Etiket arşivi: çanakkale savaşı

Bir Ümmetin Destanıdır Çanakkale

Yılar önce üniversite de okurken bir okul gezisinde Çanakkale’ye gitmiştim.Savaşın geçtiği yerleri görmek için çok sabırsızlanıyordum.Nihayet Çanakkale’ye vardık.Savaşın yaşandığı yerleri görünce  içimi büyük bir hüzün kapladı.O an kendimi savaşın yaşandığı anlarda hayal etmeye çalıştım. Çanakkale savaşı ölüm kalım savaşıydı.Bu savaş bir milletin değil bir ümmetin savaşıydı. Bu savaş kardeşliğin ve vefanın da en üst düzeyde yaşandığı bir destandı.

nmazEvet bu savaş bir kardeşlik destanıydı.Bu cephede Türk, Arab, Kürt, Boşnak, Arnavut omuz omuza savaştı.Bir çoğu şehit düştü.Bunu şehitliğe vardığımızda daha net bir şekilde görmüştük.

Şehitlikte Urfa, Edirne, Diyarbakır, Şam, Belgrat, Sancak, Yemen ve Osmanlı Devletinin o dönem hakimiyetinde olan bütün memleketlerden şehitler vardı. Bu durum bu savaşın ne kadar önemli bir savaş olduğunu bir milletin değil bir ümmetin savaşı olduğunu gösteriyordu.

Savaşın vahametini anlatan çok ilginç şeylerle karılaştık.Mesela beni en çok etkileyen bir şey vardı. O da müzede gördüğüm  iç içe girmiş kurşunlardı. Bu kurşunların havada birbirine girmesi demek savaşın ne kadar şiddetli olduğunu göstermesi açısından çok önemli bir örnektir.Başka bir örnekte kanlı sırt denen tepeydi. Kanlı sırt denen bu yerde kitabede yazdığına göre o kadar kan akmıştır ki bu tepe de yıllarca ot bitmemiş.Bu örneklere  benzer bir çok değişik örnekler vardı.

Bu savaşın acı bir yönü de  Osmanlı Devleti bu savaşta yetişmiş(eğitimli) insan gücünün büyük bir kısmını kaybetmesidir. Öğretmeni, üniversite hocası, müderrisi, tekke dervişi ve talebesi ile “İrfan Ordusu”nun seçkin temsilcileri Çanakkale’de savaşmış ve vatana olan borçlarını ziyadesiyle ödemişlerdir.

Bunlardan bir örnek olarak Tarihçi İsmail Çolak’ın “Okuldan Çanakkale’ye: Mahşerin İrfan Ordusu” kitabında yer alan “Vefa’lı” Öğretmen Ahmet Rıfkı’yı aktaracağım:

İstanbul Vefa Lisesi’nde, Fransızca Öğretmeni olan Ahmet Rıfkı 30 yaşlarındaydı ve aynı semtte annesiyle beraber oturuyordu. 1915 Mayısında Ahmet Rıfkı, çantası elinde mektepten içeri girdi; fakat koridorlarda ağır bir sessizlik vardı. İlk saat lise birinci sınıflara dersi vardı. Sınıfa girdiğinde öğrenciler kendisini ölü sessizliğiyle karşılamıştı. Çocuklar başlarını öne eğmiş, heykelleşmiş bir vaziyette oturuyorlar; ağızlarını bıçak açmıyordu. Ahmet Rıfkı selam verdiğinde ise ayağa kalkıp cevap bile vermemişlerdi.

Rıfkı Bey, fena halde sarsılmıştı; sebebini öğrenmek için sınıfa yöneldi ve “Rica ediyorum; lütfen biriniz konuşunuz!” dedi. Arka sıralardaki Ömer ayağa kalkıp cevap verdi: “Muallim Bey, mektebimizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler. Siz ise, hâlâ buradasınız! Biz de gitmek isteriz ama, yaşımız tutmuyor!”

