Etiket arşivi: bilim ve din

Bilimsellik Düşüncesi’nin İnanç Esasları veya Bilim’in Batıl İnançları

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Önceki haftalarda: “Kâinattaki varlık ve faâliyetleri inceleyip, anlamlandırırken; yani eşyaya bakışımızı inşa ve gözlemimizi ifade ederken; ya ‘fail Rabbi ve işleteni var(mış) veya yok(muş) gibi bakılabileceği ve bunun (var – yok’un ortasının olmaması gibi) orta ve objektif bir referans ve gözlem – ölçüm noktası;nesnel ve tarafsız ve olgusal bir ifade biçimi; yani kâinatın tarafsız ve objektif veya agnostik olmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok” demiştik, buradan devam edelim.

İnanç ve değer’den bağımsız ve tarafsız, yani objektif ve nesnel gözlem ve ifade biçimi olamamasının sonucu olarak: Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri, yaptığı gözlem ve ölçümler ve bunların ifadesinde [önbilgi veya öninanç veya önkabül veya önvarsayım olarak “Allah var(mış)”ı doğru kabul etmeyip, bilâkis “Allah yok(muş)”u doğru saydığı için]; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” inançlara göre bir kâinat kurgu ve tasvirinin izah ve ispatı üzerine döner! Bunun sonucu olarak; Bilim’in en basit bir gözlem – ölçüm ve bunun Bilimsel İfade ve sunumu bile, bu batıl inanç ve hurafelerinin delil – ispatıymış gibi şekillendirilip, sunulur! Yani en doğru ölçüm sonuçları bile, bu amentülerine meşruiyet ve onay sağlamak için kullanılır! (Zaten en tehlikeli ve aldatıcı yalan; içinde doğru taneleri de barındıran yalandır! İçindeki doğrularla insanları çekip, avlarlar; böylelikle kazandıkları bu itibar, itimat, krediyle de; avlarını diğer yalanlarına inanmaya hazır hâle getiririrler!)

Yani Bilim’in, Bilimsellik Kriterleri uyarınca; “bu bu olay ve sonuçları, şu şu sebep – mekanizmalarla olmakta ve oluyor” tarzındaki deterministik (yani yatay sebep – sonuç ilişki ve nedensellik şablonu bağlamında) ifade ve tasvirleri, arka plânda; “bu iş, eser ve sonucunu (var olsa bile!) Allah yapmıyor; bu faâliyete Allah karışmıyor; görüldüğü gibi, evrendeki varlık ve işleyişe O’nun müdahale etmesine ihtiyaç ve zarurette yok; herşey O’ndan bağımsız şu şu sebep – mekanizma – kurallarla işleyebilir ve işler!” ateist ve materyalist sinsi mesajını bilinçaltımıza gönderip, derin mesaj olarak zihnimize işler!

Bilimsel İfadeler’in arka fonunda, bilinçli kulağımızın işitemeyeceği frekanstaki bu gizli ve derin ve sessiz fısıltı; bilincimizin filtre ve antivirüs programlarına takılmadan, direkt bilinçaltımıza girer ve burada da pasif durmayıp; zihinde, kendisiyle çelişen tüm bilgi ve inançları bozar ve siler; silemese bile, bunların etki ve yaptırım gücünü zayıflatıp, sıfırlar!

Elhasıl din ve milliyet, ülke veya ideolojiden bağımsız olarak tüm dünya ve çağımıza hâkim olan Modern Bilim’in bu Felsefesi; yani bu Bilimsellik Kriterleri; yani Bilim’in bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” inancı ve bu inanca göre (yani bu inanç doğru ve ispatlanmış ve yapılan gözlem – deneyler de bu yöndeymiş gibi) Bilim’in kurgulayıp, zihnimize inşa ettiği eşyanın neden – nasıl – sonuç ve işleyiş tasvirleri; yani bu inancın delil – ispatıymış gibi yapılandırılan Bilimsel İfadeleri; yalın ve çıplak ateizm ve materyalizm veya misyonerlik faaliyetlerinden çok daha tehlikelidir!

