Etiket arşivi: benlik

Benlik

“Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar.”  Sözler

Sebze ve meyve pazarlarını bilirsiniz. Her seyyar satıcı kendi tablası başında avazı çıktığı kadar bağırır. Biri, ‘elmanın iyisi burada’ diye müşterilere tiz perdeden seslenirken; diğeri, ‘üzüme gel üzüme’ diye ayrı bir nağme tutturur. Herkes kendi malını metheder durur.

Benlik dâvâsının hâkim olduğu bir cemiyet hayatı da o pazardan pek farklı değil. Şu kadar var ki, o pazarda her satıcı kendi malını överken burada her fert öncelikle kendini methetmekte, diğer insanların dikkatini celbe çalışmakta… Malıyla, mülküyle, makamıyla övünmesi de neticede bu noktaya varıyor.

Bir de benliğin hakikatine erenlerin pazarı var. O pazar ehlinden birisine, ‘benlik nedir?’ diye sorarsak bize şunları söyler:

“Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nisbet edebilmesidir. Bilirsiniz, insan, güttüğü koyunlar için ‘benim koyunlarım’ diyebildiği halde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için ‘benim ayaklarım’ diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.”

Bu açıklamadan sonra bize soracak:

“Hiç düşündünüz mü; insana bu imtiyaz niye tanınmış? ‘benim aklım, benim elim, benim çocuğum, benim tarlam’ diyebilmesi niçin?”

Sorusunu kendisi cevaplandıracak:

“Arzın halifesi olduğu için…”

Halife, sultanın mülkünde, O’nun namına tasarruf eder. ‘Benim malım, benim mülküm’ derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin ‘benim tüfeğim’ yahut ‘benim koğuşum’ demesi gibidir.

Ve devam edecek:

“Benlik gerçekte büyük bir nimet, büyük bir sermaye… Ama onu yerinde kullanmak şartıyla…

Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, O’nun emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla… Hiçbir icraatına şahsî reyini, hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla…

‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ sırrına ermek, ‘ben’ diyebilmeyi bir anahtar yapıp ‘O’ diyebilmek şartıyla…

Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla…

Kendi varlığını düşünürken, ‘Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak O’dur.’ diyebilmek ve mutlak varlığın ancak O’na mahsus olduğunu bilmek şartıyla…

İlmini ve kuvvetini düşünürken de, ‘Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden elbette Kâdirdir.’ diyebilmek şartıyla… Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla…”

O zâta verdiği bilgiler için teşekkür edip, ‘biraz da kendinizden bahseder misiniz?’ desek, “Ben” diye söze başlar: “Dün bir nutfe idim, benlik nedir bilmezdim. Sözüm edilmez, yüzüme bakılmazdı. Önceki gün ise hiçbir şey değildim. Bir rahmet ve kerem eli beni pederimin köyüne attı, annemin evine getirdi. Orada dokuz ay misafir kaldım. Cansız iken cana kavuştum, duymaz iken duyar, görmez iken görür oldum. Sonunda, o karanlık ve dar menzilden, bu geniş ve harika âleme atıldım. Yarın ölümü tadacak, öbür gün yine diriltileceğim. Kabirde ve mahşerde, benliğim ancak hesap vermeme yarayacak. ‘Bu suçu sen işledin değil mi?’ diye sorulduğunda ‘Evet ben işledim.’ diyeceğim.”

Aklı başında olan insan o birinci pazarın semtine uğramaz, bu ikinciden ise bir an ayrılmaz.

Kâinat, bir yönüyle, ‘benlikten’ uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez, toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz… Niçin? Cevap tektir:

Hiçbirinde benlik olmadığı için.

Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur.Meselâ, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi, belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol katedebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir, gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü… Bu ise onun için feci bir hâl olurdu… Şimdi bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor vazifesini…

Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok çok uzaktırlar. Gurur nedir bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha iyi ibadet ederse onu daha çok severler. İnsanda da bu kabiliyet var, ama onu çoğu zaman yanlış kullanıyor. Kendisini, yahut babasını, dedesini kim daha çok methederse ona daha gönülden bağlanıyor. Halbuki, Rabbimizin hatırı, hiçbir hatırla kıyaslanamayacak kadar yüksek. O halde, O’na bizden daha iyi kulluk eden, O’nun yoluna bizden daha çok koşanları niçin alkışlamıyoruz? Bu sorunun cevabı da benliktir.