Muallim Rıfkı, şimdiye kadar hiç düşünmediği bir söze muhatap olmuştu ve ağzından boğuk da olsa şu sözler dökülebilmişti: “Sevgili yavrularım, eğitim ve öğretime daha fazla muhtaç olduğunuz bu devirde sizlere millî ve medenî terbiyeyi veremiyor muyum?” Bunun üzerine ön sırada oturan Avni ayağa kalkıp, hocasını can evinden vuran şöyle bir soru sordu: “Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse, sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar, söyler misiniz?”

Artık, Ahmet Rıfkı’nın konuşacak hali kalmamıştı; bu soru dermanını kesmişti. Talebelerinden duyduğu sözler, içinde büyük fırtınalar kopartmış; sağanak sağanak ağlatmıştı. Öğrencilerinin sözlerini, kutsal bir muska gibi katlayıp koynuna soktu. Sonunda, mektep idaresine dilekçesini verdi ve öğrencileriyle vedalaşıp okuldan ayrıldı. Evine geldi, annesine durumu anlattı; helâllik dileyip elini öptü ve doğru Harbiye Mektebi ihtiyat zabit namzetleri talimgâhına koştu. Burada aldığı kısa bir eğitimin ardından hemen Çanakkale yollarına düştü.

Düşman 19 Aralık günü, Arı burnu ve Anafartalar’ı gizlice terk etmişti. Ancak düşmanın döşediği mayınlar, bir hayli zayiat verdirmişti. İşte, bunlardan biri de Ahmet Rıfkı’ya isabet etmiş ve şehitlik mertebesine ulaşmıştı. O şimdi, Sarı Bayır’da vatan borcunu ifa etmenin rahatlığıyla huzur içinde yatıyor.

Buna benzer bir çok hikayeyi Çanakkale Savaşını anlatan kitaplarda okuyabiliriz.Çok sayıda eğitimli insanın şehit olması daha sonra yeni Türkiye Cumhuriyetinde yetişmiş insan sıkıntısı yaşanmasına sebep olacaktı.Bu savaşta 250 bin insanımızı  kaybettik.Birkaç misli de sakat kaldı.

Evet Çanakkale bir ümmetin kardeşlik destanıdır.Ümmetin Osmanlı Devletine vefa  borcunu ödemek için sınandığı son imtihanıdır. Ve bu savaşta iman tekniğe meydan okumuştur.Öldü denilen bir Millet küllerinden doğarak sömürgecilere dur demiştir.Dünyanın en güçlü orduları karşısında milletimiz imanın vermiş olduğu ”Ölürsem şehidim kalırsam gaziyim’düşüncesi ile karşı koymuş ve muzaffer olmuştur.

Bedrin ve Çanakkale’nin Aslanları

Bu milletin nefs-i emmaresi olan talihsiz şairlerden biri şöyle demiş:

Din şehid ister, asuman kurban;

Her zaman, her taraf kan kan kan. (Tevfik Fikret)

Zavallı şair, bu iki mısrasıyla adetâ: “Din şehid olmamızı, Allah kurban kesmemizi istiyor. Her yerde, her zaman kan görüyoruz. Bıktık artık bu manzaralardan.” diyerek İslamiyet’e kinini kusmuş; İslamiyet’i gönderen Allah’a düşmanlığını ve inkârını ilan etmiştir.

Bu da şair, Mehmed Âkif Ersoy da şair. İkisi de bu ülkenin havasını teneffüs etmiş, suyunu içmiş, ama Âkif’ten nur, diğerinden kir akıyor. Birinden küfür ve cehennem çıkmış, birinden de iman ve cennet. Aynı suyu yılan içer zehir üretir, arı içer bal yapar.

Sormak lazım bu zavallılara Allah sizi yaratmakla, nimetlerle donatmakla, size akıl vermekle kötülük mü etti ki siz Onu ve Onun dinini Onun verdiği akılla inkâr ediyorsunuz?

