Etiket arşivi: Bediüzzaman Said Nursi

Her Kitap Okunmaz, Her Film Seyredilmez

Nasıl ki kişi yediği yemekten giydiği kıyafete, oturduğu evden, okuduğu okula, hatta sohbet ettiği kişilere kadar seçici oluyorsa, aynı şekilde okuduğu kitaplarda, seyrettiği film ve tiyatro gibi edebi eserlerde de seçici olmak zorundadır.

Zararlı gıdaların midemize zarar verdiği hakikati kadar, zararlı yayınlarında fikrimize zararı olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Kâmil insanlar çocukça heveslerden ve sefih şeylerden hoşlanmadıkları gibi, aynı şekilde süfli, sefih, nefsi, şeytani ve şehvani şeylerle beslenenlerde ruhun zevk aldığı gıdaları bilmezler ve onlardan sıkılırlar. Namaz kılmak onlara çok sıkıcı gelir, oruca sabretmeleri çok zordur, saatlerce tv seyreder bir sayfa Kur’an oku desen okumaz.

Avrupa’dan ülkemize sokulmuş bazı roman ve sair edebiyat eserleri ülkemiz insanına, gençliğine, Müslüman neslimize zarar vermiş onları Kur’an dan ve ibadetten alıkoymuştur.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri edebiyatta üç hareket alanı olduğunu söyler.

Bunlar ya aşkla hüsündür (güzellik), ya hamaset (kahramanlık) ve şehamet (cesurluk), ya tasviri hakikat (gerçeği anlatmak).

İslami tanımayan edebiyatçı hangi kahramanlığı anlatacak, ondan Çanakkale’de ecdadımızın kahramanlığını anlatmasını bekleyemeyiz. 

Yıkılmış yığınlar yer yer tüten dumanlar arasındaki kulübeciğinden çıkan ninenin, kurtuluş savaşında Dumlupınar’da Conk bayırında babaları şehit olmuş torunlarına

– Gazanfer, Muzaffer, Mücahit, hadi çorba hazır, diye seslenişini anlatmasını bekleyemeyiz.

Ondan kurtuluş savaşında askerimizin ve ecdadımızın nasıl kahramanca savaştığını, bir karış toprak vermemek için nasıl mücadele ettiğini, istiklali için istikbalinden vazgeçen üniversite talebelerini anlatmasını bekleyemeyiz.

On beş yaşındaki evlatlarını kınalayıp cepheye gönderen anaları, Seyit onbaşıyı, Nine hatun’u, Kara Fatma’yı, nice kahramanı bilemez onlar.

Onlar He-man, örümcek adam, Noel baba gibi sahte, tamamen hayal ürünü olarak ortaya attıkları kahramanları anlatmaya çalışırlar kitaplarında, filmlerinde.

Gölgelerin gücü adına derler, Allah’ın adına diyemez onlar.

Herkesin uykuya çekildiği gece vakitlerinde fakir fukaranın evlerini gezen ve kapılarına çuvalla yiyecek bırakan Zeynel Abidin Hazretleri ‘ni yazamaz onlar. Onlar zenginden çalıp fakire dağıtan Robin Hood u yazarlar.

Hakiki aşk Allah aşkını bilemedikleri için aşkı sadece karşı cinse olan ilgi ile anlatmaya çalışırlar.

Leyla ile Mecnun, Mark Antony ile Cleopatra, Ferhat ile Şirin Napolyon ile Josephine, Kerem ile Aslı’nın aşkını anlatırlar.

Oysa bu güne kadar verdiğimiz milyonlarca şehidimizden, Allah için Allah aşkı, vatan aşkı için canını hiçe sayanlardan bahs etmezler.

Hatta satır aralarında şehvet uyandıran kelimelerle, sahnelerle pis duygu ve düşüncelerini nefislere zerk etmeye çalışırlar.

Gerçeği, hakikati anlatma noktasında da kâinata ilahi bir sanat, Allah’ın yarattığı bir eser olarak bakamadıkları için, bu konuda da yanlış ve zararlı tasvirlerle insanımızı Müslümanları iman ve itikattan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.

Doğa ve tabiat gibi tabirleri akıllara sokarak, hatta telkin ederek maddeperestlik hissi uyandırarak kalplerden Allah’ın Halık ismini, Rezzak ismini, Rahman ismini dahası bütün o güzelim Esma-i Hüsna’sını unutturmaya çalışmaktadırlar.

Allah korusun böyle eserlerle fazla meşgul olmuş kimselerin dalalete kapılmış ruhlarının ızdırabına sakinleştiriciler ve uyuşturucular bile fayda vermez oluyor.

