Etiket arşivi: Bediüzzaman Said Nursi

Sırlı Bir Madde ve İki İnsan: Tesla ve Bediüzzaman

Yaşadığı 1856 ve 1943 yılları arasında yaptığı çalışmalarla pek çok teknolojik gelişmeye yol gösterdi. Şimdi bile günümüzün çok ilerisinde bir beyin olduğunu artık tüm dünya kabul ediyor.

Kablosuz elektrik iletimi üzerine çalışmalarıyla adını daha çok duyduğumuz bu dehanın, birçok temel fizik yasası ve astronomi ile ilgili önemli çalışmaları da bulunuyor.

Gün geçtikçe hayatına ve çalışmalarına dair bazı sır perdeleri kalkıyor ve bu da onu daha iyi anlamamızı sağlıyor. İşte bunlardan birisi de keşfedildiği andan itibaren bilim dünyasını şoka uğratan “antigravite” ve “eter” ile ilgili çalışmalarıdır.

Tesla’nın, esir maddesi kavramına dair açıklamaları ve düşünceleri dikkat çekiyor. Ayrıca onun gizlenen ve açıklanması istenmeyen buluşları olduğu da iddia edilmektedir. Bunlardan birisi de “Esir Maddesi”dir.

Gelecekte birçok garip keşifler esir maddesi ve enerjisi ile ilgili olabilir mi?

Tesla’nın çalışmaları, radyo, televizyon, AC elektrik, Tesla bobini, floresan aydınlatma, neon aydınlatma, radyo kontrol cihazları, robotik, X-ışınları, radar, mikro dalgalar gibi düzinelerce teknolojiye ilham olmuştu.

Gizli Eter Fiziği kitabının yazarı ve Tesla konusunda uzman bilim insanı William R. Lyne, Tesla’nın evinde bulunan el yazmalarında antigravite hakkında çok sayıda çalışmanın olduğunu iddia ediyor.

Çağdaşlarının ve şimdikilerin de pek anlamadığı zamanını aşan bir başka insan da daha çok din adamı ve âlim sıfatı ile tanıdığımız Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Esir maddesini ayrıntıları ile gündeme getirenlerden birisi de o olmuştu.

“Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki, ecrâm-ı ulviyenin (gök cisimlerinin) câzibe ve dâfia (çekme ve itme) gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri (neşreden, yayan) ve nâkili (nakleden) o fezayı dolduran bir madde mevcuttur.” (12. Lem’a) diyerek esir maddesine dikkat çekmişti.

Esir (eter), uzay boşluğunda kuvvetlerin aktarımını sağlayan bir ortam görevi gören ve antik dönemlerden bu yana insanların kafa yorduğu bir kavramdır.

Tesla’ya göre Einstein esir maddesini kabul etmeyerek hayatının en büyük hatasını yapmıştır.

Esirin yokluğuna delil gösterilen Michelson Morley deneyi 100 yıl sonra (1986) tekrarlanarak o tarihlerde deneyin yanlış yorumlandığı ve yanlış icra edildiğine dair kayıtlar bulunmaktadır.

Tesla’ya göre, çekim yasası, kuvvet alanları ve uzay eğriliği ESİR maddesi ile ilgili bazı konularda Einstein yanıldı. Tesla’nın açıklamalarına göre eter, olgular denilen evrensel yer çekimi, atalet, momentum ve gök cisimlerinin hareketinin yanı sıra tüm atomik ve moleküler maddelerde var olan kuvvetler için vazgeçilmez bir işleve sahiptir.

Tesla, “İnsanlığın Büyük Başarısı” başlıklı bir makalesinde Dinamik Gravite Teorisi hakkında şunları söylemiştir:

Aydınlık eter, tüm uzaydaki boş alanı dolduruyor. Eter, Yaratıcının gücü ile yaşamı etkiliyor (hayat kaynağı oluyor). Işık hızına yakın bir hareketi ile sonsuz küçük kıvrımlar halinde etkili oluyor ve madde haline geliyor. Kuvvet kaybolduğunda ve hareket kesildiğinde, madde tekrar etere dönüyor. Maddenin asli yapısının “dalga-enerji” olduğunu unutmayalım.

Teslaya göre tüm alanı dolduran aydınlık eter, Yaratıcı Kudret tarafından yönlendiriliyor. Eter, ışık hızının yakınında “sonsuz küçük kıvrımlarla” maddeye dönüşebiliyor ve tekrar eski formuna geri dönebiliyor.

Yine Teslaya göre, esirin sırlarına vakıf olabilirsek maddeyi etere (bir tür ışın yapı) dönüştürmek mümkün hale gelir ve ışınlama gerçekleşebilir; maddi ve sürekli-bitmeyen (hatta sürekli çoğalan) enerji oluşturulabilir; boyut değiştirme mümkün hale gelir; iklimler kontrol altına alınabilir; evrenin uzak bölgelerine gitmek (tayyı mekan) için teknoloji geliştirilebilir; Dünya ve uzayda yerçekimi etkileri, atalet ve momentum oluşmaları sağlanabilir…

Notlarında esir konusunda detaylı çalıştığının altını çizen Tesla, gök cisimlerinin hareketinin esir ile ilgili olduğunu belirtir.

Şimdi gelelim Bediüzzaman’ın esir maddesine yüklediği fonksiyon ve özelliklere:

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği gibi esir maddesi “ruha yakın” bir yapıda ve “vücudun en zayıf mertebesi”dir. Bu yüzden “esir”i anlaşılır kılmak kolay bir mesele değildir.

Evrenin sırlarını Kur’an’ın ışığında keşfeden Bediüzzaman’ın ifadelerinden, esir maddesinin “Nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz” edildiği, ilahi arşlardan biri olduğunu anlamaktayız. Elbetteki esir ortamındaki faaliyetler, su ve toprak arşlarındakinden farklı olacaktır. Çünkü esir, Cenab-ı Hakk’ın “en nazenin bir hulle-i icraatı”dır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhani ve manevi varlıkların da yaşama ortamı ve faaliyet alanı olduğunu düşünebiliriz. Diğer taraftan, hava unsurunun manevi cephesi olan esir “bir hüve olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar” olmaktadır. Bu sebeple “mevcudata nazaran akıcı bir su gibi, mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir madde” olarak esir, madde âlemini mana âlemlerine bağlayan, hem bu âleme hem de öbür âlemlere benzeyen, ikisinin arasında bir yapıya sahip olacaktır.

Evet bu konudaki çalışmalar, yani fiilî dualar devam ettikçe esir maddesi ve sırları da keşfedilecektir.