Allah, cennetten ibaret bir dini göndermekle, din, namus ve vatan uğrunda ölenlerinize rütbelerin en büyüğü olan şehadet rütbesini vermekle, İsmaillerin kanı akmasın diye, kurban kesmeyi emretmekle, imkânı olanları, imkânı olmayanların yardımına koşturmakla size kötülük mü etti ki, siz Ona karşı bu küstahlığı yapıyor ve Onun dinine böyle düşman kesiliyorsunuz?

Sayısız iyiliklerde bulunan bir Allah’a sayısız şükür edilmesi gerekirken neden bize şehidlik ve cennet veriyorsun, diyerek hâşâ Allah’a başkaldırmak, hiçbir akıllı ve vicdanlı adamın işi olmasa gerek.

Allah’ın nimetlerini yeyip de Allah’ı inkâr eden böyle talihsizlere talihli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un bir cevabı var; der ki:

Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok,

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok,

Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver,

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

İslamiyet’in inkârcıları da dahil, herkes bilsin ki, İslamiyet yeryüzünde kan akıtmak için değil, akan kanı durdurmak, kabile savaşlarını, kan davalarını ve her türlü şiddeti bitirmek için gönderilmiş bir dindir.

Peygamberimiz, 13 yıl Mekke’de İslam’ı anlattı. Bunca yıl içerisinde gördüğü en ağır işkencelere rağmen acaba bir kimsenin bir damla kanını akıttı mı? Hayır. Buna izin verdi mi hayır?

Nihayet Mekke’den Peygamberimizi göç etmeye zorladılar. Peygamberimiz, Mekke’den 450 km uzaklıkta bulunan Medine’ye yerleşti. Orda da rahat bırakmadılar. Geldiler, Peygamberimizi ve sevenlerini Medine’nin biraz ötesindeki Bedirde, biraz yakınındaki Uhud’da ve çevresinde kazılan Hendek’te yok etmek istediler.

Peygamberimiz ve inananları, bu şer şebekelerin saldırılarına cevap vermeyecekler miydi? Verdiler. Kan aktı. Bu akan kanın sorumlusu kim? İslam’ın müminleri mi? Yoksa İslam’ın düşmanları mı?

ÇANAKKALE’DE DE BUNDAN BAŞKASI OLMADI.

1914 yıllarındaki Çanakkale, ülkemizin mütevazı şehirlerinden bir şehir idi.

Dünyanın en büyük devletleri Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturalya, Kanada ve daha bilmem kimler kalkmışlar, tâ uzak diyarlardan en güçlü orduları ve donanmalarıyla, tankları, topları ve tayyareleriyle toplanmışlar, gelmişler. Çanakkale boğazından geçecekler, Marmara’yı aşacaklar, Anadolu’yu istila ve işgal edeceklerdi.

Bunların Medine’yi basan, Peygamber’i ve inananlarını yok etmek isteyen müşriklerden farkı ne idi?

Bedir savaşında müşriklere geçit vermeyen kahraman Ashab, nasıl tarif edilmez büyük bir hizmet icra etmişlerse, Çanakkale’de düşmana geçit vermeyen kahraman Mehmetçik de, ona benzer bir hizmet icra etmiştir. Onun için Âkif, Mehmetçiği Bedr’in aslanlarına benzetmiş ve şöyle demiştir:

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi,

Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi” der.

Bedrin aslanlarını örnek alan ve düşmana geçit vermeyen aslan Mehmetçiğe, Bedr’in ve Çanakkale’nin aslanlarına minnet ve şükran borçluyuz. Şehadetiniz, zaferiniz ve gazanız size ve milletimize mübarek olsun.

ÇANAKKALE’DE MEHMETÇİĞİN KARŞISINDAKİ GÜÇLER

Çanakkale’de Mehmetçiğin karşısındaki güçleri Âkif’den dinleyelim:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani, tâûna da züldür bu rezil istilâ!”

