Etiket arşivi: bilim

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (6)

Mona Lisa resminin bile, Fail ve Ustası varken; hakikî Mona Lisa’nın neden yok!?

Sonra da ortaya; “Din ayrı – Bilim ayrı; İnanç ayrı – Bilgi ayrı; Vahiy ayrı – Akıl ayrı” diyen; bu ayrımların mümkün olabileceğini düşünen; davranış ve konuşmalarında, İslâm’dan ve Rabbimiz’den bağımsız ve ayrı alanlar olduğunu zanneden; lâik ve seküler, bir nevi “çift kişilikli” bireyler çıkıyor!

“Kalbi” birşeye inanırken, “aklı” başka birşeye inanan, “nefs ve menfaâti” ise başka söyleyen ve bunun sonucunda; “davranışları”, “kâlp – akıl – nefs” üçgeninde gerilim yaşayan insanlar çıkıyor!

Kişisel bütünlük, algı ve zihni parçalanıp, bozulmuş; kâlp – akıl – nefis arasındaki boşlukları kapatamamış veya köprüleri kuramamış; camide müslüman, işyerinde kapitalist, askerde milliyetçi, laboratuvarda ateist; bir nevi “part-time müslümanlar” çıkıyor!…

Sanki “Bilim/sellik” denilen şey, insan faâliyetlerinin sonuç ve ürünü değilmiş gibi; sanki “Bilim”in, insan dışında, nesnel ve ayrı bir “özü” ve “tözü” varmış gibi; bu öze göre, sanki “Bilim”; gökte, insandan bağımsız ve ayrı bir nesne ve ideymiş gibi; “Bilim/sellik’in; evrensel ve objektif olduğu, tüm din ve inançlara eşit uzaklıkta ve tarafsız olduğu”; yani “Bilim idesi”nin, “lâik ve nötr, nesnel ve olgusal” olduğu iddia ediliyor!

Şimdi, birincisi: “Tarafsız ve objektif ve inançtan bağımsız olacağım” diye; “Bilim yapacağım, Bilimsel olacağım” diye; madde ve evrenin, açıklama ve tasvirlerinde; niye dinimi, inancımı, Rabbim’i ikinci plâna atayım; niye görmezden geleyim!? Benim için en üst değerler; “bilim veya objektiflik ve tarafsızlık” değilki!

Tamam herhangi bir dine inanmayan için, tüm din ve inançlara karşı eşit mesafede ve nisbeten tarafsız ve objektif olmak; arayışta olan o insan için, “en üst değer” olabilir ve burada (tüm inançlara eşit mesafede olmak anlamında) “tarafsızlık ve objektiflik” zaten olması gerekendir. Yani başlangıçta “hak din hangisi” diye; tüm din ve inanç ve felsefelere, nisbeten tarafsız ve aynı uzaklıktan bakarız ve bakmalıyız.

Fakat “objektif” yaptığımız bu hakikât arayışından sonra; hak din olarak “İslâm”ı (veya başka bir din veya inancı) seçmişsek; artık o insanın dil’i başka – kalbi başka, ağzı başka – kalemi başka oynayamaz! Çünkü hak – bâtıl hangi din olursa olsun; bir dine girmiş ve inanmışsa bir insan; artık o dinden taraf olduğunu söylüyor ve ilân ediyor demektir!

Şimdi, bir insan, İslâm’ın hak olduğuna, tüm samimiyetiyle inanıyorsa; hele bir de buna, aklî gerekçe ve delil – ispatlarıyla, “bilmek derecesinde iman” ediyorsa; kalbi ve aklı, sözü ve kalemi başka tarzında; yani ikiyüzlü bir şekilde (yani bir müraî ve münafık gibi, riyakârane), çift dilli ve şizofrenik bir söylem kullanamaz! Sözde “tarafsız ve objektif olacağım ve bilimsel takılacağım” diye; “failsiz” veya “faili meçhul” ve “sahte failliBilimsel İfade ve tasvirler kullanamaz!

Fakat “Bilimsellik Kriterleri ve Terminolojisi”, bir nevi “engizisyon” gibi “epistemolojik şiddet ve baskı” uygulayarak, bizi: “Evren deney ve gözlem, ölçüm ve sonuçlarını, tüm din ve inançlardan çıkarak, tasvir ve ifade etmek zorundasın!” şeklinde özetlenebilecek, “kâfirâne” bir “Bilim/sellik Prangasına” mahkûm ve mecbur ediyor! Bilimsel gözlem ve ifadelerimizi, bir ateist veya deist gibi kurgulamaya bizi zorluyor!

Bilimsellik Felsefesi’nin hem “sebebi” ve (karşılıklı, interaktif etkileşimle) hem de “sonucu” olan Bilim’in bu “epistemolojik baskısı”; herşeyin “yatay sebep – sonuç ilişkileriyle / deterministik” bir tarzda; yani failsiz, sanki madde ve evrenin otomatik bir makina ve bilgisayar gibi işlediği, bir varlık ve evren tasvirine bizi zorluyor!

Madde ve Enerji + Tesadüf ve Zorunluluk + Tabiât ve Kanun + Evrim (Adaptasyon, Mutasyon, Elenme) + Uzun Zaman = Herşey Mümkün” önvarsayım ve kabül, aksiyom  ve inancına göre; bu Ateist Kâinat Modeli’ne dayanan bir kurguya bizi zorluyor!

Bu bilim/sellik, bizi; “Sanki Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, bu otomatik işleyişte, O’nun etki ve fiiline, zaruret ve ihtiyaç duyulacak, mantıkî bir zorunluluk ve ampirik bir sebep boşluğu yok(muş)” inancına göre, cümle ve ifadeler kullanmaya zorluyor! (Burada, Bilim’in “Tanrı’yı gerektirecek sebep boşluğu yok” ifadesindeki; bizim Allah’a inanma gerekçemizi, “Boşlukların Tanrısı / God of the Gaps” olarak tanımlamasındaki yanlışa hiç girmiyoruz!)

Bilim ve Bilimsellik’in bu “epistemolojik baskı ve şiddetiyle”; Bilimsel Araştırma ve ölçümlerin tasvir ve ifadesinde; zihinlerde, “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; (yani “Kayyum Allah” yerine, bizatihî “Kayyum Kâinat” İnancı); yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri inşa edilir!

Elhasıl: Bilimsellik Felsefesi’nin “evrenin varlık ve işleyişinde, fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa ve olsa bile bu işleyişe karışmıyor(muş); zaten sebep ve mekanizma, kanun ve kuvvetler, faile gerek kalmadan pekalâ bu işleri yapabilir ve yapar(mış)”ateizm şıkkına” göre; bu önvarsayım ve inanca göre, Bilimsel Bilgi kodlanır ve bu “alt/derin/bilinçaltı/subliminâl mesaj” arkafon/eşliğinde, şuuraltımıza telkin ve tekrar, ilka ve icbar edilir!

Kâinattaki Bilgi’nin (veri / data – information – knowledge), Ateist Bilimsellik (scientific / scientificness) Filtresinden geçerek, Bilim (science) hâlini almasını kabul ederek; böyle Bilim yapmak, Bilimsel Davranmak; aslında ve hakikâtte, inkâr ve şirk’e delil üretmenin diğer adı olmaktadır!

Üstelik: Bilim’in bu “küfür / inkâr / şirk inancı” sanki doğruymuş gibi; sanki Bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi, evren ve işleyiş tasvirleri yapan cümleler kullanmanın, (yani aldatmanın) diğer adı olmaktadır!

Bu açıdan “Bilim/sellik”; Rabbimizin kâinatla ilişki ve illiyetini; algı ve zihinde kesme ve kopartma; çağrışım ve hayâlde, karartma ve köreltmenin diğer adı olmaktadır! Ateizm veya Deizm’e, küfür ve şirk’e delil üretmeye çalışma ve bu felsefî inançlar sanki doğruymuş gibi Bilimsel İfadeler kullanmanın diğer adı olmaktadır!…

İkincisi: Önceki yazılarımızda demiştik: Tarafsız ve olgusal ifade, nötr ve lâik bilgi; Dil ve Mantık açısından mümkün değil. Yani “Dil’in mantığı” ve “Mantık’ın dili”, ayrıca “insanın beşerîliği” icabı, böyle birşey imkânsız. Bu sebepten; gözleyip – ölçtüğümüz birşeyi, ya “yaratıcı ve işletici, fail ve öznesi Allah var(mış)” veya “yok(muş)” olarak, tasvir ve ifadelendirebiliriz. Bunun ortası veya dışarıdan eşit mesafede bakılabilecek, tarafsız ve objektif bir gözlem ve koordinat noktası; olgusal ve nesnel bir referans açısı yok!

Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim; (güya inançtan bağımsız ve tarafsız olacağım diye!) “var(mış)”ı kabul etmediği için; gözleyip – ölçtüğü tüm olay ve olguları; “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, bu olay/olgu/işleyişe karışmıyor(muş)ateistik inancına taraf ve delil, destek ve onay verir tarzda kurgulayıp, tasvir eder.

Bilim/sellik; bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” inanç (ve inançsızlığına) göre; gözlem – ölçümlerini, tasvir ve inşa eder. Bilimsel Cümle ve İfadeleri, tasvir ve açıklamalarında, takipçilerine; dinimizin “Tevhidî Paradigma”sına zıt ve aykırı olan, (yani küfür ve şirk bulaşıklarıyla kodlanmış), subliminâl “Kirli Bilgi Virüsleri”ni telkin ve ilka eder!

“Tarafsız ve olgusal İfade, Nötr ve lâik Bilgi, Dil ve Mantık açısından mümkün değil; Dil’in mantığı ve Mantık’ın dili açısından, böyle birşey mümkün değil” demiştik, örneğin: Dil ve Mantık açısından; “eser, fiilsiz ve müessirsiz ve fiil de, failsiz olamayacağı” için ve “Bilimsellik” de, Rabbimizi “fail ve özne” olarak kabul etmediği için; (çünkü ve zaten; varlık ve işleyişinin, failsiz ve öznesiz işleyebileceği ve işlediğine inandığı için); Bilimsel Bilgi ve açıklamalarda, “fail ve sebep” olarak, Rabbimiz hariç, herşey kabul edilir: “Tesadüfün doğurduğu zorunluluklar ve zorunlulukun doğurduğu tesadüfler; madde ve enerji, uzun zaman ve kuvvet, tabiât ve içgüdü, mekanizma ve fizik yasaları, basınç ve ısı, (doğru – yanlışlığından bağımsız olarak) evrim ve mutasyon, adaptasyon ve elenme vs.” gibi…

Yani: “Bilimsellik”in, gözlem ve deney sonuçlarını, Yatay Neden – Sonuç Şablonuyla, Deterministik Kalıpta tasvir ve ifadesi; “bu işleyiş ve sonucunun, fail ve öznesi yok(muş), Rabbimiz karışmıyor(muş), zaten bu işleyişte O’na ihtiyaçta yok(muş)” virüsünü, subliminâl mesaj olarak, bilinçaltımıza kodlar!

Mona Lisa resminin bile, neden ve nasıl’ı, tuval–boya–fırça hareketleriyle açıklanamazken!…

Yukarıda özetlediğimiz 2 maddenin sonucu olarak: Şimdi, bir “müslüman” olarak yön ve tarafını seçmiş bir kişi; Bilimsel Konferans veya Makalelerinde (inancını askıya alır biçimde veya yoksayıp, yalanlar biçimde): “Burada olgusal ve bilimsel olmalıyım; şu ânda, din/im’den bağımsız ve tarafsız davranmalıyım” diye, (ki yukarıda demiştik; evren gözlem ve ifadelerinin, tasvir ve açıklamalarında; tarafsızlık ve objektiflik, nesnellik ve olgusallık; zaten mümkün değil); ateizm ve deizm veya agnostizmle uyumlu ve onları onaylar biçimde, ifadeler kullanamaz! Böyle yaparak; küfür ve şirkle uyumlu ve çelişmeyen; hattâ onlara delil ve destekler biçimde, tasvir ve ifadeler kullanamaz!