Koca bir ömrü ‘ben ben’ diye diye tüketerek O’nun huzuruna çıkmak ne hazin!… Benliğe kapılmayıp, bu dünyada O’nun namına hareket etmek ve her hükmüne boyun eğmek ne büyük saadet!…

Prof.Dr.Alaaddin Başar

En Tehlikeliden Daha Tehlikelisi!

En Tehlikeli Üç Harfliler” başlıklı yazımızda, asıl korkulması gereken üç harflinin “ben” olduğu üzerinde durmuştuk. Kelimenin Arapçadaki ve Batı dillerindeki “ene” ve “ego” şeklindeki karşılıkları da, dikkat çekici bir şekilde, yine üç harfli olarak karşımıza çıkıyor. 

Fakat en tehlikeliden daha tehlikeli bir üç harfli daha var.

Daha doğrusu, en tehlikelinin daha da tehlikeli bir hali. Yazımızın devamında bu konuya geliyoruz:

Ben’in daha tehlikeli bir hali vardır ve o da bir başka üç-harfli olan “biz” halidir. Her ne kadar Bediüzzaman Hazretleri “ene’yi nahnü’ye çevirmek” denen bir hadiseden söz ediyor ve bunu talebelerine hedef olarak gösteriyorsa da, bu, bir buz parçası halindeki ene’nin havuzda erimesi halinde söz konusudur. Yoksa, erimemiş ben’lerin bir araya gelmesinden beklenecek sonuç bir havuz değil, olsa olsa buzdağları olabilir. Aynı hakikate Martin Luther King de hapishaneden yazdığı meşhur mektubunda temas etmiş ve Reinhold Niebuhr’a atıfta bulunarak, “toplulukların fertlerden daha fazla ahlâksızlaşmaya meyyal olduğundan” yakınmıştır.

Mesele topluluğun kendisinde değil, ne suretle bir araya geldiğindedir. Cemaatlerin fertleri, eğer ben’lerini eriterek hak bir yolda bir araya gelmişlerse, artık o topluluktan işiteceğiniz ses, Hüve’den başkası olmayacaktır. Bu takdirde cemaat ne kadar büyürse, tevazu da o kadar büyür ve Hüve’ler o nisbette gür bir sadâ olur:

“Meselâ nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur. Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allahkelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir. . . .”

Bu pasajı, bir de Hüve’lerin yerine ene’leri koymak suretiyle okumaya  çalışın. Bu şekilde, ene’lerden meydana gelen bir “nahnü” ile kibir yarışına çıkabilecek kim vardır? Fâil-i Hakikî bütünüyle ihmal edilmiş, her türlü tevfik ve inayet doğrudan doğruya cemaate atfedilir olmuş, erişilen muvaffakıyetlerin birer haddini bilme imtihanından ibaret olduğu gerçeği unutulmuş, “Bunu bilgimle kazandım” diyen Karun’un tavrını hatırlatan övünmeler topluluğun şiarı haline gelmiştir.

İşin gerçeğine nüfuz edebilenler, bütün bunların bir büyüklük göstergesi olmadığını görmekte güçlük çekmezler. Çünkü insanda kibir büyüklüğün değil, küçüklüğün alâmetidir. İnsanlar küçüldükçe kibirleri de o nisbette büyür. Ne var ki, küçük insanların topluluklarına bu gerçeği anlatmanın yolu henüz keşfedilmiş değildir.

İlk Yazı: En Tehlikeli Üç Harfliler

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

En Tehlikeli “Üç Harfliler!”

İnsanlar adını anmaya korktukları “üç harfli”nin boş yere günahını almaya devam ederken, daha başka bir üç-harfliden gelen tehlikenin farkında görünmüyorlar. Üstelik onun adı da kimsenin dilinden düşmüyor.

Ona ister “ben” deyin, ister “ene” ister “ego.” Görüldüğü gibi, hepsi üç harflidir. Tehlikesine gelince:

İnsanı, şuurlu veya şuursuz olarak Rabbine karşı bir meydan okuyuşa sürükleyecek bir potansiyel, bu üç harfli kelimenin içinde fırsat kolluyor.

