuklarının dünyasında kendilerini öyle kaybetmişler ki bireysel aktivitelerini yapamaz haldeler. Çünkü vakit yok. Çocuklar okula bırakılıp ya okul bahçesinde ya da çevre kafelerde mesken edinmiş durumdalar. Günün büyük bir bölümü aynı düşünce tarzını benimsemiş annelerle koyu muhabbetlere dalmakla geçiyor. Konu nedir diye sormaya gerek var mı? Elbette ki çocuklar. Yanlarına sokulup “Merhaba bugün kendi iç gelişiminiz için ne yaptınız?”diye bir soru sorsak çok merak ediyorum cevabı “Çocuğumun eğitimi benim için öncelik.”mi der yoksa “Onun için hazırladığım yemeği her gün düzenli olarak ellerimle yediririm.”mi olur acaba? Bana göre tam da böyle cevaplar alırdık. Çünkü bu soruda ne denmek istediğini anlayabilecek pozisyonda değiller. Çünkü o anda teneffüs zili çalmış ve çocuklar neşe içinde okul bahçesinde koşturuyorlardı. O anne çocuğunun koşarken terleyip terlemediğini düşünüyordu. Bu durumda ve diğer her anında bırak kendine zaman ayırıp düşünmeyi, çevresinde olup bitene bir haber durumdalar.

Kendini yetiştirip geliştirmeyen, sürü psikolojisiyle çevrelenmiş ebeveynler nasıl toplumu yöneten ve kitleleri arkasından sürükleyen insanlar yetiştirirler. Bir büyüğümüz der ki “Çocuklarınız sizlerin en iyi yatırım aracınızdır.” Bu sözden de anlıyoruz ki topluma öyle zengin karakterli insanlar yetiştirmekle mükellefiz ki şahsiyetleriyle toplumda iz bırakan, her yaptığı güzel ve faydalı işlerde bir yatırımda anne babalarına yapıyor olsunlar. Dokunduğu her şeye huzur ve güzellik getirir. Hem kendi ahretini kurtarır, hem de anne babasının ahretini. Çünkü öldükten sonrada kapanmayan amel defteri dünyada hayırlı evlat bırakabilmektir.

İşte bu bilinçle yetiştirilen çocukların hem dünyası hem de ahireti kurtulur. Anne ve babaya karşı sonsuz merhamet besler. Çünkü Allah rızası ve memnuniyeti hedef duygusudur. Ana baba rızası Allah rızasıdır onun için. Bu evlada sahip ebeveynin hem dünyası hem de ahireti selamet içindedir. Toplumdan bir adım öne çıkmış şahsiyetler dünya üzerinde sayıları artık çoğalarak kitleler hatta milyonlar neden olmasın? Yeter ki bu bilinci öncelik olarak kendimizi fark ederek kişisel hayat planlarımızı oluşturalım. Öncelikli sıralamamızı yenileyerek hedeflerimizi sorgulayıp sil baştan yapalım.

Kısacası ezber bozalım. Düşünmeye ve akletmeye hep beraber buyuralım…

Nagehan İpek

cocukaile.net

Hatice Yürekli Olabilmek

Dünya çalkantı içinde… Aileler sancılı… İnsanlık çağının Haticelerini arıyor. Umudun tükenişiyle birlikte yeni çareler peşinde. Vefayı arıyor yürekler. On beş yaşında bir çocuk bile vefasızlıktan yakınıyor. İnsanlar birbirini kınıyor. Ama o kınadıkları şeyi en ala bir şekilde kendileri yaşıyor. Çağın Hacer’leri nerede?

Babalar neden suskun? Sımsıcak yürekli anneler?  Çağlayanlar neden çağıldamıyor? Neden bu kadar tatsız aileler? Nerede o sevgi tüten yürekler? Vefa… Ah nerelerdesin? İstanbul ‘da bir semtte mi yadedilir oldu adın?

Nerede hayat arkadaşını rahatsız etmemek adına gözükmeden gizlice sıvışan şefkat abideleri?  Hani o Hira nın zirvesine üç gün üç gece beklemişti. Kıyamamıştı ona. Huzuru bozmamak için huzura çıkmamıştı. Rabbiyle arasına girmemişti eşinin. Efendisinin gönül gamını gideren Hatice’ler nerede?

