Etiket arşivi: ben

En tehlikeli “üç harfliler”

İnsanlar adını anmaya korktukları “üç harfli”nin boş yere günahını almaya devam ederken, daha başka bir üç-harfliden gelen tehlikenin farkında görünmüyorlar. Üstelik onun adı da kimsenin dilinden düşmüyor.

Ona ister “ben” deyin, ister “ene,” ister “ego.” Görüldüğü gibi, hepsi üç harflidir. Tehlikesine gelince:

İnsanı, şuurlu veya şuursuz olarak Rabbine karşı bir meydan okuyuşa sürükleyecek bir potansiyel, bu üç harfli kelimenin içinde fırsat kolluyor.

***

İşin aslına bakacak olursanız, “ben” diye bir varlığın olmadığını görürsünüz. Gerçi hepimiz maddî ve manevî vücudumuzla bir varlık sahibiyiz; bunu Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerle anıyor ve birbirinden ayırıyoruz. Fakat bu varlıklardan her birinin kendisini “ben” olarak nitelemesi, sadece bir bakış açısından ve izafî bir yaklaşımdan ibarettir, o kadar. “Ben yaptım” dediğimiz şeyler ise, biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bütünüyle o üç harfli şeyin gücü dışında olan şeylerdir. Yiyip içmek veya bir söz söylemek gibi bize en basit görünen ve en kolaylıkla yapar göründüğümüz fiilleri bile masaya yatıracak olsak, her biri birer mucizeler zinciri olarak karşımıza çıkar; ve biz bu zincirin halkalarını vücuda getirmek bir yana dursun, saymaktan bile âciz kaldığımızı görürüz. Bütün bu fiillerde ve daha başkalarında bizim payımıza düşen bir tercihten ibarettir; o fiillerin yaratılması ise bütünüyle Ona aittir. Kur’ân-ı Kerim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8:17) buyururken bu hakikate işaret eder. Buradaki “attığın zaman” ifadesi fiilin “kesb” yönüne, “Allah attı” ifadesi ise yaratma yönüne bakmakta ve yaratma işini bütünüyle Allah’a hasretmektedir.

Bu kısa âyet, bize sahih bir itikadın formülünü net bir şekilde veriyor ve bizim “Yaptım, ettim” dediğimiz fiillerin birer “mazhariyet”ten başka birşey olmadığını açıkça gösteriyor. Buna göre, biz tercihlerimizi kullanmak suretiyle fiilî bir duada bulunuyor ve böylelikle yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz; ancak yaratma işi bize ait olmadığı için, herhangi bir “başarımızdan” dolayı böbürlenme hakkımız da bulunmuyor. Nitekim sözünü ettiğimiz âyet-i kerimenin de bir zafer sonrasında “Şu kadar kestim, bu kadar öldürdüm” şeklindeki övünmeler üzerine nâzil olduğu rivayet edilir.

***

Kesb ve yaratma arasındaki sınır muhafaza edilmediği takdirde işin nereye varacağını çok iyi bilen maneviyat büyüklerimiz, içimizdeki “ben”e daha işin başında iken haddini bildirmeyi derslerinin en önemli bir esası olarak belirlemişlerdir. Zira bu üç-harflide, boş bulduğu her meydanı zaptetme eğilimi vardır. Karadelik gibi sürekli yutarak beslenir, beslendikçe güçlenir, güçlendikçe iştahı kabarır, iştahı kabardıkça daha fazla yutar, sonunda kendisinden başka bir varlığı kabul edemeyecek bir hal alır. Beşer âleminde görülen her seviyedeki istibdad örnekleri, böylelikle meydanı boş bulmuş ben’lerin eseridir. Bedendeki tek bir kanser hücresi gibi, benliğin zerresi de insanın bütün varlığını kaplayacak bir istidat taşıdığı için, sürekli olarak izlenmesi gerekir.