***

İşin aslına bakacak olursanız, “ben” diye bir varlığın olmadığını görürsünüz. Gerçi hepimiz maddî ve manevî vücudumuzla bir varlık sahibiyiz; bunu Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerle anıyor ve birbirinden ayırıyoruz. Fakat bu varlıklardan her birinin kendisini “ben” olarak nitelemesi, sadece bir bakış açısından ve izafî bir yaklaşımdan ibarettir, o kadar. Ben yaptım” dediğimiz şeyler ise, biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bütünüyle o üç harfli şeyin gücü dışında olan şeylerdir.

Yiyip içmek veya bir söz söylemek gibi bize en basit görünen ve en kolaylıkla yapar göründüğümüz fiilleri bile masaya yatıracak olsak, her biri birer mucizeler zinciri olarak karşımıza çıkar; ve biz bu zincirin halkalarını vücuda getirmek bir yana dursun, saymaktan bile âciz kaldığımızı görürüz. Bütün bu fiillerde ve daha başkalarında bizim payımıza düşen bir tercihten ibarettir; o fiillerin yaratılması ise bütünüyle Ona aittir. Kur’ân-ı Kerim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8:17) buyururken bu hakikate işaret eder. Buradaki “attığın zaman” ifadesi fiilin “kesb” yönüne, “Allah attı” ifadesi ise yaratma yönüne bakmakta ve yaratma işini bütünüyle Allah’a hasretmektedir.

Bu kısa âyet, bize sahih bir itikadın formülünü net bir şekilde veriyor ve bizim “Yaptım, ettim” dediğimiz fiillerin birer “mazhariyet”ten başka bir şey olmadığını açıkça gösteriyor. Buna göre, biz tercihlerimizi kullanmak suretiyle fiilî bir duada bulunuyor ve böylelikle yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz; ancak yaratma işi bize ait olmadığı için, herhangi bir “başarımızdan” dolayı böbürlenme hakkımız da bulunmuyor. Nitekim sözünü ettiğimiz âyet-i kerimenin de bir zafer sonrasında “Şu kadar kestim, bu kadar öldürdüm” şeklindeki övünmeler üzerine nâzil olduğu rivayet edilir.

***

Kesb ve yaratma arasındaki sınır muhafaza edilmediği takdirde işin nereye varacağını çok iyi bilen maneviyat büyüklerimiz, içimizdeki “ben”e daha işin başında iken haddini bildirmeyi derslerinin en önemli bir esası olarak belirlemişlerdir. Zira bu üç-harflide, boş bulduğu her meydanı zaptetme eğilimi vardır.

Karadelik gibi sürekli yutarak beslenir, beslendikçe güçlenir, güçlendikçe iştahı kabarır, iştahı kabardıkça daha fazla yutar, sonunda kendisinden başka bir varlığı kabul edemeyecek bir hal alır. Beşer âleminde görülen her seviyedeki istibdad örnekleri, böylelikle meydanı boş bulmuş ben’lerin eseridir. Bedendeki tek bir kanser hücresi gibi, benliğin zerresi de insanın bütün varlığını kaplayacak bir istidat taşıdığı için, sürekli olarak izlenmesi gerekir.

Ümit Şimşek

http://www.yazarumitsimsek.com/

Ene Risalesi, İlim, Felsefe ve Dinler Tarihi..

Bediüzzaman’ın ben yani eneden hareketle bir felsefe tarihi seyahatidir ene risalesi. Ben’in penceresinden din, felsefeve bilim tarihini kolaçan etmektir. Bediüzzaman bu eseri için “en dindar filozof bile bu eseri bu kadar kısa sürede kaleme alamaz”der.

Bu eserin bir felsefe tarihi enmuzeci olduğunu ifade ettiği gibi, kendisine de hangi ünvanı verdiğini metnin arka planında söylemektedir. En dindar fiozof bunu kaleme alamaz ise o zaman Bediüzzaman nedir?, onu da okuyucular düşünsün.

Hani bir hükümdar çok özel bir ata sahipmiş, çevresindekilere demiş ki “bu atın ölümünü kim haber verirse onu onun akıbetine duçar ederim” Gel zaman git zaman at ölmüş, vezir bakmış ki öldü desem ben de öleceğim, o zaman hükümdarı çağırmış. Hükümdar demiş “ bu at yatmış mı “ , “Evet efendim” demiş. Peki yemiyor mu “ hayır efendim” demiş, “ peki nefes almıyor mu “ , “ hayır efendim” demiş. “Desene ki vezir bu at ölmüş” , “ vezir de ölümden kurtulmuş gibi nefes almış ve demiş” , “Ben demedim Efendim siz dediniz.” Zekavetiyle mevtten kurtulmuş.

