Etiket arşivi: bayram yüksel

ismail AMBARLI Ağabeyin dilinden Bayram YÜKSEL Ağabey

Bediüzzaman Hazretleri 23 Mart 1960 tarihinde Urfa’da vefat ettikten kısa bir süre sonra ilin mülkî amiri defin işlemini erkene alır. Cenaze namazı kılındıktan sonra (Şanlıurfa) Ulu Camii’nden Halilürrahman Dergâhı’na eller üstünde getirilip iki kubbeli yere defnedilir.

İlin mülkî amiri defin işi biter bitmez Bediüzzaman’ın talebelerini bir suçlu gibi hemen şehir dışına çıkarır. Bediüzzaman’ın talebelerinden olan Bayram Yüksel, onun kabri başında Yasin okurken polisler ona hemen şehri terk etmesini emreder. Bayram Yüksel polislere “Yasin’i okuyayım hemen giderim” demesine rağmen izin verilmez. Polisler hemen kollarına girip onu götürür. Bayram Yüksel kabirden uzaklaştıkça kalbi bir çalıya takılmış tülbent gibi paramparça olur. Bayram Yüksel her şeye rağmen başını kabre doğru çevirerek, kalan iki sahife Yasin’i okur. Böylece acı ve azap içinde kabirden uzaklaştırılır.

İçine öyle bir sıkıntı dolar ki sanki Bediüzzaman Hazretleri bir meçhule götürülecek ve bir daha Urfa’daki bu kabri ziyaret edemeyeceği hissine kapılır. Bayram Yüksel o keder dolu günleri şöyle anlatır: “O an ruhumun kanadığını hissettim. Bayılmışım. Uzun bir zamandır yemekte yememiştim. Beni karakola getirmişler; kendime gelince oradan iki polisin nezaretinde otobüse bindirdiler, hatta saati gelen otobüsü benim için bekletmişler.”

Bayram Yüksel ne zaman o elim ve feci hatırayı anlatsa gözyaşlarına hâkim olamazdı. Bayram Yüksel için bekletilen yolcu otobüsü onu Adana’da bırakır. Birkaç gün sonra Adana’dan Isparta’ya gider. O günlerde Nur Talebelerine öyle baskılar uygulanır ki hak-hukuk ve insan hakları onlar için rafa kaldırılır. Bayram Yüksel Bediüzzaman Hazretleri’nin hatırasını yaşamak için Isparta’ya gelir. Birkaç gün sonra polis gözetiminde Emirdağ’ına gönderilir.

Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken, talebelerinin Isparta’dan ayrılmaları yasakken şimdi Isparta’da ikamet etmeleri yasaklanır. Bayram Yüksel bir suçlu gibi oradan oraya sürülür. Bir kaç günlüğüne de olsa köyüne gider, ama köyde duramaz ve gizli bir şekilde Ankara’da bir hafta kalır. Ardından dâvet üzerine Nazilli’ye geçer ve üç ay da orada kalır. Karabüklü Mustafa Osman’la mektuplaşır ve Karabük’e gidip oraya yerleşir. Ortaklaşa bir dükkân açarlar.

Zübeyir Gündüzalp ağabey, İstanbul’da Avukat Bekir Berk’in bürosunda, Bekir Berk’e, “Bekir Bey, Bayram kardeş Karabük’e yerleşerek dükkân açmış. Gidip Bayram kardeşle konuşunuz, Ankara’ya yerleşsin ve hizmete Üstadımızın hayatındaki gibi sadâkat ve vefakârlıkla hizmetine devam etsin” der.

Bekir Berk Ankara’ya gider ve Hacı Bayram’da, 27 numaralı evi tutar. Oradan Karabük’e giderek Bayram Yüksel’e, Zübeyir Gündüzalp’ın söylediklerini eksiksiz bir şekilde söyler. Bayram Yüksel çok duygulanır. Bekir Berk, Bayram Yüksel’i Ankara’ya gelmesi için ikna eder ve 1962 yılının sonlarına doğru 27 numaralı eve (Medreseye) yerleşir. Bayram Yüksel Bediüzzaman Hazretleri’nden öğrendiklerini yaşayarak talebelere öğretir ve talebelere Bediüzzaman’ın, “Benim mesleğim sahabe mesleğidir, bunda meşakkat var” sözünü sürekli hatırlatırdı.

Bazı talebeler ona, “Ağabey, bazı kardeşlerimiz Cevşen okumayı çok önemsiyorlar” diye söylediklerinde onlara, “Meczupluğun gereği yok. Ben Üstaddan Cevşen okuyan Risale-i Nur Talebesi olur diye duymadım. Risale-i Nur çok okunmalı. Siz de ehl-i ilimsiniz, tefekkür makamında Risale-i Nur’u okuyabilirsiniz” diye cevap verdi.