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi

Mehdîlik sevdası ve Risale-i Nur’a maliyeti (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-15)

Risale-i Nur hareketinin doğuşundan bugüne kadar takip ettiği seyri bir bütün halinde göz önüne getirdiğimizde dikkatimizi çekecek olan hususlardan birisi de, bu hareket içinde rağbet gören şeylerde meydana gelen farklılıklardır. Mehdîlik konusu da bunlardan biridir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatta olduğu zamanlarda bazı talebeleri zaman zaman bu meseleyi gündeme getirmek istemişlerse de Bediüzzaman konuyu kapalı ifadelerle geçiştirmiştir ki, bu açıklamaların dahi çoğunda, mehdîlik konusunun izahından ziyade, genel olarak hadislerin anlaşılmasında takip edilecek bazı esasların ders verildiği görülmektedir. Bediüzzaman’ı buna sevk eden şey ise, konuyla ilgili hadislerin inkârına meydan vermemek konusundaki titizliğidir ki, âhir zaman hadiseleriyle ilgili bir eser olan Beşinci Şuayı bu gaye ile telif ettiğini kendisi açıklamıştır.[1]

Ancak Bediüzzaman’ın bıraktığı mirasın aradan geçen bunca zaman içinde ilk günün orijinalliğini koruyabildiğini söylemek de mümkün değildir. Risale-i Nur hareketi Bediüzzaman’sız yıllarında bir yandan önündeki engelleri aşıp özgürlüğünü kazanarak geniş kitlelere yayılırken, diğer yandan da, rotasını asıl menzilinden farklı hedeflere yöneltme istidadı gösteren, hattâ yer yer bunu başaran değişimler de yaşamıştır. Bu kabil değişimler görünüş ve gösterişte gelişme ve zenginleşme şeklinde cereyan ederken, muhtevâ ve seviye açısından ise çoraklaşma yönünde bir seyir takip etmiştir. Bugün cemaatte hakim hale gelmiş bulunan mehdîlik telâkkisi, işte bu değişim sırasında öne çıkan konular arasındadır.

Gelinmiş olan noktada, Bediüzzaman’ın mehdîliğine olan inanç, Nur talebelerinin büyük çoğunluğunca, sorgulanması bile düşünülemeyecek bir ön kabul halini almış bulunuyor. Bunun ciddî bir problem doğurmayacağını düşünebilirsiniz: Risale-i Nur gibi, İslâm inancını orijinal bir yöntem ve üslûpla kitlelere ders vermiş ve toplumun badireli günlerden sahih bir imanla çıkmasında emeği geçmiş bir eser ile onun müellifini, birçok hadis-i şerifte haber verilmiş olan bir zât olarak telâkki edilmesinden kim ne zarar görebilir? Fakat bu telâkkinin inkârı caiz olmayan bir inanca dönüştüğü zaman doğurduğu sonuçlara baktığımızda, meselenin o kadar da basite alınamayacak bir problem halini aldığını görmemek imkânsızlaşıyor.

Herşeyden önce, FETÖ faciasının beslendiği ana damarlardan birisi, belki de birincisi, mehdîlik konusu idi. Kimine göre bizzat mehdînin kendisi, kimine göre de asıl mehdînin geniş dairedeki hedeflerini gerçekleştirecek olan zât, malûm terör örgütünün başı olan kişiydi. Eğer 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarıya ulaşmış olsaydı, sağ kalanlarımız zaten buna cebren iman edecekti!

Fakat bu tecrübenin yaşanmış olmasından daha vahîm bir durumla halen karşı karşıya bulunuyoruz:

Yaşanmış olan tecrübeden ders alındığına dair hiçbir belirti ortalıkta görünmüyor. Bir tedhiş örgütünün mehdiyet kılığına bürünerek bu kadar geniş kitleleri aldatmasına zemin hazırlayan telâkkiler etkisinden hiçbir şey kaybetmedi, sadece yön değiştirmek suretiyle yine aynı kitleleri uyutmaya devam ediyor. Mehdîlik konusu yine dillerden düşmüyor; içi boş mesajlar mehdiyet övgüleriyle ambalajlanıp pazarlanıyor; boşboğazlıktan ve sövüp saymaktan başka bir marifet sergileyemeyen sosyal medya kahramanları “Mehdî-yi Âzam, Müceddid-i Ekber, ilh.” diye sıralanan bir düzine sıfattan sonra kendi ham hayallerini Bediüzzaman’a mal ederek kitleleri heyecanlandırmaya, birilerini göklere çıkarıp daha başkalarını yerin dibine batırmaya çalışıyor. Bir başka deyişle, İslâm tarihinin nice defalar mehdîlik iddiaları etrafında cereyan etmiş olayları daha küçük ölçekte Risale-i Nur cemaatleri içinde yaşanıyor. Gerçi bu gelişmeler henüz tarihte olduğu gibi şiddete dökülmedi, ama dökülmeyeceği anlamına da gelmiyor.

***

Risale-i Nur hareketinin içinde mehdiyet konusunun rağbet kazanması Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından çok sonraki zamanlara rastlar ki, bu dönemler Risale-i Nur hizmetinin önündeki engellerin kalktığı, Risale-i Nur talebesi olmanın bir fiyat istemediği, bu arada dünya muhabbetinin cemaat içinde revaç bulduğu dönemlerdir. Bu yeni dönemde çilelerden kurtulmuş olmanın verdiği rehavetle, Risale-i Nur cemaatlerinin varlık sebebi olan iman hizmeti gittikçe ihmale uğrarken siyaset ve hamaset de yükselen değerler olmuştur. Yeni yetişen nesillere iman hakikatlerini uygun ve etkili yöntemlerle ulaştırmak gibi bir problem Risale-i Nur cemaatlerinin büyük kısmının ajandasından düşmüş, buna karşılık ülke yönetimine birilerini getirip daha başka birilerini de bundan uzak tutmak – sanki böyle bir güce sahiplermiş gibi! – diğer cemaatlerimizin olduğu gibi Risale-i Nur cemaatlerinin de en ziyade enerjisini tüketen bir meşgale halini almıştır. Tabii bu faaliyetlerin siyasetten en uzak bir konumda bulunması gereken Risale-i Nur hizmeti ile bağdaştırılabilmesi için yüce bir gaye ile irtibatlandırılması icap ediyordu ki, işte bu imkânı da mehdiyet meşgalesi sağlamış bulunuyor. İman hizmetinin içi boşalırken mehdî edebiyatının inkişaf etmesi işte bu sebeptendir.