***

Üç harflinin de üç harflisi var!

Ben’in daha tehlikeli bir hali vardır ve o da bir başka üç-harfli olan “biz” halidir. Her ne kadar Bediüzzaman Hazretleri “ene’yi nahnü’ye çevirmek” denen bir hadiseden söz ediyor ve bunu talebelerine hedef olarak gösteriyorsa da, bu, bir buz parçası halindeki ene’nin havuzda erimesi halinde söz konusudur. Yoksa, erimemiş ben’lerin bir araya gelmesinden beklenecek sonuç bir havuz değil, olsa olsa buzdağları olabilir. Aynı hakikate Martin Luther King de hapishaneden yazdığı meşhur mektubunda temas etmiş ve Reinhold Niebuhr’a atıfta bulunarak, “toplulukların fertlerden daha fazla ahlâksızlaşmaya meyyal olduğundan” yakınmıştır.

Mesele topluluğun kendisinde değil, ne suretle bir araya geldiğindedir. Cemaatlerin fertleri, eğer ben’lerini eriterek hak bir yolda bir araya gelmişlerse, artık o topluluktan işiteceğiniz ses, Hüve’den başkası olmayacaktır. Bu takdirde cemaat ne kadar büyürse, tevazu da o kadar büyür ve Hüve’ler o nisbette gür bir sadâ olur:

Meselâ nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur. Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allah kelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir. . . .

Bu pasajı, bir de Hüve’lerin yerine ene’leri koymak suretiyle okumaya  çalışın:

Meselâ nasıl ki küçük Ene, Ene, Ene’lerden mürekkep büyükçe Ene, Ene yazılır. Sonra bu Ene’lerden mürekkep çok büyük bir Ene olur.

Bu şekilde, ene’lerden meydana gelen bir “nahnü” ile kibir yarışına çıkabilecek kim vardır? Fâil-i Hakikî bütünüyle ihmal edilmiş, her türlü tevfik ve inayet doğrudan doğruya cemaate atfedilir olmuş, erişilen muvaffakıyetlerin birer haddini bilme imtihanından ibaret olduğu gerçeği unutulmuş, “Bunu bilgimle kazandım” diyen Karun’un tavrını hatırlatan övünmeler bir topluluğun şiarı haline gelmiştir.

İşin gerçeğine nüfuz edebilenler, bütün bunların bir büyüklük göstergesi olmadığını görmekte güçlük çekmezler. Çünkü insanda kibir büyüklüğün değil, küçüklüğün alâmetidir. İnsanlar küçüldükçe kibirleri de o nisbette büyür. Ne var ki, küçük insanların topluluklarına bu gerçeği anlatmanın yolu henüz keşfedilmiş değildir.

ÜMİT ŞİMŞEK

“BİZ” olmak istiyorsak, artık “BEN” olmaktan vazgeçmeliyiz!

Bediüzzaman Hazretlerinin İhlâs Risalesi için “Bu risale lâakal on beş günde bir okunmalıdır” derken, ne kadar büyük bir ihtiyacı dile getirdiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Zaten Risale-i Nur’daki hakikatler zaman geçtikçe daha iyi anlaşılmakta, verilen misâller aklın gözüne daha çok yakınlaşmaktadır. Üstâd Hazretlerinin “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor” dediği gibi, Kur’ân’ın manevî bir tefsiri olan Risale-i Nur’un haktikatleri de zamanın geçmesiyle daha parlak bir sûrette ortaya çıkıyor.