Talebelere; Risale-i Nur’a talebe olmanın şartı, Risale-i Nurlar’a hizmetle meşgul olmaktır derdi. Her talebe Risale-i Nur derslerini sanki “ilk defa dinliyormuş gibi” dikkatle dinlemeli. Pantolonu ve ceketini sürekli ütülü tutardı. Özellikle bir yere seyahate gittiğinde, en güzel ve yeni elbiselerini giyerdi. Ayrıca gençlerin hal ve hareketlerinde dengeli, beyefendi zarif olmalarını isterdi.

Medrese temizliğine çok dikkat ederdi.

Bayram Yüksel, bir dershane (medrese) ziyaretine gittiğinde önce mutfak, banyo ve tuvalet gibi yerlere baktıktan sonra vakıf odasının tertip ve düzenini önemserdi. Ayrıca talebelerin evlerini ziyaret eder, sıkıntılı ailelerin dertlerine çare arardı.

Bayram Yüksel Ağabey talebelerle yaptığı sohbetlerde; Bediüzzaman Hazretleri’nin mesleğinden ayrılmayacaklarına dair kendisine nasıl Kur’ân’a el bastırarak yemin ettirdiğini sürekli anlatırdı. Risale-i Nurlar’ın bu günkü noktaya nasıl geldiğini öğrenmek isteyenler Bayram Yüksel’in o günlerde neler yaptığına iyi bakması gerekir.

Kaynak: İsmail Ambarlı’nın hatıraları

www.NurNet.org

Bediüzzaman Aynasında Tefekkür Yansımaları

Birgün otomobille büyükbir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ dedi.’ Bu hâtırayı anlatan Zübeyir Gündüzalp ağabey. Üstad Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden. Aslında buğday tarlasını görüp, belki milyonlarca başağın insanlar için yaratılışı ve oradan elde edilecek mahsüllerin nice insanın rızkı olarak sofraları süslemesi de bir nevi tefekkürdür. Bu noktadan hareketle, aktardığımız hatıradaki ‘tefekkür’ kavramının izafî; yerine ve kişeye göre belki de seradan süreyyaya kadar basamakları olduğuna hükmedebiliriz.

Üstad Bediüzzaman’ın ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ ifadesindeki vurgudan belki böyle bir netice çıkarmak mümkündür. Bu durumda, tefekkür konusunu, sözlük veya terim mânâsıyla, belli başlı âlimlerin tarif ve izahlarına göre açıklamak hakikî tefekkürün koordinatlarını belirlemede yeterli olmayabilir. Teoriden ziyade pratik ve uygulamalı örnekler hayatımıza aktarma ve bunu bir bilinç ve şuur haline getirmede daha kesin ve daha kestirme bir yöntem olabilir. İşte böyle bir yöntemi takip etmede önümüzde gayet canlı ve dikkat çekici bir örnek vardır. O da, başta Zübeyir Gündüzalp’in bir müşahedesini aktardığımız, mücessem ve müşahhas bir tefekkür örneği olan Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır.
BÜYÜK KİTAP

Bediüzzaman’ın bir diğer yakın talebesi Bayram Yüksel, kırlara ve dağlara yaptıkları tefekkür gezileri esnasında şahid olduğu tablolar, aynı zamanda ‘tefekkür’ kavramının derinlikleri hakkında bize önemli ipuçları verir. ‘Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve gelirken ‘Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun’ derdi. Bayram Yüksel’in bu cümlesinde geçen ‘Kitab-ı Kebir,’ diğer ifadeyle ‘Büyük Kitap’ bütün Kâinattır. Yâni Kâinat, bir kitaptır. O kitapta Rabbimizi, O’nun sonsuz güzellikte ve mükemmellikte olan isim ve sıfatları anlatan sayısız âyetler bulunur. Bediüzzaman’ın bu büyük kitabı, bu görülen, müşahede edilen ve birebir yaşanan Kâinat kitabını okurken sergilediği tavır da başkaca derslerle dolu. Bir rahlenin önünde diz çöküp ayet ayet, sayfa sayfa Kur’an-ı Kerîm’i büyük bir huşu ve huzur ile okuyan hâfık kurrâlar misali Bediüzzaman, yakın talebesi Bayram Yüksel’in ağzından kâinat kitabını şöyle okuyordu:

‘Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, ‘Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem’ derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi.