Her bir Nur talebesini kapsayacak şekilde söylenemese bile, en azından çoğunluk itibarıyla Nur talebelerinin bugün sürüklendiği nokta hakkında söylenebilecek söz şudur:

Bediüzzaman’ın (veya Risale-i Nur’un) mehdîliği artık cemaat içinde tartışılmaz bir inanç esası halini aldığı gibi, hizmetlerin de referans noktasını teşkil etmekte, yapılan işler bu makama nisbet edilerek bir nevi kudsiyete mazhar olmaktadır. Bu arada her ne kadar bazıları Risale-i Nur’un mesajını çeşitli vesile ve vasıtalarla geniş kitlelere, özellikle inanç bunalımları içinde bocalayan genç nesillere aktarmaya çalışıyorlarsa da, “ana akım” içinde bu tür faaliyetler tasvip görmediği gibi, oldukça ağır ithamlara da sebep olmaktadır. Şimdi revaçta olan anlayış, izahsız ve lügatsiz bir şekilde kendi aralarında Risale-i Nur’u sürekli okuyup durmak ve günün birinde bu okumaların her türlü problemi halledeceğine inanmak yönündedir.[2] Gençlerin deizme yahut ateizme kaymalarına karşı onlarla tek tek meşgul olarak imanlarını kurtarmaya çalışmak artık mazide kalmış bir hizmet tarzıdır; Risale-i Nur’lar okullarda ders kitabı olarak okutulmaya başladığında bu problem – herhalde mehdiyetin kuvvetiyle – çözülmüş olacaktır.

Oysa Bediüzzaman bir Emirdağ mektubunda dünyevî makamların herşeyi kendisine âlet ettiğine işaret ettikten sonra, “Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder” diyor ve bunun sebebini de “umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak” şeklinde açıklıyordu.[3] Yetmiş küsur yıl sonra, bugün Bediüzzaman’ın talebeleri, kendilerini ve hizmetlerini çok yüksek bir manevî makama yakıştırmak için yapıp ettikleri şeylerle Üstadlarını tasdik ediyor!

Bediüzzaman bir başka mektubunda, mehdîlik meselesini öne sürmenin iman hakikatlerini zaafa uğratacağını açık bir dille hatırlatıyordu. Baştan sona cerh edilmez delillere ve kâinat dolusu şahitlere dayanan bu hakikatler bir büyük makama izafe edildiği takdirde, delil yerine bu makamın otoritesine dayandırılmış olacak, bu defa da o güneş gibi aşikâr hakikatler ancak o makama ve makam sahibi olarak öne sürülen kimseye inanan kimseler için bir anlam ifade eder hale gelecek, iman hakikatlerine karşı yabanî duran kimselerin gözünde ise hiçbir değer taşımayacak, bilâkis bütün bütün kuvvetini kaybedecekti.[4] Zamanımızın Nur talebeleri, Üstadlarını bu teşhisinde de fiilleriyle tasdik ediyorlar: mehdiyet edebiyatı yaygınlaştıkça Nur talebelerinin iman hakikatlerini muhtaçlara ulaştırma gayretleri sönüyor, bütünüyle sönmese bile tesirini kaybediyor; onun yerine, bütün ümitler eserlerin dünyevî ve resmî makamlarca neşredilerek olağanüstü bir şekilde insanlar üzerinde tesir icra edeceği meçhul ve esrarlı bir istikbale bağlanıyor. Bu arada insanlar tabii ki boş durmuyor; birbirlerine mehdiyetin ve mehdîye asker olmanın faziletlerini anlatarak uçuşlara geçiyorlar. Yahut, bir başka okuyuşla, yeni Haşhaşî oluşumlarının zeminini hazırlıyorlar.

Mehdiyet edebiyatının cereyan ettiği yerde ihmal edilmemesi gereken bir diğer sonuç da ego patlamasıdır. Çünkü mehdîye mensup olmanın hem dünya, hem de âhiret itibarıyla bir getirisi vardır. Bunun sonucu olarak, mehdîyi öven kimsenin bu övgülerden mehdînin bir askeri olarak kendisine de pay çıkarması kaçınılmazdır. Bu paylar birike birike “mehdînin askerlerinde” bir üstünlük duygusuna yol açıyor. Mehdiyet konusunu dilinden düşürmeyen kimselerin sosyal medya hesaplarında bu durumu böbürlenme, kibirlenme, başka türlü düşünenlere tepeden bakma, en küçük bir eleştiriyi mehdiyet kalkanıyla savuşturma, karşı çıkana sövme, sürekli olarak birilerine sataşma (asker dediğiniz tabii ki savaşacak!), hakaret yarışında altta kalmama gibi arazlar halinde gözleyebilirsiniz. İnsan, sosyal medyada mehdî adına yazılıp çizilenleri gördükçe, mehdîye asker olmanın bir taraftan çok kolay, diğer taraftan da çok maliyetli bir iş haline geldiğini düşünmeden edemiyor: Çok kolay, çünkü maharet olarak sadece övmeyi ve sövmeyi bilmek yetiyor. Çok pahalı, çünkü fiyat olarak insandan edep ve ahlâkını istiyor!

Mehdîlik iddiasını dillerine dolayanların ihmal ettikleri, ancak birgün mutlaka yüzleşmek zorunda kalacakları bir gerçek daha vardır: mehdiyete gözünü dikmiş cemaatler arasında samimî bir ittihad hiçbir zaman mümkün olamaz. Çünkü mehdîlik makamı bir tanedir; onun için, bir cemaatin kendi mehdîsini ileri sürmesi, diğer cemaatlere ait mehdîlerin gerçek mehdî olamayacağı anlamına gelir. Bu durumun tabiî bir sonucu olarak, Üstadın mehdîliğini ilân edenler, daha başkalarından Üstadın bu mevkie lâyık olmadığını ispat gayesine yönelik çıkışlar beklemelidir. Her cemaat ve tarikat için bu durumu ayrı ayrı düşündüğümüzde, yerleşik mehdî beklentilerinin Müslümanlar arasındaki birliğe hizmet etmeyeceği kolayca ortaya çıkacaktır. Aynı durum Risale-i Nur ve Bediüzzaman için de söz konusu olacaktır. Hiç şüphesiz bu insanın yaratılışından beklenecek bir sonuçtur; “Gelin benim liderliğimde birleşin” şeklindeki bir çağrı hangi topluluktan olumlu bir cevap alabilir?