Çünkü ve zaten “Kelime-i Şehadet”; tam olarak, dilinle ve yaşayışınla, davranış ve hâlinle bunu göstermek ve buna şehadet ve şahidlik etmek demek değil midir! Yani: İçi – dışı bir olmak, yani samimiyet değil midir! Yani katıksız, hâlis “ihlâs” demek değil midir!?

O hâlde: “Bilim/sellik; tanım ve ta’rif, amaç ve yöntem olarak ‘ne, nasıl, neden’ gibi soruların cevabını arar; ‘kim, niçin, niye, gaye ve anlamı ne’ soruları Bilim’in dışındadır” diyerek; yani evrendeki “bilgi”yi, “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” inanç ve felsefelerle uyumlu ve onları destekleyecek şekilde; yani Ateist Bilimselllik Paradigması’na göre kodlamak ve dizayn etmek doğru değil.

Halbuki değil evrenin, herhangi bir masa veya sandalyenin bile; fail ve ustasından bahsetmeden, “nasıl ve neden”i açıklanamaz ve rasyonalize edilip, nedensellenemez!

Örneğin: Gerçeğinin taklidi olan, yani 2 boyutlu ve cansız bir “Mona Lisa” tablosundaki sanat ve fiilin nasıl ve nedenini anlatırken bile, “Da Vinci” gibi bir “fail ve ressam, usta ve işleyici”den bahsetmeden; yatayda kalıp, sadece tuvalin şekli ve boya – fırça hareketleriyle, Mona Lisa’nın “nasıl olduğu” ve “nedenini”, tasvir ve açıklamak bile mümkün değilken!

Yani failsiz ve öznesiz; yani sadece Yatay Sebep – Sonuç İlişkileriyle, Mona Lisa’yı rasyonalize edip, nedensellemek ve nasıl olupta olduğunu izah etmek, mümkün değilken! Bilim’in, Bilimsel Cümle ve tasvirlerinde, evrendeki 3 – 4 boyutlu canlı ve hakiki Mona Lisa’yı “nedenseller” ve “nasıllarken”; failsiz ve ustasız cümleler kurması, tasvirler yapması saçmadır; gördüğünden göremediğine ulaşan insan kabiliyet ve aklına hakarettir!

“Bilimsellik”, meselâ “portakal” için: “Bu meyveyi Allah yapmadı ve yaratmadı. Allah varsa bile, evrenin işleyişinin tabiî ve doğal bir sonucu olan bu portakalın üretimine müdahil olması da gerekmiyor! O varsa ve olsa bile, rolü, en fazla, ‘evren’ sistemini kurmak ve ilk hareket ve enerjiyi vermek olabilir, o kadar” diye, kendi inanç ve ateizmini dayatacak ve biz de bir müslüman olarak, hiç rahatsızlık duymayacağız!

Bırak rahatsız olmayı; Bilim/sellik’in bu küfür ve şirk inancıyla uyumlu; hattâ çelişmeyip, bir de destek ve onay veren o “Bilimsel Cümle ve Tasvirleri” biz de kuracağız ve kullanacağız! Neymiş!?: (Güya) “Tarafsız ve objektif olacakmışız; olgusal ve Bilimsel davranacakmışız!

Kur’ân’da ve Peygamberimizin (S.Â.V.) hayatında nerede var, tarafsız ve objektif olmak!? Tam tersi: Dinimiz, bize daima “iyi – doğru – güzel”den taraf olmayı, teşvik ve tavsiye, hattâ emretmiyor mu! “Emr-i bil Ma’ruf ve Nehy-i ânil Münker” derken, siz ne anlıyorsunuz!?

Dinimizin neresinde var: “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin varlık ve devam, işleyiş ve sonuçlarına karışmıyor(muş)” tarzında; yani “ateist veya deist” ifadelere prim ve geçit vermek!? Bilâkis; kâinattaki tüm fiil ve faâliyetler, eser ve sonuçlar, O’nun fiil ve eseri değil mi!? “Madde ve sebep” dediklerimiz; O’nun kudret eliyle harekete geçip, işleyen; icraatında kullandığı birer “iş aleti” değil mi!?…

Bir torbada bulunan, 1’den 10’a kadar numaralanmış 10 adet taşı, aynı sırayla çekme ihtimâli bile onmilyarda birken; evrendeki sayısız düzen ve işleyişi açıklamak için, Bilim’in “operasyonel sebep” olarak kullandığı “sayısız tesadüf ve zorunluluk”a inanmak mı daha mantıklı ve doğru; yoksa bütün bu işleyişin fail ve ustası olan “Allah”a inanmak mı!?

Zaten, birşeyin olasılık hesaplarına göre gerçekleşme ihtimâli, meselâ “desilyonda 1 ihtimâlse”; bunun tersinden anlamı: O şeyi, “desilyonda 999 999 999 999 999 … 999 kesinlikte” Rabbimiz yapıyor demektir! Çünkü: İstatistik Bilimi’nin hesapladığı o “desilyonda 1 ihtimâlli işler”; her zaman, her ân gerçekleşmeye devam ediyor! Yani (sanki “zorunluymuş” gibi) desilyon yüzü olan zarların, her atışta, hep aynı yüzü geliyor! Bu da, “tesadüf”ü; olası seçenek ve alternatif açıklama olmaktan çıkarıyor!

En basit bir tavla oyununda bile, 6 yüzlü iki zar bile, her atışta hep “Dü–Şeş (6–6)” gelse; bunu “tesadüf”e vermeyip, hile olduğunu anlarken; yani bu hileyi yapan bir “fail” ararken; bu 6–6 zorunluluğuna “sebep” olan bir “fail” ararken; evrendeki hangi “zorunluluk” ve “fizik yasası” ve “doğa kanunu”, failsiz ve öznesiz açıklanabilir!?

“Bilim”, ne zaman matematiksel ve mantıksal olarak ispatladı veya hangi ampirik ve bilimsel gözlem ve ölçüm var elinde: “Evrendeki bu işleyiş ve sonuçlarının, failsiz ve öznesiz olması mümkün ki, oluyor; oluyor ki mümkün!” iddiâsının doğruluğuna dair!?

Halbuki, bu, kerameti kendinden menkûl; yani olması mümkün ki oluyor; oluyor ki mümkün sözü; bir totoloji ve safsatadan ibarettir! Yani “delil” ve “müddeâ / ispat”ın, kısırdöngüsel olarak, devamlı yerdeğiştirip, birbiri yerine kullanıldığı; yani totoloji ve kısırdöngü içeren bir mugalata ve safsata!…

Neymiş!?: “Bilim’in dinle ilgisi yokmuş; Bilim, dinlere karışmazmış; din ve inançlar da, Bilim’e karışamaz ve yol gösteremezmiş!” Diğer dinleri bilmem ama benim dinim; eve nasıl gireceğimden tut, tuvalete nasıl gireceğime ve yatakta nasıl yatacağıma kadar söylüyor!

Benim dinimde, “dünyevî” sayılan iş ve davranışlar bile; o davranışların, ahirette neticeleri olup olmaması açısından ve “dünyevî işlerimi” bile, dinî değerlerimin emrettiği şekil ve doğrulukta yapmam gerektiği için; dünyevî (dünyaya ait) sayılmayıp, uhrevîdir. Zaten, “dünya ve dünyevî hayatım” da, Rabbimin ihsan ve ni’meti, rahmet ve hediyesi olması nedeniyle; Rabbimden bağımsız ve ayrı içerik ve değer’de değil.

Yani: Hayatın hiçbir alanı, dinimden (İslâm), nötr ve yüksüz alanlar değil! Ayrıca: “Dünyevî, lâik, seküler” ismi verilip, dinden bağımsız olduğu söylenen alanlar bile; (iddiâ edilenin aksine) “nötr ve gayri kutsal” değil; ki, bu da ayrı bir yazı konusu.

Neymiş!?: “Fizik – kimya gibi ders ve bilimler ayrı; Din ve Kur’ân gibi ders ve ilimler ayrıymış!” Fakat “fizik – kimya” gibi bilimler, Rabbimin fiil ve eserlerini, konu olarak seçmişler! Nasıl din ve Rabbim’den bağımsız ve ayrı ve lâik olacaklar!? Rabbimin icraat ve eser ve sanatlarını inceledikleri için; illâki ya Rabbim veya eseri hakkında veya dinim hakkında, direkt – indirekt birşey diyecekler! (Ki zaten diyorlar!)

Kaldı ki, benim dinim kabul etmiyor; bu lâik ve seküler, modern ayrımları! Yani “Allah, Peygamber, Kitap” sadece Din Dersi’nin konusu değil veya “madde–enerji, uzay–zaman” sadece Fizik – Kimya Dersinin konusu değil; dinimin, bütünsel Tevhidî Paradigma’sından; “fen – sosyâl – din” tüm derslerin, üzerine temellendiği ana konu!

Kaldı ki, yukarıda: Bilgi” (ham data – veri – information – knowledge) ayrı, Bilim” (science) ayrıdır dedik. “Bilgi”nin kısıtlı bir çeşidi, (ölçüm bilgisi gibi); nötr ve objektif olabilir; fakat kâinatta mündemiç, içkin “bilgi”yi keşif ve gözlem ve ifade yöntemlerinden biri olan “bilim”in (science) nötr ve objektif olması mümkün değil. Buna, “Ateist Bilimsellik Felsefesi”nin izin vermemesini geçtik; en başta Dil ve Mantık açısından mümkün değildir bu dedik!

Örneğin: “Suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”; “bilgi’dir / ölçüm bilgisidir.” Bu gözlem ve ölçüm verisi, nötr ve olgusal olabilir. Fakat iş, bu gözlem – ölçümün pratiğe dökülüp, “teknolojide” kullanım veya bu ölçüm/keşfin açıklama ve ifadesine gelince (meselâ “su”yun nasıl – neden – niçin olduğu; meselâ kaynağı olduğu “yağmur”un nasıl meydana geldiğine gelince); burada su’yun tanım ve tasviri “ya Yaratıcı ve terkip edip, ni’met olarak göndereni var(mış)” veya “yok(muş)” diye yapılabilir.

Bilim “yok(muş) varsa bile karışmıyor(muş)” ateist veya deist tarafı seçtiği için; Bilimsel cümle ve yayınlarda; “yaratma yerine, oluşum; sevk-i ilâhî/ilham yerine, içgüdü/sevk-i tabiî; ilâhî yerine, tabiî/doğal; ni’met ve rahmet yerine, gıda, yiyecek maddesi” gibi kavram ve ifadeler tercih edilip, Bilimsellik Kriteri kabul edilir.

Tüm dünyanın aynı Bilim’i kullanması, doğru olduğunu göstermez

Tanrı’yı hesaba katmadan, evren ve işleyişini açıklama ve nedensellemenin; “bilim, bilimsellik” ismiyle sistemleşip, kendi yöntem ve kavramlarını dünyaya empoze etmeye başladığı 1700 – 1800’li yıllardan itibaren, dünyaya hâkim olmaya başlayan; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist ve pozitivist” Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nin, ülke ve dinlerden bağımsız, bu kadar yaygınlaşması ve halklar üzerinde etkin olmasının nedeni: “Bilim’in; kendisinin, din ve inançlardan bağımsız, tarafsız ve objektif, olgusal ve evrensel olduğu” mitine, insanları inandırmasıdır.