Aktardığımız bu iki hâtıraya bir başka açıdan da yaklaşmak mümkün. Kırlara ve dağlara yapılan geziler sırasında görülen alan, bütün dünya düşünülecek olursa yok denecek kadar küçük bir alandır. Hele bir de bu kıyası dünyamız ve güneşimizinde içinde bulunduğu galaksimiz ve o galaksinin de yok denecek kadar küçük kaldığı bütün kâinat düşünülecek olursa. Ancak burada önemli olan bakış ve idrak ediştir. Bilinçtir, şuurdur. Bir meleke halinde tüm benliğiyle, tük hücreleriyle, tüm ruhuyla, ruhundaki tüm hisleriyle, kısaca her şeyiyle en küçükten en büyügüne kadar Kâinat kitabını harf harf, kelime kelime okuyabilmedir. Bu öyle bir okuyuştur ki, hakikatin derinliklerine nüfuz edebilen bir kişi, Üstad Bediüzzaman’ın bir küçük çiçekteki veya böcekteki âyetleri okurken, o engin tefekkür hâletiyle aynı anda güneşleri, yıldızları ve galaksileri de okuduğunu rahatlıkla müşahede edebilecektir. Çünkü bir zerre ile güneş âyet oluş özelliğiyle aynı kefede bulunur. Belki bir zerre yerine göre güneşten daha ağır ve hakikatli konumda olabilir. Tıpkı bir tek damla ile koca bir okyanus arasındaki ilişki gibi. Bediüzzaman’ın tefekkürü işte böyle bir tefekkürdür.

Bizim ölçülerimize göre tefekküre bile konu olmayan, sıradan, hattâ yüzümüzü ekşiterek, dudağımızı burkarak bakışlarımızı uzaklaştırdığımız varlıklara, görüntülere Bediüzzaman belki dünyalar kadar değer verir. İnanmıyorsanız, kendi kendimizi bir hesaba çekelim.

Rahatlamak için, sıkıntılardan arınabilmek için, biraz gezip dinlenmek için kırlara, bizim tabirimizle pikniğe gittik. Yanımızda aile fertleri veya yakın arkadaş çevremiz bulunuyor. Birkaç saatlik böyle bir gezi programımızda ‘tefekkür’ sayabileceğimiz süre ve hadiseleri bir düşünelim. Bu noktada geçmişteki benzer faaliyetlerimizi de dikkate alabiliriz. Acaba, hakikaten tefekkür nitelikli faaliyetlerimiz içinde köpeklerin havlaması hiç yer aldı mı? Bir kaplumbağa, kurbağa ve kertenkele böyle bir tefekkürde ne kadar ve nasıl yer aldı? Bu teste benzer başka sorularla devam edebiliriz.

Bakın Bayram Yüksel ağabey, Üstad Bediüzzaman’la alâkalı hatıralarının bir yerinde ne diyor: ‘Bütün mahluklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ yollarda köpek görse bize der; ‘Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları sadakatlarının iktizasıdır’ derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddî alakadar olur, ‘Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san’atı sizlerden geri görmüyorum’ derdi.’

Hakikî tefekkürün mahiyeti ve temel özellikleri bu ifadelerde kendini belirgin bir şekilde kendisini göstermekte. Daha da ilerisi, hakikî tefekkürün bir şuur ve meleke haline gelişine de çok dikkat çekici bir örnek olarak da niteleyebiliriz. Yine Bayram Yüksel‘in, Son Şahidler isimli eserin 3. Cildinde aktarılan hatıralarından kısa bir anekdot daha aktaralım: ‘Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, ‘Hayvancıkların rahatını bozmayın’ derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, ‘Tavşanları ve keklikleri vurmayın’ derdi. Ve, ‘Diğer hayvanları incitmeyin’ der ve nasihatte bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetmişti.’

Karıncaların yuvasını bozdurmayacak, bozulursa hemen telafisini düşünecek, bozanlara nasihatlerde bulunacak bir tefekkür örneği. Belki hemen herkesin normal gördüğü avcılık konusunda, avlananlara tavşanları, keklikleri vurmamayı öğütletecek, sadece onları değil, avlanmanın dışında başka mahluklara da rahatsızlık vermemelerini nasihat ettirecek bir tefekkür boyutu. Tarife ve söze sığmayacak kadar geniş ve derin bir hayat anlayışı. Öyle bir tefekkür ki, bütün kâinat karınca, bütün âlemler tavşan veya keklik, güneşler birer kelebek, yıldızlar birer sinek olsa bile, çapı ve derinliği hiç değişmeyecek bir tefekkür.
AĞAÇLAR ZİKREDİYOR

Aslında Çam Dağı, Isparta’daki Barla Dağının bir tepesidir Çam Dağı. Bu tepenin güney yamacında, Üstad’ın tefekkür meânlarından birisi de Çam ağacı. Yakın talebelerinden Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş ve Abbas Mehmet bu ağaca üstü açık tahtadan bir kulübe inşa etmişler. Bediüzzaman da bu kulübeciğe çıkar, namaz kılar ve tefekkür ederdi. Hattâ bazı eserlerini de burada telif etmişti. Bayram Yüksel, bu ulvî tefekkür mekânıyla ilgili, yine tefekkür eksenli bir başka hatırasını şöyle aktarır: ‘Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin tamiri için kullanırdık. Üstadımız rastgele ağaçları kesmemize mani olurdu, ‘Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor’ derdi.’