Çok daha tehlikelidir, çünkü Bilim’in bu telkin ve tekrar, mesaj ve propagandaları; sinsi ve gizli ve bilinçaltı kod / ifadelerle çalışıp, zihne ilka edilir! Üstelik bunu tarafsızlık ve objektiflik, nesnellik ve olgusallık iddiasıyla yaptığı için; bu Bilimsel tasvir ve ifadeler, bu iddiaya inananların zihninde herhangi bir filtre ve savunma hatlarına takılmadan; muhatapların zihin ve kâlp dünyalarında aziz bir misafir gibi buyur ve kabul edilir!

Kâinat hakkındaki gözlem – ölçümlerimiz ve bunların işleyiş ve neden – nasılı hakkında hipotez ve teoriler inşa edip, açıklamalar geliştirirken; eşya ve işleyişinin tarafsız ve agnostik olmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok; dolayısıyle objektif bakış açısı ve tasvir, gözlem ve ifade biçimi de yok ve mümkün değil; yani birşeyi ‘ya Yaratıcı ve işleten faili var(mış)’ veya ‘yok(muş)’ gözler ve tasvir ve ifade ederiz. Bu açıdan; eşyayı ‘Rabbimiz yok(muş)’ gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen ‘science’ anlamında ‘Bilim’ ile ‘data – information – knowledge’ anlamında ‘bilgi / ilim’i ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli” sözümüzü biraz daha açalım:

Yani düzenli bir fiil / faâliyet, işleyiş ve sonucunu anlatıp, tasvir eden herhangi bir cümle (mantıken vegramer olarak) fail ve özneye atıf yapmadan kurulamayacağı için; kâinat ve içindeki cansız ve şuursuz “madde”nin hareket ve işleyişini gözleyip, ölçerken de; bu fiil ve sonuçlarının fail ve özne ve ustası olan Rabbimiz’e atıf yapma zorunluluğu vardır. Aksi hâlde, o varlık ve işleyiş ve sonuçlarının failsiz ve öznesizolarak olabileceği ve olduğunun (yani olanların da, sadece bu mümkün’ün gerçekleşmeşinden ibaret olduğunun) ispatının yapılması zorunluluğu vardır! Veya Allah yerine; “tabiat, tesadüf, içgüdü, madde, enerji, uzun zaman” gibi sahte fail veya nedenlerin, Bilimsel İfadelere eklenmesi ve bunun ispatı zarureti vardır!

Halbuki önceki Yazılarımız’da da dediğimiz gibi: Olanlar (mes’elâ şapkadan tavşan çıkması gibi yumurtadan kuş çıkması veya topraktan ağaç – meyve çıkması veya insanın içinden insan çıkması veya cansız atomlardan canlı hücre çıkması veya gezegenlerin boşlukta dönmesi veya atomların stabilite ve dengesi veya elementlerin birleşiminden, bambaşka özellik ve yapıda varlıklar yaratılması gibi şeyler)“mümkün” olduğu için olmuyor; devamlı olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyor ve inanıyoruz! Yani “mümkün”ün tanım ve kapsamını biz, gene çevremizde olanlardan oluşturuyoruz!“Mümkün ki oluyor, mümkün olmasa olmazdı, oluyor demek ki mümkün” diye mantık yürütüyoruz! Halbuki“olanların olmasının mümkün olabileceği” ve “olanların da, bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğunun” delil – ispatı olarak, olanların olmasını göstermek; apaçık bir mantık hatası, yanlış bir akıl yürütme; bir totoloji ve kısır döngüdür!

Elhasıl gerek yöntem ve gerekse tavır olarak, gerek felsefesi ve inancı gereği; “Bilim(sellik)”, mertçe kimliğini göstermez ve mertçe saldırmaz! İçi başka, dışı başkadır! Bundan daha enteresan olanı: Bilim’in bu ateist Bilimsel İfadeleri; bu izah ve tasvir, kavram ve terminolojileri; inananlar için de, itikadlarının biçimlenmesi ve ispatında hiyerarşide en üst sıraya yerleştirilerek, itikadlarının delil ve ispat, onay ve meşruiyet makamı olarak kullanılıyor! Dinimiz esas tutulup; Bilim, İslâmiyet’e arz ve onaylatılıp, tercüme edileceğine; İslâmiyet, Bilim’e tercüme ve bükültülmeye çalışılıyor!