Bediüzzaman enenin penceresinden baktığını anlatır “Ene zaman-ı ademden şimdiye kadar alem-i insaniyetin etrafında da budak salan nurani bir şecere-i tuba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”

Adem zamanından günümüze bütün fikir hareketlerinin kaynağı bu “ene“, yani “ben“dir. Klasik din öğretisi iman ve islamın şartları ile ortaya çıkan bir bütünlüktür. İmanın şartları islamın şartlarını zorunlu olarak ortaya getirir , ikisi birden bir bütünlük içinde bir şahsın dini kimliğini oluşturur. Bediüzzaman burada dini çok farklı olarak izah eder. İnsan beni gizli hazine olan Allah’ın isimlerini okuyan açan bir anahtardır. Burada görsel birdin vardır, ene bir anahtar, gizli sırları taşıyan, gizli hazine olan isimleri okuyacak okuma eğitimi almıştır, veya okuyacak özelliklerle donatılmıştır. “ikra bismi rabbikellezi” derken , Allah’ın adı ile oku diyor. Yani Allah’ın isimlerini ki onlar gizli hazinelerdir onları okuyacak anahtarlar sendedir, o şekilde okuyabilirsin. Bütün ilimler bu isimlerin yansımalarından, varlığa yansımalarından okunan bilgilerden oluşur.

Kur’an’da Allah adına okumayı salık verirken, nasıl okunacağı konusunda da örnekler verir. Kur’an baştan ayağa okuma örnekleri ile doludur.Gerek kozmik ayetleri , güneş, yıldızlar,geçeğenler, hareketleri, hikmetleri hep bu hikmetli okumalardır. Çünkü insanlık Kur’an’dan önce acemi kainat okumaları yüzünden hayatını karartmıştır.

Galile’nin dünyanın döndüğünü demesi bir okumadır, o gün döndüğünü söylemek bile yanlış okumadır. Kur’an da “ güneş döner “ demek ile yanlış okumayı ortaya koyar, çünkü güneş eski astronomiye göre sabittir. Ama Bediüzzaman dönmeye de bir okuma olarak bakar ” hareketen fi hikmeti “der yani hareket başı boş değildir, bir gaye uğruna döner, döner zamanı meydana getirir, döner mevsimleri meydana getirir, döner mahlukatı dokur.
Mucizat-ı Kur’aniye risalesinde kırka yakın cümle ile Kur’an’ı tanıtır. Bütün bunlar okumaktır. Tercüme bir tür okumaktır, ancak tercümede iki dil vardır, biri tercüme edilen, bir de tercüme edilen metni nakletmek.

Kur’an şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi “ Hem kitap hem tercüme.. demek kitap öyle bir bakışta anlaşılır bir şey değil onun dilini tercüme etmek gerekir. Çünkü pagan dönemlerde kainat okumaları tercüme edilmemiş yabancı bakışlar ve okumalardır. İkinci tarif ve tavsif cümlesinde “ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi “ Yine burada okumak fiilini kullanmış Bediüzzaman, ayat-ı tekviniye bütün müsbet ilimler denen görünen fiziki varlıkların okumasıdır. Bediüzzaman birçok ilmi okur, ve vardığı sonuç “ ben baktım ki onların okudukları ile Kur’an’ın okumaları örtüşüyor, denk geliyor , o zaman onları bırakıp Kur’an okudum” der.

Mütenevvi diller ilimlerin kozmik ayetleri okumalarıdır. Ama onlar hakikatı okuyamamıştır. Üçüncü cümle yine okumak üzerine kurulmuştur. “ Şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri” burada mana açık, Kuran görünen görünmeyen alemleri okuyan bir müfessir, müfessir yorumlayan , tefsir eden demek,ama tefsir usülü diye bir ders var, Kur’an ‘ı tefsir etmeden önce metodoloji demektir, işte bu ayetleri okumak da tefsir metodolojisi bilmek ile olur, Bediüzzaman kainat ayetlerini gizli açık okuma metodolojisi veren bir insandır. Bütün risaleler bu okuma metodolojisinin alıştırmaları ile doludur.