Saygıdeğer dostlar,

Biz, bu rezil istila ve işgale cevap verdik, karşı koyduk. Kan döküldü. Bu kanın sebebi kimlerdi? Irz, namus, hak-hukuk, din, medeniyet, mukaddesat düşmanları mı? Yoksa vatanını, milletini, namusunu, bayrağını, din ve mukaddesatını kahramanca ve aslanca savunan Müslüman Mehmetçik mi?

EĞER BİZ 300 BİN ŞEHİD VERMESEYDİK

Eğer biz, Çanakkale’de 250-300 bin şehid vermeseydik bu gün İstanbul, hatta Anadolu bile elimiz de olmayacaktı. Minareler yıkılacak, ezanlar susturulacak, camiler kiliseye döndürülecek ve her caminin boynuna çan asılacaktı. İffet, ahlak, namus ve mukaddesat diye bir şey kalmayacaktı.

YAŞLI BİR NİNE

Yaşlı bir ninemiz, yağan yağmurdan top mermisi etkilenmesin diye, yanındaki kız torununun üstündeki şalı alır, top mermisine sarar ve onu koruma altına alır. Bunu gören asker der:

-Anacığım, çocuğu üşüteceksin, hasta edeceksin, şalı çocuğun üzerine ört. Ninenin cevap enteresan:

-Kuzum, bu çocuk hastalansa bir şey olmaz, ölse de bir şey olmaz. Ama düşman için kullanılacak olan bu top mermisi patlamazsa, düşman Çanakkale’yi geçer, bu kızın anasının, bacısının ırzını kirletir, namusunu çiğner, bayraklar iner, ezanlar susar, koca bir vatan ölür.

İşte Çanakkale zaferini kazandıran ruh budur.

ÇAĞRILMADAN ÇANAKKALEYE KOŞTULAR

Bu sebepten dolayıdır ki o gün çağrılmadıkları halde okullardan öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz, doktorlarımız, müftülerimiz, camilerden imamlarımız, cemaatlerimiz, kınalı kuzularımız Çanakkale’ye koşmuştur. Günlerce boğazda nöbet tutmuşlar, vuruşmuşlar, şehit düşmüşler, gazi olmuşlar, “Çanakkale geçilmez” demişlerdir.

Mehmetçiğin bu fedakârlığı İslam ve istiklal şairi MehmedÂkif Ersoy’a:

Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”

dedirtmiş ve Çanakkale şiirini yazdırtmıştır.

ÂSIMIN NESLİ İŞ BAŞINDA

Cenab-ı Hakk’a sonsuz ve sınırsız şükürler olsun, Âsım’ın nesli şimdi iş başında. Bütün dünyanın namusunu kurtarmaya hazırlanıyor. Çağın Büyük Düşünürü boşuna söylememiş: Ümitvar olunuz; şu gelecekteki değişiklikler içinde en yüksek gür ses İslam’ın sesi olacaktır.”

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Çanakkale’de Şahlananlar

Çanakkale’de yaşananlar, sadece kuru bir “savaş” kelimesiyle açıklanamaz. Orada yaşananlara ancak bir milletin “şahlanışı” denilebilir. Osmanlı torunu yiğit Mehmetçikler, yüreklerindeki iman gücüyle dünyanın “Süper Güçler”ine meydan okumuşlardır.

Hz. Ali’nin, Hayber Kalesi’nin kapısını sökerken şahlanışı gibi şahlanmıştı Seyit Onbaşı… O şahlanışla 276 kiloyu sırtlanmıştı Müctecip Onbaşı… O şahlanışın tesiriyle bir denizaltıyı, periskopundan, hem de top atışıyla yakalamıştı.