Bediüzzaman Hazretleri bu içerikli kitaplara hayyı meyyit(yaşayan ölü) sinemalara da müteharrik emvat(hareket eden ölü) demiştir.

Ölü hayat veremez.

Bir tehlike daha var!

Tiyatrolarda sahnelenen reenkarnasyon fikirli gösterimler. 

Hiç utanmadan, sıkılmadan ruhların beden değiştirdiklerini anlatır dururlar, böyle yapmakla haşri, ahreti, öldükten sonra dirilmeyi, cenneti, cehennemi inkâr ederler ve Müslüman neslimize bunları inandırmaya çalışırlar.

Onlar güneşi Allah’ın emrinde olan bir vazifeli olduğundan çok öte, tapılması gerekecek bir tanrı addederler, nitekim halen yeryüzünde güneşe, ateşe, puta hatta binlerce nesneye tapan onları tanrı bilen milyonlar yaşamaktadır. Tahribat büyük.

Yine dikkat edilmesi gerekir ki; Size sefahatı anlatırken zaralıdır, fenadır, insanlık dışıdır derler, fakat kitaplarında yazarken, film sahnelerinde oynarken, tiyatro gösterimlerinde sahnelerken, ağzının suyunu akıtır derecede teşvik edercesine, istek uyandırırcasına, coştururcasına tasvir eder. İştahı kabartır hevesi heyacana getirir, hisleri, nefsi, aklı söz dinlemez hale sokar.

Oysa Kuran-ı Kerim edebi, boş isteklere, geçici heveslere, zararlı ve günaha iten istek ve özentilere asla müsaade etmez, cezası vardır der cehennem var der. Daha dünyada iken bu yola tevessü edenlerin ne hale geldiklerini gösterir ve vaz geçirir.

Allah’ı tanıtır, yaratıcının ikramlarını gösterir, hakkı öğretir, manevi güzelliğin üstünlüğünü öğretir, fakire yardım etmenin, ihtiyara, hastaya bakmanın zevkini anlatır, başa gelen her türlü musibete sabretmeyi ve ardından gelecek güzel şeyleri Allah’ın ona bahşedeceği mükâfatlardan söz ederek hem dünyada hem ahrette mesut ve bahtiyar yaşamasını sağlar.

Tabiyattan değil Allah’dan bahsederek Allah’ın sanatını tanıtır, eserlerinin mükemmelliğini anlatır. İkramlardan, vücudumuzdan, hücrelerimizden an ve an vakti vaktine bahşedilen rızıklarımızdan bahs eder, yeryüzünden, bitkilerden buluttan, yağmurdan, nasıl zamanında ihtiyacı olanlara yeteri kadar verildiğinden, hayvanlardan bahseder, insan yavrularından bahseder, şefkatten, rahmetten anlatır akıllara, ruhlara ferahlık verir.

Allah’ın nurunu gösterir ayetlerini okutur, zaman zaman hüzünlendirir ama bir tabiatçı, felsefeci, Avrupa edibi gibi değil. 

Ölümü bile kısa bir ayrılık diye söyler, bir yok oluş olmadığını, terhis teskeresidir der, tebdili mekândır der, ölümü sevdirir.

Sahipsiz olmadığımızı, her an ve her zaman bizi düşünen, bütün ihtiyaçlarımızı temin eden, rızkımıza kefil olan, bizi cennetine alacak olan Rabbimizden söz eder.

Hayatı bir mücadele değil yardımlaşma olarak tanıtır, annenin yavrusuna şevkati, tavuğun yavrusunu koruma hissini, en canavar hayvanların bile yavruları için yaptığı fedakârlıları anlatır.

Ümit var olunuz der en yüksek seda İslam’ın olacak diyerek gayret ve çalışmamız gerektiğini telkin eder.

Ruhlara heyecan verir, şeref verir şevk ve coşku verir.

Her türlü günahlardan da uzak durmamızı ister.

Çetin KILIÇ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Lemaat adlı eserinden ilham alınarak yazılmıştır.
Kusur bizimdir.