Halbuki Bilim’in deney, gözlem ve ölçümlerini ifade ederken, bu ateist – materyalist hurafelerine göre şekillendirdiği Bilimsel Cümle ve Teoriler; bu batıl itikadına göre yaptığı kurgusal kâinat tasvirleri; Bilim’in bu mesajlarındaki gizli ve sinsi virüslere karşı bağışıklık ve antivirüs programları olmayan biçare ma’sumların inanç dünyalarında; aşınma ve çatlak, zayıflama ve bozulmalara yol açar ve açıyor!

İçindeki cızırtı ve parazit ve virüslerden dolayı temiz olmayıp; yani bilince görünen anlamının dışında, arka plânda bilinçaltımıza da ayrıca başka alt mesajlar gönderen bu Bilimsel İfadeler’in defalarca tekrar ve telkini; bu Kirli Mesaj ve Yanlış Bilgi Virüslerine maruz kalan kişilerin zihinlerinde, kendi inanç ve değerlerine karşı bir güvensizlik ve “acaba?” sorusunun doğmasına neden olur! Sonuçta; aslı astarı olmayan bir yalanın bile defalarca tekrar ve değişik kaynaklardan işitilmesi; kişinin en emin olduğu bir konuda bile “acaba?” sorusunun doğmasına neden olabilir ve olur!

“İslâm”ı da “dinlerden bir din” olarak görerek; yani “hak – batıl”, “doğru – yanlış”, “ispatlanabilir – ispatlanamaz” ayrımı yapmadan; yani dinimizi, bozulmuş veya insan tarafından üretilmiş tüm din ve inanç, felsefe veya görüşlerle aynı kefeye koyarak; yani hepsini “inanç” başlığı altında eşitleyip, toplayarak; kendini de “bilgi / kesin bilgi” olarak ayırarak; böylece kendini hiyerarşik olarak en üstte (onlardan üstün ve ayrı, farklı ve özel!) konumlandıran “Bilim”; teknolojik başarılarından da aldığı sahte özgüven ve kibirle; kendi inanç ve hurafe, safsata ve mugalatalarını kabul ettirmeye çalışır; ne yazık ki ekser insanda da muvaffak olur!

Mevcut Bilim’in ateist ve materyalist Bilimsel Yöntem ve Kriterleri; bilgi ve keşif ve araştırmanın tüm haklarını da gaspederek, kendi patent ve tekeline alır; üstelik kendi araştırma kapsamı dışındaki veya onayını almayan tüm bilgi ve inanç, din ve anlayış biçimlerini (üstelik kendi kabul ettiği Bilimsel Yöntemine göre bile yanlışlanıp yanlışlanamadığına ve doğrulanıp doğrulanamadığına bile bakmadan ve sınamadan; yani doğru olduğuna inandığı kendi Bilimsellik Kriterlerine bile uymayıp!); “hurafe ve dogmatik; bilgi ve bilim dışı; evrende gözlenemez; delil ve ispatı, gözlem ve ölçümü yapılamaz; bilgi değil, körükörüne inanç” diye damgalayıp, etiketler! Yani kendine rakip veya alternatif veya üstad olarak kimseyi kabul etmez! Yani başka bilgi edinme ve anlamlandırma ve anlayış yöntemlerinin olabileceğine ve olduğuna ihtimâl bile vermez! Bunları kendine yardımcı ve tamamlayıcı bir unsur olarak bile görmez! Yani şerik ve ortak kabul etmez!

Bunun sonucu olarak, yani dünyada geçerli ve yaygın bu tek tip Bilim sayesinde; günümüzde din ve ideolojiden, ülke ve milliyetten bağımsız olarak herkes, kâinat ve hâdiselere; “türlü sebep ve mekanizma, süreç ve enerjilerle kendi kendine işleyen otomatik bir makina; evrimsel veya determine iç dinamikleriyle kendi kendine (kimseye muhtaç olmadan) çalışan bir sistem; türlü program ve kanunlarla çalışan bir bilgisayar” metaforuyla; yani Rabbimiz’den kopuk ve ilgisiz bakıyor!

Bunun sonucu olarak; yazı – yazar nedenselliği, resim – ressam bağlantısı, Mona Lisa – Da Vinci ilişki ve çağrışımı zihnimizde sağlıklı çalışırken; kâinat düzleminde “Allah – Kâinat – İnsan” bağlantı ve çağrışımları (Bilim sayesinde veya en çok Bilim’in katkılarıyla!) koparılmış ve kopmuş veya karartılmıştır!