YÜKSEKLERDE TEFEKKÜR

Bediüzzaman’ın tefekkürüyle alakalı pek çok örnek aktarılmıştır. Bu örneklerin en dikkat çekici yönlerinden birisi, Üstad’ın tefekkür ekseriyetle yüksek yerleri seçmesidir. Bulunduğu muhitin en yüksek yerini tercih eder. Hattâ eğer o yerde bir ağaç, yüksekçe bir kaya parçası, çok sarp da olsa bir tepe veya bir ev varsa onun çatısı tefekkür için en ideal yerdir. Bu özellik Üstad’ın hemen hemen tüm hayatı için söz konusudur. Van’daki ilk talebelerinden İsmail Perihanoğlu‘nun şu hatırası ilginç bir örnektir: ‘Üstad Bediüzzaman, çok ibadet ederdi. İbadetini yüksek yerlerde yapmayı tercih ederdi. Onun unutmadığım bir ibadet haline, Nurşin Camiinde rastlamıştım. Camiin damına çıkmış, seccadenin üzerinde tefekkür ve tesbihe dalmıştı.’

TEFEKKÜR ÜZÜMLERİ

Bir yere misafirliğe gittiniz. Ev sahibi size salkım halinde üzüm ikram etti. Ancak üzüm salkımı buruşmuş, kurumaya yüz tutmuş, belki tadı biraz bozulmuş. Belki her şeye rağmen yersiniz, belki mümkün olduğunca yememeyi tercih edersiniz. Tabiî, bu ikram Üstad Bediüzzaman’dan olursa ve o üzüm salkımının en önemli hususiyetinin tefekkür ibadetiyle bir bağlantısı bulunursa, belki o zaman baldan daha tatlı ve lezzetli olacaktır. İşte böyle bir lezzeti tadan Said Özdemir, bu hatırasını şöyle aktarır: ‘Üstad hayatta iken İzmir’de bir mahkememiz vardı. Dönüşte Isparta’ya uğradık. Ramazan’dı. Gece yarısına doğru Üstad talebeleriyle ders yapıyordu. Biz de iştirak ettik. ‘Dersten sonra meyve, o yoksa para dağıtmak Üstadın âdetiydi. Meyveleri kurayla dağıtırdı. O gün kurayla üzüm dağıttı. Üzüm kurumuştu. Çünkü, tefekkür için asmışlardı.’

TAVUS KUŞLARI

Üstad Bediüzzaman’ın tefekkür boyutuyla ilgili hatıralar sadece kır gezintileriyle sınırlı değildir. Tefekkür şuuru adetâ zerrelerine kadar sindiği için, hemen her ortamda en güzel ve ibret dolu enstantaneler kendini gösterir. Muhsin Alev, günlük güneşlik güzel bir bahar günü yaşadığı bir hatırasını şöyle anlatır: ‘Namaz kılmak için Yavuz Selim Camiine gittik. Namazı camide kıldıktan sonra, caminin önündeki eski Bizans su sarnıcı, o zamanda çiftlik olan yeşil bahçeliğe indik. Çiftlikte rengârenk tavus kuşları vardı. Üstad, kuşları görünce onlarla çok alâkadar oldu. Hayran hayran temaşa etti. Sonra bize dönerek; ‘Nur Risalelerinde bu kuşlardan bahsetmiştim’ diye onlardaki İlâhî sanatı nazara vererek dersler yaptı. Kuşların sahibine para verdi. Bu para ile kuşlara yem almasını söyledi. Belki de, on-on beş dakika sevinç ve huzurla tavusları seyretti.’

CENNETTEN ALTI DAMLA

Mehmed Babacan tarafından aktarılan bir hatıra, Isparta sınırları dahilindeki Gölcük’le ilgili. Diğer bazı Nur talebeleriyle birlikte Gölcük’e gitmek için otobüs tutarak Isparta-Gölcük’e giderler. Çünkü Üstad, bu göle gitmeyi ve orada tefekkür etmeyi çok sevmektedir. Ancak otobüs yolda otobüs bozulunca bir süre durmak zorunda kalırlar. Bu gelişmeye rağmen Üstad, Aşçı Ali isimli bir talebesinin motosikletine binerek yola devam eder. Mehmed Babacan, Üstad’ın Gölcük’ü çok sevmesinin sebebi ve bu göl hakkında söylediklerini kısa ve öz olarak şöyle aktarır: ‘Üstad oradaki İlâhî güzelliğe hayrandı. Oranın güzelliğini saatlerce seyredip, tefekkür ederdi. Bir defasında: ‘Bu mübarek göle günde altı damla Cennetten iniyor. Bu damlalar bu mübarek şehir Isparta’yı ihya ediyor’ demişti.’