Risale-i Nurları Ders Kitabı Yaparım – Timurtaş Uçar Hocaefendi

Rahmetli Timurtaş Uçar Hocaefendi bir gün vaazı esnasında konu Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi’ye gelince der;

Vallahi benim elime bir santim fırsat verseler Bediüzzaman Said Nursi’nin bütün eserlerini ilkokuldan üniversiteye kadar okumaya mecbur eder, ders haline getiririm…” diyerek Risale-i Nurların nasıl bir iman dersi verdiğini bize aktarır. İşte o vaazının Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki kısmının bir parçasını aşağıdaki videodan dinleyebilirsiniz.

https://youtu.be/4vwviX0jx5k

Tebliğde Neye Dikkat Edelim

Tebliğde Neye Dikkat Edelim

 

Tebliğ: Ulaştırmak. Götürmek. Bildirmek. Eriştirmek. Manalarına gelmektedir. İnsanlık tarihi boyunca tebliğ daima aktif olarak var olan bir kavram ve fiildir. Beşeriyet muktezası olarak insanlar sözlü olarak efkarını, meramını izhar etmiştir. Fikirlerin aktarımı ve anlatılması için sözlü fiil daima en fazla kullanılan metoddur.

Fikir adamları düşüncelerini sempozyumlar, açık oturumlar, müzakereler veya birebir konuşmalarda beyan etmektedir.

Kur’an Talebeleri olan Nur Şakirdleri de bu coğrafyada bir asırdan fazladır tebliğ hizmetini ifa ve icra etmektedir. Zor zamanlarda hak ve hakikate hizmet etmekle kola zamanda hizmet etmek gayretinde olmak aynı şey değildir malum. Kelle koltukta hizmet eden Bediüzzaman ve talebelerinin o güne ait hizmet şartlarını bilmek bugünlerde şevk ve gayrete sebep olmaktadır. Çünkü tebliğ tarihini bilmeyen ya şevki söner veya tebliğ için bir ihtiyaç görmez. Şimdi de aynen böyle. Kelle koltukta telif eden eserleri kanepe koltukta okumaktan imtina ediyoruz.

Tebliğ, hizmetin iskeletini tesis eden ana eklemlerden birisidir. Bu ihmal edilmesi ise kısmi felce sebep olmaktadır. Yani isteksiz, şevksiz, gayretsiz, olsa da olur olmasa da vb durumlar bunun neticesidir. “Tebliğ-i risalette ve nâsı hakka da­vette o de­rece metanet ve sebat ve cesaret..”[1] göstermelidir tebliğ edenler. Çünkü tebliğ işi Rasulü Ekrem (A.S.V.) efendimizin davasını, hatta bir adım ötesi Allah (C.C.) davasını anlatmaktır. Metanet gösterilmeli yani iddia edilen davada sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması gerekmektedir.

Doğru yerde doğru sözü doğru kimselere söyleyerek hakka hizmet edilir. Doğruyu yanlış yerde izhar etmek batıla hizmettir. Buna dikkat etmek gerekir. Yoksa ben hakkı söyleri nere olursa olsun fark etmez demek at’a et, aslana et atmak gibi bir şey olur. Zaman, zemin, muhataba dikkat etmesi tebliğ edicinin dikkat etmesi gereken en önemli kaidedir. Muhataba azami derecede dikkat edilmeli ve ona göre hitap edilmelidir. Nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya sa­tar ve bilerek hakikat el­maslarını pis, muzır şişe parçala­rına  müba­dele eder derecede münafıklığa girmiş insan sure­tindeki yı­lanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hür­metsizliktir.”[2]

Bu sayede insan davasında kararlı olup, sözünde durarak, Allahu zülecelale Kalu belada verdiği ahde vefâ etmiş olur.

Mukteda-yi Küll, Rehber-i Ekmel (A.S.V.) tebliğ hizmetini yaparken “insanların çe­kilmesiyle ve din­le­meme­siyle daha ziyade sa’y ve gayret ve cid­diyetle tebliğ et­miş. Çünkü  اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sırrıyla anla­mış ki, insan­lara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazi­fesi­dir Cenâb-ı Hakkın vazife­sine karış­mazdı.”[3] Tebliğini yapmak ve neticeyi Allahu zülcemale havale etmek tebliğ erinin üstadından (a.s.v.) aldığı derstir.

Tebliğ bir vazifedir: “Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazife­sine karışmaz. Vazifesi tebliğ­dir kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.”[4] Tebliğ eden kimseler bu işi Allah’ın davasında kensidinin Allah tarafından istihdam ettirildiğini bilmesi gerekir. Nefsi namına değildir. Buna en güzel misal ise, “İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş.

O kâfir, ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktır.” dedi. [5]

“Sönmeyen bir azim, irade ve hiz­met aşkına malik  olduğu için, yılma­dan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvve­tini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve fera­gat-ı nefis ile”[6] tebliğ hizmetini yapan Bediüzzaman ve ondan ders alanlar azim, irade, metanet ve salabetle hizmet etmiş ve etmektedirler. “intişarına yardım etmektir.” [7] İntişara yardım eden tebliğ erlerinin 5 kar’ı ise,

“1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.

