Etiket arşivi: bediüzzaman

Nur Çeşmesi’ndeki Filozoflardan Bediüzzaman Nasıl Haberdar Oldu?

Nur Çeşmesi’ndeki Filozoflardan Bediüzzaman Nasıl Haberdar Oldu?

Bediüzzaman Said Nursi, eline tesbihini alıp köşesine çekilmiş biri değildir. Avrupa’da İslamiyet’e olan merak ve düşüncelerden birkaç yolla haberdar olmuştur:

Eserler ve Çeviriler: Batılı düşünürlerin ve İslamiyet’e dair araştırmalarının çevirileri Osmanlı topraklarında da yaygındı. Hem Şarkiyat hem de oryantalistlerin faaliyetleri neticesinde.

Üstad Bediüzzaman, klasik Batı felsefesini, modern bilimi ve Doğu-İslam ilimlerini karşılaştıran bir ilmi perspektife genişliğe vukufiyete sahipti. Avrupa’daki gelişmeleri özellikle Tanzimat Dönemi’nden sonra Osmanlı’da yaygınlaşan tercüme faaliyetleri aracılığıyla takip edebiliyordu zaten. O dönemin Osmanlı yayın dünyası bu konuda çok aktifti. Hatta gazetelerde bile bu yazılara yer verilmekteydi.

Seyahat Eden Aydınlar ve Diplomatlar: Osmanlı aydınları ve diplomatlarının Batı’da yaptığı seyahatler sırasında İslamiyet’e dair gözlemler ve Batı’daki tartışmalar, Osmanlı topraklarına taşınıyordu. Bu bilgiler kitaplar, raporlar veya şahsi yazılar yoluyla ulaşılabilir.

Gazeteler ve Dergiler: Bediüzzaman’ın yaşadığı dönemde Osmanlı’da birçok gazete ve dergi yayınlanıyordu. Bu yayınlar Avrupa’daki düşünsel akımları ve İslamiyet’e olan ilgi gibi konuları da işliyordu. Özellikle Batı’nın İslamiyet’e yönelik tutumlarını veya İslam’ın Batı düşüncesindeki yankılarını takip etmek mümkündü.

Osmanlı’nın Batı’yla İlişkisi: Osmanlı, Batı ile sürekli bir etkileşim halindeydi. Bediüzzaman, devletin Batı ile olan bu ilişkilerinden ve Batı’daki İslam tartışmalarından haberdar olabiliyordu. Avrupa’daki materyalizmin etkilerini görerek, buna karşı İslam’ın hakikatlerini savunan eserler yazdı. Bu eserleri Avrupa dillerine de tercüme edilerek herkese ulaşmasıyla tebliğ ve irşat amacına yönelik hareket etmiştir Bediüzzaman ve talebeleri.

Şahsi Görüşme ve Mektuplar: İslam coğrafyasından gelen âlimlerle temas kurduğu biliniyor. Bu âlimler, Avrupa’daki gelişmeleri de tartışıyor olabilirlerdi. Mesela Musa Bigiyef ve Mustafa Sabri Efendi arasında olan meseleden haberdar olması gibi.[1]

Batı’ya Eleştirel Yaklaşımı: Batı felsefesine dair eleştirilerini Risale-i Nur’da sıkça dile getirmiştir Bediüzzaman. Bu, onun Batı düşüncesini derinlemesine incelediğini, takip ettiği ve İslam’ın hakikatlerini o düşünceye karşı nasıl savunabileceğini anlamaya çalıştığını gösterir. Özellikle pozitivizm, materyalizm gibi akımları eleştirirken Batı’daki bu fikirlerin köklerine vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Eserlerindeki üslup bunu göstermektedir.

Bediüzzaman Said Nursi, Avrupa’daki İslamiyet merakına dair bilgisi, hem kendi araştırmaları hem de dönemin aydınlarının getirdiği bilgilerle şekillenmiştir.

Mesela Nur Çeşmesi isimli eserinde bu kişilerin sözlerine yer veren Bediüzzaman’dan Carlyle’nin bir yazısına bakalım.