SONUÇ

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an-ı Kerim’den ve Resul-ü Ekrem’den (a.s.m.) aldığı tefekkür dersini hayatına ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına uyarlamış, asrın insanına sunmuştur. Kendisi adeta ete-kemiğe bürünmüş, canlı bir tefekkür örneğidir. Risale-i Nur Külliyatı, hayatına birebir aktardığı mükemmel tefekkür sisteminin yazılı hale gelmiş şeklidir. Yaşadığı süre boyunca yetiştirdiği tüm talebelerini birer yürüyen tefekkür levhası haline getirmiştir. Ona talebe olanların, onu bilfiil görüp ona hizmet edenlerin, onun telif ettiği Nurları okuyup tefekkür dersi alanların en belirgin özellikleri, yaşadıkları her hadiseye, gördükleri her varlığa tefekkür penceresinden bakmalarıdır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe imanın temel esasları ve prensipleri vardır. Bediüzzaman’ın tefekkürü, İslâmın bütün emirleriyle bağlantılıdır. Başta namaz olmak üzere farz ibadetlerden ayrı, bağımsız değildir. Çünkü Bediüzzaman, Namaz gibi bir ibadeti, kulluğun en zarurî görevini, adetâ güneşlerle, yıldızlarla, dünyanın üzerindeki tüm varlıklarla birlikte eda eder. Çünkü ona göre karıncadan tâ dünyaya, zerreden tâ güneşe kadar canlı-cansız, şuurlu-şuursuz, ruhlu-ruhsuz bütün varlıklar her an ibadet halindedirler. Allah kendilerine hangi görevi ve kulluk vazifesini vermişse onu aksatmadan yerine getirmektedirler.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, yine canlı-cansız, şuurlu-şuursuz tüm varlıklar Allah’ı zikreder. Bu zikir halkasına kendisi de dahil olur. Allah’ı sonsuz isim ve sıfatlarıyla sürekli olarak anan, zikreden her bir varlıkla adetâ bir kardeş, bir arkadaş olur.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, en küçüğünden en büyüğüne kadar her varlık birer âyettir. Tüm kâinat ise sayısız âyetleri ihtiva eden büyük bir kitaptır. Görerek, müşahede ederek okunan büyük bir Kur’an’dır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe bütün varlıklar birer aynadır. Allah’ın sonsuz güzellikteki isimlerinin, sonsuz mükemmellikteki sıfatlarının yansıdığı birer aynadır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, bütün varlıklarla birlikte en yüksek ve en büyük kulluk mertebesi olan ‘Marifetullah‘a ulaşma vardır. Bu da zâten, bütün varlıkların yaratılma sebebi, hikmeti, neticesi ve meyvesidir.

Veli Sırım / Zafer Dergisi

Rusya Türkiye’ye Giremez

Bayram Yüksel Ağabey anlatıyor:
“Üstadımızdan işittim. Mükerrer defalar, ‘Risale-i Nur kıyamete kadar devam edecektir. Dünya devletleri bunları kanun olarak kullanacaklardır’ demişti.
“Bir seferinde de şöyle konuşmuştu: ‘Sizden soruyorum, koca Çin’i ve Balkanlar’ı yutan bir ejderha Türkiye’ye neden bir şey yapamıyor?’
“Bizler sükut ettik. Tekrar sordu, yine sükut ettik. Üstadımız, ‘Kur’an-ı Kerim’in bu zamandaki hakiki tefsiri olan Risale-i Nur’un sayesinde’ dedi.
“Benim içimden bir sual geldi. Acaba Risale-i Nur koca Rusya’yı nasıl durduracak? O zaman Üstadımız şöyle buyurdu: ‘Bakın bir Miralay talebem gitti, Onuncu Söz’ü habbeciklerle Şarkta neşretti, Rusya’nın önünü aldı.’ 
“Yine benim hatırıma geldi. Onuncu Söz elli-altmış nüsha kitap. Nasıl koca Rusya’nın önünü alacak?
“Üstadımız şöyle dedi:
‘Esas manevi atom bombası Risale-i Nur’dur. Onların atomundan daha üstündür. Sizler korkmayın, bu memlekette Risale-i Nur olduğu müddetçe Rusya bu memlekete giremez.’
“Yine Alman Harbinde herkes telaşta, ‘Almanlar Türkiye’ye girdi girecek’ diye kahvelerde konuşuluyor.
Üstadımız Hafız Ali Ağabeye haber gönderiyor. ‘Korkmayın, telaş etmeyin. Türkiye’de Risale-i Nur var, giremez’ diyor.
“Hafız Ali Ağabeyin hizmetine bakan Abdullah Çavuş kahveye gidiyor, milletin telaşını görünce, ‘Merak etmeyin Hoca Efendi haber göndermiş, Türkiye’de Risale-i Nur var giremez demiş,’ diyor.
O zamanki eğitmenlerden Osman Atasoy da inanmaz bir tavırla şöyle diyor:
‘Meczub, işte girdi.’
Abdullah Çavuş bir şey demeden evine gidiyor. Gece radyolar ilan ediyor. ‘Alman orduları Türkiye’ye giremedi.’ Ondan sonra Osman Atasoy Nur Talebesi oldu.
“Üstadımız eski Nur Talebelerine çok ehemmiyet verirdi. Onların sadakat ve sebatlarından dolayı çok rağbet ve alaka gösteriyordu. ‘
Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel çekirdekler hükmündedirler. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyvesini vermektedir’ derdi.”
Kaynak : Son Şahitler 3.Cild s. 31
Risale Ajans