  1. Üstadına neşr-i hakikatcihetinde yardım su­retiyle hiz­met etmek­tir.
  2. Müslümanlara iman cihetinde hizmet et­mek­tir.
  3. Kalemle ilmi tahsil etmektir.
  4. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, te­fekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.[8]

Bütün mehazler ve emsali nazara alınınca tebliğ olmadan hayatın olmayacağı ve manevi hizmetlerde tebliğ hizmetinin eksikliği ve bu eksiklikten kaynaklanan sıkıntılarınn görüleceği aşikardır.

Hülasa: “Şu zamanda en mühim vazife, imana hiz­mettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarı­dır.”[9]

“Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neş­ri­yatın yaptırılma­dığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvaz­zaf ol­duk­ları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi deh­şetli ve tarihin görme­diği bir hen­gâmda, Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânları­nın tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mut­lakın ve din­sizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak gö­rülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devlet­lere, milletlere mu­kabil, değil yal­nız bir yerdeki fira­vunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek ba­şıyla meydan okumuş ve oku­yor. Ve Kur’ân ha­kikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içe­ri­sinde neşredi­yor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi ga­lip etmek, mağ­lûp et­mek, muvaffak etmek ve Nurları kabul et­tirmek Cenab-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız”[10]

Tebliğ manevi hayatta mihmandarlıktır, ahir zamanda boğulan insnalığa cankurtaranlıktır. Ne mutlu bu bahtiyarlığı icra edenlere. Rabbim bu bahtiyarlardan eyleyip tebliğde istihdam ettiklerinden eylesin. Amin.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan özel

______________________________________________

[1] Şualar ( 129 )

[2] Mektubat ( 362)

[3] Lem’alar ( 131)

[4]  Kastamonu Lâhikası ( 259)

[5] Mektubat ( 268 )

[6] Tarihçe-i Hayat ( 160 )

[7] Kastamonu Lâhikası ( 24)

[8] Emirdağ Lâhikası-I ( 190)

[9] Barla Lâhikası ( 328 )

[10] Tarihçe-i Hayat ( 693)

 

Kaynak: NurdanHaber

www.NurNet.Org

FETÖ üzerinden Said Nursi’ye Bakmak Fitnedir

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, son zamanlarda FETÖ üzerinden Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi’ye saldırmaya çalışanlara cevap verdi. Nurculuğun 1980’li yıllardan itibaren FETÖ’yü dışına attığına dikkat çeken Görmez, FETÖ üzerinden Said Nursi ve Risale-i Nur’u değerlendirmenin son derece yanlış olduğunu söyledi.

NTV’de Oğuz Haksever’in sorularını cevaplayan Görmez, “fitne”ye dikkat çekti. Cemaat ve tarikatların realite olduğunu vurgulayan Görmez, FETÖ bahanesiyle bu yapılan eleştirilerin doğru olmadığını söyledi.

Görmez’in sözleri şöyle:

BÜTÜN CEMAATLERİ AYNI KATEGORİYE SOKMAK DOĞRU DEĞİLDİR

“Benim en büyük korkum, bu sürecin bir fitneye dönüşmesi. Fitne kelimesi dinin insanları ikaz etmek için kullandığı çok önemli bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim “Fitne adam öldürmekten daha beterdir, daha şiddetlidir” diyor.

Çeşitli fitneler dolaşabilir o fitnelerden bir tanesi de bu ihanet üzerinden birtakım bütün yapıları aynı kategoriye sokarak suçlamak. Dünyaya İslam’ın mesajı geldiği andan itibaren Hz. Peygambere (asm) mensubiyeti ifade eden bir ümmet kavramı vardır ve o ümmetin vahdet içinde olması istenmiştir. Bu vahdeti parçalamayacak İslam’ın temel referanslarına sadık yapılara biz cemaat diyoruz. Aslında daha çok tarikat deniyordu. Bu tarikatlar tasavvuftan neşet etmişlerdi. Tasavvufi yapılardı. İslam tarihi içinde hep bir realite olmuştur. Doğruları olmuştur, yanlışları olmuştur.

FETÖ dediğimiz bir ihaneti konuşurken o ihanet üzerinden nice masum yapıları içerisinde barındıran bütün din hizmetine, din eğitimine katkıda bulunan bütün cemaatleri aynı kategoriye sokmak doğru değildir. Türkiye’de cemaatlerin büyük bir kısmı. Her birinin tarihi bir geçmişi, geneleği vardır.