Yani Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist hurafeleriyle zehirlenip, hastalandığımız için; “kâinattaki her varlık ve işleyiş, faâliyet ve sonucu; hem de herhangi bir fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret duymadan; neden ve nasıl’ı, niçin ve niye’si izah ve tasvir edilip, açıklanabiliyor(muş!)” hezeyan ve sanrıları görüyoruz! Yani resim – ressam, yazı – yazar, fiil – fail, eser – müessir, isim – müsemma zarureti; kâinat düzleminde geçerli olmadığına inanıyoruz!

Örneğin: Kuşları, Rabbimiz’in gücü değil; havanın kaldırma gücünün uçurduğuna inanıyoruz! Örneğin: Gezegenleri boşlukta, direksiz tutan ve döndüren ve uçuran ve birbiriyle dengede, çarpıştırmadan, ahenk ve ölçüyle gezdirenin Allah’tan kaynaklanan veya yaratılan kudret ve kuvvet değil de; “kütle”den kaynaklanan “kütleçekimi kuvveti” olduğuna inanıyoruz!…

Bilimsel İnançların belirlediği ve tanımladığı bu Bilim’in bize tasvir edip, zihnimizde inşa ettiği; yani gerçeklikle ilişkisi olmayan bu Sahte ve Sanal Kâinat Simülâsyonu sayesinde; Kâinat Kitabı’ndaki âyetleri (“Yaratan Rabbimiz’in adıyla ve ismiyle” Alâk Suresi) artık okuyamamaktayız! Çünkü mevcut Bilim, bizi başka (sahte “sebepler”, vehmî ve zihnî “mekanizmalar”, hayalî “tabiat”, sadece ismi olan “tesadüf” adına; yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) bir okuyuşa mecbur ve mahkûm etmiştir ve ediyor!

Elhasıl Bilim’in yaptığı tüm tasvirler, gösterdiği tüm sebepler; “Bu olayın fail ve öznesi kim?” sorusunu sordurmamak ve eskaza bu soru akla gelirse; “fail ve öznesi, yok; buna zaruret ve ihtiyaçta yok” hurafesinin izah ve ispatı üzerine kurgulanmıştır.

Bu ilüzyon ve senaryonun temelsizliğini göstermek; yani Bilimsell(lik) Düşüncesi’nin zihin ve hayâl dünyamıza çizip, kurguladığı bu “Sahte ve Sanal Evren Modeli”ne karşılık; “İslâmî (B)İlim”in gösterdiği “Gerçek (Reel) Kâinat”ın karşılaştırılması; yani Kurgu’nun, Gerçek’le imtihan edilmesi gerekiyor! Bunun için de önce mevcut Bilim’in eksik ve yanlış ve zararlarının gösterilmesi, safsata ve tuzaklarının deşifre edilmesi, hurafe ve batıl inançlarının ortaya çıkarılması gerekiyor ki; İslâmî (B)İlim’e niçin zaruret ve ihtiyacımız olduğu anlaşılsın.

Bilim’in Yanlış Bilgi Virüsleri’ni zihnimize enjekte eden Bilimsel İfadeleri analiz edilip, deşifre edilmedikçe; yani bilincimizin işitemeyeceği düşük frekansta (yani fısıldayarak, sessizce) gizlice bilinçaltımıza taşıyan bu Bilimsel Truva Atları teşhis, tespit ve temizlenmedikçe; gözümüze çarpan, zihnimize yansıyan apaçık âyet ve hidayet mesajları bile görünmez veya bozulur veya te’sir etmez! Yani aynamızı temizlemeden, ışığı alamayız! Hastalıktan şifa bulmadıkça, yediğimiz içtiğimiz bize faydalı olmaz. Kirli su boşaltılmadan, temiz su alınamaz. Bozuk ve yürümeyen arızalı arabaya, benzin fayda vermez ve çalıştırmaz. Maddesel bedenimizin temizlik ve sıhhatine dikkat etmemiz gibi, hatta daha fazla; manevî beden ve organlarımızın da sağlığına dikkat etmeliyiz.

Öyleyse “bilim(sellik)” düşünce ve felsefesinin doğduğu ve dayanıp, temellendiği “varlık” ve “bilgi” anlayış ve nazariyesi (yani epistemoloji ve ontoloji, teoloji ve metafiziği)nin analiz ve çözümlenmesi gerekmektedir.