Çanakkale’de mektepli mücahitler de vardı. “İstanbul elden giderse aldığımız eğitimin ne önemi var” diyerek cepheye koşmuşlardı; pek çoğu da geri dönmemişti. Eli kalem ve kitap tutmaya alışmış binlerce delikanlı, kan ve ateş içinde şehadet şerbetini içmişti.

İngiliz ve Fransızlar tarafından kandırılan Müslüman esirleri kime karşı savaştıkları konusunda bilgilendirmek için Almanya’ya gönderilmişti Mehmet Akif… Ve bu muhteşem zaferi şiirleriyle abideleştirmişti.

Şehit anaları oğullarını “Ya şehit ol, ya gazi; yeter ki bu vatana düşman ayak basmasın” diye göndermişti cepheye… Kahraman hanımlar da eşlerini cepheye bizzat kendileri uğurlamış, şehadet haberleri geldiğinde de acıyı kalplerine gömmüş, her öğün bir tabak da onlar için indirip kaldırmışlar sofraya… Zaferi kazandıran yiğitler kadar analar da destanlar yazmıştı Çanakkale’de… Çanakkale destanı, kanla ve gözyaşıyla yazılmıştı.

Çanakkale; altı asır üç kıtaya hükmeden şanlı Osmanlının son zaferi ve İstiklal harbimizin habercisi…

“Yedi Düvel”in “hasta adam” dedikleri Osmanlıya son darbeyi vurmak isterken kazdıkları kuyuya düştükleri yer…

İki yüzelli bini aşkın şehidin kanıyla sulanan vatan toprağı…

Cenab-ı Hakkın (c.c.) inayetiyle, Hz. Peygamberin (a.s.m.) ruhaniyetiyle hazır bulunduğu, Allah ve Peygamber aşkıyla gözünü kırpmadan, korkusuzca düşmana karşı koyan Mehmetçiğin tarih yazdığı altın sayfa…

Düşmanın dahi kahramanlığını, insanlığını övdüğü Mehmetçiğin yazdığı bir destan Çanakkale…

Aslında Çanakkale Zaferi için ne söylense az…

Vehbi Vakkasoğlu

Sağ Kolumu Kaybettim Ama Sol Kolum Var

Seddülbahir ve Conkbayırı’nın büyük kahramanlarından biri de Bombacı Mehmet Çavuş’tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca yakalar ve karşı tarafa fırlatırdı. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları birkaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş’un iadesini önlemek istemişlerdir.

İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş’un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı hastaneden tabur komutanına şöyle bir mektup yazmıştır:

“Sağ kolumu kaybettim, zararı yok, sol kolum var. Onunla da pekala iş görebilirim. Beni müteessir eden yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastaneden kurtularak harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz muhterem komutanım.”

Kıymeti bilinmeyen bir kahraman: Seyid Onbaşı

Çanakkale Savaşı, bugün bile hakkı tam teslim edilemeyen bir zafer. Çünkü devrin süper güçlerinin hücumuna karşı, çoktan bitti sanılan bir devletin her zaman var olacağını anlattı, hâlâ da anlatıyor.

Eğitimci-yazar Vehbi Vakkasoğlu’nun, “Bir Destandır Çanakkale” adlı kitabı dedelerimizin kahramanlığını bize en iyi anlatan kitaplardan biridir.

İşte Vakkasoğlu’nun kitabında, Seyid Onbaşı’nın kahramanlığını anlattığı bölüm:

– Kıymeti Bilinmeyen Bir Kahraman: Seyid Onbaşı –

Denizden püsküren çelik ve ateş, Mecidiye Tabyasını alt üst etmişti. Mermi yağmuru Mehmetçiği açıkta duramaz hâle getirince, takım subayı Fehmi Bey’in emriyle sığınağa koştular. Erlerin büyük bir bölümü sığınağa girer girmez, cephaneliğe isabet eden bir mermi, hepsinin şehit olmasına sebep oldu. Geride kalanlar, büyük bir sarsıntıyla savruldular. Bunların da bir kısmı şehit oldu.