***

Konuyu ne kadar çok çeşitli yönlerden incelersek inceleyelim, varacağımız netice şu tek cümlelik sonuçtan ibaret kalacaktır:

Mehdî edebiyatının Risale-i Nur cemaatlerine kazandıracağı hiçbir şey yoktur; birçok şey kaybettireceği ise muhakkaktır. Zaten bu mesleğin esasları arasında böyle bir iddia yoktur; Nur talebeliği demek, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân’dan alarak bu çağın insanlarına sunduğu çözümleri önce kendi nefsinde tecrübe etmek, sonra da, tam anlamıyla ilâçların olumlu etkisini yaşamış kimseler olarak onları muhtaç olan insanlara ulaştırmak, bu hizmeti de maddî yahut manevî hiçbir menfaate veya gayeye âlet etmeden sadece ve sadece muhtaç olan kulların imanlarının kurtulması için yapmak demektir. Bediüzzaman eserlerinin pek çok yerinde Risale-i Nur talebelerinin özelliklerinden söz etmiştir; ancak bunların hiçbirisinde mehdîye tâbi olmak yahut Risale-i Nur’u veya Üstadı mehdî kabul etmek şeklinde bir şart yoktur, tavsiye veya teşvik de yoktur. Bilâkis, bu hizmete maddî veya manevî makamların gölgesini düşürmenin zararlarına dair son derece önemli bahisler Risale-i Nur’da yer almaktadır ki, bunlardan bir ikisine yukarıda kısaca temas etmiş bulunuyoruz.

Bu açık gerçeklere rağmen bugün Risale-i Nur talebeleri arasında mehdiyet edebiyatının yaygınlaşmış olmasını, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, bu hizmetin içinin boşalması ve himmetlerin özden kabuğa yönelmiş olması ile açıklamak mümkündür. Eğer böyle bir boşalma olmasaydı, imanların böylesine savrulduğu bir zamanda Risale-i Nur talebeleri hiçbir zaman asıl hizmetlerinden başlarını kaldırıp da mehdiyet fantezileriyle böbürlenerek gönül eğlendirecek vakit bulamazlardı.

Apaçık gerçeği daha da açacak olursak, bunun altından hiç şüphesiz dünya sevgisi çıkacaktır. Çünkü bu muhabbet, âhiret mertebelerine duyulan bir muhabbet değildir; bunda asabiyet, üstünlük taslama, övünme, manevî unvan görüntüsü altında dünya makamlarına talip olma, kendileriyle aynı şekilde düşünmeyen kardeşlerine karşı nefret ve husumet besleme gibi davranışlar vardır ki, bunların hepsinin yüzü de dünyevî hedeflere dönüktür. Hedefler dünyevîleşince, dikkatler de kendilerini zahmetsizce bu hedeflere ulaştıracak vesilelere yönelmektedir. Ve bu yöneliş, cemaatleri her türlü manipülasyona açık hale getirmekte, hattâ kendilerini kullanmak için fırsat kollayanlara “Gelin bizi dilediğiniz gibi kullanın” şeklinde davetiye çıkarmaktadır. Bu tesbitleri fazla iddialı bulanlar, henüz hafızaları tazeliğini korumakta iken, FETÖ gibi bir tedhiş örgütünün Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl yuvalanıp geliştiğini hatırlamaya çalışsınlar. Bir taraftan çoluk çocuğunun sorumluluğunu onların kurumlarına devrederek büyük bir yükten kurtulmak, diğer taraftan da geniş âlemde şaşaalı gelişmelere ve hattâ büyük mehdînin hükümranlığına şahit olmak, üstelik buna karınca kararınca bir katkıda bulunmak gibi mutlu rüyalar kimlerin başını döndürmemişti?

Diğer taraftan, mehdîlik gibi büyüleyici bir makama gözünü diken cemaatler siyaset âleminin kurtlarına yem olmayı garantilemiş sayılırlar. Böyle bir cemaatin halk kitleleri içinde hatırı sayılır bir tabanı da varsa, siyasetçiler bu durumu değerlendirmesini çok iyi bilirler. Gerçi bu ilişki iki tarafı da bir süre hoşnut eder; ama bir tarafın kazancı daha ziyade elle tutulur sonuçlar şeklinde gerçekleşirken, diğer tarafınki hep şu köşeyi de dönünce gerçekleşmesi beklenen hülyalar seviyesinde kalır. Bu hülyaların bedeli ise, cemaatin dayandığı bâki hakikatleri fâni kişi ve kurumların muvakkat siyasetlerine tâbi kılmak suretiyle ödenir. İlerideki bölümlerde siyaset konusunu ayrıca ele alacağımız için şimdilik bu konuda ayrıntıya girmiyoruz.

***

Risale-i Nur’a veya müellifine mehdiyet ünvanını yakıştırma yönündeki bu yaygın ve ısrarlı gayretlere revaç veren şey, her ikisine de haddi aşacak şekilde olağanüstü özelliklerin yakıştırılmış olmasıdır.

Risale-i Nur’un – İlâhî ilham ile telif edilmiş de olsa – bir beşer kelâmı olduğu konusunu 13 ve 14’üncü bölümlerde ele almıştık. Bunun ötesinde bir sıfat yakıştırıldığında ise, Risale-i Nur’u olağanüstü makamlarla irtibatlandırmak ihtiyacı doğmakta ve bunun sonucu olarak da mehdîlik konusu imdada yetişmektedir. Oysa bugün zihinlerde yaşamakta olan mehdî telâkkisi de fazlasıyla abartılmış bir makamdan başka bir şey değildir. Zira mehdî demek, doğru yolda olan kimse, Allah’ın kendisine hidayet nasip ettiği kimse demektir. Yoksa hidayete ulaştıran kimse demek değildir. Onun için, hidayete ancak mehdîye tâbi olmak suretiyle ulaşılabileceği konusundaki anlayışın hiçbir dayanağı ve anlamı yoktur.

Abartılan özelliklerine karşılık, Risale-i Nur’un ihmal edilen özellikleri de vardır ki, bunların başında, iman ilimlerinde gerçekleştirdiği tecdid gelir. Risale-i Nur talebelerini bekleyen asıl görevler işte bu alandadır. Sahih İslâm itikadını sadece Kur’ân’dan ilham alarak, Kur’ân’ın üslûp ve metodlarına dayanarak ve kaynak olarak insanlara sadece Kur’ân’ı göstermek suretiyle[5] açıklayan ve bunu açıklarken hayatın her alanında imanın doyumsuz hazlarını okuyucuya tattıran muhteşem bir eser külliyatının şifrelerini çözmek, açılımlarını keşfetmek ve bu eserlerden aldıkları ilham ve öğrendikleri yöntemleri kullanmak suretiyle İslâm inancının güzelliklerini her türlü vasıta ile âleme yaymaktır.