Öyleyse Bilim’in kulağımıza üfleyip, bilinçaltımıza işittirdiği; yani bizi hipnotize edip, inandırdığı; bu sihir ve ilüzyona benzeyen (yani kandıran ve uyutan; olmayanı, olur gibi gösteren; nazar ve zihnimizi teshir edip, yönlendiren); bu “Bilimsel Yöntem ve İfadeleri”ndeki “gizli telkin” ve “program(lama)” ve “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma ve buna göre bir aşı ve tedavi geliştirme zarureti vardır.

Bu ilüzyon ve safsata ve tuzaklardan birisi, belki en birincisi: Kâinatı parçalayarak, insan zihin ve nazarını bu kesret ve çokluğa dağıtmak; sonra da o insanı bu parçalarda boğmaktır! Yani Bilimsel Bilim “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” batıl inançlarına aklı ikna etmek ve kalbe küfür ve şirk virüsünü enjekte etmek için, kâinat ve eşyayı ve içindeki işleyişi ufak parçalarına ayırır; tâ ki ufaladıkları bu şeyleri, yanındaki diğer şey(ler)e; sonraki aşamada da kâinatın tümünü sebeplere dağıtmakta zorluk çekmesinler! Böylece varlığın varlık ve işleyiş ve sonucunu, Rabbimiz’den kopartmakta zorluk çekmesinler!

Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek sebeplere dağıttıktan sonra; bir de “(tesadüf ve zorunluluk) x (madde ve enerji)”yi toplayıp; çıkan sonucu “uzun zaman”la çarpıp, zamana yaydıktan sonra; üstüne biraz “tabiat, içgüdü, kanun, mekanizma, basınç, çekim, ısı, vs. ” soslar ekleyerek; böylece Rabbimiz’e de (eğer varsa ve olsa bile!) kâinatın başlangıcında ufak bir “İlk Sebep” rolü bağışlarlar!

Daha sonra “var, yok; yokta, var olmaz” gibi teori ve nazariyelere geçerek; oradan da “paralel sonsuz süper evrenler” gibi metafiziğe intikâl ederek; elhasıl ilgili ilgisiz türlü atlama – sıçramalarla; o İlk Sebep Tanrısı’na da ihtiyaç ve zaruret ol(a)mayabileceğine dair şüpheyi zihne fısıldarlar! Buna benzer türlü sebep ve vesvese, zan ve evhamlar, aklî ve vehmî imkân ve ihtimâller sıralayarak; yani başlangıçta Rabbimiz’e “şirk”in yollarını döşeyerek; oradan da “küfür ve inkâr”a çıkan yolu kolaylaştırırlar!

Yani kâinatı parçalayarak; böylece Rabbimiz’e fiil ve icraat, tedbir ve icadında ortak ve aracı, türlü sebep ve vasıtalar araya sokarak; O’na sadece başlangıçta “Yaratıcı” ve “İlk Neden Tanrısı”(!) olarak ufak bir rol verdikten sonra; artık tümden red ve inkâra, tek bir adımlık mesafe bırakırlar! Çünkü sözlerinin sonuna: “Eğer kâinat(lar) başlangıçsız, yani sonsuzsa; herhangi bir Yaratıcı ve İlk Sebebe zaruret kalmayabilir” ekler veya fısıldarlar!

Yani şirk’ten (yani Rabbimiz’in ulûhiyyet ve icraat ve rububiyetine ortak ve aracı ve vasıtalar ekledikten) sonra, küfür ve red ve inkâra gitmek çok daha kolaydır! Tıpkı bizi dünyada “ebedîyen yaşayacağımıza” inandıramayan şeytan ve vehmin; bunu başarmak için, bizi “yarın da ölmeyip, yaşayacağımıza” inandırmasının ve yarın oluncada, diğer yarın için de aynı sözü söyleyip, aynı taktiği kullanmasının çok daha kolay ve basit, inandırıcı ve çeldirici olması gibi!…

Rabbimiz’in öyle bir vasıf ve ismi olmamasına rağmen, O’na sadece kâinatın başlangıcında bir İlk Neden sıfatı vererek; güya Rabbimiz “Otomatik Evren Makina / Bilgisayarını kurmuş, artık tüm inşa (varlıktan yaratma) ve ibda (hiçten yaratmayı); ‘madde–enerji, evren, evrim, zaman, tabiât, tesadüf, kuvvet, sebepler, kanun, paralel evrenler’ yapabilir ve yapmaktadır!”