Ancak, Edremit’in Çamlık köyünden Mehmet oğlu Seyid, yara bile almamış, sadece bayılmıştı. Ayıldığı zaman karşısında takım arkadaşı Ali’yi buldu. Etrafa bakındı, başka kimsecikler yoktu…

Arkadaşlar nerede?” diye sordu.

Ali, büyük bir hüzünle ve sesi titreyerek, “Arkadaşlar mertebelerini buldular. On dört şehidimiz, 24 yaralımız var. Ayakta bir senle ben kaldık” dedi.

Seyid ayağa kalktı ve denize doğru baktı. Düşman gemilerinden alev ve duman püskürüyordu.

Tabyanın içinde kullanılabilir bir tek top kalmıştı; gerisi toprağa gömülmüştü.

Seyid, bir tabyadaki topa, bir de denizdeki gemilere baktı. Düşmanın gemileri kıyıya iyice yaklaşmıştı. Yerdeki mermilerden gözünü alamıyordu. Âdeta bu mermiler, “Beni namluya sür!” diyordu.

Arkadaşına, “Gel Ali, yardım et de şu gülleyi sırtıma alayım” dedi.

Çünkü, kullanılabilir durumdaki tek top da yaralıydı. Top mermisini kaldıracak alet bozulmuştu. Mermi, ancak sırtlanarak namluya sürülebilirdi.

Ali, önce yerdeki mermiye, sonra da Seyid Onbaşı’ya baktı. “Kaldıramazsın, Seyid” dedi. Çünkü bu top mermilerinin bir tanesi 276 kilo geliyordu.

Seyid, kararlı bir sesle, “Hele bir deneyeyim” dedi.

Mermilerin yanına vardı. Ellerini kartal pençesi gibi açtı ve derin bir nefes alıp besmele çekti. Ancak gres yağına bulanmış olan dev mermi ellerinden kaydı. Koca Seyid, ellerini toprağa bulayıp bir daha kavradı ve “Ya Allah!” diyerek omuzuna aldı. Sendeleyerek yürüyordu. Topun merdiven basamaklarına güçlükle attı ayağını ve son bir hamleyle mermiyi namluya sürdü.

Her ikisi de, görevleri başka olduğundan, nişan almakta ve yön tayininde acemi idiler. Ancak, uzman bekleyecek ne zaman, ne de imkân vardı…

Seyid, topun namlusunu düşman gemilerine doğru çevirdi. Mesafeyi bilebildiği kadarıyla ayarladı ve besmeleyle topu ateşledi.

İlk mermi uzun düşmüştü; dolayısıyla boşa gitti.

Seyid, ikinci mermiyi de arkadaşının yardımıyla namluya sürüp ateşledi. Bu da kısa düştü.

Üçüncü mermiyi iyi ayarlamıştı. En öndeki geminin kıç tarafında ve su kesiminde patladı. Bu gemi, “Ocean” idi. Geminin dümen tertibatı bozulduğu için, derhal bulunduğu yerde harmanlamaya başladı. Etrafındaki gemiler kendilerini korumak için kaçıştılar.

Seyid Onbaşı, “Kimin himmeti milleti ise, o, tek başına küçük bir millettir” vecizesinin somut bir örneği olmuştu. Bütün benliğiyle ve aşkla yöneldiği bir “din-ü devlet” hizmetinde, Allah, ona yapamayacağı kadarını da yaptırmıştı. Bu noktada, yapana değil, yaptırana bakmalı değil midir?

Nitekim, zaferden sonra, ziyarete gelen kumandanların yanında, Seyid Onbaşı’dan bu mermilerden birini bir daha kaldırması istenmiştir. Koca Seyid’in o şekilde bir fotoğrafı çekilecek ve muhteşem olay tarihe emanet edilecektir.