Kahramanlar Peygamber | Thomas Carlyle

THOMAS CARLYLE: Bu yazı Thomas Carlyle “D. 1795 – Ö. 1881” tarafından Mayıs 1840 tarihinde verilmiş olan altı konferanstan meydana gelmiş­ eserinden alınmıştır. Thomas Carlyle, eserlerinde, genellikle dünya insanlığına yön vermiş, kitleleri peşinden sürüklemiş, insanlığın ve dünya­nın gelişmesinde önemli işler üstlenen karizmatik liderlerin, oy­nadıkları büyük roller üzerinde durarak, bu tür konulara temas eder. “Kahramanlar” Thomas Carlyle’ın en önemli eseridir. Carlyle bu kitabında, Napolyon, Cromwell, Jean Jacques Rous­seau, Johnson, Burns, Dante, Shakespeare, Hz. Muhammed, Noks, Luther, Odin hakkında bilgiler verip, onların toplumlar üzerinde meydana getirdikleri etkileri açıklamaktadır.

“Biz Hz. Muhammed’i peygamberlerin en önde geleni olduğu için değil, kendisinden en serbestçe söz edebileceğimiz peygamber olduğu için seçtik. O hiçbir surette peygamberle­rin en hakikisi değildir, ama bence hakiki bir peygamber­dir. Ayrıca, aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından onun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.”

“Bu adamın (Hz. Muhammed’in) söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon in­sana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da, tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik.”

“Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı’nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne delalet ederler. Bu dünyada şimdiye kadar böylesine tanrısız bir düşünce tarzının ortaya atılmış olduğunu sanmıyorum. Bir düzenbaz nasıl böyle bir düşünce tarzını kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezsek yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. Bir insanın kendini tabiat yasalarına uydurması, tabiat ve eşya ile gerçekten bütünleşmesi gerekir. Aksi halde tabiat ona, “Hayır, asla!” diye karşılık verecektir.”

“‘Yüce Tanrı’nın ilhamı ona zekâ bahset­miştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz.”

“Dolayısıyla, biz Hz. Muhammed’i asla bir batıl, bir göster­melik, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyo­ruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri, ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Kainatın o geniş göğsünden fış­kırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Hz. Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlana­bilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıka­mazlardı.”

“Hz. Muhammed’in zengin bir dul olan Hz. Hatice’nin hizmetine nasıl girdiği ve bu hizmet nedeniyle tekrar Suriye çarşıla­rına seyahat edişi, görevini nasıl bir bağlılık ve ustalıkla yap­tığı, Hz. Hatice’nin ona olan minnettarlık ve saygısının nasıl art­tığını ve nihayet evlenmelerinin hikâyesini Arap yazarları açık ve güzel bir üslûpla anlatırlar. Bu sırada Hz. Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk. Buna rağmen hâlâ güzel bir kadındı. Hz. Muhammed bu nikâhlı velinimetiyle sevgi ve sü­kûnet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine özel, böylesine sakin ve alçak gö­nüllü bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekâr olduğu te­orisini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilâhî bir görev aldığından hiç söz etmemiştir.

Kendisine yük­lenilen-gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Hz. Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra baş­lar. Buna göre, o zamana kadar Hz. Muhammed’in bütün “ihti­ras”ı dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi düşünceleri o ta­rihe kadar ona yetiyormuş. Yani, “dünya nimetlerinden ya­rarlanmak” için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayaca­ğı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkâr edercesine sefil bir şarlatan olmuş!.. Ben kendi hesabı­ma böyle bir şeye kesinlikle inanamam.”

“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. O samimi ol­mak üzere yaratılmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, o ise kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir in­sandı. Daha önce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilin­mezi bütün dehşet ve gösterisiyle parıldıyordu. Hiçbir söy­lenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: “İşte ben buradayım!” Böylesi bir samimilik -biz buna samimilik adını veriyoruz- gerçekten ilâhî bir şeye sahipti.”

“Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya yaratılışın özvarlığının sesiydi, insanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Başka hiçbir şeyi dinle­medikleri gibi… Çünkü bundan başka her şey, bununla kı­yaslandığında boş lâftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kut­sal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce ya­şamıştır: “Ben neyim? İnsanların evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir?” Hıra Dağı’nın, Sina Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıs­sız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”

“Bu devirde Hz. Muhammed’i art niyetle, şuurlu bir samimiyetsizlikle ve sırf düzenbazlıkla suçlayan bir tenkitçiyi anlamak katiyen mümkün değildir. Onu tam ve şuurlu bir düzenbazlık ortamı içinde yaşamak ve Kur’an’ı bir sahtekârın ve düzenbazın yapabileceği bir şe­kilde yazmakla suçlamak benim aklımın almayacağı bir dav­ranıştır.”

“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatmi­nini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak gö­rürsek büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Hz. Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekme­ğinden ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir.

Hz. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insan­ların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onun­la omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi! Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönete­mezdi. Ona peygamber mi diyorlardı?

Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bu­lunan bu adama peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir.”

“Çünkü o son bir iki yüzyıl içinde insan soyu­nun beşte birinin dini ve yol göstericisi olmuştur. Hepsinden önemlisi, İslâm, yürekten bağlanılan bir din olmuştur. Müslümanlar dinlerine gerçekten bağlıdırlar ve ona göre yaşamaya çalı­şırlar. İlk çağlardan beri hiçbir Hristiyan -belki modern çağ­lardaki İngiliz Püritenleri hariç- Müslümanlar kadar kuvvet­li bir inanca sahip olmamışlardır. Müslümanlar dinlerine yü­rekten bağlanmışlar ve onunla zamana ve sonsuzluğa mey­dan okumuşlardır. Bu gece Kahire sokaklarında bekçi, “Kim­dir o?” diye bağırdığında, yolcunun ağzından gerekli yanıtla birlikte şu sözler de çıkacaktır: “Allah’tan başka Tanrı yok­tur.” “Allah-u Ekber” ve “İslam” kelimeleri bu milyonlarca Müslümanın ruhunda ve günlük hayatında derin yankılar uyandırmaktadır. Gayretli din görevlileri İslam’ı Malezyalı­lar, zenci Papualılar, vahşi putperestler arasında yayıyorlar. İyi, kötüyü yeniyor, onun yerini alıyor.”

“İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dün­ya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin ta­nımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte gökten gönderilen bir peygamber – kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim, bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada’ya, öte yandan Delhi’ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir.

Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Hz. Muhammed denen insan ve o bir tek asır; değer­siz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu? Ama hayır! Bu kum yığınının gerçekte bir barut yığını oldu­ğu anlaşılmıştır. Delhi’den ta Granada’ya kadar gökleri tu­tuşturan bir patlayıcı madde yığını!”

“Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şey­ler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşmuşlardır.”[2]

Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur’da şu şekilde ele almıştır.

“Kur’an Serapa Samimiyet Ve Hakkaniyetle Doludur

Carlyle (Karlayl) şöyle diyor: Kur’anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.” Carlyle [3]

“Carlyle “Kur’anın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatındadır”[4]

“Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: “Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.” Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zâten bu onun hakkı idi. Çünki Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı.” İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.

{(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.}[5]

Bu açıklamalar Risale-i Nur Külliyatı’ndan NUR ÇEŞMESİ isimli eserde neşredilmiştir.

“Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlayl, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: “O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi? Kendisi kendine “Evet” ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilââhirihî..”[6]

Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ[7]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bkz. Lem’alar (273)

[2] Kahramanlar, Thomas Carlyle, Beyaz Balina, 2000

[3] İşarat-ül İ’caz ( 216 )

[4] İşarat-ül İ’caz ( 219 )

[5] İşarat-ül İ’caz ( 112 )

[6] Muhakemat ( 155 )

[7] Lem’alar ( 102 )

Kaynak:RisaleHaber

 

www.NurNet.org

Bediüzzaman Said Nursi ve insan Hakları

Bediüzzaman Said Nursi ve insan Hakları

Bu mevzumuz da oldukça derin ve ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Çünkü işin içinde klasik bir bakışla bakılan Bediüzzaman Said Nursi geçmektedir. Bir yazı serisi olarak Bediüzzaman üzerine yaklaşımlar yazmaktayım.

Bediüzzaman Said Nursi’nin insan haklarına dair bakışı, sadece İslami bir çerçeveyle sınırlı kalmıyor; aynı zamanda evrensel bir mesaj taşıyor çünkü.