Merhum Bayram Yüksel Ağabeyin Hatıralarından

Vefatının 18. yılında Bayram Yüksel Ağabeyimizi Rahmetle anmak vesilesi ile; bazı hatıralarını sizinle paylaşacağız… 1931 – 1997

      1-Üstad hazretleri (Mevlüdi nebevi gecesi hariç) diğer leyle-i mübarek’eleri ihya ettirirdi uyutmazdı. Uyuyanlara ibrikle su dökerek uyandırırdı. Ayrıca Ramazanın on beşinci gecesinden sonra. Uyumazdı. Üstad Hazretleri, kendi de mübarek gecelerde ve Ramazanın son on beş gününün gecelerinde uyumazdı.

      2- Bir ders esnasında 17. lem’a daki notalar bahsi okunurken,Üstad Hazretlerinin hazır olduğu bir derste Ağabeylerden biri “Ey gafil Said” ibaresini okuyunca, Üstad Hazretleri,”Keçeli beni itham etmeye hakkınız yok.” Dedi. O ibare yerine “Ey gafil nefsim! Veya ey gafil filan! “ (Okuyan kendi ismini söylesin) ma’nasında sözler söyledi.

     3- Bir gün, Üstad Hazretleri, “Kardeşim bu zaman çok acayip olmuş, elini versen kolunu alır, kolunu versen vücudunu alır. Zaruri rızkı bulsanız kifayet ediniz.” Diyerek bizlere buyurdular ki, “Siz hayatı içtimaiye girmek mecbur kalırsanız, ancak çobanlığa izin veriyorum!” Dedi.

      4- Bingöl Milletvekili (Said) Üstadın yanına geliyor ve Ankara’dan çok sıkıldığını söylüyor. Üstad Hazretleri, “yok yok! Ankara’nın her mahallesinde, her semtinde bir dershane olacak!” diyor. “Ankara’da en kara bir halet hissettim, fakat sonra Ankara nurlandı.” Diyor.

5- Mustafa Birlik Ağabey, Üstad Hazretlerine, “Zekât yerine Risale-i Nur Kitaplarından dağıta bilirmiyim?” diye sorunca,Üstad Hazretleri, “olur!” dedi.

     6- Üstad Hazretleri, “ Tembellik, hastalık ve yorgunluk nefsin desisesidir!” diyor ve hiç sevmiyordu!

     7- Üstad Hazretleri, “Gavsi A’zam Allahtan hizmet için ömür rica etmiş. Bende Risale-i Nur matbaalarda bitinceye kadar Allahtan ömür istiyorum.” Dedi.

     8- Öğlene kadar ders yaptığımız oldu. Fakat bu Arapça Mesnevi’yi okuma zamana mahsus idi. Sâir zamanlarda, birer ikişer sahife olarak, sabah dersinde okurduk.

     9- Üstad Hazretleri, “Evlatlarım evlatlarım, Risale-i Nur dinsizlerin, Komünistlerin Masonların belini kırmıştır. Merak etmeyiniz! Risale-i Nur daima galiptir. Yeter ki siz Risale-i Nura sadik kalın!” Diyordu.

     10- Üstad Hazretleri, “Eğer mümkün olsaydı, Risale-i Nurun  bir sahifesinin yazılması için on altın verecektim.” Dedi.

     11- Yine Üstad Hazretleri, “Acaba Risale-i Nur dairesine girip de, bütün bütün daireden atılan var mı?” Diyor. Sonra ben hiç hatırlamıyorum.” Diyordu.

     12- Üstad Hazretleri, “Birbirinize haksız yere seksen sopa vursanız, buradaki  netice-i azîme için burayı bırakıp bir yere gitmeyeceksiniz!” diyordu.

     13- Üstad Hazretleri, “Dünyanın şaşaalı bir devri gelecek inşâallah. Ben görmeyeceğim, ben kabrimde seyredeceğim. Mustafa Sungurda bana ders okuyacak.”diyordu.