Seyid Onbaşı, dev merminin başına gelir, “Ya Allah, bismillah!” diyerek kavrar, ama kaldıramaz. Defalarca tekrarlamasına rağmen, 276 kiloluk mermiyi yerinden koparıp omuzlayamaz.

Utanır, sıkılır, ter içinde kalır. Koca Seyid öyle mahcup olmuştur ki, âdeta kumandanlarının önünde küçücük kalmıştır.

Kumandan paşanın, “Oğlum, o zaman nasıl kaldırmıştın?” diye sorması üzerine de şu çok anlamlı cümle dudaklarından dökülür:

Kumandanım, gâvuru görürsem gene kaldırırım!

• • •

Koca Seyid’in, o dev mermiyi sırtlamış haldeki fotoğrafı bazı tarih kitaplarında yer almıştır. Ancak fotoğrafta görülen mermi asıl değil, makettir. Bir ağaç kütüğü yontularak mermi şekline getirilmiş ve siyaha boyanarak mermiye benzetilmiştir.

Bu olay, bize bir ayet-i kerime mealini hatırlatmalıdır: “Sen atmadın, Allah attı!

Evet, yapan yaptıran Allah’tır; atan, attıran, isabet ettiren de Odur!

• • •

Tek bir insan ve tek bir mermi ile, tarihin akışını değiştirmekte, kim Koca Seyid kadar etkili olmuştur?

Bu kahramanın savaştan sonraki hayatını merak eder misiniz?

Seyid Onbaşı, savaştan sonra vazifesini yapmanın rahat ve huzuru içinde köyüne döndü. Bir süre geçimini odun kesip satarak sağladı. Daha sonra ise, Havran’da bir zeytin fabrikasında hamallığa başladı. Hamallık yaptığı sırada, zaten bakımsız olan bünyesini üşüttü ve verem hastalığına yakalandı. Adı tarihin şanlı sayfalarına geçen bu kahraman, veremden kurtulamayarak, sessiz sedasız hayata veda etti (Kasım 1939).

Seksen yaşındaki kızı Ayşe Yıkar Hanımefendi, 1996’da “Aksiyon”dan Haşim Söylemez’e şöyle diyordu:

Babam hamallık yaptığı sırada veremden öldü, ama zaten o daha önceden ölmüştü!

“…Gençliğimde hep aç ve sefil bir hayat yaşadı. Annem de zaten aç ve perişan hayattan dolayı hastalıktan kurtulamayarak öldü.

“Babamdan geriye hiçbir şey kalmadı. Zaten bir şeyi de yoktu. Ama iyiliği, doğruluğu ve mertliği bıraktı bize… Öyle bir insanın kızı olduğum için iftihar ediyorum.”

“Devlet baba, en azından son zamanlarında huzurlu bir şekilde ölmesi için imkân sağlayabilirdi. Babam, devletin bir çivisinden bile faydalanmadı. Bir süre Havran Kaymakamlığınca belirli bir maaşa bağlanmıştı, ama o maaşı hiç kullanmadı. Zaten bir süre sonra da maaşı kesildi.”

Koca Seyid’in, her 18 Mart’ta, resmini basmış gazeteler sırtında o dev mermiyle, televizyonlar da ekranlara getirmiş… Ama ne kendisini düşünmüşler, ne de geride bıraktığı ailesini… Ne var ki, kızı Ayşe Hanım, tam da babasının tevazuuna yakışır bir değerlendirmeyle şöyle bitiriyor konuşmasını:

Olsun, efendim! Yeter ki vatan sağolsun! Biz perişan olmuşuz, ne çıkar!

Olimpiyat rekorunun bir buçuk katı ağırlığındaki mermiyi tek başına namluya sürüp ateşleyerek Çanakkale Zaferine doğru önemli bir adım atan bu kahramanı saygıyla ve rahmetle anıyoruz. İnşallah, mükâfatını Rabbimizden ebedî âlemde almıştır.

Kaynak: moralhaber.net