Özellikle zulme karşı duruşu, adaleti esas alması ve hürriyetin sınırlarını ahlaki bir sorumlulukla çerçevelemesi, günümüzün insan hakları tartışmalarına da ışık tutabilecek nitelikte olduğunu görüyoruz. Çünkü bazıları “insan Hakları” kelimesini kendine bir kalkan olarak kullanıp arkasından bir çok zulümleri yapmaktadır.

Çağdaş insan hakları kavramı, temel olarak insanın doğuştan sahip olduğu hakların korunmasını ve geliştirilmesini hedefler. Modern dönemde bu haklar, özellikle İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ve benzeri uluslararası sözleşmelerle sistematize edilmiştir.

Çağdaş insan haklarının temel özelliklerini şöylece hulâsa edebiliriz:

Çağdaş İnsan Haklarının Temel Prensipleri

Evrensellik: İnsan hakları, tüm insanlara ırk, din, dil, cinsiyet veya sosyal statü fark etmeksizin eşit şekilde tanınır. Herkesin doğuştan eşit haklara sahip olduğu kabul edilir.

Bölünmezlik ve Birliktelik: İnsan hakları; sivil, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar gibi kategorilere ayrılsa da bu hakların birbirinden ayrılamayacağı, hepsinin bir bütünlüğü oluşturduğu vurgulanır.

Eşitlik ve Ayrımcılık Yasağı: Hiçbir insan, dini inancı, cinsiyeti, etnik kökeni, dili veya diğer özellikleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayamaz.

Yaşama Hakkı ve İnsan Onuru: Yaşam hakkı, çağdaş insan haklarının temel taşıdır. İnsan onurunun korunması, bu hakların temel hedeflerinden biridir.

Hukukun Üstünlüğü: İnsan haklarının uygulanabilirliği, hukukun üstünlüğü ilkesiyle desteklenir. İnsan Haklarını koruyan hukuk sistemleri, çağdaş insan hakları anlayışının ana unsurlarından biridir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin düşünceleri, modern insan hakları anlayışıyla birçok noktada örtüşmektedir.

Çağdaş Yaklaşımlara Bazı Eleştirilerim

Bediüzzaman, çağdaş insan hakları kavramlarını genel olarak desteklese de, Batı merkezli insan hakları anlayışını eleştirdiği noktalar da vardır:

Sekülerlik: İnsan haklarının yalnızca seküler temellere dayandırılmasını eleştirir. Ona göre haklar, yaratıcıdan bağımsız düşünülemez. Haklar, Allah’ın insana verdiği birer emanettir. Ne zulüm edebilir ne de haksızlık. Bu haklar bir yerde insan ile Allah arasındaki bağı yok saydığı için İslamiyet’le beslenip seküler anlayıştan uzak tutulması gerekmektedir.

İhtiras ve Menfaat, modern dünyada bireysel özgürlüklerin sınırsız şekilde yorumlanması ve toplumun ahlaki yapısını tehdit etmektedir. Çünkü, hürriyet nefis değil, vicdan odaklı olması gerekmektedir. Nefsin ahlaksızlığında son olmadığı için gittikçe nefsin rezaletinde dibe vuruyor insan.

Çağdaş insan hakları ve Bediüzzaman’ın görüşleri arasında büyük bir uyum bulunmakla beraber, ahlaki ve manevi temellerin önemi, insan haklarını materyalist ve seküler bir çerçeveden ayırır. Hemen her şey maneviyata baktığı için maneviyatın güçlendirilmesiyle insan hakları da uygulanabilirliği artacaktır.

Hümanizm ile yollarının ayrılmış olduğu nokta tam burasıdır. Eğer içerisinde maneviyat varsa bu gerçek manada insan hakları savunuculuğudur eğer içerisinde maneviyat yoksa bu sadece vicdanları rahatlatmaya yönelik bir harekettir.