1500 – 1600’lı yıllarda başlayan “Rönesans – Reform” Dönemlerinden beri; bu Bilim’i üretip – destekleyen ve teknolojiyi yönlendiren “büyük” devletlerin, buna arka çıkmasıdır.

Savaş ve sömürü, ve yenen – yenilen ilişkisi gibi süreçler; ayrıca ülke ve halklar arasında, iletişim ve haberleşmenin, çeşit ve sayı ve hızının artmasıyla da; bu “Ateist Bilim Anlayışı”, etkin ve sürâtli bir biçimde tüm dünyaya yayılmıştır.

Bu “Bilim”in yerine, alternatif bir “B/ilim Anlayışı” üretilmediğinden (üretilse bile; gelişme ve yayılması da, ayrı bir zaman ve – belki – iktidar/güce de muhtaç) dolayı da; çağımıza baskın gelip, çağa kendini kabul ettirebilmesidir.

1500’lü yıllarda başlayıp, sonra da büyük bir hızla tüm dünyaya kanser gibi sirayet edip – yayılan “Bilim/selllik Felsefe” ve anlayışına; yani “Tanrı – kâinat/varlık – insan – bilgi” arasındaki kırılma ve kopuş (epistemolojik ve ontolojik kopuş) felâketine; müslüman dünyadan, hâlen sistemli ve bütüncül bir cevap üretilmiş değil…

Bilim/sellik’in bu epistemik baskı ve şiddeti sonucu: “Bilimsellik Kriterleri, Bilimsel Yayın Kriterleri, Tez Kriterleri” gibi, kendi belirledikleri kurallar, tüm dünyaya dayatılıyor.

Böylece; Bilimsel Bilim’in “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” inanç ve felsefesi, epistemoloji ve ontolojisi; (içindeki, ilmî ve mantıksal eksik ve yanlışları; ayrıca ahlâk ve değer’den yoksun olması ve bütün bunların sonucu olarak, tarihte görülmemiş bir vahşette, insan ve doğaya verdiği korkunç zararlar gözardı edilerek);bilgi ve araştırma olarak, insanlığın geldiği en ileri aşama” gibi reklâm ve iddiâlarla, çağa hâkim olur ve oluyor!

Elhasıl: “Bilimsel Bilim”in, ülke ve dinlerden bağımsız, bu kadar yaygınlaşması ve halklar üzerinde etkin ve kullanılıyor olmasının nedeni: Bu Bilim’in, “doğru olması”, değildir. “Evrensel olması”, hiç değildir!

Sonraki Yazımızda; “Bilimsel Bilim yerine, niye İslâmî B/ilim’i tercih edelim? / Bilimsel Bilim’in Eksik, Yanlış ve Zararları” özelinde; “Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi / Bilgi’nin değil Bilim’in İslâmîleşmesi: İslâmî B/ilim” yazı serimize devam edeceğiz inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 23.Mayıs.2018

Vahiy / Nübüvvet’in; bilgi açısından Epistemolojik Değeri nedir?

“Kâinat kitabı’nın (varsa) dil ve lisanının ne olduğu ve içindeki ‘varlık’ kelime ve cümlelerinin, taşıdığı veya işaret ettiği anlamın tercümesi” probleminin çözümünde; insanın akıl ve duyuları yetersiz olup; ürettiği felsefe ve bilimi de, bunun keşfi için gerekli araçlardan yoksundur. Bu soru(n)un çözümü, ancak “vahiy / nübüvvet” denilen, dışarıdan gelen bir bilgi ve haber akışıyla mümkündür.

Bu açıdan “vahiy”; araştırmalarımız ve bilgimizi genişletmekte, insan aklı için tek imkân ve tek seçenektir. Felsefe ve Bilim’e rehberlik etme ve söylediklerinin, te’yid ve onayında da, hiyerarşik olarak en baştadır.

Fakat “vahiy” derken, burada dogmatik ve körükörüne inanılan ve dayanılan; yani taklidî bir vahiy anlayışından bahsetmiyoruz. Vahyin verilerinin, hem kâinat ve hem de insanın kendi enfüsünde tespit ve onayından sonra; böylece içselleşerek, kesinleşmiş; yani “inanç” aşamasından “bilgi” aşamasına yükselerek, “enfüsî / subjektif bilgi” hâline gelmiş; böyle bir süreç sonucunda, itmi’nanla kabul edilmiş ve teslim olunmuş bir vahiy anlayışından bahsediyoruz.

Enfüs ve âfakta temelleri ve karşılıkları bulunan böyle bir imanın dayandığı temel ve deliller; “enfüsî / subjektif bilgi” kadar olmasa da, belli seviyede başkalarına da gösterilebilen “afakî / objektif bilgi” zeminine taşınabilir.

Kâinattan elde edilmiş, yani kâinatta delil ve karşılıkları bulunan bu “objektif bilgi”nin; kişinin içdünyasında (subjektivite) de karşılıklarının bulunup, tasdik ve onaylanması sonucunda; yani kesinleşmiş subjektif bilgi” hâline gelmesinden sonra, “ilim – hidayet – iman – ibadet – hikmet – ma’rifet – muhabbet” süreci başlayabilir.

Farkedildiği üzere, buradaki “iman”; kelime-i şehadet’i söylemekle başlayıp – biten birşey değil. Kök ve gövde olarak, yani “ağaç” gibi çift yönlü büyüyen ve gelişen bir ma’rifet ve bilme ve anlama süreci. Her yeni soru ve cevapta, bir sonraki durak (soru – cevaplara) devam edilen bir yolculuk…

Anakonumuza dönersek: İnsanın kendi akıl ve duyularıyla elde ettiği “felsefî bilgi” ve bunun altkümesi olan “bilimsel bilim”, kâinatı araştırma ve gözlem – deney – ölçümlerinde “ne, neden, nasıl, ne zaman” sorularının cevabını arar ve sadece bu soruları “aklî” ve “bilimsel”  kabul eder. Zaten sahip olduğu teknolojik araç ve aklî aksiyom, kavram ve paradigmalarıyla, ancak bu soruların cevabını bulabilecek aletleri vardır.

Mevcut bilim ve felsefe, sadece bu soruların cevabı bulunabileceği inancıyla; “bilgi”nin başka imkân ve yöntemlerine çıkan / çıkabilecek yolları kapatır. Zihinlere vurduğu “bilimsellik felsefesi”nin zincirleriyle; “insanoğlunun, bilim ve felsefeden başka bir bilgi edinme yolu ve yöntemi yoktur” diyerek, vahyi reddeder veya kabul etmez.

Mevcut Bilimin, Bilimsellik Felsefesine göre; “varlık ve hareketinin anlamı nedir; kim ve niçin, ne gayeyle yapmıştır” gibi sorular, “felsefî spekülâsyon” ve “inancın” konusu olup; bunların delillendirme ve ispatı, doğrulama ve yanlışlaması yapılamaz.

Bu sebepten, örneğin: “Eser, müessirsiz ve fiilsiz ve fiil de failsiz” olamayacağı için, gayet normâl olarak evren hakkında ilk akla gelen soru olan; “kim, evrendeki eser ve işleyişin, fail ve ustası kim?” sorularını; anlamsız ve gereksiz, hatta yanlış bir soru olarak görür.

Çünkü: Evrendeki varlık ve işleyişi, “sebep – sonuç” ilişki ve şablonuyla, nedenselleyip – açıklayabildiklerini düşündükleri (daha doğrusu, inandıkları) için; evrendeki fizikî ve maddî olayların açıklama ve nedensellemesinde; herhangi bir faile, zaruret ve ihtiyaç olmadığını iddia eder, mevcut bilim ve felsefe. Evrendeki olaylar için; “kim, niye, niçin, gaye” gibi soruların, saçma ve anlamsız veya gereksiz olduğunu söyler.

Çünkü: Evrendeki “neden – sonuç” ilişkileri arasında herhangi bir boşluk veya kesiklik olmadığını; bunları tamamlamak için, araya sokmaları gereken herhangi bir “ek neden” veya “fail” aramaya lüzum olmadığını düşünürler. Çünkü onlar için Tanrı, “boşlukların tanrısıdır!” (God of the gaps) Bu anlayışa göre; “Tanrı”; sebepleri (henüz) bulunamayan olaylarda, cehaletimizi örten ve gizleyen bir kavramdır!

Sanki arada “sebepler” olunca, bu işi Rabbimiz yapmıyor, aradan çekiliyormuş gibi! Sanki olayın faili ve fiilinde, “sebepleri” hareket ettirip, “alet” olarak kullanan Rabbimiz değilmiş gibi! Sanki inşaat malzemelerinin kendi başlarına, sihirli bir şekilde uçuşmaya başlayıp, muhteşem binalar ve sanat eserleri yapmalarını mümkün görmek gibi; “sebeplerin” de, kendilerini aşan bu işleri, kendi başlarına yapabilecek potansiyelleri varmış gibi! Sanki atom ve maddelerin; esrarengiz bir şekilde, sihirlenmişçesine dönmeye ve hareket etmeye başlayıp; türlü gökdelen ve şehirler inşa etmesi gibi! Veya, evrende “otomatik mekanizma” ve “birbirine değen dişliler” var da; işin başında hammaddeyi veriyorsun, bu “hayalî mekanizmalar” da üretiyor gibi!…

Örneklerde görüldüğü üzere; Rabbimize iman ve itikadımızın sebebi ve delili, evren hakkındaki cehaletimiz değil; bilakis artan bilgimiz. İnancımızın dayanağı; anlayamadığımız ve bilmediğimiz şeyler değil; bilakis bildiğimiz şeyler. Üstelik Rabbimiz olmasa; değil evreni anlamak, anlamaya çalışacağımız bir evren bile olmazdı! Çünkü, evrenin varlığı ve varlıkta durması; Rabbimiz’in, eşyayı kudretiyle hareket ettirip, yönlendirmesiyle olur ve oluyor.

Elhasıl, Rabbimiz’in eser ve sanatlarının inceliklerini bilmek ve bu konuda hiçbir karanlık nokta kalmaması, iman ve itikadımızı zedelemez veya boşa düşürüp, gereksiz kılmaz. Ve zaten, gereksiz kılması için de hiçbir mantıklı neden olmayıp, hattâ durum tam tersidir. Çünkü: Önümdeki arabanın işleyiş mekanizmasını çözmem; arabayı yapan mühendis ve ustayı, inkâr etmemi gerektirmez; bilakis zorunlu kılar!

Fakat “ateist aksiyoma” göre düzenlenmiş ve kurgulanmış ve neyi araştıracağı ve araştırma yöntemleri de bu aksiyoma göre belirlenmiş “Bilim/sellik”; evrendeki işleyişin, bizi “ek bir sebep” veya “fail” aramaya yönlendirmediğini iddia eder. Zaten bu işleyişte herhangi bir “fail ve özneye” ihtiyaç olduğunu düşünseler veya bunların failsiz olmadığını veya ol(a)mayacağını gözleyip – keşfetseler; bu veri / bilgiyi, Bilimsel Bilgi ve açıklamalarına eklemekte tereddüt etmeyeceklerini söylerler.