Risale-i Nur kainat kitabını tefsirin metodolojisini veren bir kitaplar zinciridir. Dikkat edilirse Risale-i Nur’u okumada bir tasnif gerekir, önce şunu sonra şunu daha sonra şunu demek. “Risale-i Nur başta perdeli gidiyor, sonra gittikçe açılır “ diyerek bu metodolojik okumaya kısmen işaret eder. Burada anlatılan kur’an tariflerine göre bir Risale-i Nur okuma programı çıkar, bu kırk madde okuma tarzlarını ortaya koyar. Çünkü bütün metinlerin içinde okuma fiili ya zahir ya muzmer vardır. Ama bu ülkenin aydınları Kur’an’ın metnini dahi okuyamamaktır, o halde Kur’an ne kadar hayatımızın içindedir?

Bir felsefe kongresinde kuçuradı Kant’ın bir sıralamaya göre okunması gerektiğini söylemişti, Kant böyle olursa Bediüzzaman nasıl olur. Risalelerin okuma ve anlaşılması konusunda bir sıralama ortaya koyan çalışmalarımız yok. Keşke olsaydı. Altın hazinesi üstünde oturup ondan birşeyler üretmemekti, birçok şey.

Ene “ kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı”dır. Ne kadar kapsamlı bir anahtardır ene. Kainat bir açılması zor tılsımdır. Kainatın tılsımını dinler, ilim ve felsefe çözmeye çalışmıştır, dünyalar dolusu kitaplar hep bu konuda yazılmıştır. Ama ene , ben bu muğlak sırları çözecek bir keyfiyet ve istidad ve uygulama mantığı kazanmamışsa onları okuyamaz. Bediüzzaman okumadaki doğruluğu ene nin de anlaşılmasına bağlar. Önce anahtarın anlaşılması gerekir. Ene psikolojinin , dinin, psikanalizin, felsefenin odağında bir kelime ve kavram. Bediüzzaman bütün ilimlerin odağındaki bu kelimeye nasıl büyük gayretlerle görmüş. Ene’ye bir sıfat grubu vermiş, “bir muamma-yı müşkül küşadır, bir tılsım-ı hayret fezadır” Bu muğlak kelimelerden oluşan terkibi kurmak bile güç mesele “ muamma-yı müşkül küşa” zorlukları aşan bir muamma, zorluk ve muamma, müşkül ile muamma, ama muamma çözülürse müşkülleri çözebilir, yani anahtarı anlarsanız kapıları açarsınız. Risale-i Nur bu ene anahtarının tedricen açılması, anahtar olduğunun anlaşılmasıdır.

Anahtarın mahiyetini anlatır, metin yavaş yavaş açılır, öyle bir açılma seyri vermişkiene risalesine yavaş yavaş açarak eneyi anlatır. Tarif şöyle “ Sani-i Hakim insanın eline emanet olarak Rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak işarat ve nümunelerini cami bir ene vermiştir. Ta ki o ene bir vahid-i kıyasi olup evsafı-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin.” Uluhiyetin işlerini ve rububiyetin vasıflarını anlayacak işaret ve nümuneleri cami bir ene “O işaret ve nümuneleri görmek ve onlar ile Rububiyet ve uluhiyeti anlamak. Yani anahtar rububiyetin ve uluhiyetin sırlarını çözecek işaret ve nümuneleri içinde barındırıyor. Enenin bu cami kapsamlı mahiyeti bilim tarafından görülemmiş sadece enenin cinsel gücün motoru ve zevklerin kaynağı olduğu konusunda çok şey söylenmiş, psikanalistler ve psikologlar enedeki sapmaları ancak psikanalitik seanslarla düzenlemeye gitmişler ama beyhude. Bediüzzaman bilim tarihinin psikolojinin ve sanat ve estetik tarihinin gündemine gelmeden ölürsem ne anlamı var , O’nu klasik bir tanıtımla dahi anlatamıyoruz. Adam yetiştirme sanatı mıdır bu iş öyleyse nedir.