Siz İsmailağa dergahı, Nakşi dergahı dediğinizde bir kaç asır geriye gidebilirsiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarındada tekkeler, dergahlar, bunlar yasaklandıktan sonra her biri farklı bir şekle bürünmek istedi. Din eğitimin olmadığı zor zamanlarda topluma yönelik çok hizmetleri olanlar oldu. Buradan bakarak tamamını aynı kategoriye sokmak doğru değil. Özeleştiriye onların ihtiyacı yok mu? Evet ihtiyacı var.  Aynı hataya düşmemeleri için her birisinin özeleştiri yapması gerekiyor.

CEMAAT VE TARİKATLAR İÇİN CUMHURİYET TARİHİ BOYUNCA İKİ YANLIŞ YOL KONUŞULDU

Cumhuriyet tarihi boyunca iki yol konuşuldu. Bütün cemaatlerden kurtulmanın yolu olarak iki yol zaman zaman önerildi. ‘Ya yasaklamak’, hiçbir zaman çare olmamıştır. Çare olmaz, doğru da değildir. Biri de “Devletleştirmek, hepsini Diyanet’e bağlayalım, hepsini kontrol altına alalım.”

Bu da doğru olmaz. Doğru olan İslam’ın ana yolundan sapmamaları için yanlış yola sapmamaları için şeffaf olmaları, liyakat ve sadakat esaslarına bağlı kalmalarını sağlayacak bir mekanizmanın oluşması ve belki de en önemlisi de bütün bunlarla beraber kendi iç disiplinlerini kurmalarını sağlamak. Yani birisi yanlış bir şey İslam’a aykırı bir şey söylediği zaman aldatanla, aldatmayan tefrik edilmeli. Güvenliğimizi tehlikeye sokacak bir davranış içerisine girmemeli. Cemaatin liderinin söyledikleri vahiy yerine konmamalı, ona bir kutsiyet atfedilmemeli. Kendisiden olmayanı dalalete görmemeli, tekfir etmemeli, tevsik etmemeli, tadlil etmemeli.  Aldığı bir kuruş zekati bile nereye harcadığını görmeliyiz.

FETÖ ÜZERİNDEN NURCULUĞU, RİSALE-İ NUR’U VE SAİD NURSİ’Yİ OKUMAK FİTNEDİR

FETÖ denilen bu yapı bir cemaatin içinden çıktığı iddia ediliyor. O da Nurculuk yahut Risale-i Nur Külliyatı denilen bir yapı içerisinden, grup içerisinde. Ve aynı şekilde bu dönemde ortaya çıkan fitnelerden bir tanesi de yine bu yapı üzerinden topyekün Nurculuğu okumak, hatta buradan Said Nursi ve onun bütün eserlerini aynı kategoriye sokarak değerlendirmenin de ben açıkça yanlış olduğunu ifade etmek isterim.

RİSALE-İ NUR ALLAH’I ANLATMAK KONUSUNDA SON DERECE BAŞARILIDIR

Çünkü (Risale-i Nur) materyalizmin bilhassa ateizmin, “Allah yok” düşüncesinin egemen olduğu zamanlarda, bu topraklarda, kainatın ayetleri üzerinden, kevni ayetler üzerinden bu toprakların çocuklarına ve bu dünyanın insanlarına Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmak konussunda son derece başarılı bir projedir.

NURCULUK CEMAATİ 1980’DE FETÖ’YÜ DIŞINA ATTI

Burada hatalı olan şahıslara ve eserlere kutsiyet atfetmektir. Bu doğru değildir. Kaldıki zaten hiç kimse de bunu yapmaz. Kutsiyeti sadece Allah verir. Kendisi bizatihi, “baki hakikatler fani şahsiyetler üzerine bina edilmez” sözü Bediüzzaman Said Nursi’ye aitttir. FETÖ üzerinden bütün cemaatleri aynı kategoriye sokmak ve değerlendirmek yanlıştır. Ama orada yapılması gerekenler vardır.

FETÖ üzerinden bu topraklardan çıkan özgün eserleri, Risale-i Nur’u kaldı ki Nurculuk cemaati de 80’li yıllardan itibaren FETÖ’yü dışına atmış bir yapıdır. Eserlere, eserin naşrini bir kutsiyet atfetmek yanlış olur. Ama FETÖ üzerinden okumak ve ötekileştirmek de doğru değildir. Bunu da açıkça ifade etmek isterim.

Kaynak : Risale Ajans