Yukarıda özetle anlattığımız Bilimin Bilimsellik Felsefesinden farklı ve ayrı olarak bizim önerdiğimiz “İslâmî B/ilim” ise; Bilim’in bilimsel ve meşru kabul ettiği bu sorulara ek olarak; “kim, niçin / niye, gayesi ne, anlam ve hikmeti ne” gibi gayrimeşru soruları da, gözlem ve araştırma alanına dahil eder. Ve bunların araştırılma ve gözlem, keşif ve delil – ispatında; bazı ek yöntem ve araştırma enstrümanları, kavramsal şema ve yol haritaları sunar.

Bilim/sellik’in, kuruluş amaç ve kapsamı icabı sor(a)madığı; sorsa da, “bilimsel yönteminin” sınırlılığı ve “bilimsellik” paradigmasının eksik ve yanlışlarından dolayı cevabını bulamayacağı; “kâinattaki bu varlık ve işleyişin anlamı nedir; kim yapmış ve yapıyor; Rabbimiz bunları ne maksadla ve hangi hikmetle yapıyor; olanlar, hangi İlâhî isim – sıfat ve şuûnun tecelli ve tezahürleriyle vücuda geliyor; bunların Esmâ-ül Hüsnâ ve ahirete bakan, ‘melekutî’ vechesi nedir; ölümden sonra hayat var mı, varsa nasıldır?” gibi sorular; İslâmî B/ilim’in merkezinde bulunan, temel paradigmatik sorulardır.

İlimler hiyerarşisinde; Nübüvvet ve Vahiy, Felsefe ve Bilim’in üzerindedir

İnsanoğlu, Allah’ın ona verdiği akıl ve duyularıyla, yani düşünüp – tecrübe ederek ve gözlem – deney – ölçümleriyle, kâinatı “mana-yı ismî” bazında (yani “madde ve hareketi”, kendisi dışında bir manâ ve işaret değeri taşımaz aksiyom ve inancıyla) okuyunca, (bir dereceye kadar ve eksik ve yanlışları da olsa) çok şeyleri bilebilir ve keşfedebilir. Meselâ: Suyun kaynama derecesi ve özellikleri; madde–enerjinin içyapısı ve birbirleriyle ilişkileri gibi.

Fakat konu: Kâinat ve içindeki varlığın anlamı, taşıdığı veya gösterip – işaret ettiği mâna ve mesaj olunca; yani “mana-yı harfî” bazında (yani “madde ve hareketini”; gösteren / işaret / âyet / sembol / temsil ve misâl olarak) okumak olunca; bu alan, beşer akıl ve duyu, gözlem ve deney / tecrübesiyle keşfedilip – bilinebilecek bir alan değil. Neden değil?

Dünya üzerinde, bilinmeyen bir dilde yazılmış bir kitap bulunsa ve insanlık tarihi boyunca, o dili konuşmuş bir insan ve toplum da olmasa. Ve o dilde basılmış ikinci bir yazılı kaynak ve belge de bulunmasa; bu kitabın, tercüme ve anlamı; kitap üzerinde yapılacak bilimsel gözlem – deney – ölçümlerle bulunamaz. Veya felsefî düşünce ve mantıkî aksiyom ve çıkarımlarla bulunamaz. Böyle bir kitabın, değil tercüme ve anlamı; telâffuz, yani okunup – seslendirilmesi bile mümkün değildir.

İşte “kâinat”ta, böyle ikinci bir örneği olmayan ve ihtiva ettiği mâna ve mesajları tercüme edilebilecek lisanı bilin(e)meyen bir kitaptır. Türünün ve yazıldığı dilin tek örneği bir kitabın anlamına; akıl ve mantık, gözlem ve deney gibi yöntemler veya tarih ve fizik gibi bilimlerle ulaşılmasının mümkün olmaması gibi; “Kâinat Kitabı” için de, bu hayli hayli mümkün değildir.

Bu, “vahyin” yolgöstericiliği olmadan, varlığın tercüme ve anlamını bilmenin imkânsızlığının anlaşılması için verdiğimiz “kitap – yazar” örneği yerine; buna, bilgi ve irademiz dışında, uyutularak getirildiğimiz bir “gezegen” veya “ada” örneği de verebiliriz. Haberimiz olmadan, isteğimiz dışında getirildiğimiz bu yere, getiriliş nedenimizi, bizi getirenin maksadını, bize söylenmeden bilemeyiz. Bunu, kendi başımıza, gezegen / adayı gezerek, inceleme – araştırmalar yaparak bulamayız.

Dili bilinemeyen kitap örneğine devam edersek: Bildiğimiz kitaplar 2 boyutlu harflerle yazılmışken; anlamını aradığımız bu “Kâinat Kitabı”, 3 – 4 boyutlu harf ve nakışlarla yazılmış ve hatta “atom” gibi, her bir nokta ve harfinin içinde bile, parçası olduğu bütün’den daha sanatlı ve ayrı bir kitap yazılmış. Yani içi, dışından; küçük, büyükten daha mânidar ve sanatlı yazılmış, “içiçe bir kitaptır.

Hem de, bildiğimiz statik ve durağan kitaplardan farklı olarak; canlı ve hareketli ve devamlı; yani ânbeân yeniden yazılan muhteşem bir kitaptır. Yani kâinatı “kitap”a benzetmemiz; kâinatı anlamak ve açıklamakta yetersiz bir modelleme ve metafor olup; belki kâinatın kitaba benzerliği, “anlam ve mesaj” ihtiva etmesi açısından, sadece bir bakımdan benzerliktir.

İşte, kâinatın tercüme ve anlamı konusunda, insanın acziyetini kabul etmesiyle; yani akıl ve araştırma, gözlem ve deneyiyle, bunu keşfedip – bulmasının mümkün olmadığını bilmesiyle; “Allah – Vahiy – Kitap – Nübüvvet”e duyulan ihtiyaç ve zaruret, bedahet derecesinde akla görünür. Çünkü “varlık ve hareketinin” anlam ve gayesinin ne olduğunun cevabı için (hattâ anlamı olup olmadığının sorusunun cevabı için bile), dışarıdan gelen bir bilgi, yani “vahye” ihtiyaç zorunlu. En temelde: “Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, niye geldik” sorularının cevabını, Rabbimizin bildirmeden bilemeyiz.

Çünkü: Dili bilinemeyen bir kitabın tercüme ve anlamını, ancak yazarına sorarak öğrenebiliriz. “Kâinat Kitabının” anlamını ve buraya getiriliş maksadımızı keşif ve öğrenmek için; “Yazarı”na sormak, yani “vahiy / nübüvvet”ten başka çare yok.

Burada yanlış anlaşılan nokta: Vahiy / nübüvvetin; sadece “inananlar” için bir bilgi ve haber ve delil değeri taşıyıp, bunun ise subjektif bir ispat olduğunun düşünülmesi. Bilim ve Felsefe’nin ise; inanç ve taraftan bağımsız; yani inanan – inanmayan herkes için geçerli, objektif bilgi ve deliller sunduğunun zannedilmesidir. Halbuki bu yanlış bir düşünce olup; neden yanlış olduğunun izahı için, “Bilgi/bilmek ve İnanç/inanmak arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” yazımıza bakılabilir.

Diğer yandan; “objektif – subjektif” ayrımı da yapay ve aldatıcıdır. Çünkü biz, objektiviteyi, subjektivitede deneyimleriz; âfakı, enfüsümüzde algılarız. Hatta içimizdeki bu algı ve bilmeden sonra ancak, o şeyin “objektif – subjektifliğine” karar verebiliriz. Burada objektifin, subjektiften farkı; sadece yaygınlığı; yani herkesin kendi subjektifinde aynı şeyi deneyimlemesine “objektif” denilmiş.

Objektif – subjektif ayrımı, yapay ve aldatıcıdır demiştik. Meselâ, “objektif” gözlem örneklerinden; “ateşin yakıcılığı” ve “suyun kaynama derecesi” kişiden kişiye değişmez ve aynıdır. Fakat biz bunu; ateşin bizde, derimizde uyandırdığı “yakma hissinden” veya veya gözümüzde uyandırdığı “yakma görüntüsünden” ve suyun da gene (eğer o deneyi biz yapmışsak) gözümüze yansıyan “kaynama görüntülerinden” biliriz. Yani o “objektif” deneyimin; içimizde, “subjektif” olarak bizde uyandırdığı ve tetiklediği his ve algı ve görüntülerden biliriz.

İçimizde duyduğumuz bu “subjektif hislere”, “objektif” denilmesinin nedeni ise: Her insanın, o deneyimi aynı algılaması ve aynı şeyleri hissetmesidir sadece. Vahiy ve Nübüvvet’in, “objektif delil” görülmemesinin nedeni ise; çoğu insanın bunların delil ve hakikâtine nüfuz edememesidir sadece.

Üstelik; insandan tut, tâ hayvan ve bitkilere; hatta cansız nesnelere kadar, kesintisiz devam eden çeşitli “vahiy akışları” vardır! Bu akış; derece ve mahiyet olarak, Peygamberlere gelen vahiyden farklı ve ayrıdır. Yer ile gök arasındaki bu çiftyönlü alışveriş ve bağlantı hiç kopmaz; kesintisiz devam eder. Bu, ayrı bir yazının konusu olduğu için, burada bırakıyoruz.

Bilim/sellik Paradigmasının tarafsız ve objektif olamayacağı ve olmadığından bahsediyorduk. “Bilim” de dahil olmak üzere, her düşünce ve yöntemin, doktrin ve ideolojinin, disiplin ve ekolün, başlangıç olarak dayandığı ana aksiyom ve varsayım, önkabül ve postulatları vardır ki; bu aksiyomlara her ne kadar “önvarsayım” da denilse ve başlangıçta gerçekten öyle de olsa; son tahlil ve temelde, bu aksiyomlar bir “inanç”tır ve bir inanca dayanır veya dönüşür; zaten bu sebepten dolayı da kolay kolay terkedilmezler. Bu öninançlar, başlangıçta apriori, delil – ispatsız doğru kabul edilip; düşünsel sistem ve yöntem, bu önsabiteler üzerine bina edilir.

Peki “Bilimsel Bilim”in önvarsayımları nelerdir? Başlangıçta yola çıkarken, neyi ve neleri “doğru ve gerçek” varsaymıştır? İslâmî B/ilim yazılarında defaatle vurguladığımız gibi: Evrende herhangi birşeyi gözler ve inceler, araştırır ve ölçerken ve bunun sonucunda elde ettiğimiz “veri ve bilgi, ölçüm ve keşfimizi” dile döküp, ifade ederken; (incelediğimiz bu olay ve nesnenin) ya “faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış)” veya “yok(muş)” gibi ifade eder ve anlatırız.

Bu 2 şıktan yaptığımız seçime göre, evrendeki nesne ve olayları; tanım ve ta’rif, tasvir ve ifade ederiz. Bu 2 şıkkın ortası veya bu 2 şıktan ayrı ve bağımsız; yani dışarıdan bakabileceğimiz, eşit mesafede orta ve olgusal, objektif bir nokta ve koordinat sistemi yoktur.

Şimdi, zorunlu olan bu 2 şıktan, Bilim/sellik “yok(muş)” şıkkını, doğru olarak kabul etmiştir. Bu “ateist aksiyomu” sebebiyle; gözlem ve ölçümlerini, bu öninancıyla tutarlı olacak ve çelişmeyecek şekilde tasvir ve ifade eder. Yani bu “ateistik inancı” doğruymuş ve gözlenip – ispatlanmış gibi bir dil kullanır.