Ama bu lügate bakmanın caiz olup olmadığını tartışan kafalarla yapılacak bir iş değildir.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] 14. Şua, http://erisale.com/#content.tr.4.461

[2] Bu tariflerin abartılmış olabileceğini düşünenler için, Bediüzzaman’ın kendisine en birinci talebe olarak seçtiği merhum Hulûsi Yahyagil’in bir soruya cevap olarak yazdığı mektupta geçen “Lügate bakmak lâzım” ifadesinin bir sitede yayınlanır yayınlanmaz cebren ve hışımla kaldırtılmış bulunduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır sanırız. İster inanın, ister inanmayın, ama cehalet tarih yazıyor!

[3] 1. Emirdağ Lâhikası, 41. Mektup http://erisale.com/#content.tr.10.107 .

[4] Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, http://erisale.com/#content.tr.12.20

[5] Tafsilât için bu yazı serisinin ilk üç bölümüne bakınız.

Endonezya’nın Republika Gazetesinde yayınlanan Bediüzzaman makalesi

Bediuzzaman Said Nursi en çok tesiri olan müceddid bir Türk alimidir. Dini ilimlere vâkıf olmasının yanında Matematik ve Coğrafya gibi fen ilimlerini de öğrenmiştir. Said Nursi’ye göre Kur’an’ın mucizeliğini anlatmada din ve fen ilimleri birbirinden ayrılmaz ve birbirini tamamlayıcı bir bütündür. 
Said Nursi’nin ilme bu bütüncül yaklaşımı onu bu modern asırda hikmetli bir müteffekkir yapmıştır. O İslam dininin dinamik ve verimli olması cihetiyle Kur’an ve sünnetin hayata tatbikine gayret göstermiştir. Hatta Nursi uyumlu ve sulh içinde bir toplum hayatına ulaşmak için taassub ve istibdata karşı çıkan “Kur’anî bir davet yöntemi” geliştirmiştir. 
Said Nursi’nin nazarında içtimai hayattaki uyuma ulaşmak ve karışıklıklardan uzak kalmak için 5 prensip gerekir. Bu beş prensibin “Birincisi, merhamet; ikincisi, hürmet; üçüncüsü, emniyet; dördüncüsü, haram ve helâli bilip haramdan çekilmek; beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir.” Bu zikredilen prensiplere ulaşmak için Said Nursi, Nur Talebeleriyle imanın ve İslâmî değerlerin tecdidi vizyonuyla ümmetin ittihadı için gayret etmiştir. 
Nur cemaatinin temel karakteri; sulhu ve emniyeti muhafaza eden anarşist fiillerden uzak, manevi ve ahlâkî cihadı ön planda tutan müsbet harekettir. Nur cemaati medeni bir sosyal yapıya ulaşılması için kucaklayıcı, akademik ve çatışmadan uzak bir davet yöntemini ön planda tutmuştur. 
Bu muhteşem İslam Medeniyetinin inşasında ve sosyal hayatın ilerlemesinde müslümanlar geçmişteki hatalarından ders çıkarmalılar. Said Nursi’ye göre müslümanların önceki dönemde ilerlememelerinin 8 engel vardır (Bu sekiz engel Hutbe-i Şamiye’den okunabilir).
Dinî ve Fenni ilimlerin entegrasyonu ve Dikotominin reddedilmesi
Said Nursi dinî  ilimlerin yanında fennî ilimlere vâkıf olmuştur. Fennî ilimlere vâkıf olması Batının seküler düşüncesinin tehlikesine karşı entelektüel bir ufuk kazandırmıştır. Bu durum Said Nursi’yi hem ilmî dikotomiye karşı çıkması hem de idareci ve siyasilere okullardaki dini müfredatın yenilenmesi çağrısını yaptırmıştır. Said Nursi İslâmî bakış açısı, entelektüel zenginliği ve maneviyatı Batının dikotomik bakış açılı düşünce ve kültüründen daha üstün olduğu inancını taşır. Bu yüzden Said Nursi “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.” demektedir.
 Nurcu (Nur Cemaati)
Nur cemaati Said Nursi’nin fikirlerinden ilham alan sosyal yapının içindeki İslâmî değerlerin bir tezahürüdür. Nur hareketi “batılılaşma” potasında erimeden zamanın gelişimiyle birleşen modern İslâmî düşünceyi neşreden nur talebelerinden teşekkül eder. Onlar batıdan gelen müspet değerleri alıp menfi değerleri reddetmişlerdir. Bu bağlamda nurcular halkın genelinde değişime vesile olan dini ve sosyal bir harekettir.  Medenî ve gelişmiş bir İslâmî düşünceye sahiptirler. Onlara göre İslamın zaferi siyasi sistemi değiştiren bir devrim değil, materyalist düşünceden insanları kurtarıp şuurlu müslümanlar yetiştirmektir. Nurcular manevi cihadla meşguldürler.
Ayasofya Hâdisesi
Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilişinde Said Nursi’nin rolü vardır. Said Nursi dönemin başbakanı Adnan Menderes’e mektub yazıp Ayasofya’nın tekrar cami olarak açılması ve Risale-i Nurların devlet eliyle basılması ricasında bulunmuştur. Her nekadar bu taleplere o zamanda ulaşılamasa da Said Nursi’nin talebeleri bu uğurda çalışmışlardır. 2012 yılında Said Nursi’nin talebelerinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile olan görüşmelerinde Tayyip Erdoğan Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilecegine söz vermiş, cami olarak açılması için uygun bir zemin hazırlanması gerektiğini ifade etmiştir. Elhamdülillah 10 Temmuz 2020 tarihinde Danıştay kararından sonra Erdoğan Ayasofya’yı camiye çeviren kararı imzalamıştır. 24 Temmuz’da ilk cuma namazı kılınmıştır. 
Sonuç olarak Tayyip Erdoğan’ın Said Nursi’yi takdir ederek onun dinî, sosyal ve siyasî olarak Türk medeniyetinde katkısı olduğunu söylemesine şaşırmamak gerekir. 2017’deki Müspet Hareket Sempozyumu açılış konuşmasında Tayyip Erdoğan “Said Nursi’nin rolü ve katkıları olmadan bugünkü gelişmiş Türkiye’ye ulaşmak mümkün değildir” demiştir. 
Dr. Sujiat Zubaidi Saleh,
Gontor Darussalam Üniveristesi öğretim üyesi..

Bediüzzaman’ın son günleri

Said Nursî 20 Ocak 1960 günü gece geç vakit, Emirdağ‘dan Isparta‘ya geldi. Bey Mahallesindeki ikametgâhına yerleşti. Bir müddet kaldıktan sonra buradan Afyon‘a geçen Said Nursî, burada da bir gece kaldıktan sonra tekrar Emirdağ’a hareket etti.