İhlâs Risalesi için söylenmiş olan “Lâakal on beş günde bir okunmalıdır” sözü de bu parlak hakikatlerden birisidir. Bediüzzaman, asırları aşan nazarı ile bu günleri görmüş, hizmet halkasının çok genişleyeceğini iman ve iz’an gözü ile müşahede etmiştir. Malumdur ki, daire genişledikçe daireyi meydana getiren elemanlar arasındaki mesafe açılır. Dolayısıyla aradaki irtibat azalmaya başlar. Ama iman hizmetinde irtibatın azalmaya tahammülü yoktur. İşte bu geniş dairede bir gevşemeye meydan vermemek için aradaki boşluğun daha fazla gayret, muhabbet ve sadakatle doldurulması gerekmektedir. Üstad Hazretleri de bunu bildiği için uhuvvet ve ihlâsa bu kadar önem vermiştir.

Hizmet halkasının büyümesi nispetinde uhuvvet ve muhabbet duyguları da büyürse, arada boşluk kalmayacak, azamî tesanüd ve teavün devam edecektir. “Ben daha fazla hizmet etmek istiyorum” diyerek bu halkadan ayrılmak sûretiyle öne çıkmak isteyenler, sadece hizmet halkasının zayıflamasına sebep olurlar. Kendileri de arzu ettikleri başarıyı asla elde edemezler. Zira birlikte yapılmayan bir hizmet, bir başına hiç yapılamaz.

İşte İhlâs Risalesi bu hakikati ders vermektedir. Şahısların gayret ve himmetleri ne kadar büyük olursa olsun, şahs-ı mânevînin yerini tutamayacağı anlatılmaktadır. Onun için tam bir ihlâsı kazanmak ve muhafaza etmek gerekmektedir.

Hakiki ve samimi bir ihlâs, insanı binlerce insan kadar kuvvet ve kabiliyet sahibi yapabilir. İhlâs kuvvetiyle bir fert, binlerce fert kadar iş görebilir. “Hakiki ve samimi bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulakları ile de işitebilir. Güya on müttehid adamın her biri, yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvveti vardır.”

İhlâs kuvveti insanda ölüme karşı bile kuvvetli bir dayanak noktası meydana getirir. Tam bir uhuvvet ve sadakatle bir araya gelmiş insanların, kardeşleri sayısınca ruhları var demektir. Kendi ruhu dünyadan göçse, “Öteki ruhlarım yaşıyorlar, onların manevî kazançlarından ben de istifade ediyorum” diye huzur içinde bu dünyadan ayrılır.

İhlâs bu kadar önemli ve kıymetlidir ama, onun kazanmak ve muhafaza etmek o kadar kolay değildir. Bunun için nefsin firavunluğunu kırmak ve nemrutluğunu ortadan kaldırmak gerekmektedir. Hakiki ihlâsın gereği, maddî ve manevî menfaatlerde, kardeşlerinin nefsini kendi nefsine tercih edebilmek, onların meziyetleri ve faziletleri ile iftihar edip kendi malı gibi onlara sahip çıkabilmektir. Gerektiğinde en tabiî haklarından ve en haklı olduğu menfaatlerinden, kardeşleri lehine feragat edebilmektir.

İhlas Risalesinde geçen şu ifadeyi anlamakta epeyce zorlanmıştım: “Hatta en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en masumane zararsız bir menfaattir, mümkünse nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin”. Sonra anladım ki, bir iman hakikatini ona çok muhtaç olan bir kimseye anlatmak için öne çıkmak ve “Bunu ben anlatayım” demek yerine, başka bir kardeş tarafından anlatılmasını ve oradan gelecek manevî kazancın o kardeşe verilmesini istemek tam ihlâsın bir gereğidir. Gerçi bu hakikati siz de anlatsanız bunda bir zarar yok, aksine o sevabı sizin kazanmanız da mümkündür. Öteki kardeşiniz bunu yapmak istemese bile, siz o dersi ona teklif ederek o hizmeti o kardeşinizin yapmasını istemelisiniz. Manevî kazançta bile kardeşinizi kendi nefsinize tercih etmelisiniz.