Yani Bilimsel Bilim ve Bilimsellik Felsefesi; tanım ve ta’rif, amaç ve yöntemi icabı “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; bu felsefe ve inançların tarafındadır. Bu küfür ve şirk ekolleri doğru(ymuş) gibi evreni gözler ve buna göre Bilimsel tasvir ve açıklamalar yapar; Bilimsel Bilgi’yi buna göre kodlar ve kurgular. Bilim/sellik Paradigması, hep bu “küfür ve şirk aksiyomunun” ispatına çalışma ve doğru(ymuş) gibi yapma ve evreni de öyle tasvir etme çerçevesinde döner.

Bilimsellik İlke ve Kuralı olarak, başlangıç aksiyom ve önkabulünde; “evrenin varlık ve işleyişinde fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa da bu işleyişlere karışmıyor(muş); zaten nedenler, pekalâ faile gerek kalmadan bu işleri yapabilir ve yapar(mış)” ateizm şıkkını işaretlediği için; evrendeki olayları, bu önvarsayım ve inancına göre, tasvir edip, açıklar.

Aksi hâlde, meselâ; “oluşum yerine, yaratma” demesi veya “içgüdü / sevk-i tabiî yerine, sevk-i İlâhî ve ilham” demesi veya “doğanın mu’cizesi yerine, Allah’ın mu’cizesi” demesi veya “tabiât–fizik kanunu yerine, Allah’ın kanunu ve sünnetullah” demesi veya “gıda maddesi yerine, rızık ve ni’met” demesi hiç Bilimsel olmaz, Bilim hiç olmaz!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in temelinde bulunan bu ateist aksiyom ve inancın doğurduğu, diğer hurafe ve inançlar için, “Bilim’den Büyüklere Masallar!” başlıklı yazımıza bakılabilir.

Haftaya inşâallah, “Vahiy / Nübüvvet’in; varlık açısından Ontolojik Değeri nedir?”

* Bu yazının bir kısmı; Üstad Bedi’üzzaman Said Nursî’nin (R.Â.), Risale–i Nur Külliyatından faydalanarak, hazırlanmıştır.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 01.Kasım.2017

www.metabilgi.org

Bediüzzaman da ayraç kullanır mıydı?

(…) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder.” (25. Söz’den.)

Caner Taslaman (bakınız bu sefer kendisini iyi anacağım); Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli eserinde birşeyin altını tekrar tekrar çizer: İnsanın eşya algısının (dolayısıyla bilimin) itikadî boyutta kaçınılmaz etkileri vardır. “Bilim ayrı bir dünyadır. Din ayrı bir dünyadır…” diyemezsiniz. İkisini birbirinden kesin çizgilerle ayıramazsınız. Örneğin: 138. sayfada, Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini kurarken Newton fiziğinden ne denli etkilendiklerini aktarır okurlarına. Başka bir yerde ise; “Determinist evrende boşluk yoktur. (…) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar…” diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basar. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığını, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatır. Bütün bu örnekler de gösterir ki; insan, eşyayı nasıl algılıyorsa, bunun bir izdüşümü şeklinde de Allah’ı sistem içinde (veya üstünde) bir yere koyar. Bazen de koyacak yer bulamaz ve inkâr eder.

Bu yüzden, mürşidim türünden, hayatını ehl-i sünnet çizgisinde Kur’anî tefekküre adayan bir âlimin Tabiat Risalesi gibi, Ayetü’l-Kübra gibi, Hüve Nüktesi gibi, Zerre Risalesi gibi fennî analizler de içeren eserler yazması kaçınılmazdır. Âleme bakışı düzeltmek (afakî tefekkür) nefiste yapılacak cihadın (enfüsî tefekkür) üzerine inşa edilebileceği uygun bir zemin teşkil eder. ‘La ilahe illallah’ yolculuğunu âlemin dipköşe her yerinde yapan ve ondan emin olan bir akıl, elbette ‘Muhammedun Resulullah’ kılıcının içinde işlemesine izin verir. İlkinin delili âlemden gelir. İkincisinin kılıcı enfüste işler. Biri diğerisiz olmaz. Yukarıdaki misallerden devam etmek gerekirse: Âleme determinist algıyla bakan bir insanın sebep ve sonuç arasında bıraktığı hiçbir boşluk yoktur ki Allahın esması oraya sığsın ve müdahale etsin. Her sonuç sebeplerdendir ona göre. Ve Ockham’ın Usturası gibi güç verdiği gafletli nazarı Allahın ehadiyetini keser alır âleminden. Yerine birşey koymaya da ihtiyaç duymaz.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, ‘iki şahid-i sadık’ terkibi içinde formülleştirdiği öğretisinde, tefekkürünün kılıcını buraya sallar. Sebep ve sonuç arasındaki mesafeyi açarak birinin diğerinin yaratıcısı veya yaratığı olamayacağını gösterir. Bu şekilde dışarıda, gaybda, aşkın ve üstün bir neden aramaya zorlar bizi:

Hem, her bir zerrede, vücûb ve vahdet-i Sânia iki şâhid-i sâdık daha var. Birisi, her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi’ vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder.

Her bir zerrenin, aczinden beklenmeyecek büyüklükte işler başarması ve yaptığı eylemin kainatın düzeniyle de uyumlu olması, o neden ve sonucun arasına “Ve lehü’l-esmaü’l-hüsna…” ayıracını koymak gibidir. (Esma, bu açıdan, insanın kesrette kaybolmasını önleyen, varlığa konulmuş ayıraçtır.) Bu ayıraç konduğu vakit anlaşılır ki: Nedenler sonuçları kaldıramaz ve mutlaka araya tüm isimleriyle hazır ve nazır bir Allahın katkısı/yaratışı lazımdır. (Bir nevi Esma berzahı.) Mürşidim yine bu meseleyi izah sadedinde şöyle bir örnek verir:

Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe’ olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan; bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanâtın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevî olarak aslının programı tevdî edilmiş; işte o tohumları nöbetle o kâseye koysak, her biri hârika cihazâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku’ bulmuş gibi inanırsın.

Birşeyin herşey, herşeyin birşey olması. Önemli bir ders! Fakat dediğim gibi: Âlem algımız ‘alacağımız dersi’ çok etkiliyor. Kanaatimce: Genetiğe dair malumatımızdan yerleşmiş olan determinist algı da bizim Bediüzzaman’ın bu dersini anlamamıza engel oluyor. Çoğumuz böylesi örnekleri işittiğimiz anda diyoruz ki: “İşte genleri başka ya. DNA’ları ayrı ayrı olduğundan canlılar da farklı farklı oluyorlar.” Acaba gerçekten böyle mi? Genetik bilimi sandığımız kadar determinist sabitliğe sahip mi? Ben bu noktada bakış açımın yanlış ve yanılmış olduğunu bugünlerde okuduğum (bu ifade 2014 yılına aittir) bir kitap sayesinde farkettim: Lee Strobel’ın Hani Tanrı Ölmüştü’sü.

Çabuk geçeyim: Jonathan Wells ile yaptığı söyleşide, genlerin farklılıkların nedeni oluşu üzerine yaptıkları bir sorgulamada, Wells şunları anlatıyordu Strobel’a:

Eğer Neo-Darwinistler gibi bizim, genlerimizin bir ürünü olduğumuzu kabul ediyorsan, o zaman bizimle şempanzeler arasındaki dramatik farklılığı sadece bu %2’lik farkla açıklayabilmen lazım. Buradaki problem vücut yapıcı genler tabir edilen genlerin bu %98’in içinde olması. %2’lik farkı oluşturan genler anatomiyle işi olmayan oldukça ehemmiyetsiz genler. Yani insan ile şempanze DNA’sı arasındaki bu sözde benzerlik aslında bu noktada Neo-Darwinistler için yeni bir problem teşkil etmekte.

Devamında bunu yine başka bir örnekle açıklıyordu. “Bir tasarımcı farklı organizmalar yaratmak için benzer yapı malzemeleri kullanabilir. Tıpkı inşaatçıların sonuç itibariyle birbirinden farklı gözükecek köprüleri yaparken aynı maddeleri (demir çubuk, çimento vs) kullanması gibi.

Başka bir yerde ise bu gen benzerliği farklı canlılar üzerinden şöyle örneklendiriyordu:

Size bir misal vereyim: Gözler. Farelerde, ahtapotlarda ve meyve sineklerinde benzer bir gen var. Bir farenin gözüne ve bir ahtapotun gözüne baktığınızda çok yüzeysel bir benzerlik bulabilirsiniz. (…) Ama daha ilginci meyve sineğinin gözüdür. Çünkü o, bu ikisinden tamamen farklıdır. Birçok yüzden müteşekkil bir göz. Sonuç itibariyle ise bu üç gözün üçü de aynı veya çok benzer genlere dayanır. Hatta o kadar benzerdirler ki, bir farenin genini, bu genin olmadığı bir meyve sineğine koyabilirsiniz ve sonrasında gözünü olması gerektiği gibi geliştiren bir meyve sineği elde edersiniz.

Bediüzzaman’ın ‘her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe’ olabilir bir kâse örneğini, şimdi, buradaki ‘her üç canlının da gözünün kalıbı olabilir gen’ üzerinen analiz edin. Sanıyorum gen dünyasında da her sebep sonucu kaldırmıyor. O kodlara da fazla güvenmeye gelmiyor. Nihayetinde, tıpkı fizikte olduğu gibi biyolojide de madde tasavvurumuz Kuantum kararsızlığına ve bir yönüyle irade-i ilahîyeye aç ve muhtaç hale doğru ilerliyor.

Aynı genden farklı canlılar yaratıldığı sırrını anladığımız zaman belki, Hz. Meryem annemizin kromozomları XX’ken nasıl Hz. İsa gibi XY kromozomlu bir evlada sahip olabildiğini veya Hz. Âdem babamızın neslinden nasıl bu kadar farklı renkli/özellikli ırklar meydana gelebildiğini daha iyi anlayacağız. Madde düşüncemiz daha da latifleşecek belki. Ama illa Esmayı hesaba katacağız. Sebep ve sonuç arasına onun berzahı girmeden fennin açmazlarını aşabilmek güç.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (2) 

Bilim ve Ders Kitaplarında, Allah’a İhtiyaç Duymayan Ateist Kâinat Tasvirleri!

Bu yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’nin daha çok Ders Müfredatı ve Derslerin İşlenme Biçimini anlatacağız. Çünkü Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Medrese  ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığı burada yatıyor.

Şöyle ki: Medreset-üz Zehra Eğitimi, çağımızda geçerli Entelektüel Zekâ ve Hafıza Gücüne dayalı eğitimden çok daha farklı ve ayrı olup; “nefs – kâlp – ruh – his – duygu” eğitimini de içerir. Bu eğitim modelinde, tabiri caizse “Medrese ve Okul ve Cami ve Tarikat / Tasavvuf” ayrımı yoktur. Bunlar birbirleriyle içiçe ve çift yönlü etkileşim hâlinde işlevsel olup, fonksiyonlarını yitirmemişlerdir.

Yani Medreset-üz Zehra’da dersler, “Din Eğitimi” – “Fen Eğitimi” şeklinde ayrı ayrı ve yanyana okutulacak, farklı ve ayrı dersler değildir. Burada Bedi’üzzaman Hazretlerinin kasdettiği model; bilinen Medrese, günümüz Okul veya modern Anadolu İmam-Hatip ve İlâhiyyat Fakültelerinin uygulamalarından çok daha farklı ve ayrıdır.

bediuzzamanBedi’üzzaman; derslerin, Din EğitimiFen Eğitimi şeklinde ayrılmasını kabul etmez. Allahû Teâlâ’nın sadece Din Dersi’nde anlatılıp; diğer derslerin “seküler ve lâik eğitim” etiketiyle; güya “tarafsız”, aslında “ateist ve materyalist” inançlara göre işlenmesini reddeder.