Bilim’in çeldirici mesajlarına maruz kalan zavallı ben de; Bilim’in Bilimsel Yöntemlerle gözleyemediği, uzay – zamanın bile olmadığı kâinat veya kâinatların başlangıcından gelen zayıf, soluk bir ışıkla; bilmem kaç ihtimâl hesapları ve sabitelere sığınarak; böylece imanımı soldurmayıp, ayakta tutmaya çalışacağım! Veya Bilim’in nedenselleyemediği ve açıklayamadığı bazı şeylere bakarak; “İşte bunun nedeni Allah; bunu Allah yapıyor; bu iş O olmadan olamaz!” diyerek; güya iman ve itikadımı Bilim’in determinasyon ve nedensellik saldırılarından koruyacağım!

Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek sebeplere dağıttıktan sonra; yani Bilimsel Bilim’in bize anlattığı bu masala göre; “yağmur buluttan, elma topraktan, ısıtma ve aydınlatma Güneş’ten, zararlı ışın ve göktaşlarından korunma atmosferden kaynaklanmaktadır! Yani bu “yağmuru indirme, elmayı yaratma ve rızık olarak verme, koru(n)ma ve muhafaza” gibi fiil ve sonuç ve eserlerine; Bilim’in gösterdiği bu sebep ve nesne, süreç ve mekanizmalar, “sebep” ve “yetersebep” olabilmekte olup; bu sebeplere (veya bu sebeplerden başka) herhangi bir başka fail aranması gereksiz ve saçmadır! Yani iman ve itikadımızı temellendirip, sabitleyebileceğimiz kâinattaki herşeyi elimizden almaya çalışmaktadır mevcut Bilim ve Bilim(sellik) Felsefe ve Yöntemi!

Bilimsel İfadelerde tasvir edilip, nedensellenen Evren Modeli’ne göre; bütün bunların tek faili ve tek sebebi; “yani yağmuru yağdıran ve indiren, rızkı veren, koruyan, doyuran, türlü hediye ve ihsanlarda bulunan” Rabbimiz unutulmakta ve unutturulmaktadır!

Böylece, yani “sebep – sonuç – sebep- sonuç… ” artarda gelmeleri hâdisesine devamlı zum ve odak ve devamlı tekrar ve telkinler yaparak; (ve çevremize aşinalık ve ülfet, tebeî ve yüzeysel bakışın da katkılarıyla); “O olmasa da olabilir ve olur ve zaten oluyor, olan da bu!”ya önce şüphe tohumu ekmek; ardından da cafcaflı Bilimsel İsim ve Terminolojilerle sarmalayıp – sulayarak; vehmî ve zannî ihtimâle dayanan bu şüphe tohumunun fidan olup, yeşermesini ve sonra da “küfür–inkâr” meyvesini vermesine çalışmaktadır mevcut Bilim’in Felsefesi!

Bilimsel İnançların Yapısı hakkında; Yöntem ve İfadelerinde gizli “telkin” ve “program(lama)”ların keşfi ve zihnimize enjekte ettiği “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma konusuna haftaya devam edelim inşâallah. 

Ayhan Küflüoğlu

Bilim ve Din Çatışır mı?

Bilim; evrendeki olayların nasıl olduğunu, yani sebep-sonuç ilişkilerini inceler. Kur’an’da; onları gerçekte kimin yaptığını, sebeplerin o neticeleri vermesi için, sebepleri kimin yarattığının bulunmasını ister.

Medeniyet fenleri; aklın ışığıdır, dini ilimler ise vicdanın ziyasıdır. İlim tahsil edenlerde akıl ve vicdan, el ele verince gerçek ortaya çıkar. Ayrı ayrı olduklarında birinden şüphecilik, diğerinden taassup doğar.

* Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (MÜNAZARAT)

Sebeplerin ilmi, aklı, iradesi ve kasdı yoktur ama sonuçlar; bir ilim, irade, kasıt ve hikmet işidir. İşte bunları araştırmak bilimin işi, neticeleri böyle kimin yarattığını düşünmek ve bulmak da, Kur’an’ın emridir.