     14- Üstad Hazretleri, Emirdağında iken Ziya Arun Ağabey  ayrılıyor. “Üstad Hazretleri keşke ben gelinceye kadar tutsa idiniz!” (Ziya Ağabeyin Meczübane hareketinden, Bayram ağabey de onun gitmesini arzu ediyor. Bayram Ağabey onun bavulunu taşıyor o kolu bir hafta ağırıyor.) Üstad Hazretleri, “Ziya duamda birinci tabakada iken şimdi yedinci tabakaya zor kabul ediyorum.” Dedi. Yine, Üstad Hazretleri, “Ziya hayatı içtimaiyenin boşluğunu bildi, tımarhaneye kapandı. Şimdi orada imamlık yapıyor, hizmet ediyor.” Dedi. Haşiye: (Ziya Ağabeyde irsî bir meczûbiyet vardı!)

     15- Üstad Hazretleri, Ben kızdığım zaman kalben değil, sûreten hiddetleniyorum.” derdi.

     16- Bir gün Ceylan, Tahiri, Sungur Ağabeyler, Bayram Ağabeyin bulunduğu bir derste “Üstad Hazretleri: Siz zannediyor musunuz ki biz beş altı kişilik bir ders yapıyoruz. Biz bu dersimizde Anadolu’daki binler cemaatlerin arasına girip ders yapıyoruz.” dedi.

     17- Üstad Hazretleri, “Nasıl ki Cuma akşamları camilerde tecdid-i iman yapılıyor. Bizde Risale-i Nur okuyarak tecdidi iman yapıyoruz.” diyordu.

     18- Üstad Hazretlerinin en çok kızdığı, islamiyet’e zarar veren İngilizler ve Fransızlar idi. Ağabeylere diyordu ki: “Fransız ve İngilizler, Sidreye uçaklarını gönderip bombarduman yapsalar beş para ehemmiyet vermeyeceğim. Sizde ehemmiyet vermeyin. “Zübeyir yap bir kahve, diyeceğım!”

     19- Üstad hazretleri, Tarihçe-i Hayat on ordu yirmi mecmua kadar hizmet edecek!” diyordu.

      20- Üstad Hazretleri, beş saat geçmeyince yemek yemez, iki saat geçmeyince de su içmezdi. Çamaşırını sık sık değiştirirdi. Yıkamak için aldığımızda gül gibi kokunca, ancak kirli olduğunu anlıyorduk!

     21- Üstad Hazretleri, ben koreye giderken: “Tam, tam, inkârı uluhiyete karşı gitmek lazımdır. Ben ya seni ya ceylanı gönderiyordum. Orada kafana göre bir arkadaş edin. Nefis ve şeytan’ın seni sıkıştırdığında: Beni hatıla. Korktuğun zaman da beni hatırla! Senin lisan-ı halın, lisan-ı kalından daha ziyade tesir edecektir.” diyordu.

      22- Kore’de bir gün, Bayram ağabeye de radyo yayını için, Türkiyedeki vatandaşların için  bir diyeceğin varmı?” diye soruyorlar?  Oda Üstadım Bediüzzaman Hazretlerine selam ederim, Ellerinden öperim.” Demiş. Bu sırada Üstad mahkemeden çıkınca, radyoyu açtırır ve o anda yayında olan Bayram Ağabeyin konuşmasını dinler.

     23- Üstad Hazretleri, İsparta için “Bu mübarek şehri ihya etmek için, her gün cennet’ten altı damla bu göle, (Gölcüğ’e) damlıyor. Demiş. (Terzi mehmed’den)bu haber.

     24- Hava assubayları üstadı ziyate gelirken jip devriliyor! Üstad onlara ziyaretinizin makbuliyetine işarettir.” Buyururlar.

     25- Üstad Hazretleri birbirine dil ile gıyabı dualara ehemmiyet veriyordu. Sabah namazından  bir saat evvel  başladığı duada beş metre uzunluğunda (ve bir metre genişliğinde) kâğıda yazılı şecerede bulunan isimlere bağışlıyordu. Üstad Hazretleri, mübarek zatların hepsine dua ediyordu. Buyururlardı ki: Nasıl zarfın üzere isim yazılınca mektüp adrese kolay gider; aynen öylede birbirinize ismen dua ederseniz, o zarftaki gibi olur ve yerine gider.” derdi.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bayram Yüksel Kimdir?