Çünkü gözlem ve tasvirlerimizde, birşeyi ya “fail ve yaratıcısı var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi ifade ederiz. Bu 2 şıkka eşit uzaklıkta, nesne ve olayları tarafsız ve olgusal ifade edebileceğimiz 3. bir ihtimâl yoktur. Var – yok’a eşit mes’âfede bir gözlem ve ifade biçimi yoktur. Kaldı ki, bu konuda “tarafsızlık” mümkün olsaydı bile; “tarafsızlık” kendi başına bir değer zaten değildir! Yani insan her zaman “iyi – doğru – güzel”den taraf olmalı ve açıkça desteklemeli.

Sonuç olarak; “Allah – Peygamber – Ahiret”, sadece “Din” ve “Din Dersi”nin konusu olmayıp; “Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih” gibi derslerin de ana konusudur. Yani Fen – Sosyâl – Sayısal tüm derslerin üzerine temellendiği ana zemin ve temel, “Allah”tır. Muhteşem bir sanat eserini anlatırken; ustasından bağımsız, müessirinden hiç bahsetmeden anlatmak mümkün olmaması gibi; kâinattaki eser ve işleyişten bahsederken de, fail ve yaratıcısına atıf yapmamamak mümkün değildir.

Zaten tüm bu derslerin ana mevzu ve konusu da; kâinat ve içindeki varlık ve hâdiselerdir; yani “Allah’ın fiili ve yarattığı eserler; O’nun kevnî âyetleri”dir. Dolayısıyle derslerin, bu ana bilgi ve inanç ve değer’i unutturmadan; yani “tarafsız ve objektif(miş), nesnel ve olgusal(mış)” rolü yapmadan işlenip, ifade edilmesi gerekir.

Bilim/sellik ve bunu anlatan Ders Kitaplarında tarafsızlık ve objektivite mümkün değil demiştik. Evet, evrendeki fizikî – kimyevî veya biyolojik – tarihî hâdise ve durumları, inançtan bağımsız ve tarafsız, yani nesnel ve olgusal ifade etmenin (mantık’ın dili ve dil’in mantığı açısından) bir yolu yoktur.

Başta demiştik ya; herhangi birşeyi gözler – ölçerken ve bu gözlemi fade ederken; ya “Yaratıcı ve yapan / yöneten fail ve ustası var(mış)” gibi anlatır ve tasvir ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bu 2 şıkka eşit mes’âfede dıştan veya ortadan bakılabilecek bir gözlem ve ifade noktası; bunlara eşit uzaklıkta 3. bir şık, aklen ve mantıken yoktur.

Ateist Bilimsellik Felsefesi”nin ürün ve sonucu olan “Bilim”; incelediği olayların tasvir ve ifadesinde, “bu işin fail ve ustası Allah var(mış)”ı kabul etmediği için, zorunlu seçenek “Allah yok(muş)” tarafına sapıp; bu ateist inanca göre Bilimsel İfadeler kullanır. Bilim ve Ders Kitaplarında; “yaratma, yaratılma” yerine “oluşma, oluşum” gibi kelimelerin tercih edilmesi veya “sevki İlâhî, ilham” yerine “sevki tabiî, içgüdü” kelimelerinin tercih edilmesi gibi…

Bu gibi kelime seçimleri ve ifade biçimleriyle; olaylar failsiz anlatılarak, yani öznesiz cümleler kurularak; “güya o olayın tabiî ve doğal bir biçimde, tesadüfen veya bir takım sebep – kuvvetlerin zorlamasıyla, (haşa!) Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, O olmasa da zaten o olay olabilir ve olur ve zaten oluyor!alt / subliminâl mesaj ve inancı, bilinçaltımıza gönderilir.

Elhasıl mevcut Bilim, güya inançtan bağımsız ve tarafsızız yalanıyla, olayların tasvir ve ifadesinde “Allah yok(muş), varsa bile bu iş / işleyişe karışmıyor(muş)!” inanç ve tarafında olup; kendisini mürşid seçenlere, bu batıl inancını dayatıp, sinsice bilinçaltımıza ilka ve şırınga eder! Virüslü Subliminâl Mesajlar; “evrensel bilim, saf ilim” kılıfıyla, bilincimizin filtrelerine takılmadan, biz farkında olmadan bizi kodlar ve programlar.

Bilim’in bu “yok(muş), varsa bile kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde, ne mantıken ve ne de gözlemsel veya ampirik olarak O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” inancını tutan ve sanki bu inanç mantıksal ve deneysel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler kullanan Bilim ve Ders Kitaplarının revize edilip – güncellenmesi gerekiyor.

Anaokulundan başlayıp, tâ Üniversiteye kadar hemen hemen tüm Ders Kitapları, hep bu ateist – materyalist inanca göre şekillenip, dizayn edilmiş. Tüm bu kitaplar, sanki bu inanç Bilimsel bir bilgi ve doğruymuş gibi yapılan Kâinat Tasvir ve Açıklamalarıyla dolu.

Okuldan başka; TV ve diğer medyalarda bilgi ve haberlerin sunuluş şekliyle; bilimsel kitaplar ve biliminsanlarının bilgi’yi ifade biçimiyle; elhasıl bu bilinçaltı telkin ve enformatik virüslü, kirli altmesaj saldırılarına, dünyaya gözümüzü açtığımızdan itibaren maruz kalıyoruz. Bu taarruzlara, kendimizi savunacak zırhlarımız; bu virüslü kod / mesajları tanıyıp, filtreleyip – silecek Antivirüs Programlarımız da yok!

Seyrettiği film – haberler, okuduğu kitap – gazetelerle; hergün yüzlerce kez, bu gizli ve sinsi telkin ve hipnoz bombardımanına maruz kalan bu öğrenci, kişi; isterse haftada 100 saat Din Dersi görsün, 1000 saat Hafızlık Eğitimi alsın, 10000 sayfa Siyer – Hadis – İlmihâl okusun; herhangi bir etki ve te’siri olmaz veya çok az ve geçicidir…

Zaten diğer ders(ler)e girince, “Allah” (C.C.), beynindeki Din Dersi Kısmında, sadece bir ezber olarak kalacak! Dışarı çıktığında, kâinatta gördüklerini “Allah’ın işi ve eseri, rızkı ve ni’meti olarakgörmek istese de gör(e)meyecek! Bu kişinin “herşeyi Allah yarattı / yaratıyor, bu ni’metleri bize O in’âm ve ihsan ediyor” demesi; önceden kendisine öğretilmiş bir ezberin tekrar ve taklidinden başka birşey olmayacak. Tıpkı, kendisine doğru şıkkı öğretilmiş bir soruda, kişinin o şıkkı işaretlemesi, o sorunun çözümünü bildiği anlamına gelmemesi gibi.

Çok ilginçtir ki: Çocuğumuzu hıristıyan, katolik veya azınlık okullarına göndermekten kaçınıyoruz ama bu, ateist – materyalist eğitim politikasına sıkı sıkıya bağlı okullara göndermekten hiç çekinmiyoruz!

Aşağıda, anaokulundan – üniversiteye kadar hemen hemen her ders (ve bilim) kitabında geçen / geçebilen; sanki “Allah yok(muş) varsa bile bu işlere karışmıyor(muş); herşey belli neden – sonuç ilişkileri ve zorunlu doğa kanunları nedeniyle, kendi kendine ve otomatik işleyebilir ve işler(miş) ve zaten olan da sadece buymuş!” amentü ve inancı, yani inkâr ve şirk felsefesine göre düzenlenmiş, “yağmur” tasvir ve açıklamalarını veriyoruz.

Yağmur nasıl Oluşur ve Yağar? Yağmurun Mekanizması

Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle birân geliyor ki su buharı ısının çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor… Yağmurun yağması için su damlalarının belirli bir büyüklüğe gelmesi gerektiğini söylemiştik. Bu da damlaların birbiri ile birleşmesi ile olmaktadır… Buluttaki su tanecikleri rüzgârın etkisi ile bir oraya bir buraya itilirler. Birbirlerine çarptıkça birleşerek su damlacıklarını oluştururlar. Oluşan su damlacıkları da kümeleşerek ‘su damlalarını’ meydana getirirler. Bu damlalar belirli bir ağırlığa ulaşınca havadan daha ağır hâle gelerek yere yağmur olarak düşerler…”

“Deniz, göl ve akarsularda bulunan su, Güneş’in etkisiyle buharlaşır. Göğe yükselen su buharı atmosferde soğuk hava tabakasına rastlayınca küçük su damlacıklarına dönüşür. Su damlacıkları bulutları oluşturur. Bulutların içinde bulunduğu hava soğursa binlerce damlacık birleşerek su damlalarını oluşturur. Gittikçe su damlaları büyür, ağırlaşır ve yağmur olarak yeryüzüne iner…”

“Peki insanlar için de yaşamsal nitelik taşıyan yağmurlar ne şekilde oluşur? Öncelikle yeryüzünde bulunan su kaynaklarından güneş ışığının etkisiyle suyun bir kısmı buharlaşma yoluyla yükselir. Yükselen su buharı, gökyüzünde soğuyarak yoğunlaşır ve tekrar su haline dönüşür. Dönüşen su taneleri, kütleleri nedeniyle hızla tekrardan yeryüzüne doğru giderler. Bu hava olayına yağmur ismi verilmektedir. Yeryüzünde bulunan kaynaklardaki sular buharlaşır ve gökyüzündeki su damlacığı dolu bulutları oluşturur. Gökyüzündeki bulutlar ise farklı yoğunlaşma ve yoğuşma olayları sonucunda oluşmaktadır… Bu küçük bulutların içerisindeki su buharı, yeryüzüne tekrar düşmeye yetecek kadar yeterli olmasa da bu bulutlar, başka bulutlarla birleşerek daha büyük su kitleleri oluşturabilirler…”

Şimdi, gözünü açtığından beri, bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefenin aksiyom ve inançlarına göre düzenlenip kurgulanmış, bu “yağmur” tasvir ve açıklama ve telkinlerini binlerce defa okumuş bir öğrenci: “Rabbim bu iş / işleyişin neresinde!? Bilim, evrendeki şeyleri böyle Bilimsel olarak izah edip, nedenselleyebiliyorsa; yani herşey böyle ‘sebep – sonuç, kanun, madde – enerji, otomatik mekanizmalarla’ açıklanabiliyorsa; benim iman ve inanmak için gerekçem nedir?” sorusunu sormaz mı!?