“ Maaş vakitleri eşimi yağlarım parayı aldıktan sonra işim biter,” diyen bir dünyanın kül yutmaz hatunları yetiştirdikleri kızları yuvalara eş olarak veriyorlar. “Ezilme ez, baskın çık, göz açtırma,” teraneleriyle yuvaya giren kız bin entrika binbir dümenle direksiyonu ele geçirir. Erkeğin bütün özlük hakları onun elindedir. Git dersem gideceksin, gel dersem geleceksin. Öyle ulu orta yerde annenle görüşemezsin. Kız kardeşini benim yanımda arayacaksın. Kimseye bensiz tek kuruş harcamayacaksın. Sen bana hizmet edeceksin. Anneme kardeşime hediyeler alacaksın. Bize özel davranacaksın. Ama seninkilere sıra gelince karışmam. Ben yuvama kimseyi karıştırmam. “Ama sen anneni karıştırıyorsun,” diyen kocaya türlü nazlar sitemler ve hakaret etti gerekçesiyle dökülen gözyaşları.

Biz nereye gidiyoruz a dostlar.?Şanlı Osmanlının pembe mendilini hatırlıyorum. Savaşa katılan bir binbaşıya eşi tarafından yazılmış mektuplar vardı hani o minik bohçada. O kadar öz ve o kadar içtendi ki anlatılanlar. Pembe mektuba tutunanlar o sahiplerin asude huzurunu tadardı.

Dostlar! Yuvalarda yangın var.

Her yerden ahlar eninler duyuluyor. Tam bir muhabbet, bütüncül bir samimiyet yok eşler arasında. Ağzını açan diğerini suçluyor. Güven tarümar olmuş ayaklar altında. Pes dedirtecek oranda kıskançlık takipleri var. Her şüphe, aldatılma ve aldatma korkusu.

Babalar ilgisiz. Hiçbir şeyde ilgilenmiyor olmaları şikayet konusu. Yuvaya dört elle sarılamayış olmalarından yakınıyor yürekler. Eş, çocuk ve yuvayla kayıtsız. Her yerden aynı yürek çığlıkları yükseliyor.

Artık anneler için çocuğuna bakmak zor ve zül geliyor. Bakıcı bakınca klas anne bakınca değil. Ev hanımı yaftası yemeye kolay kolay kimsenin gönlü el vermiyor. Geçenlerde bir hanım toplantısında kişiler tek tek kendilerini tanıtıyorlar. Öğretmen, psikolog, işletmeci, manken, mimar. Sıra dört çocuklu nur yüzlü bir anneye geliyor. Ikıla sıkıla “ev hanımıyım,” deyiveriyor. Yüreğim kaynıyor. Bu nasıl şeydir ki; kadınımıza mesleğini söylemek bile zül geliyor. Yüz ifadesinden keşke ah keşke bir titrim olsaydı da söyleseydim. Ama yok ki, der gibi…

Nurdan Damla

cocukaile.net

Teknolojinin Sinir Ettiği Ebeveynler

Teknolojinin zirve yaptığı çağımızda günümüz insanları, birçok iş ve işlemlerini teknolojiden faydalanarak yapmaktadırlar. Buna rağmen iş ve işlerini yetiştiremeyen bu insanlar, günün yoğunluğunu ve işleri bitirememenin stresini akşamları evinde yaşamaktadırlar. Akşamları eve gelen bu insanlar; “Öf, bittim, ölüyorum!..” gibi  sözlerle duygu yoğunluklarını ifade etmektedirler. Zihinsel olarak yorgun olan bu insanlar, ister istemez duygu yoğunluğu da fazla yaşayacaklarından en küçük olumsuzluklarda sinir patlaması yaşayacaklardır.

Günümüz insanları eskisi gibi bağ bahçede kazma kürekle çalışmadıkları için, bedenen yorgun olmasalar da zihnen yorgun oldukları gerçek. İnsanlar zihinsel yorgunluklarında duygu yoğunluklarını fazla yaşadıkları da bir gerçek. Ancak şu da bir gerçek ki;  evlerde aile bireylerinin deşarj olma ya da tepki verme adına birbirlerine bağırabilecekleri haklılığını da ortaya koymamaktadır.

Evlerde aile bireyleri birbirlerine karşı en küçük şeylere tahammülleri yok. Özellikle anne babalar, çocukların en küçük yaramazlıklarına karşı tahammülün te’si kalmıyor. Evler sanki sükûnet yeri değil de birbirlerine bağırma yeri olmuş, herkes yorgunluktan birbirine bağırmaktadır.

Akşamları işten eve gelen babalar; çocukların en küçük seslerine ya da annenin azıcık çocuklarla ilgilen sözüne, kıyameti koparmaktadırlar. Anneler de sinirli bir şekilde babalara, çocuklarla iki dakika ilgilen dedik kıyameti koparıyorsun; akşama kadar ben nasıl tahammül ediyorum diyebilmektedirler. Doğru, anneler çocuklarına tahammül ediyorlar; ancak onlarında çocukların en küçük yaramazlıklarına karşı sinirlenmektedirler.

