Sosyal medyada tanıştığım bir arkadaşımıza, “Niçin varsın, seni dünyada kim misafir ediyor?” gibi sualler sorup kendisini sorgulamasını istiyordum. Ben onu kâinatın ve kendisinin sahibini bulmasına yardımcı olmak için üsteledikçe, o da ama “Müslüman cemaatler de bölünmüş, hatta nurcular bile aynı kitabı okumalarına rağmen, kendi aralarında anlaşamayan gruplara ayrılmış” demeye başladı. Ona dedim ki, “Arkadaş, sen ahirete gittiğinde niçin rabbini tanımadın, yaratılış gayene göre yaşamadın, sokakta bile bulduğun basit bir nesnenin sahibini sorduğun halde, kendi sahibini sormadın?” gibi sorular sorulduğunda ama “Müslüman cemaatler de bölünmüştü, hatta nurcular bile aynı kitabı okumalarına rağmen anlaşamıyorlardı” diye mi cevap vereceksin? Onların bu hâli, senin için bir özür olabilir mi? Ayrılan cemaat ya da gruplar, ahirette sana sorulacak soruların cevaplarında ayrılmıyor ki bu ayrılıkları, kendi lakayıtlığına bir neden göstermiş olasın. Hatta bunun tam tersi olarak; “bütün cemaat ve gruplar, sana bunları talim için yarıştıklarından dolayı, sadece bu yarışta ihlası tam muhafaza edememekten ayrılıyorlar” demiştim.
Gerçekten piyasada böyle düşünen insanlara denk geliyoruz. Kafasını bu ayrılıklara takmış. Hatta bunu, nur külliyatından uzak kalmasına bir sebep olarak gören arkadaşlar bile var. Elbette bunlar çocuk bahanesi gibi şeyler. Ama şunu da rahatlıkla iddia ediyorum ki bu önemli meseleyi 20. ve 21. Lem’a ile Uhuvvet Risalesini okumadan anlamak da mümkün değil. Büyük müfessir Mehmet Vehbi Efendi bile bu konudaki tereddütlerini giderdiği için, bu risaleleri hararet ve hayretle sena etmiştir.
Öncelikle dinî cemaatlerin varlığını, bir nifak ve zaaf olarak değil; bir zenginlik ve çeşit olarak görmek gerekiyor. Dinî cemaatten kastımız, i’la-yı kelimetullahı hedef ittihaz ve muhabbet üzerine hareket eden birliktelikleri kastediyoruz. İhlası esas tutmayan, çeşitli garez ve nifak unsurlarını barındıran yapılar, fıtrî olmadıkları için, zaten zaman içinde çözülür ve kaybolurlar. Onlar cemaat adıyla ifade edilmeyi de hak etmiyorlar zaten. O tip ihlassız, gizli ve şeffaf olmayan oluşumları cemaat olarak anmak, cemaatlere bir haksızlıktır.
İslam’ın izzetini değil de kendi meslek, meşrep ve izzetini korumak adına başkalarına leke sürerek kendi kıymetini düşünen yapılar, zaten dinî bir cemaat hüviyetinde değildir.
İşte yukarıda zikrettiğimiz yüksek düstur ve gaye ile yola çıkan ve halisane din-i mübin-i İslam’ın izzet ve îlâsı için çalışan insanların teşkil ettikleri cemaatler, elbetteki maksatta da ittihat etmiş sayılırlar. Bunların meslekleri (tarzları, yolları) ve meşrepleri (davranış biçimleri) farklı olsa da maksatları aynıdır. Zaten insanların huy, mizaç ve yapıları farklı olduğu için, tüm insanların aynı meslek ve meşrepte bir olup ittihat etmesi de mümkün değildir. Bir nevi cemaatler, insanların yapısının fıtrî bir neticesidir; bir nevi cemaatler bu farklılığa bir cevaptır. Bunu Üstad, ” Dinî cemaatler maksatta ittihat etmelidirler. Mesalik ve meşrepte ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir” şeklinde ifade etmiştir.
Bu yönüyle cemaatleri, insanları hakka ulaştıran bir yol ya da vasıtaya da benzetebiliriz. Yol ve vasıtaların çokluğu ya da çeşitliliği, bir zarar değildir. Yanlışlık, bu vasıtaların birbirini inkâr, hatta bunu çatışma vesilesi yapmalarıdır. Bunun sebeb ve çareleri, İhlas Risalelerinde uzunca izah edilmiştir.
Bunu biz de şöyle izah edelim. Trabzon’dan İstanbul’a gidecek yolcular için esas önemli olan maksat, İstanbul’a ulaşmaktır. Zaten bütün yolcuların amacı da budur. İstanbul’a tek tip vasıta ile gidilmez. Kara, deniz, hava yolları vardır. Her yolun da kendine mahsus farklı farklı vasıtaları bulunur. Vasıtaların çokluğu ümmete rahmettir. Uçakla gitmek belki en kısa ve en az riskli bir yoldur ama yolcuların bir kısmında mesela yüksek tansiyon, nefes darlığı, yükseklik korkusu gibi hastalıklar, rahatsızlıklar varsa; onların illa da uçakla gitmek zaruretleri yoktur. Onların başka yolları ve başka vasıtaları tercih etmesi maslahata ve hikmete mutabıktır.
Evet, yukarıda sıralanan ölçülere riayet edildiği zaman, dini hizmetler daha halis, daha fıtri, daha hikmetli yürütülmüş olur. Bu mazhariyetler, hiç şüphesiz dinî cemaatlerin kemalatına bir ölçü ve semeredâr hizmetleri teşhir ettiklerine de delil ve hüccet olur. Önemli olan ihlas ve uhuvvet ölçülerini muhafaza ve itidal ile hareket etmektir. Bu yönüyle cemaatler, insan fıtratının bir sonucu ve buna bir cevaptır.
Aynı cemaat olmalarına rağmen, nur guruplarına gelince; bir iki ırkı ön plana çıkaran gruplar ve sağını solunu fark edemeyen arkadaşlar, meşrepler hariç, tatlı bir rekabetin haricinde tenfir edici bir durum görmüyorum ben. Aynı kitabı okuyup değişik tarzların varlığını yine anlayış farklılığına, birtakım eski uygulamalara birebir sadakata ve insan huyunun farklılığına bağlanabilir diye düşünüyorum. Bu tip ayrılıklar, Asr-ı Saadet de dahil geçmiş dönemlerde de olmuştur. Fakat bunların hepsi, hizmetin daha yayılmasına, daha fazla insana ulaştırılmasına vesile olmuş ve olmaktadır. Yeter ki İhlas düsturlarına azamî derecede uyulsun ve rekabet menfi bir şekle bürünmesin.
Evet dostlar, bugün ülkemizde yapılan hizmetlerin önemli bir kısmının cemaatler tarafından yapıldığını görmek gerekir. Bu konuda daha hassas olmak lazımdır. Din düşmanları, bu cemaatlere mensup insanlara vurarak, cemaatleri nazardan düşürmek, bu şekilde hizmetleri akamete uğratmanın peşindedirler. Aman dikkat onların bu menfur emellerine bilerek veya bilmeyerek âlet olmayalım.
Selam ve dua ile
Habibi Nacar YILMAZ