Halbuki, kâinata Bilim’in “parçalayıcı” ve insan zihnini “kesrete dağıtıp – boğdurucu” bakışı yerine; dinimizin “birleştirici ve bütüncül (holistik)”, — daha doğru ifadeyle — “Tevhidî / Vahdet” nazarıyla bakarsak, görürüz ki: Allah’tan başka hangi sebep, yeryüzünde tonlarca suyu göğe kaldırıp – arıtır; O’ndan başka hangi fail başımızın üzerinde tonlarca suyu gezdirip, muhtaçlara nakil ve yetiştirir!?, Allah’tan başka hangi müessir, yağmuru kâinattan terkip edip; sonra da usulca, yaprak ve çiçekleri delip parçalamadan indirir!?, Allah’tan başka hangi sebep, uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünya gemisine, hergün tonlarca “elma, bal, süt”ten ırmaklar akıtır ve gönderir!? (Yeryüzüne günde, “yağmur” gibi gönderilen; yani “ağaç” musluklarıyla akıtılan veya “arı, inek” kanal / borularıyla iletilen tüm “meyve, bal, sütlerin” miktarları binlerce tondur!), Allah’tan başka hangi neden, hangi fail; anne karnındaki bebeği, göbeğine çektiği bir kordonla karnından; doğduğunda da, dişleri olmayan ve katı yiyecekler için sindirim organları gelişmemiş o bebeği, annesinin göğsünden; böyle en lâzım ve lâtif bir ni’meti gönderip – besleyebilir!?…

Bedi’üzzaman Hazretlerinin (R.Â.) Risale-i Nur’da mantık ve mefhum itibariyle ifade ettiği gibi: Kâinattaki fiil / faâliyet, eser ve olaylara; “iman” ve “tevhid” nazarıyla bakarsak; görürüz ki mikrodan makroya geçerli tüm bu fiil ve eser ve (Tabiât – Fizik Kanunu değil) İlâhî Kanunlara; hiçbir sebep, hiçbir tesadüf, hiçbir tabiât, hiçbir varlık parmağını sokup, karıştıramaz! “Bu fiil ve eserlerde, benim de yetkim ve etkim var” diyemez!…

Elhasıl kameramızın kadraj ve odak ve zum noktasını iyi ayarlayıp, olaylara nereden bakacağımızı iyi hesaplamalıyız. Olaylara yanlış bakarsak; göreceklerimiz de, giydirip – yazacağımız senaryolar da yanlış olur. Kameramızın açısına girenleri, “gökteki tek Güneş’i inkâr ve reddeceğim” niyet ve inancıyla senaryolaştırırsak; sonra Güneş’in yeryüzündeki her yansıma ve timsâl, ısı ve ışığını yerdekilerden bilmek; yani Rabbimiz’in isim ve sıfat, tecelli ve tezahür, fiil ve eserlerini; “çeşitli madde ve kuvvet, sebep ve tesadüf, zorunluluk ve kanunlara” vermek; olayları böyle nedenselleyip, tasvir ve açıklamak zorunda kalırız! O zaman, herşey; “yumurtadan kuş çıkması, insandan insan çıkması, tohum – topraktan ağaç çıkması, tahta ağaçtan meyve – çiçek çıkması, göğün ortasından yağmur gelmesi…”; hepsi bize “tabiî ve normâl ve mümkünmüş” gibi görünmeye başlar! Bütün bu olanların; Allah’ın fiil ve eseri, mu’cize ve âyeti, ni’met ve ihsanı olduğu, unutulmaya ve görünmemeye başlar!

Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz!

Öğrenciye “Allah’ın kesintisiz fiil ve devamlı yaratmasıyla kaim ve daim olan evren ve madde ve insan” şeklinde anlatılacak Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih ve diğer dersler; bu arka fonda yapılacak “atom, kâinat, madde, insan” tasvir ve anlatımları; bir inancın telkin ve empozesi anlamına gelmez. Kaldı ki insanların, kendi çocuklarını, kendi inanç ve dinlerine göre yetiştirmeleri gayet olağan ve normâldir. Üstelik bu hak din İslâm’sa, normâlin üzerinde farzdır. Dahası; kendisi daha başlangıçta Allah – Peygamber sevgisi vermezse; zaten mevcut kültür ve medya, devlet/okul ve arkadaşları, kendilerinkini verecektir!

Diğer yandan; en basit mantık kaidesiyle bile “eser, fiilsiz; fiil de failsiz”; elhasıl “eser, ustasız ol(a)mayacağı” için; kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve sonuçları olan eserlerin, Allah’ın fiil ve eseri olduğu sonucuna varmak ve bu mantıkî sonuca göre dersleri anlatıp, işlemek; zaten aklen vacib ve zarurîdir. Yani bunu bilmek için İslâmiyet’i öğrenip, müslüman olmaya bile gerek yok, birazcık mantık bilmek yeterli!

Çünkü bir “yemek” ve “yemeğin yapılış şekil / neden – nasılından” bahsediyorsak; asıl fail ve özne ve sebep olan, üstelik “tencere – bıçak – ocak – soğan” gibi nesneleri alet ve sebep olarak atayan ve kullananaşçı ve ustadan” bahsetmemek, mantıken mümkün değildir.

Güya “bilim/sellik ve tarafsızlık” adına; yemeğin tasvir ve açıklama ve sebebini “aşçı yok(muş) ve aşçıya zaruret ve ihtiyaçta yok(muş)” şeklinde; yani “ateizm inancına” göre dizayn etmek saçmadır. Yani aşçısız; tencere – tava – bıçak – soğan – biberin kendi kendine ve tesadüfen, pencereden giren rüzgârın çarpıştırıp – birleştirmesiyle (siz bu “rüzgâr”a isterseniz “elektromagnetik itme – çekme” deyin, daha “bilimsel” görünür!) bu yemeği yapabilmesini mümkün görmek; üstelik bu mümkün’ün gerçekleşipte, yemeğin failsiz ve ustasız olduğunu iddia etmek saçmadır!

Bunun “mümkün olabileceği” ve “olanın da bu mümkün’ün vuku’ ve gerçekleşmesi olduğu” inancını savunmak safsata; üstelik kendi üzerine kapanan bir kısır döngü ve totolojidir! Bu inanç, iddia güya Bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış ilmî bir veriymiş gibi; dersleri, failsiz ve öznesiz, aşçısız ve ustasız anlatmak ise, daha büyük bir safsata ve yalandır!

Bu, “kısır döngü (fasid daire) ve totolojidir” dedik; çünkü olanlar, “mümkün” olduğu için olmuyor, olduğu / olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz! Yani “mümkün tanım kümemizi” biz, olanlara bakarak oluşturuyoruz. “Olduğu için, ‘demek ki mümkün(müş)” diye inandığımız şeylere, biraz sonra “demek mümkün ki, oluyor(muş)” diye; delil – netice / ispatı ters çevirerek inanmaya başlıyoruz!

Elhasıl, tasvir ve gözlemlerinde “fail” ve “özne”yi kabul etmeyip, üstelik reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi’nde “kim” ve “niçin” (ne için, failin amaç ve gayesi nedir) soruları yoktur. Oysa, bu soru ve cevaplarından mahrum hâldeki Bilim, “nasıl ve neden” sorularına bile cevap veremez. “Marangoz – masa” veya biraz önce yukarıda verdiğimiz “aşçı – yemek” örneğinde olduğu gibi.

Halbuki aşçı ve ustayı işe katmadan yemek veya masanın “nasıl yapıldığının” tasvir ve açıklaması eksik ve yanlış olmaya mahkûmdur. Yani; Ateist – Materyalist İnançlara göre şekillenmiş ve sanki bu inanç doğru ve ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler içeren Bilim ve Ders Kitapları, eşyanın “nedeni”ni geçtik, “nasılı”nı bile tasvir edemez!

Elhasıl, varlık ve olayları, Neden – Sonuç / Determinizm ve İlliyet Şablonuna oturtup, bu Paradigmaya göre tasvir etmek; yanlış ve eksik bir yöntem ve uygulamadır. Mevcut Bilim ve buna göre yazılmış Ders Kitapları, bu hâliyle “inkâr” ve “şirk”in delil – ispatına çalışır! “Evrensel Bilim” kandırmacasıyla, takmaya ikna ettiği “bilimsellik gözlüğü”yle; insana, kâinatı “ateist” veya “agnostik” bir renkte gördürür. Elhasıl “bilim / bilimsellik” denilen şey; hakikât ve asılda, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefe ve inançlara meşruiyet zemini açmaya çalışmanın bir yöntemi olmaktadır!

İnsan nazar ve zihninin, Bilimsellik Felsefesine göre formatlanması; içte “şüphe” tohumlarının yeşermesine sebeptir. Bu da (Allah korusun) “Allah’ı inkâr veya şirk”e veya inandığımız Allah’ın (Hıristıyanların Tanrısı gibi) “İlk Neden Tanrısı”na dönüşmesine sebeptir! Güya; Ulûhiyyet ve Rububiyyet ve icraatında, yardımcılara muhtaç ve ortak (şerikleri) var!

Eğer iş bu noktaya gelirse, o zaman; “herşeyin neden – sonuç illiyyet ve zincirleriyle bağlandığı, herşeyin madde – enerji, kanun ve tesadüf – zorunluluklarla tasvir edildiği ‘mekanistik’ bir evren de Rabbimiz ne iş yapar?” sorusuna ne diyeceğimizi şaşırırız!…

Halbuki bırak ne yaptığı, (eğer mümkün olsa da arıya sorsak) belki kendinden ve üzerinde yapılandan bile haberi olmayan “arı” için; “arı, bal yapar”, “ağaç, elma yapar / elmaya sebeptir” veya “bitki, fotosentez yapar” diyerek, bunları bal, elma, fotosentezin fail ve ustası olarak göstermek… Yani müthiş ilim – irade – kudret ve şuur gerektiren “bal, elma” gibi şeyleri; yanında veya içinde, bitişik olan diğer bir nesne / olayla açıklamak, inandırıcı olmadığı gibi rasyonel de değildir.

Bu, Mona Lisa’daki sanat ve inceliğe sebep olarak, boya – fırça hareketleri ve tuvali göstermekten çok daha mantıksız ve irrasyoneldir! Elhasıl, Bilim(sellik)in “Madde–Enerji + Uzun Zaman + Tesadüf–Zorunluluk = Herşey Mümkün!” denklemi, yanlış bir denklem ve inanç!

Sebeplerin Rolü

Bedi’üzzaman, kâinattaki işleyiş ve düzende, sebeplerin varlık ve hikmetini reddetmez. Sebep – Sonuç Münasebetinin, Allahû Teâlâ’nın yaratma biçimlerinden biri olduğunu kabul eder; yalnız şu farkla: Sebep, sonucu yaratmıyor; sonucu inşa veya kâinattan sentez ve terkipte etmiyor. Yani “sebep”i de, “sonuç” ismi verilen şeyi de yaratan; terkip ve inşa eden sadece Allah’tır. (C.C.)

Olayları Sebep – Sonuç Şablon ve Paradigmasıyla (Determinizm / Nedensellik / İlliyet) tasvir etmek; şuna “sebep”, buna “sonuç” etiketi takmak; realitede olmayan, zihinsel bir işlem ve isim vermedir. Bu zihinsel akıl yürütme sonucunda ortaya çıkan, “ağaç – elma – elmadaki çekirdek – ağaç – elma” gibi ifadeler, “tavuk – yumurta” kısır döngüsüne yolaçıp, böylece “sebep” ile “sonuç” devamlı yerdeğiştirir.

Ağaç” ile “elma” arasındaki zaman–mekânsal içiçelik ve yakınlık, ardardalık ve istikrar; ağacın elma yapabileceği ve yaptığı; “ağaç, toprak, yağmur, bulut, hava” her neyse, her biri veya toplamının, kâinattan elma sentezleyebilecekleri inancına yolaçmış!

Halbuki elmanın yaratılma veya inşa ve terkibine sebep ve fail olabilmek, böylece elmayı bize ni’met ve rızık olarak verebilmek için; elmayla bağlantılı tüm kâinata hükmedebilecek bir kudret ve ilim gerekiyor. Çünkü “Güneş, dünya, dünyanın dönme ve eğimi, bunların bağlı oldukları diğer seyyare; gece – gündüz ve mevsimler”; elhasıl Rabbimiz’in kâinatın başlangıcından beri devam eden sayısız fiil / faâliyetleri nesnelere yaptırması, onları alet edevat olarak kullanmasıyla, bunun sonucunda, bugün “elma” yiyebiliyoruz. Yani “birşey, herşeysiz; herşey de, birşeysiz olmuyor.” Yani elmanın sebebi, tüm kâinat; yani Rabbimiz elmayı, “kâinat tezgâhında” dokuyor. Bu işin yapılmasını faraza, Rabbimiz sebeplere bıraksa, onlar kendi başlarına ayakta bile duramazlar, nerede kaldı ki birşeylere “sebep” ve “alet” ve “aracı” olabilsinler!