Anne babalar sanki sinir küpü olmuş patlamaya hazır birer bomba gibidirler. Aile bireyleri birbirlerine karşı en küçük anlayış ve sabır göster(e)memektedirler. Evde herkes birbirine bağırmakta ve en küçük bir olumsuzluklarda herkes birbirine patlamaktadır.

“Üzüm üzüme baka baka kararır.” atasözünde olduğu gibi anne babalar sinir küpü olunca çocuklarda ister istemez sinir küpü olacaktır. Babasına bir şey anlatmaya çalışan kardeşine ablası: “Kulağımın dibinde bağırıp durma ya!” diye tepki veriyor. Kardeşine tepkisini nedenini soran babaya abla:  “Okulda zaten kafam şişiyor. Sınıflar olmuş kırkar kişi, sınıf susmuyor hoca susturmak için bağırıyor…”

Anne babalar gerçektende sinirliler mi?

Anne babalar, duygu yoğunluklarında çocuklarına karşı göstermedikleri anlayış ve sabrı, eş, dost ve arkadaş çevresine fazlasıyla gösterebilmektedirler. Anne babalar, çocukların en küçük olumsuzluklarına karşı bayramlık ağızlarına açarlarken; dost ve arkadaşlarına karşı daha anlayışlı ve daha sabırlıdırlar.

Arkadaş çevresine; “Estağfirullah, önemli değil, ne demek, hay hay!” diye karşılık verilirken; çocuklardan gelen sıkıntılara karşı; “Ben sana kaç defa söyledim, ne anlamaz çocuksun!” gibi ifadelerle karşılık verilmektedir.

İş yerinde alçak gönüllü ve mütevazı olan bir baba, akşam eve gelince aynı anlayışı ve mütevazılığı eş ve çocuklarına karşı göster(e)mez. Telefonda arkadaşlarına kurduğu o güzel cümleleri eş ve çocuklarına karşı kur(a)maz.  Başka bir ifadeyle babalar, eşi ve çocuklarına gösterdiği sinirlilik ve umursamazlığı arkadaş çevresine göster(e)mez. Çünkü eşine ve çocuklarına davrandığı gibi davrandığı takdirde sonucun ne olacağını çok iyi bilmektedirler.

Annelerde iş güç, ev işi, mutfak derken yoğun bir koşturmanın ardından onlarda yorgun düşmektedirler. Yorgunluğa okuldan dönen çocukların dertleriyle ilgilenmek ve onların arkalarını toplamak da eklenince anneler iyiden iyiye çileden çıkmaktadırlar. Çocukların ilgi ve isteklerine karşı kimseyi çekemeyecek kadar yorgun olan bu anneler, aynı geribildirimleri konu komşu ve arkadaş çevresine ver(e)memektedirler.

Anneler yorgunda olsalar konu komşu ya da arkadaş çevresiyle konuşurken “Bacım, abla, ablam…” diye konuşurlarken, çocuklarına karşı en küçük sevgi ifade eden yumuşak cümle kur(a)mazlar.

Akşama kadar en güzel kelimeleri yumuşak bir şekilde arkadaşlarını kurmakta cömert davranan anne babalar; akşam evde çocuklarına bir o kadar cimrilik yaparlar. Akşama kadar yumuşak söz söylemekten yorulan birçok anne baba, çocukların ilgi ve alaka isteğine karşı verdikleri olumsuz geribildirimlerle çocukların isteklerine pişman ederler.

Yorgunluktan elini kaldıracak hali olmayan bu anneler, kapısını çalan arkadaşını en güzel şekilde karşılamakta ve “Ay ne iyi etinde de geldin, gel biraz laflayalım!” diyebilmektedirler. Ya da arkadaşının bir yere gitme davetini geri çevirmek şöyle dursun seve seve gidebileceği en güzel şekilde ifade etmektedirler. Aynı durumda bir bardak su isteyen çocuklara aynı güzel ifadeler verilir mi onun yorumunu da size bırakıyorum.

Hz. Musa (a.s)’a yumuşak söz söylemesini (“Ey Musa! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!” (Tâhâ,44) isteyen Rabbimiz,  eğitimleri konusunda anne babanın elinde birer emanet olan çocuklarla konuşurken ve onları eğitirken de yumuşak söz söylenmesi gerekmez mi?

Sonuç olarak Müslüman’a; güler yüz göstermek (Müslim, Birr,144) tebessümetmek (Tirmizi; Birr,36) ve yumuşak ve güzel söz söylemek (Buhârî, Edeb,34)sadakadır. Güler yüz, tebessüm ve yumuşak sözden eş dost ve arkadaş kadar, çocuklarında fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum. Bu sadakadan çocukları da mahrum bırakmak gerekir

Mehmet Emin Karabacak / cocukaile.net

Televizyona Konsantre Olduğunuz Kadar Eşinize Çocuğunuza Yönelebiliyor Musunuz?