Bediüzzaman’ın yaklaşımı ne bir Avrupalı gibi sadece aklı esas alıyor ne de sadece kalbi esas alıyor çünkü Bediüzzaman biliyor ki her şeyden çıkış yolu akıl ve kalbin beraber hareket etmesiyle mümkündür. Akıl, kalp dengesi ise insanda ruhi olarak dengenin de sağlanmasına en temel sebeptir. Avrupalı filozofların ve çeşitli bilimlerdeki isim yapmış insanların yaklaşımlarının müslümanlar üzerinde tutmamasının en temel sebeplerinden bir tanesi budur çünkü bir Avrupalı sadece aklı esas alıyor. Ama bir Müslümanın yaklaşımında hem kalp hem akıl esas olduğu için Müslümanların çözümleri daha fazla netice veriyor.

İşte büyük yıkımlar, çöküşler, inkılaplar arasında dünyaya hükmetmiş olan bir imparatorluğun kalbi olan Türkiye topraklarında Bediüzzaman dünyaya bunu haykırmakta.

“İman tevhidi tevhid teslimi teslim tevekkülü tevekkül Saadet idareini iktiza eder.”[1]

“Kainatta en yüksek hakikat imandır.”[2]

“İman ne kadar mükemmel olursa o derece Hürriyet parlar.”[3]

“Sünnet-i Seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemalâtın madeni ve menbaıdır.”[4]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Sözler (314)

[2] Sözler (748)

[3] Tarihçe-i Hayat (82)

[4] Lemalar (56)

Kaynak: RisaleHaber

Bediüzzaman’dan Teyakkuz Çağrısı

Bediüzzaman’dan Teyakkuz Çağrısı

“Ehl-i dalalet… her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir.” (Kastamonu Lahikası, 55)

Kastamonu Lahikasını okurken burası hemen herkesin olduğu gibi benim de dikkatimi celb etti. İslam ümmetine yönelik tehditlerin nasıl işlendiğini ve bu tehditlere karşı nasıl dikkatli olunması gerektiğini okuyoruz.

“Her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır.”

İslam ümmetine ve iman ehline yönelik çok ciddi bir saldırının olduğunu anlıyoruz. İslam düşmanlarının her türlü araç ve yöntemi kullanarak Müslümanların manevi kuvvetlerini zayıflatmaya çalıştığını buradan anlıyoruz.

Bu saldırı, zayıflatma ve yıkma operasyonlarına Şualar’da da dikkat çekiliyor.

“Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.” (Şualar, 288)

  • Kuvve-i maneviyeyi bozmak: İslam toplumunun inanç, moral ve dayanıklılığını yani salabetini hedef almaktadır. Bununla birlikte, toplumun inanç temelinde birleşmesini engellemeye yönelik hareketler kastedilir.
  • Tesanüdü kırmak: Tesanüd, İslam toplumunun birlik içinde hareket etmesini sağlayan önemli bir unsurdur. Düşman, bu dayanışmayı bozarak Müslümanları parçalamayı ve bölmeyi amaçlamaktadır. Bazı hizmet hareketlerinin farksiyonlara, meşreplere, guruplara ayrılıp gücünü birbirine sarf etmesi bu operasyonların etkili olduğunu göstermektedir.

“Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır.”

Bu ifadede, Müslümanların dayandığı, maddi ve manevi olarak beslendiği önemli kurumların veya şahısların, çeşitli aldatma ve manipülasyonlarla İslam düşmanlarının lehine hareket etmeye ikna edildiği belirtilir. Bu da Müslümanların moralini bozup kuvve-i maneviyesini dağıttığını anlıyoruz.

  • Ehemmiyetli bir istinadgâh: Burada, bir lider, âlim, toplumun güvendiği bir kurum dayanak noktası olduğunu anlıyoruz. Eğer bu dayanak noktası zaafa uğratılırsa veya yanlış bir tarafa çekilirse, toplumun savunma hattı zayıflar. Bu konuda nice tarihi misaller görülebilir. Toplumun bir şekilde desteğini alıp sonra toplum aleyhine hareketlere, kalkışmalara yeltenen stk’ler, şahısları tarihten okuyabiliriz.

İslamiyet düşmanları Bediüzzaman’ın şu sözünü çok iyi anlamışlar.

“Din âlimleri İslâmiyetin direkleridirler.” (Asar-ı Bediiyye, 397) Bu sebeple insanlara manen kuvvet veren manevi lider olabilecek kimselerin itibarsızlaştırılması, devşirilmesi için çok ciddi çalışmaktadır.