O hâlde elmanın terkip ve icad ve inşasına sebep ve fail kim ise; kâinatı yaratan ve yöneten ve sebep olan da O olabilir. Çünkü kitabı yazan, içindeki cümleleri yazandan farklı olamaz; cümleleri yazan da, o cümlelerin oluştuğu kelime ve harfleri yazandan başkası olamaz!

Demek zerre veya atomkalem uçları” veya kalemin kâinat sayfalarına temasta “yazdığı nokta” ve izdüşümleriyle; herşey Rabbimiz’in Kudret Eliyle var oluyor ve varlığını devam ettiriyor. Demek herşeyin varlık ve devam sebebi O…

O hâlde “arı” veya “ağaç”, bal ve meyvenin ancak çıkış sebebi, nüzûl / inzâl yeri, gönderiliş musluğu olabilir. O hâlde “bal” hakkında şuur – ilim – iradesi olmayan arı için “arı, bal yapar; bala sebeptir” yanlış ifadesi yerine (çünkü “yapar” kelimesi, şuurlu ve yaptıkları hakkında ilim ve bu konu hakkında yapma iradesi gösteren biz insanlar için kullanılabilir, arı için değil); “arıya bal yaptırılır, arı eliyle bal gönderilir; arı, zarf ve hizmetçisiyle bal ulaştırılır” gibi ifade ve kelime seçimleri gramatik ve mantıksal açıdan doğru olandır.

İslâmî, yani İlmî açıdan da doğru olan budur; çünkü Allah’ın “Ulûhiyyetinde” (ilâhlıkta) ortağı olmadığı gibi, “Rububiyyetinde” (terbiye, icraat ve fiillerinde de) ortak ve yardımcıları yoktur. Bu açıdan, birşeyleri, kendi cinsinden olan başka şeylere “sebep” olarak görmek ve göstermek “gizli şirk” olup, “tevhid”e aykırıdır.

Yani Allah’tan bağımsız ve ayrı ve O’na muhtaç olmadan “sebep”in, o şeyi yapabilecek özellik ve kuvvette olduğuna ve yaptığına inanmak! Ekmek kestiğimiz bıçağın, Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, zaten o ekmeği kesebilecek (katılık ve keskinlik gibi) özelliklerde olduğuna inanmak gibi. “Ateş”in, O olsun olmasın, yakabilecek kuvvet ve özellikte olduğuna inanmak gibi… Elhasıl “sebep” ve “sonuç” ismi verdiğimiz herşey; etken değil, edilgen / etkilenen; fail ve masdar değil, münfail ve mahâldir.

“Madde” ve “sebepler” hakkındaki bütün bu inanç ve kanaâtler; genel ifadesiyle “La İlâhe illâllah”a aykırı olduğu gibi; özelde ve hususî olarak “La Havle velâ Kuvvete illâ Billâh”a da aykırıdır. Elhasıl “hayır – şer” kâinatta tüm fiilleri yaratan Allah’tır.

Medreset-üz Zehra Eğitim Modelindeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşleniş Biçimini” haftaya bitireceğiz inşâllah.

Haftaya; “Etken Sebep’ler içerisinde, cihaz ve aletçe en zengini; üstelik hayat ve şuur, akıl ve ilim sahibi olan insanın; kendi yapıp etme / fiillerinde etken midir, edilgen midir?, Cüz’î irade / kesb / ihtiyarıyla niyet ettikten sonra, gerçekleştirdiği fiillerini kendi mi yapıyor / yaratıyor; yoksa (kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve ibda – inşa – ihtirâ / icadlar da olduğu gibi) insanın fiill ve eserlerini de Allah mı yaratıyor?, Bu gibi konularda, imanımızı; inanç seviyesinden, bilgi seviyesine; taklid’den tahkik’e nasıl çıkartıp; yakîn sahibi olabiliriz?” gibi sorulara cevap arayacağız inşâallah. Vesselâm.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 16.Kasım.2016

“Bilim” (science) ve “Bilgi” (ilim, data – information – knowledge) Farklı ve Ayrıdır

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilimsel Yöntem ve Kriterleri ve bunların hangi dünya görüşünden kaynaklandığını gösteren Bilimsellik İtikad ve hurafelerinden bahsederken, burada kavram ve kafa karışıklığını önlemek için; “bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor.

Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre evren ve içindekilerin gözlem – ölçüm ve incelenmesi sonucu elde edilen, işlenmiş bilgi’ye “bilim” diyoruz biz. Yani “bilim” ve “bilgi” farklı. Bilim, evrendeki bilgi’nin dar ve eksik bir türü olabilir ancak. Bilgi’nin, “bilimsellik” prizma ve filtresinden geçmiş; yani eksik ve yanlış hâline “bilim” diyoruz biz.

Bir ifadenin “bilimsel olmaması” ayrı şey, “doğru olmaması” ayrı şeydir. “Bilimsel ispatı olmaması” ayrı şey, “mantıksal ispatı olmaması” ayrı şeydir. “Deneysel ölçüm – gözlemle görünmemesi” ayrı şey; “deneysel ölçüm – gözlemle ispat edilmesi” ayrı şeydir. Çünkü ‘bilim’, ‘bilgi’ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir!

Kâinattaki “bilgi ve veri”nin “Bilimsel Yöntemler”le elde edilerek; ateist ve materyalist, determinist ve natüralist “Bilimsellik İnancı”nın dayattığı “Bilimsellik Kiriterleri”ne göre dizayn edilerek, kurgulanmış ve ifadelendirilmiş hâline “Bilim (science) / Bilimsel Bilim”; Bilim’in Bilimsel Yöntemi’nden çok daha geniş ve yüksek “İslâmî B/ilim’in Yöntemleri”yle elde edilmiş ve ifadelendirilmişine de “İlim / İslâmî B/ilim” ismi veriyoruz.

Bilgi’ ve ‘bilim’ farklı ve ayrı” derken; mes’elâ “suyun 100 oC derecede kaynamaya başlaması” bir “bilgi’dir, ölçüm bilgisi”dir; fakat “bilim” değildir. Yani suyu kim ölçerse ölçsün aynı sonucu alır. Yani 1800’lü yıllarda doğup, sistemleşmeye ve kavram, yöntemleri netleşmeye başlayan “bilim ve bilimsel yöntem”den 1000 sene önce suyun kaç derecede kaynamaya başladığını merak edip – ölçen insanlar da, “bilim”den bağımsız olarak aynı sonucu alıyorlardı.

Günümüzde suyun bu ölçüm / ham data / bilgi / verisi; “bilimsellik” kriterleriyle filtrelenip, yorumlandıktan ve elde edilmek istenen amaca göre diğer verilerle harmanlanıp, işlendikten sonra “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşür. Bu “bilgi – bilim” ayrım ve tanımına göre, “bilgi”; kâinata içkin olup, keşfedilen birşeye denk gelmektedir. “Bilim” ise; icat, yani üretilen birşeye tekabül etmektedir. Araştırma ve ölçümler sonucu evrende keşfedilmiş “bilgi” ve “datalar”; “atom bombası yapmak veya radyoloji cihazı yapmak” gibi amaçlara göre, diğer gözlem ve ölçüm verileriyle harmanlanıp, birleştirilir. Yani “bilgi”; kâinatta hazır bulunan patates, tuz, su, et, soğan gibi olup; bunların (istenen yemeğe göre) değişik miktar, oranlarda doğranıp, pişirilmesiyle yapılan, insan ürünü (sun’î) yemekte “bilim” olmaktadır…

1800’lü yıllarda doğup, sistemleşmeye ve kavram, yöntemleri netleşmeye başlayan “bilim ve bilimsel yöntem” tanım ve metod olarak “görünen madde”yi konusu olarak kabul eder. Bunun sonucu olarak madde’yi gene madde’ye indirgeyerek açıklama ve nedensellemeyi ve madde’nin organizasyonu, hareket ve sonuçlarını gene maddî sebeplerle nedenselleyip, tasvir etmeyi esas alır ve bilimsel kabul eder. Rabbimiz’i ve “ahiret, melek, ruh, nübüvvet, kitap, kader” gibi olay ve varlıkların olduğunu ve fizik evrenin işleyişinde rolleri olduğunu kabul etmez; hatta reddedip, inkâr eder. Bunların araştırma veya gözleminin yapılamayacağını; hatta kâinatta bunların delili olmadığı ve ispatının yapılamayacağını iddia eder. Üstelik herşeyin sebep – sonuç ve mekanizmasının çözüldüğü ve çözülemeyen birkaç tanesinin de ileride çözüleceği; dolayısıyle bu tür şeylere inanmak için kâinatta herhangi bir gerekçe; fizik – kimyayla açıklanamayan herhangi bir süreç ve sonuç olmadığına inanır. “Tanrı” gibi doğaüstü bir sebep ve faili gerektirecek sebeplerle açıklanamayan herhangi bir tanrısal ve mu’cizevî bir hâdise ve işleyiş olmadığına inanır.

Kâinatı telâffuz ve okumasını bilip, tercüme ve anlamını bilmeyen, üstelik kendi inancının rengine boyadığı anlam(sızlık)ları kâinata giydirmeye çalışan Bilim’in; mevcut anlam ve mesaja yabancı ve reddeden; üstelik çevresine “Allahû Teâlâ yok(muş); varsa bile eşyanın neden – niçin – nasılının izah ve tasvirinde O’na ihtiyaç ve zorunluluk yok(muş!); çünkü O olsa da – olmasa da, kâinat ve madde, kendi içkin özellik ve tabiâtlarıyla O’ndan bağımsız bu işleri yapabilirler ve yapıyorlar(mış)!” amentüsüyle bakan Bilimsellik Yöntem ve Kriterleri yerine; İslâmî B/ilim’in Kriterleri esas alınmalı, “İslâmî B/ilim”e geçilmeli.

Bilimsellik Felsefe ve Anlayışının doğru ve alternatifsiz, bu Bilim’in evrensel ve olgusal, bu dünya görüşünün tarafsız ve nötr olduğuna inandırıldığımız için; dünyada, metod olarak “Bilimsellik”ten başka bir Bilgi ve İlim Anlayışı; felsefe olarak mevcut “Bilim”in dışında başka bir Araştırma ve Açıklama Felsefesi olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, Bilim’in “Bilimsel(lik) Formatı”ndan geçmiş hemen hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı “Bilimsel Gözle” okumakta! Daha derin ve geniş ve en önemlisi doğru başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Elhasıl “Müslüman(ca) Düşünce” ile “Bilimsel Düşünce” arasında gidip geliyoruz! Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını telif edecek köprü ve dolgu malzemeleri toplama veya sentezlerle meşgulüz! Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız tutarsız! Gerçeklikle bağını yitirmiş bir şizofren gibi; akademide “seküler, lâik”; camide “müslüman” rolü oynuyoruz!

Duruşumuz, konuşmamız, kıyafetimiz, davranışlarımıza bakan birisinin hangi dine mensup olduğumuzu kestirmesi güç! Dünyaya bir hıristiyandan farklı bakmıyor ve algılamıyoruz! Çünkü aynı algı ve gözlem kodlarını kullanıyoruz; değer ve paradigmalarımız arasında sadece isim farkı var; altında çalışan kod ve programlar ise hep aynı!…

Haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 14.Nisan.2016

ayhank27@gmail.com