Takvim yaprakları 18 Mart 1960 Cumayı göstermekte…
Bedîüzzaman Said Nursî, Emirdağ’da şiddetli hastadır. Dr. Tahir Barçin gelerek serum verir, iğne yapar. Doktorun ifadesine göre, ağır zatürredir. Serum ve iğneden sonra biraz dalar. Az sonra gülerek uyanan Bediüzzaman’ın, O esnada başında bulunan Zübeyir Gündüzalp, Hamza Emek ve Doktor Tahir Barçın’a:

“Kardeşlerim! Risale-i Nur bu vatana hâkimdir. Mason ve komünistlerin belini kırmıştır. Biraz sıkıntı çekeceksiniz. Fakat sonunda çok iyi olacak” der.

Bu sözleri üç defa tekrarlayan Bediüzzaman yine daldı. Sabahleyin doğruldu. Sanki hiç hastalığı yokmuş gibi giyindi, abdest aldı ve sabah namazını kıldı. Namazdan sonra diğer talebelerini de çagırttı. Hepsi ile ayrı ayrı kucaklaştı, vedalaştı. Onlara hitaben: “Allah’a ısmarladık! Ben gidiyorum” dedi. Gözleri yaşlı idi.
Her zaman “Merak etmeyiniz kardeşlerim, ben yakında geleceğim” diyen Bediüzzaman bu sefer öyle bir şey demiyordu. Vedalaşıyor, sanki bir daha dönmeyeceğini hissettirmek istiyordu.

Emirdağlı dost ve talebeleriyle vedalaştı ve Isparta’ya hareket etti.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Isparta’da Ramazamın onbeşine kadar sıhhati normaldi. Yatsı namazlarını kendisi, teravihi ise talebesi Tahiri Mutlu kıldırıyordu.
Talebelerini çağırarak onlara, “Evlâtlarım çok perişanım, çok rahatsızım. Fakat hiç merak etmeyin. Risale-i Nur on misli fazlasıyla benim vazifemi yapıyor. Bana hiç ihtiyaç bırakmıyor.” diye gideceğini, artık vefat edeceğini bildirdi.

Talebeleri sırayla başında nöbet bekliyorlardı. Nöbet sırası Zübeyir Gündüzalp’la Bayram Yüksel’e gelmişti. Saat gecenin 02.30’unu gösteriyordu. Zübeyir Gündüzalp başı ucunda göz kırpmadan bekliyordu. Said Nursî, bir ara gözlerini açmış ve dudaklarından, zor anlaşılabilen bir kelime dökülmüştü: “Gideceğiz…

Bayram Yüksel, “Nereye gideceğiz Üstadım?” deyince, “Urfa’ya gideceğiz. Hazırlanın” cevabını almıştı.

Bunun üzerine Zübeyir Gündüzalp: “Üstad çok hararetlidir. Ateşinden böyle söylüyor” der.

Sahur vakti, nöbeti Tahiri Mutlu ile Hüsnü Bayram devralır.
Bayram Yüksel, Hüsnü Bayram’a, “Kardeşim, Üstad gideceğiz diyor” der. Hüsnü Bayram, “Araba arızalı. Biraz tamire ihtiyacı var” cevabını verir.

Durumu Bediüzzaman’a arz ederler. Bediüzzaman ise, “Başka bir arabaya bakılsın. İki yüz lira verebiliriz. Hatta cübbemi de satabiliriz.” der.

Sabahleyin talebeler arabayı hazırlamaya koyulurlar.

Bu esnada Bediüzzaman, başında bekleyen Tahiri Mutlu’yu da “Haydi sen de git, onlara yardım et. Araba çabuk hazirlansın, tahammülüm yok” diyerek yardıma gönderir.

Nihayet araba sabah saat 9’da hazırlandı. Bediüzzaman, sadık hizmetkârlarının kolları arasında arabaya yerleştirildi. Bu arada ev sahibesi Fitnat Güngür Hanım‘a da veda etmişti. Kendisini bizzat dinlediğimiz Fıtnat Hanım: “Halinden belli idi. Ebedî mekânını arıyordu” diyerek müşahedesini ifade etmiştir.

Hizmetkârı Zübeyir Gündüzalp arabaya binerken sorar:
“Üstadım! Urfa’ya gidiyoruz?”
“Evet…” Diye ancak başıyla cevap verir. Konuşamayacak kadar hastadır.

Yanında üç talebesi vardı. Şoför Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel ve Zübeyir Gündüzalp… O gün, yani 20 Mart 1960 pazar günü saat 9’da lsparta’dan ayrılmalarıyla birlikte yağmur da başlamıştı…

Tahiri Mutlu nöbetçi olarak evde kalmıştı.
Her sabah kapıdan arabaya bakan vazifeli memur, bu sefer arabayı göremeyince Tahiri Mutlu’ya sordu:
“Nereye gitti?”
“Bilmiyorum. Belki Eğirdir taraflarına gitmiştir.”
Tatmin olmayan memurlar:
“Gel seni emniyet müdürüne götüreceğiz.” Derler.
Emniyette sorgu, sual…

Bu esnada Bediüzzaman’ın arabası şiddetli yağmur altında süratle Urfa’ya doğru yol almakta. Isparta’da ise telsiz, telefon işliyor. Eğridir’den, Barla’dan, Emirdağ’dan gitmesi mümkün olan yerlerden soruluyor. Fakat netice alamıyorlardu. Emniyet telaş içinde kalmıştı.

Arabanın tanınıp da geri döndürülmemeleri için, talebeleri plâkayı çamurla kapatıp okunamayacak hale gelirdiler. Böylece Eğirdir‘den kimse görmeden geçtiler.
Şarkikaraağaç‘da biraz dinlendiler. Bir taşın üzerinde Öğle namazını eda ettiler. Talebeleri Üstadın iyileşmesinden dolayı çok sevinçliydiler. “Allah’a şükür Üstadımız iyi oldu” diyorlardı.

Üstad Konya’ya kadar evrad ve dualarını okudu. 
Karapınar‘a geldikleri zaman Bediüzzaman göz Yaşları içinde talebelerine şunları söyledi: “Evlâtlarım! Risale-i Nur dinsizlerin, komünistlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Siz hiç merak etmeyiniz. Bunlar [siyasîler] beni anlayamadılar. Bunlar benim şahsımı siyasete bulaştırmak istediler.

Gerek Merambağlar‘da gerekse Ulukışla‘da talebelerinin hazırladıkları iftar yemeğini yiyemedi. Ceyhan‘da ise bir saat mola verdiler. Yol kenarında teravih namazını kıldılar.

Üstad ilk defa arabadan çıkamadığı için yatsı namazını arabada kıldı.