  • İhtiyat kuvvetini dağıtmak: Müslümanların ortak hareket etmesini sağlayan gücü dağıtmak ve toplumu etkisiz hale getirmek için bu yöntemi tatbik etmektedir.

“Mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı.” (Sözler, 96)

“Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir.”

Burada, düşmanın organize bir şekilde hareket ettiği vurgulanmaktadır. Her bir Müslüman karşısına, organize olmuş bir grup çıkarılır. Müslümanlar az, zayıf, ferdi bireysel hareket etmesi de mağlubiyeti peşinen getirmektedir.

  • Cemiyet ve komitecilik ruhu: Düşman, organize yapılar kurarak stratejik hareket eder. Bu, bireysel Müslümanların karşısında daha güçlü bir görünüm sergiler.
  • Mütesanid bir cemaat: Düşmanın, birlik içinde hareket eden bir topluluk oluşturduğu ve Müslümanların fert fert direnişini kırmaya çalıştığı ifade ediliyor.

Ehl-i dalaletin komite halinde saldırısı karşısında çözümün Risale-i Nur’da şöyle okumaktayız.

“Şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatın şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur.” (Mektubat, 439)

Mektubun geneline baktığımızda:

İman ehline yönelik tehditlerin sadece fiziksel saldırılar olmadığını, manevi, fikri ve sosyal saldırılarla da Müslümanların zayıflatılmaya çalışıldığını anlıyoruz.

Burada şunların da altını da çizmek isterim.

  1. Birlik ve Tesanüdün Önemi: İslam ümmeti, sadece bireysel ibadetlerle değil, aynı zamanda dayanışma ve birlik içinde olarak da güçlenir. Yani cemaat halinde hareket etmelidir.
  1. Dayanak Noktalarına Dikkat: Müslüman toplumun önderlerine ve kurumlarına yönelik tehditlerin farkında olunmalı ve bunların düşman tarafından kullanılması engellenmelidir. Yani kendi kaynaklarımıza sahip çıkmalıyız. Ötekileştirip yalnızlaştırmamalı birlik ve beraberlik içinde hareket edilmelidir.
  1. Organizasyon ve Stratejik Hareket: İslam düşmanları organize bir şekilde hareket ederken, Müslümanların da kendi aralarında daha sağlam organizasyonlar kurması ve stratejik düşünmesi gerekir.

“İşte bu esaslara binaen
ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevk olunmaya ve teşvik edilmeye muhtaç değildirler.
Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez.

Belki mesaîlerin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.

Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.” (Mesnevi-i Nuriye, 161)

Bu mektubu okuyunca İslam ümmetine yönelik stratejik bir uyarı niteliğinde olduğunu ve manevi bir teyakkuz çağrısını işitiyoruz gözümüzle.

Her daim müteyakkız olabilmek duasıyla

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Bediüzzaman ve Siyaseti

Üstad Bediüzzaman hazretleri tek parti zihniyeti hakimken siyasetle alakadar olmamış ve şeytan vb şeklinde tasvir etmiş. Ama alternatifi çıkınca da Alternatifi açıkça desteklemiş. Kastamonu lahikasina bakınca şeytan, Emirdağ Lahikasına bakınca siyasette aktif bir Bediüzzaman görüyoruz. Hatta gençlik yıllarında da siyasi aktif bir Bediüzzaman. Şimdi biz Bediüzzaman ve siyaseti nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Evvela şunu ifade edelim Nur talebelerinin en temel vazifesi ve birinci önceliği iman hizmetidir siyasette dahil hiç bir vazife ve meşguliyet bu vazifenin önüne geçemez. Nur talebesi siyasetle meşgul olacak şahsi olarak meşgul olabilir cemaat adına siyasetle meşgul olması doğru değildir.

“Fakat siyaset hesabına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı hesabına, bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir…”

Görüldüğü gibi siyasete şahsi olarak giren Nur talebesi de siyaset adına değil Nurların intişarı adına girebilir deniliyor.

İkincisi Nur talebelerinin bir siyasi partiye oy vermesi ve o partiyi oyu ile desteklemesi aktif siyasetçi olduğu anlamına gelmiyor vatandaşlık görevini ifa etmiş oluyor.