Hizmetlerimizde bu inceliklere dikkat etsek, kendi yapamadığımız bir hizmetin başka bir kardeşimiz tarafından yapılmasından memnuniyet duysak, kardeşlerimizin meziyet ve faziletleri ile iftihar edebilsek, başkalarında eksiklik ve kusur arayacağımıza kendi kusurlarımıza nazarlarımızı çevirsek; tam ihlâsı kazanma yolunda çok mesafeler almış olacağımızı ümit ediyorum.

Her hizmeti ben yapayım, en önde ben olayım diye hep birinciliği düşünmek yerine, hep beraber olalım diye birlikteliği tercih etmek, ihlâs sırrına daha uygun düşecektir diye düşünüyorum.

Tam ihlâsın, uhuvvetin ve müfritane irtibatın gereği de bu olmalıdır.

Abdil Yıldırım / www.saidnursi.de

Bana, Beni Anlatır Mısın?

Peygamberler(Aleyhimüsselam) bize kulluğu öğretmek için geldiler. Bizim kul olarak ne yaşayacağımızı bilen Rabbimiz yaşadığımız haller içinde  kendisini nasıl bulacağımızı peygamberleri vasıtasıyla bize öğretti.

Yaşadıklarımızın hakikati nedir? Biz de Yunus(AS) gibi balığın karnında mıyız? Ya da Eyyub (AS) gibi bütün vücudumuzu kurtlar mı kaplamış..?

Peki, balığın karnında, denizin içinde, gece karanlığında, her taraftan ümit kesik bir vaziyette.. Allah nasıl bulunur? Nedir o balık, karanlık ve deniz..? Hayatımızın hakikati bu karanlıklardan kurtulmaya çalışmak mı?

Vücudumda kurt falan yok, gayet sağlıklıyım çok şükür; Eyyub (AS)’ın kıssası Kur’an’a niye konulmuş, ne anlatıyor bana Hz. Eyyub?

Ya da Kur’an’da sık geçen bir kıssada Firavunla çarpışan Musa(AS) gibi miyim ben? Hani nerde benim karşımdaki Firavun..   Kur’an bana beni mi anlatıyor?

Sağ tarafımızdan Hızır(AS) gibi bir hayırhah:

-Kardaşş, bak nefsin Firavunundur, sen de Musa’sın, onunla çarpışıyorsun.. Aç gözünü bak! Hayatın hakikati nedir..?

Her peygamber sana seni anlatıyor; bulunduğun, yaşadığın halin hakikatini ve o hal içinde Allah’ını nasıl bulacağını.. Onun için tanıdık gelmiyor mu Yunus(AS) gibi, “her taraftan ümit kesik bir vaziyette “inni küntü minezzalimin” deyip Allah’a iltica etmek”.. Eyyub (AS) gibi “Rabbim zarar bana dokundu, lisanen zikrime, kalben ubudiyetime halel geldi” deyip günahlardan Allah’a sığınmak..

-Kulluk noktasında- İsa sensin, Musa sensin, Eyyub, Âdem sensin, kuyudaki Yusuf sensin; hepsi sana seni anlatıyor; kulluk serüvenini nasıl atlatacağını, şu dünya çölünden salimen nasıl çıkacağını anlatıyorlar.. (Bu paragraf alıntıdır.)

Biz onları, peygamberleri yaşıyoruz –kendi kabımız nisbetinde- nasıl ki onlar da ümmetlerine kulluğu öğretmekle şefaat etmek istediler “Kalu bela”da..

Nabi

Bir ben var benden içeri

Hayatımın her anına kokusu sinmiş BEN lerle aslında “en büyük” şeyi kaybetmişim. Ben BEN adına mı yaşıyorum, ben BEN‘in hatırına mı varım yoksa başka bir mana mı var?