Şu cümleler ilk cümlelerin biraz daha tafsili izahı.”Alemin mifhatı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kainat kapıları zahiren açık görünürken hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki alemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki Hallak-ı Kainatın künuz-ı mahfiyesini onun ile keşfeder” 

İnsan Allah ve kainat ilimin dinin ve felsefenin etrafında dolaştığı üçgen, Bediüzzaman bu üçgeni enenin mahiyetini çözerek ortaya koyar ve ondan sonra Allah’ın da kainatın da anlamları anlaşılır hale gelir.

Bediüzzaman kendi enesini kainatın ve esma-yı ilahiyenin sırlarını açacak şekilde hazırlamış, onun hayatı bu enenin yetişmesi ve sırları çözmesine endekslenmiştir. Bütün çektiği çileler bu anahtarı anlamak ve onunla alemin ve uluhiyetin sırlarını çözmek üzerine kurulmuştur. Darısı bizim enemizi terbiye etmemize vesırlarla yüz yüze kalmamıza. Ama böyle biristek yoksa çözüm de yok, ene bizi kemiren bir kene, zevkleri ile rahatı ve gayretsizliği ile..

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Ben olmasam bu işler yürümez!..

Fabrikalarda ve orduda “ben olmasam bu iş yürümez” diyeni işten ayırırlar. Bu kuruluşlar şahsa bağlı yürümez, sisteme bağlı yürür. Görülür ki o olmadan da bu işler yürüyor. İşte organize yapmanın sebebi bu. O giderse yerine kim gelir? Mesela çok kıymetli ordu kumandanı emekliye ayrılır. Arkasındaki general ordu kumandanı olacak. Müdürün müdüriyetine son verilir. Bir başkası o makama gelir, belki daha iyi işler yapar. Böylece kuruluşlar şahsa değil, kanunlara bağlı çalışır.
Sen olmasan bu işler yürümez” deyip bir insanı yüceltmek de o kişinin manen kıt olduğunu gösterir. Bazen arkadaşlar odama gelip, “Sen varsın da bu işler yürüyor. Sen olmasan böyle gider mi bilmiyoruz.” diyorlar. Onlara diyorum ki: “Benden çok şey bekliyorsunuz. Ben o fikirde değilim.

İnsan kendini putlaştırmayacak. Allah, insanın enaniyetini bir hadiseyle kırabilir… Bu düzen bozulur, Allah’ın düzeni devam eder. Kendini göklerde gören şahıs, aklına değil hislerine uyuyor. İslamiyet Allah’ın dinidir. Allah dinini kıyamete kadar devam ettirecektir.

Kim bilir nereden gelen çiçek tohumu başka bir çiçeğe gelip çiçek açtırıyor. Nereden gelen rüzgâr bu şehrin havasını temizliyor…

Enaniyetin şerrinden Allah’a sığınmalı. İnsanın kütüphane dolusu kitaplar okuması, yıllarca ibadet etmesi, enaniyetle yaptığı bir hareketle mahvolup gidebilir. Bir kibritin bir sarayı yakması gibi…

İnsanlar tevazu gösterdikçe yükselir, gururlandıkça alçalırlar. Nice Nemrutlar, Firavunlar, Ebreheler gururlarına yenik düşmüş; nice peygamberler, evliyalar, alimler tevazuyla yükselmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Bizim mesleğimizde benlik, enaniyet, şan ve şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden haletten şiddetle ictinab ediyoruz.

“Hangi meşhura kaldı ki dünya,

Bastığın yer belki kralların kalbidir…

Gururlanma ey insan değmez,

İnsan neyin sahibidir?..”

Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, her namaz vaktinde hocası Üftade Hazretleri’nin abdest suyunu bizzat dökermiş. Ama her seferinde hocası rahat etsin diye suyu ısıtırmış. Bir gün suyu ısıtmamış. Namaz vakti gelince bunu hatırlayıp çok üzülmüş. Üftade Hazretleri abdest almaya çıktığında mahcubiyetle suyu uzatmış. Abdest aldıktan sonra Üftade Hazretleri durmuş. Ve Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’ne demiş ki: “Evladım, bu su ocakta değil, senin gönlünün ateşiyle ısınmış.”

Samimi hizmet, insanın farkında olmadan yaptığı pek çok hatayı telafi eder.

Zeytinyağına motor yağı karıştığında nasıl yenmezse, niyete de Allah rızası dışında başka bir şey karıştı mı amel heba olur…

Hekimoğlu İsmail