Anne babalarla karşılaştığımızda çocuk yetiştirmenin ne kadar zor olduğunu anlıyoruz. Yaşamın en önemli konusu olan çocuğun ihmal edildiğinde ise anne babanın paçasına nasıl dolaştığını ve çocuk ruhen yetişemediği taktirde, o çocukla bir belalı yaşam içerisine nasıl girdiğini görüyoruz. Çocuk evlendiğinde de işler yolunda gitmediğinde size problemlerle geri döndüğü zaman, “ah keşke zamanı geri getirebilseydim şunları yapmazdım” diye dertlenen bir çok kişiyle karşılaşıyoruz.

Çocukla vaktinde ilgilenilirse eğitimi tamamlanmış olarak terbiye olur. Çocukla aynı ortamda olunduğunda etkileşim içerisine girilmesi ihmal edilmişse, çocuk kendi içinde olgunlaşmamış olan sorunlarını ve ruhunu barındırırken anne babalar bu çocuk niye böyle  yapıyor diye şaşkına giriyorlar.

Bu durum çocuklarda daha çok 9-10 yaşlarında belli oluyor. Çocuk beceriksiz, yeteneksiz, dersine çalışmıyor, internet bağımlılığı kazanmış. Ailesiyle düzgün konuşmuyor, kardeşleriyle evin içerisinde çatışmacı bir yaşam sürdüğü ve anne-babaların baskı ve zorlamayla bir kalıba sokmaya çalıştığı yaş dönemidir.

cocukOndan önceki dönem çocuk için çok masumdur. Kendisine ne verilirse her an almaya hazır olunan bir dönemdir. Bu dönemde anne-baba evin içerisinde uyur gezer gibi varolduysa, dakikalarını televizyon karşısında ya da konu komşuyu ağırlayacağım diye çocuklarını ihmal ederek vakit geçirdiyse;  işte bu gibi durumların sonunda bir gün anne çocuğuna “Oğlum dersini yapsana.” dese de… Çocuk dersini yapmaz esner, dalar gider. Kitap okuyamaz. Dikkati dağınık. Çünkü doyumsanmış bir ilişkiyi ve ruhsal olgunlaşmayı vaktiyle zamanında gerçekleştirememiş. Aslında “senin çocuğuna kızdığın hal, kendi halin.” Bir çocuğun içinde güçlü bir temel atabilmesi için annesinden duygusal destek alması lazım. Anne kendi vicdanında duygusal desteği duyması lazım.

Hani birçok anne-baba “Çocuğumuzda hiperaktivite varmış doktor ilaç verdi” diyor ya. İşte annenin dokunma ilacı çocuğun içerisinde nükleer enerji santrali gibi bir etkileşim oluşturur ki, vereceğiniz en güçlü ilaçlar onun yanında yetersiz kalır.

Ama yeter ki annenin çocuğuna dokunacak, tebessüm edecek, kendi içinde derinleşebilecek vakti olsun. Allah insanlara günde 24 saat vakit veriyor. Ama İnsanlar uyurgezer gibi kendilerine, çocuğuna on dakikasını ayıramıyor. Kendime çocuğuma vakit ayıramıyorsam ben nasıl vakit geçiriyorum diyor musunuz? Ailenize 24 saatin 1 saatini verebiliyor musunuz?

Bir düşünün; oturup sükunet içerisinde camdan dışarıyı seyrederken, yaptığınız bir fincan kahveyi keyiflice içerek kendinize ayırdığınız 15 dakika vaktiniz var mı?

Elinizden telefonu bırakıp, her şeyden sıyrılmış olarak, bomboş bir zihinle, sadece eşinize 1 saat vakit ayırabiliyor musunuz? Bomboş bir zihnin içerisinden çıkan enerji dolu gözlerle ve tebessümle eşinize bakabiliyor musunuz?

Televizyona konsantre olduğunuz kadar eşinize ve çocuğunuza yönelebiliyor musunuz? Yoksa eşiniz konuşurken gözler bir telefonda, bir tavanda, sağda, solda oflar bir vaziyette misiniz? Zorluk çekiyorsanız ailenize yönelemiyorsanız, o halde ailede bir bağ ve bütünlük oluşamaz.

Bir beyefendi eşine bir hanımefendi olarak davranmıyorsa o ilacı anne çocuğuna veremez. Çocuğuna dokunduğu zaman içerisini titreten, tebessüm eden anneyi bulamazsınız. Agresif sıkıntılı kaygılı bir anneyle zamanı sürdürmek zorunda kalırsınız.

Çocuk Deyip Geçmeyin- Pedagog Dr. Adem Güneş