Bayram YÜKSEL (1931- 1997)

Bediüzzaman’ın talebelerinden olan Bayram Yüksel, 1931 yılında Bolvadin’in Çoğollu Köyü’nde doğdu. 1945 yılında ilkokulu “pekiyi” derecesiyle bitirince öğretmeni tarafından Köy Enstitüsüne gönderilmek istendi; ancak, babası dindar bir insan olduğundan göndermedi. Bu okullardan mezun olan insanların, dinine ve diyanetine karşı yabancılaşması, halk tarafından benimsenmelerine mani teşkil ediyordu. Babası, Kur’an-ı Kerim’i hıfz etmesini ve öğrenmesini istiyordu.

Çok genç yaşta Risale-i Nur’la tanışarak Bediüzzaman’a talebe oldu (1948). Vatani hizmetini ifa ettiği sırada Kore Savaşı çıkmış olduğundan, Kore’ye gönderilen birliklerimizin içinde yer aldı (1951). Kore Gazisi olarak geri döndü. Bediüzzaman Hazretlerinin vefatına kadar hizmetinde bulunmaya devam etti (1960).

Bayram Yüksel, gerek Bediüzzaman gerekse Risale-i Nur hizmeti konusunda çok sayıda hatıra nakletti. Uzun süre hizmetin içinde yer aldı. Bediüzzaman’ın derslerinde bulundu. Bu yüzden aktarmış olduğu bilgiler, “birinci elden kaynak” olup çok büyük önem arz etmektedir

Bayram Yüksel, Risale-i Nur’la tanıştıktan kısa bir süre sonra henüz daha 16-17 yaşlarında iken kendini hapishanede buldu. Afyon Hapishanesi’nde bulunduğu sırada insanlık dışı muamele maruz kaldı. Gardiyanlar, hem kendisine hem de Üstadına hakaret eder ve tokat atarlardı. Bu durum hem kendisini hem de Üstadını rencide ediyordu. Bediüzzaman, talebelerine hem teselli verir hem de tutuklu olmalarına rağmen zamanlarını en güzel şekilde geçirmelerini sağlardı. Nitekim Bayram Yüksel de hapishanede Kur’an yazını öğrendi.

Bayram Yüksel, vatani hizmetine İskenderun’da başladı. Ancak, Kore’ye gönderilme kararı çıktı. Kore’de Türk askerlerinin kırdırıldığı iddiasıyla kendisini Suriye’ye kaçırma teklifi yapıldı. Ancak, kendisi Emirdağ’a gidip Bediüzzaman Hazretlerinin fikrini aldı. Habere sevinen Bediüzzaman, “Tamam, ben bir Nur Talebesini Kore’ye göndermek istiyordum. Seni ya da Ceylan’ı düşünmüştüm. İnkar-ı Uluhiyete karşı Kore’ye gitmek lazım” dedikten sonra kendisine, hiçbir zaman boynundan çıkarmamak üzere Cevşen verdi ve hiç korkmamasını, İnayet-i Rabbaniye altında olduklarını söyledi. Bir de Japon başkumandana verilmek üzere Risaleler verdi.

Bayram Yüksel’in, Kore’de bulunduğu sırada en çok düşündüğü şey, Üstad’ın verdiği kitapları Japon başkumandana nasıl ulaştıracağı konusu idi. Tokyo’ya tedavi edilmek üzere gönderilmiş bulunan yaralıları alma görevi, kendisinin mensubu bulunduğu tabura verildi ve böylece Tokyo’ya gitme imkanı doğdu. Buraya gelince komutanlarından izin aldıktan sonra, Türklerin bulunduğu camiye gitti. Cami müezzini ile tanıştı. Kendisine çok yakın ilgi gösterildi. Kazan Türklerinden olan müezzin ve diğerleri, Japon-Rus savaşı sırasında, Bediüzzaman’ın İstanbul’da iken tanışıp haberleştiği ve eserlerini gönderdiği komutan tarafından Tokyo’ya getirilerek yerleştirilmiş ve kendilerine cami yaptırılmıştı. Müezzin, Bediüzzaman’ı Rusya’daki esaretinden beri tanıdıklarını söyledi. Japon kumandan vefat etmiş bulunduğundan, Bayram Yüksel eserleri buradaki Türklere verdi.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra, iman ve Kur’an hizmetini Ankara ve Isparta’da devam ettirdi. Nur hizmeti, Bediüzzaman ve parmakla sayılacak kadar az sayıdaki talebeleriyle başlamışken, daha sonra ülkenin dört bir yanına yayıldı. Risale-i Nur Külliyatı, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere birçok dile tercüme edildi. Bu hizmete paralel olarak yurt dışında bir çok hizmet merkezi vücuda geldi. Bayram Yüksel de muhtelif zamanlarda yurt dışına gitti. Yine böyle bir seyahatten sonra Almanya’dan dönüşlerinde, beraberinde bulunan Ali Uçar ve Mehmet Çiçek’le birlikte, Bulgaristan’da geçirdikleri trafik kazası sonucu vefat etti (19 Kasım 1997).

Risale-i Nur Enstitüsü