Üçüncüsü Üstadımızın çok partili sürece geçildikten sonra Demokrat partiyi desteklemesi tek parti diktatörlüğünün bitirilip demokratik bir düzenin tesis edilmesi içindir. Yoksa bir parti bağnazlığı ya da bir parti taraftarlığı anlamında değildir. Kaldı ki o dönemde iki ana parti var en uygunu da Demokrat partidir.

Dördüncüsü Nur talebeleri içtimai ve siyasi konularda temel ilkeler üzerinden hareket eder ve etmelidir. Bu temel ilkeler ise cumhuriyet ve demokrasi, hukuk, adalet ve hürriyettir. Bu temel ilkelere bağlı olan ve hizmet eden partilere destek verir tek adam, otoriter siyaset, meşverete aykırı müstebid anlayışlara da karşı durur ve durmalıdır.

Beşincisi Üstatta siyaseti dine alet etme ve ona hizmetkar kılma anlayışı hakimdi ve bu şekilde mücadele etti ama kendininde de itiraf ettiği gibi beyhude yoruldum dedi sonra bütün dikkat ve enerjisini iman hizmetine teksif etti ve Nur talebelerininde bu şekilde hareket etmesini şiddetle istidi.

Altıncısı Nur cemaatinin bir partiye eklemlenmesi iman hizmetine büyük zarar verir ve diğer partilileri Risale-i Nura düşman eder bu sebeple Nur talebelerinin bir parti adına hareket etmesi büyük bir hata ve cinayettir.

Bu zamanda insanların ekserisinin imanı tehlike içindedir. Onun için ebedi saadetlerinin vesikası olan sağlam imanı telkin etmek ve ders vermek vazifesi, neticesi şüpheli siyasi mücadeleden daha ehemmiyetlidir. Bundan dolayı Nur talebelerinin en mühim görevi; önce kendisi tahkiki imanı elde etmek, sonrada bir başkasının tahkiki imanı elde etmesine ve kurtulmasına vesile olmaktır.

Siyaset yolu ile yapılan hizmet, halkın yüzde seksene fayda vermesi meçhul olmakla beraber, neticeye ulaşmak da şüphelidir Türkiye’deki siyasi tarih buna şahittir. En güzel siyaset; kafası karışık olan yüzde seksene iman ve nuru göstermek ile terbiye ve irşat etmektir. Zaten yüzde sekseni hakikatleri görünce, siyasette ona uyum sağlamak zorunda kalır.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

Bediüzzaman ve Ledün

Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatını telifle toplumda İslâm medeniyetini ihya ve inşa edecek dirayete, kudrete ve ilme sahiptir.

İnsanın iradesine kullanması neticesi hasıl olan ilim denizindeki bilgi ve ilmin iki mehazı vardır.

1-Kesbi: Allah’ın kâinata koyduğu “kevnî/tekvinî kanunlar, adetullah” çerçevesinde çalışarak çabalayarak elde edilebilecek ilimde kesin bilgi manasında “ilmelyakîn” mertebesi.

Müşahede seviyesinde -yani Gözle Görür gibi- kesin bilgiye “Aynelyakîn” denilmektedir.

“Hakkal-yakîn” ise, kalbi sezgi, tecrübe ve kanaat-i katiye seviyesinde kesin bilgi manasına gelmektedir.

“1- İlmelyakîn: İlim ile yakîn hasıl etmek. Yani, bir şeyin vücudunu emareleriyle bilmek.

2- Aynelyakîn: Göz ile yakîn hasıl etmek. Yani, bir şeyi göz ile görerek bilmek.

3- Hakkalyakîn: Hakikatı ile yakîn hâsıl etmek. Yani, içine girmekle bilmek.

Sevgili Üstadımız, Bedîüzzaman Hazretlerinden aldığımız ders ile şu üç kelimeyi şöyle izah ederiz: Meselâ uzaktan bir duman gördük. Orada bir ateşin yandığını biliriz. İlmelyakîn buna denilir. O dumana yakınlaştık, ateşi gözümüz ile gördük; aynelyakîn buna denilir. Ateşin nuru içine girip derecesini anladık. Hakkalyakîn buna denilir.”[1]

2-Vehbî: Bâzı mânevîyatı kavi hususiyetlere haiz şahsa, hususi olarak Hak Teala tarafından bir hibe-mevhibe olarak ve “ilm-i ledün” olarak da tabir edilen hâfî, bâtın, gaybî/metafizik bir bilgidir. Ledünniyat olarak da tabir edilir.