BEN‘in farkında olmadan ki tarifi şuydu; Hayatta BEN‘i incitici, kırıcı bir şey olmamalıydı. Her şey BEN‘in selameti ve rahatlığı için çalışmalıydı. Kimse BEN‘e itaatsizlik etmemeliydi. Herkes BEN‘e  ınkıyad etmeli ve adeta onun hizmeti için pervane olmalıydı. Hatta BEN‘e kim baş kaldırırsa o yükselen baş acımasızca kesilmeliydi. Yine BEN asla nefsi hazlarından feragat etmemeli, kimse adına ne uykusundan ne yemesinden ne de en beğendiği şeyinden asla vazgeçmemeliydi. Her zaman son sözü BEN söylemeli; en güzel konuşan, en çok bilen, en akıllı hep BEN olmalıydı. BEN lik denilen şey hep bunları istiyordu. “Kelamın güzelliği kısalığındadır” der İbn-i Sina. Serd-i kelam düsturuyla hareket ederek kari’ nin (okuyanın) zihnini sıkmamak gerektir.

Hülasa; işte ENE bu haller içerisinde yuvarlanıp dururken unuttuğu bir şey vardı.

Peki ENE (ben) neydi, niye vardı? Bu basitlikler içinde ‘Ben Ben’ diyerek var olmak adına aslında komik bir şekilde yok olmak için miydi, mahiyeti neydi BEN‘in?

Aslında BEN, bir anahtar külçesiydi. O bir tılsımdı, kendisi de bir muammaydı. Şayet BEN bilinseydi o zaman kendisi anlaşıldığı gibi kainat dediğimiz şey de anlam kazanacaktı. Kainat kapıları da bu anahtar külçesiyle açılacaktı; ama önce BEN‘i bilmek yani kendini bilmek yani haddini bilmek.

Şöyle ki; Ben BEN den vazgeçmedikçe BEN‘liğin beni nereye ve kime ulaştıracağını bilemiyorum. Bu yolda çok vartalar var. Ene den geçmedikçe o basit benlik perdesine takılıp, kışrı delip, lübbe vasıl olunamıyor.

Ve anlamıyor ki;

Hakikatinde ben bana vücud veren hatırına varım ve benim deyip sahiplendiğim hiçbir şey benim değil!

“Yok yok ise; o vardır.Yok, yok olsa var olur.” Ahh Üstadım ağzına sağlık ne güzel söylemişsin.

Ben bana ait her şeyi tükettiğimde o zaman hakiki anlamda O’na ayine olurum. Adeta “O” olurum, Onlaşırım.

Neticede; hayatımın her bir köşesinde BENliğim öyle bir buz parçası olmuş ki,

Miracın numunesi olan Huzur-u İlahi’de nasıl duracağımı bilemez olmuşum. Kaskatı kesilmiş BENliğimle huzurda bedenim eğilirken ENEm erimemiş, eğilmemiş, acizliğim ve fakirliğimi kabullenemeyişimle birlikte aslında masivaya daha çok yalvarmış daha çok dilenci olmuşum. Farkına bile varamamışım halimin. Sanemleştirdiğim BENliğime tapıp durmuşum yıllarca.

Şimdi tüm bunları fark edebilme bahtiyarlığını lutfeden ve bana BENliğimle kendisini tanıtana hamdediyor, bana BENliği vermesindeki muradı olan Marifetullah’ı ve Marifetullah basamaklarında ENEsiz bir terakki için tevfik ve inayet istiyorum ve Yunus misali diyorum :

Ben’i ben bende demem

Bir ben var benden içeri…

 www.NurNet.org

Benlik (Ene) Nedir? (Video)

Kırklarelinde evde yapılan ders halkasının bir yenisi daha eklendi.

Enenin, kendinden ziyade, başkasının manasını göstermesi nedir?

Enenin bilinmezliği, muamma olması, yaratılmasının gayeleri nedir?

Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarını anlamak  niçin eneye bağlıdır?

Hepsini bu sohbette bulabilirsiniz…

Abdulhamit Oruç’un tatlı diliyle anlattığı ilmi meselelerle sizleri başbaşa bırakıyoruz.