Sabah namazını, Adana-Gaziantep arasındaki Amanosların “Nur Dağı” tepesinde kıldılar. Bediüzzaman, yine namazını arabanın içinde eda etti….

Said Nursi’nin Abdülhamid hakkındaki gerçek düşüncesi

Said Nursi’nin Abdülhamid hakkındaki gerçek düşüncesi

 

İbrahim Mert-RİSALEHABER

Bugün Osmanlı’nın 34. padişahı Sultan II. Abdülhamid‘in vefat yıldönümü. 21 Eylül 1842’de İstanbul’da doğan Abdülhamid, 10 Şubat 1918‘de yine İstanbul’da Hakkın rahmetine kavuştu.

Hakkında çok şey yazılıp konuşulan Sultan Abdülhamid ile Bediüzzaman Said Nursi arasındaki iletişim medyada sık sık gündeme geliyor.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN SULTAN ABDÜLHAMİD’E BAKIŞI

Bediüzzaman Said Nursi’nin Sultan Abdülhamid’e bakışı nasıldı? Muhalif miydi? Destekliyor muydu? İşte bazı isimlerin bu ikili hakkındaki yorumları.

METİN KARABAŞOĞLU: BEDİÜZZAMAN’IN DA NUR TALEBELERİNİN DE ABDÜLHAMİD’LE KİŞİSEL BİR MESELESİ YOK

Bediüzzaman Said Nursi’nin Abdülhamit’le ilgili bir kişisel meselesi yok. Nur Talebelerinin kişisel bir meselesi yok. Üstadımın sultan Abdülhamit’le ilgili eleştirilerinin hepsine katılıyorum. Keşke Abdülhamit Bediüzzaman’ı dinleyebilseydi. Keşke en başta o teması kurabilselerdi diyorum. Bu herkes için hayırlı olabilirdi diye düşünüyorum. Ama öbür taraftan yine Üstadımızdan aldığımız dersle biz sultan Abdülhamit için hayır dua ediyoruz. Onun türbesinin önünden her geçişimde ona Fatiha okuyorum. Üstadımdan aldığım ders bunu gerektiriyor çünkü. O hamiyetli bir mümindi. Kendince, kendi durduğu pozisyon itibarıyla “yol budur, kurtuluş böyle olur” dedi. O noktada hatalar etti diye düşünüyorum. Ama o hatalar onun ne hamiyetini, ne faziletini, ne bir mümin olarak değerini zayi ediyor.

Biz nasıl bu muvazene ile Üstadımızdan aldığımız bu adalet ve ahlak dersiyle bakıyorsak müminlere, Bediüzzaman’a da aynı nazarla bakılmasını istemek hakkımız. Dileyen bakar dileyen bir husumetin ve bir garazın mazereti yapmaya çalışır. Kendisi bilir. Allah var, ahiret var. “Yevme tubles sarair.” Kulların ihtilaf edeceği meselelerde hesap günü her şey ortaya çıkacak. O gün Bediüzzaman davacı olacaktır. Herhalde onlar için biz de davacı olacağız.

(Metin Karabaşoğlu’nun Said Nursi-Abdülhamid ilişkisine dair ayrıntılı açıklamaları için aşağıdaki başlıkları tıklayınız.
1-Said Nursi’nin Abdülhamit’le meselesi o dakikadan itibaren bitti
2-Said Nursi Abdülhamid’i hem eleştirdi hem ‘halife-i peygamber’ dedi)

TALEBESİ ABDÜLKADİR BADILLI: BEDİÜZZAMAN HİÇBİR ZAMAN ABDÜLHAMİD’E HAKARET ETMEDİ

Hz. Üstad Bediüzzaman’la, merhum cennet-mekan Sultan Abdûlhamid Han arasında cereyan etmiş hadiseye veya vazifeye gelince: Katiyetle ve şeksiz bir kanatla ve ispatlı belgelerle ilan ediyoruz ki; Hz. Üstad Bediüzzaman hiçbir zaman ve hiçbir yazısında ona karşı saygısızlık yapmamış, hakaretli sözler sarf etmemiştir. Bediüzzaman bu hususta ne demişse, ne yazmışsa tamamı Asar-ı Bediiye kitabında kayıtlıdır, herkes görebilir. Lakin, bir İslam alimi olarak, bazı hususlarda Sultana bazı nasihatlerde bulunmuş, basın yoluyla açık mektuplar göndermiştir. Bununla beraber, Sultan Abdûlhamid Han’ın tamamen Nebiler gibi ma’sum hiçbir hatası, kusuru yoktur, denilemez. Onun Mabeyndeki icraatçı on iki paşalarının bir çoğu mason oldukları için, pek çok zulümler icra etmişlerdir. Bu zulümlü hallere karşı bir-iki laf edenleri, İslam halifesi olan Sultan Abdûlhamid’e karşı çıkmış, şeriata karşı gelmişlikle damgalanıyordu.

PROF. AHMET AKGÜNDÜZ: İDDİALAR DOĞRU DEĞİL

Bediüzzaman’ı, Abdülhamid muhalifleri ve muarızları arasında sayan iddia sahipleri, Bediüzzaman ve Mehmed Âkif gibi İslâm âlimlerinin meşru dairedeki hürriyet ve meşrutiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiyye Teşkilâtı son zamanlardaki baskı idaresini tenkid etmişler ve Abdülhamid’in kurduğu hükümetlerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid’in de devletin devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idare sistemini, her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir. 

Özellikle Bediüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bediüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır:

1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanından evvel söylediği bir nutkunda, Sultân Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarfet. Ta ki, bi’atın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doldur; Yıldız’ı Dârül-Fünûn gibi yap.”

Bediüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir sultândır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idaresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemal’in Abdülhamid’i tenkit ettiği Hürriyet kasidesini değerlendiren Bediüzzaman, 1930’lu yılların idaresini kastederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir: “Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın, yani Abdülhamid’in yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet / Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.”

1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:

“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez.

2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.”

3) Hürriyet, İslâmî terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.

4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayı’nda manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir.

5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”

O halde başta Bediüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvâsı hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvâyı zamanın Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Zıyâaddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultân Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki; tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dinî kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dinî kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini israf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir padişaha bunu isnad etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur. 