Her açığa çıkan sırrın arkasında Allah’ın ilim, irade, hikmet ve kasdını görmekten dindar insanlar akıllarıyla sonsuz lezzet alırlar. Çünki Kur’an, ’’hiç düşünmüyor musunuz’’ sözcüğünü defalarca tekrarlayarak insanları, düşünmeye çağırmaktadır. Her sebep-sonuç ilişkisi çözüldükçe, perdelerin arkasından tesadüfler değil, hep O çıkacaktır.

Kur’an’dan önceki kitapların asılları kaybolmuş, yerine havarilerin yazdıkları olduğundan o dönemin din adamlarıyla bilim adamları arasında çatışma çıktığı herkesin malumudur. Avrupalılar, dinlerini terk ettikçe ilerlemişler, Müslümanlar ise Kur’an’dan uzaklaştıkça gerilemişlerdir.

Günümüzdeki bilimsel ilerlemelerin Kur’an’a aykırı bir verisi yoktur ancak bilim adamlarının ispatlanmamış teorilerini veya ideoloji karıştrdıkları bilgileri gerçekmiş kabul etmek de bilim değildir. Labaratuvarlarda defalarca denenmiş ve ispat edilmiş hiçbir gerçekle, İslam dini çatışmaz.

Her bilim dalının kendine has bir dili vardır, o dile kulak vermek gerekir. O dil; insanı sonunda mutlaka bir yaratıcıya götürür. Okullarda okutulan bütün ilimler insanı bu evrenin yaratıcısına, sanatkârına, ustasına, sahibine ve idarecisine ulaştırır.

Bilimsel çalışmalarda, sebep-sonuç ilişkilerine iyice bakan gözler, onun üzerinde düşünen akıllar, sebeplerin arkasına geçip sebepleri yaratanı bulabilir.

Tıp, eczacılık, makine, kimya, elektrik, ticaret, ziraat ve astronomi v.b. hangi bilim dalında okunursa okunsun olaylar bu gözle incelendiğinde hep aynı neticeye ulaşılır.

* yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde, hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihatalı hikmetle mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte, küçük bir mikyasta derc etmiştir. Ve malûm ve bedihîdir ki, intizamla gayeleri ve hikmetleri ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile, irade ile, kast ile, meşiet ile olabilir, başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kastsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. (LEMALAR,30.Lema,3.Nükte)

’’Öğretmenlerimiz bize Allah’tan bahsetmiyor, bize Halikımızı tanıttır’’ diyerek yanına gelen Lise talebelerine verdiği cevap Bediüzzamanı’ın bütün fenlere bakış açısında görülür. Onun görüşüne göre; Bilim analatan kimseler Allah’tan bahsetmeseler de fenler, kendi özel dilleriyle her şeyi yaratan Allah’tan bahsedip O’nu anlatırlar. Yalnız iman gözlüğünü takıp onları iyice incelemeli ve dinlemeliyiz.

*Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisân-ı mahsusuyla, mütemâdiyen Allah’tan bahsedip, Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahâne ki, her kavanozunda hârika ve hassas mîzanlarla alınmış hayattar mâcunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz, gayet maharetli ve kimyâger ve hakîm bir eczâcıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahânesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebâtât ve hayvanât kavanozlarındaki zîhayat mâcunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahâneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyâsıyla küre-i arz eczahâne-i kübrâsının eczâcısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

Hem, meselâ, nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye, ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine mikyâsıyla, küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.

Hem meselâ, nasıl ki gayet mükemmel, bin bir çeşit erzak, etrafından celb edip içinde muntazaman istif ve ihzâr edilmiş depo ve iâşe ambarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede, yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden; ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen tâifeleri içine alan; ve seyahatıyla mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara getiren; ve küre-i arz denilen bu Rahmânî iâşe ambarı ve bir sefine-i Sübhâniye ve bin bir çeşit cihazâtı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe mikyâsıyla, o katiyette ve o derecede, küre-i arz deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem, nasıl ki dört yüz bin millet, içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimâl ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimâtı ayrı ve terhisâtı ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihâlarını ve elbiselerini ve cihazâtlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acîb ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedâhetle, o hârika kumandanı gösterir, takdirkârâne sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde, nebâtât ve hayvanât milletlerinden dört yüz bin nevin çeşit çeşit elbise, erzak, eslihâ, tâlim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak birtek kumandan-ı âzam tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyâsıyla dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdîslerle bildirir ve tahmîd ve tesbihle sevdirir.