Ledün ilminin hakikati, Kehf Sûresinde, 60-82. âyetlerinde, Hz. Mûsâ-Hz. Hızır’ın (as) arasında geçen olayda dikkate sunulur. İsmini de 65. Âyettinde geçen “ledün” kelimesinden alır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, dönemine kademini basmış ve ilmi olarak rüştünü isbat edip irşad hırkasını giyip, sarığını saran Osmanlı erbab-ı ilmince, Kur’ân ilimlerindeki vukufiyeti, ilmi, irfanı, ahlakı büyük bir hayranlık ve hürmetle te’yid ve tasdik edilmiştir.o zamanki telifatı aranır, sorulur olmuştur. Eserleri de dönemiyle sınırlı kalmamış ve hem ülke hem de zihin sınırlarını aşmıştır.

Bugün kaderine terk edilmiş bir halde olan İstanbul’/Fatihte kaldığı ‘Şekercihanı’ndaki odasının kapısına, “Her suâle cevap verilir, her müşkül halledilir, fakat, suâl sorulmaz!”[2] diyerek dönemin ilim dünyasına dünyanın payitahtına haykırmıştır 1907’de.

Yaşı henüz otuzlara yeni gelen Bediüzzaman, şarktaki erbab-ı ilme rüştünü isbat edip, Payitaht’a kadar her dağı aşıp her engeli geçip gelmiştir. Bir alanda ihtisas şartı koymadan kim ne ilimden olursa olsun diyerek meydana atılmıştır. Bu işte Vehbilik kokusu gelmektedir. Kimisi ilminin derinliğine kimisi de bunu mecnunluğuna delil olarak saymıştır. Dönemin erbabı bunu hatıratında nakletmiştir. İlminin vukufiyetine ve ihatasına şehadet ettiklerini. Ona, gruplar halinde gelip kendi âlemlerindeki zor soruları, müşkillerini, hakikat-i halini merak ettikleri şeyleri hazırlayıp yine gruplar halinde gidip sorarlar.

Bediüzzaman, gelenlerin suallerinin tümünü cevaplandırır… Bugün git yarın gel, hele bakarız gibi bir metodu izlememiş sor sualini al cevabını şeklinde hazır cevap olmuştur.

Mesela, “Aldıkları cevaplar çok harika ve acâip olur. Sanki o akşam berabermişler ve kitaba beraber bakıyormuş gibi sorularının cevaplarını tam olarak alır. Kesin olarak anlar ki, onun ilmi bizimki gibi kesbi değil, aynı zamanda vehbîbidir.”[3]

Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’in de Bediüzzaman Said Nursi’nin ilmi hakkında  hayranlığını itiraf edenler arasındadır. Başgil’in tahsil ettiği ilimle, Üstadın ilmi mukayese edilemeyeceğini şu şekilde ifade etmektedir;

  • “ona Cenab-ı Hakkın öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabardığını; bir deniz ki içine girdikçe girildiğini, ilminin ucu bucağının olmadığını” söyler.

Gerek çağdaş, gerekse yaşayan âlimlerin dehasına; fen, sosyal ve mânevî ilimlerdeki otoritesini, rüştünü kabul ettiren Bedüzzaman Said Nursi’dir.

Bediüzzaman için Alay müftüsü Osman Nuri Efendi de, “sizler Üstadı tek taraflı anlıyorsunuz. Üstadı sizin hâfızalarınız anlamaz! Üstad acaip bir insan. Sizler Risale-i Nur’u anlayarak okuyun. İşte görüyorsunuz. Fevzi Çakmak’la her gün beraberiz. Çeşitli mevzuları, hattâ dünya ahvalini görüşüyoruz. Sizin Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idâre eder.”[4] diyor.

 


[1] Miftah-ul İman (93)

[2] Tarihçe-i Hayat (52)

[3] Hasan Fehmi Başoğlu/Uhuvvet gazetesi, 11 Aralık 1964

[4] Aydınlar Konuşuyor (303)