PROF. DR. ADEM ÖLMEZ: BEDİÜZZAMAN’I MUHALİF KONUMA TAŞIYAN GERÇEK

Bediüzzaman İstanbul’a ilk gelişinden itibaren, İstanbul’daki ulemaya, siyasilere ve hükümdara karşı kendine has üslubuyla alışılmışın dışında bir duruş sergiledi. Bediüzzaman’ın bu farklılığı kendisini muhalif bir konuma taşıdı. Bediüzzaman, her açıdan alışılmışın dışında bir görüntü veriyordu. Mesela, ulema ile ilişkilerinde klasik bir İstanbul uleması gibi değildi. Tavırları, kıyafeti ve ilmi vukufiyeti ile kısa sürede farklı ve mümeyyiz vasıflarını kabul ettirdi. Siyasiler önerdikleri parayı kabul etmeyen ve istedikleri biçimde davranış sergilemeyen Bediüzzaman’dan hiçte memnun kalmadılar. Hükümdar ise, doğudan gelmiş ve Doğu bölgelerinin kendisine bağlanması için bir fırsat olarak gördüğü Bediüzzaman’ın fikirlerinden kısa sürede tedirgin oldu. Yani başkentte üretilen statükoya karşı direnen Bediüzzaman, bazılarını rahatsız ederken bazılarını orijinal fikirleriyle etkiledi.”

ABDÜLHAMİD ASKERİ, BEDİÜZZAMAN EĞİTİM ÇARESİ ÖNERDİ

Rahatsız olanlardan biri de II. Abdülhamid idi. Çünkü, Bediüzzaman Said Nursi Doğu Anadolu’da eğitim çalışmalarına hız verilmesini isterken II. Abdülhamid bölgedeki sorunların çözümünde öncelikli konu olarak kolluk güçlerinde görüyordu. Yani kendisine sadık aşiretlerin ödüllendirilmesiyle oluşan Hamidiye Alaylarını etkin kılınmasını istiyordu. Bediüzzaman Meşrutiyetin ilan edilerek sorunların bu yolla çözülmesi gerektiğini söylerken, II. Abdülhamid istibdatın devamından yanaydı. İşte bütün bu nedenlerden dolayı, II. Abdülhamid Bediüzzaman’ı İstanbul’dan çıkarmaya ve geldiği yere geri göndermeye karar verdi. Fakat çok geçmeden II. Meşrutiyetin ilan edilmesi ve buna bağlı olarak yeni bir dönemin başlaması Bediüzzaman’ın İstanbul’dan çıkarılmasına gerek kalmadı.

MEŞRUTİYET VE HÜRRİYETİN ÖNEMİNİ ANLATTI

II. Meşrutiyet yıllarında Bediüzzaman kendisini, Meşrutiyet ve hürriyetin önemini ve İslami açıdan ne kadar önemli kavramlar olduğunu anlatmaya hasretti. Mabeynden gönderdiği telgraflarda Meşrutiyete sahip çıkılması gerektiğini belirtti. Bu çerçevedeki fikirlerini başta Selanik olmak üzere meydanlarda da tekrarladı. Ayrıca gazete yazılarında Meşrutiyetin dinin gereği olan bir yönetim biçimi olduğunu, dört halifenin de bu yolda gittiğini, Meşrutiyetin temel fikirlerinin dört mezhepten çıkarılabileceğini anlattı. Bu gelişmelerden sonra, bilindiği gibi 31 Mart olayı yaşandı. 31 Mart Olayına Bediüzzaman, müdahil olmadı. Uzaktan gelişmeleri seyretti. Çünkü gelişmeler istediği gibi değildi. İsyancıların şeriat isteme biçimini onaylamadı. İsyan eden askerlere nasihat ederek onların komutanlarına itaat etmelerini istedi. Bu çabaların sonunda askerlerin bir kısmı isyandan vazgeçti.

BEDİÜZZAMAN, MEŞRUTİYET KARŞITLARIYLA BİRLİKTE TUTUKLANDI

“İsyanın onuncu gününden sonra, Hareket Ordusunun İstanbul’a gelerek isyancıları bastırmasından sonra Bediüzzaman İstanbul’dan ayrıldı. Bu sırada İstanbul karmakarışıktı. Kimin suçlu kimin masum, kimin Meşrutiyetçi kimin istibdatçı olduğunu anlamak mümkün değildi. Olağanüstü bir durum yaşanıyordu. İstanbul’da isyancılardan sonra ikinci bir kasırga esiyordu. O da Hareket Ordusuydu. Böyle bir ortamda konuşmaların mantıklı çerçeve içerisinde gerçekleşmesi mümkün değildi. Bundan dolayı Bediüzzaman İstanbul’u terk etti. İstanbul’da bütün varlığıyla meşrutiyeti savunan Bediüzzaman, meşrutiyet karşıtlarıyla birlikte İzmit’te tutuklandı. Bilahare İstanbul’a getirilerek bir süre Bekir Ağa bölüğünde tutulduktan sonra, mahkemeye çıkarıldı. “Bediüzzaman mahkemede bugün bizim Divan-ı Harbî Örfî diye bildiğimiz o muhteşem savunmasını yaptı. Savunmadan sonra da beraat etti. Bilindiği gibi, bu mahkemelerde pek çok kişi idam edilmiş, pek çok kişi de sürgüne gönderilmiştir.

SAİD NURSİ: HER SABAH ABDÜLHAMİD’E DUA EDERİM

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, her sabah Sultan Abdülhamd Han için dua ettiğini söylemişti. Vehbi Vakkasoğlu’nun “Başkasının Günahına Ağlayan Adam” kitabında yer bilgi şöyle:
Mustafa Sungur ağabeyin Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin ağzından naklettiğine göre, Abdülhamid “Veli” idi: “Sultan Abdülhamid, velidir. Ben, onu hususî dualarımın içine almışım. Her sabah, ‘Ya Rabbi, sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye’den razı ol’ diye dualarımda yad ederim.”

SAİD NURSİ: NEDEN ABDÜLHAMİD’E HEM İTİRAZ ETTİM HEM DE ONU SAVUNDUM?

(Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Münazarat adlı eserinden)

Sual: (HAŞİYE) İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdâfaa ederdin?

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemâl’in “Rüyâ”sıyla (1) uyandım. Lâkin, maatteessüf, sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı.

Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi,

2 وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللهُ ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki:
3 وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ bilmânâ 4 مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ ’dır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır. 

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır. 

Elhasıl: Hükûmete hücum edenlerin, bazıları “Haydo, Haydo” derlerdi. Bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa” derlerdi; ben “Haydar” derdim. Şimdi de “Haydar” diyorum, vesselâm…

HAŞİYE : Şu sual maalcevap ehemmiyetsizlikle beraber, cevapta bir iki mühim nokta vardır. 
1) Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş “Rüya” adlı risalesi.
2) “Her kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse (yani tasdik etmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendisidir.)” Mâide Sûresi, 5:44. 
3) Her kim hükmetmezse. 
4) Her kim tasdik etmezse.

Kaynak: RisaleHaber 

www.NurNet.org