Hem nasıl ki, bir hârika şehirde, milyonlar elektrik lâmbaları, hareket ederek her yeri gezerler; yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedâhetle, elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları-bir kısmı, kozmoğrafyanın dediğine bakılsa-küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyâde büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşayan ve bir misafirhâne-i Rahmâniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, hergün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki, sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen; ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri, ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyâsıyla, bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini o nurânî yıldızları şâhid göstererek tanıttırır, tesbihâtla, takdîsâtla sevdirir, perestiş ettirir.

Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış; ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîb mecmûa, şeksiz, gündüz gibi, kâtip ve musannifini kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır, ‘’’maşallah barekallah’’-1- cümleleriyle takdir ettirir; aynen öyle de, bu kâinat kitâb-ı kebîri ki, birtek sayfası olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebâtî ve hayvanî tâifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatâsız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bâzan ağaç gibi bir kelimede bir kasîdeyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitâbın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmûa-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem, mezkûr misâldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede, sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübâşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitâbet, geniş mikyaslarıyla ve durbîn gözleriyle bu kitâb-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla tanıttırır, ‘’allahuekber’’-2- cümlesiyle bildirir, ‘’subhanallah’’-3- takdîsiyle tarif eder, ‘’elhamdulillah’’-4- senâlarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan herbir fen, geniş mikyâsıyla ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla, bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir; sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır. İşte, bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, çok tekrar ile, en ziyâde ‘’halegassemavativelerd’’-5- ve ‘’rabbüssemavativelerd’’-6- âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. (SÖZLER,13.Söz)

1- Allah dilemiş ne güzel, ne mübârek yaratmış!

2- Allah en büyüktür, en yücedir.

3- Allah, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bütün kusur ve noksanlardan uzaktır

4- Rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’a ezelden ebede kadar hamd olsun

5- Gökleri ve yeri yaratan [Allah’tır]. (A’râf Sûresi: 54; En’âm Sûresi: 1, 73.)

6- Göklerin ve yerin Rabbi [Allah’tır]. (Ra’d Sûresi: 16; İsrâ Sûresi: 102; Kehf Sûresi: 14)

Bütün bilimler evreni incelerler, kendi pencerelerinden olayların sebep sonuç ilişkilerini çözerler. Evreni, dünyayı onlara sormak lazım. Bediüzzaman’da bu soruları sormuş bakın hangi cevapları almış. Lemalar adlı eserinde şunları yazmıştır:

*Meselâ, tıp fenninden sual olsa, “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübrâdır. İçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir.”

Fenn-i kimyadan sorulsa, “Bu küre-i arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”

Fenn-i makine diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan, gayet mükemmel bir fabrikadır.”

Fenn-i ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”

Fenn-i ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san’atlı bir dükkândır.”

Fenn-i iaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzâkın envâını câmi bir ambardır.”

Fenn-i rızık diyecek: “Yüz binler leziz taamlar beraber, kemâl-i intizamla içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbânî ve bir kazan-ı Rahmânîdir.”

Fenn-i askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dört yüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları, kemâl-i intizamla, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek Kumandan-ı Âzamın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle, gayet muntazam yapılıp idare ediliyor.”

Ve fenn-i elektrikten sorulsa, “Bu âlem nedir?” Elbette diyecek:

Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı, hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizanladır ki, başta güneş olarak, küre-i arzdan bin defa büyük o semâvî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca, küre-i arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi Haşiye kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine, kudretine bak ‘’’subhanallah’’-1- de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı adedince ‘’’maşallah barekallah lailaheillallah’’-2- söyle.

Haşiye: Acaba dünya sarayını ısındıran güneş sobasına veyahut lambasına nekadar odun ve kömür ve gazyağı lazım olduğu hesap edilsin. Hergün yanması için -kozmoğrafyanın sözüne bakılırsa- bir milyon küre-i arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektirir. Şimdi düşün. Onu odunsoz, gazsız, daimi ışıklandıran Kadiri Zülcelalin haşmetine hikmetine, kudretine güneşin zerreleri adedince, “Sübhanallah, Maaşallah, Barekallah” de.

1- Allah, her türlü kusurdan ve noksan sıfatlardan münezzehtir.

2- Allah dilemiş ne güzel yapmış, ne mübarek yapmış, Ondan başka hiçbir ilah yoktur(LEMALAR,30.Lema)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org