Etiket arşivi: Cennet ve Cehennem

Deizmin çukurları merdivenleşirken…

Baudelaire Paranoyası’nda geçen bir cümle var: “Dünyan altüst olmuşsa ardından belli bir özgürlük duygusu gelir.” Ben bu tarz bir özgürlüğü tattığımı anımsıyorum. Seneler önceydi. Tuhaf zamanlardı. Ben de tuhaftım. Yıkmıştım. Hem de pek fena yıkmıştım. Ama rahatlamıştım.

Daha ilk anından itibaren, yani ne yaptığımın farkına vardığım andan itibaren, zerre miktar pişmanlık yoktu içimde. Mutluydum. Döndüğüm eşiğin dehşetinden daha çok umursadığım şey dönemeyecek olduğum eski düzendi. Yıkmanın şehveti de tam olarak buradan kaynaklanıyor bence. Düzeni korumak zordur. Yıkılansa geri gelmez. Yükü tekrar omuzlamak yok. Gemileri yakmışsın. Geride bıraktığından daha zor ne olabilir ki önünde? Bir kaçışa sahip olduktan sonra varılacak yer önemsizleşiyor.

Doğduğun günden beri korumaya çalıştığın kurgunun yapmacıklığı, kurgu giriftleştikçe/büyüdükçe artan ilişki ağı ve o ağı korumak için muhtaç olduğun çaba, yitirmemen gerektiğini düşündüğün insanların sevgisi, insanların hatrı, insanların saygısı, insanların… Bu nedir biliyor musun? Her sabah borçlu uyanmak birilerine veya birşeylere. Sonra, işte dediğim gibi, veresiye defterinin yanında kibritle oynamaya başlıyorsun. Delirmek değil bu. Roma’yı yakmak Roma’yı yönetmekten daha kolay görünüyor sadece.

Bütün bunlar kalmaya çalışmaktan. Kalmaya çalışmak içimizdeki herşeyi dengesizleştiriyor. Akarken böyle değiliz. Dünyada sonsuza dek kalacakmışsınız gibi davranmak, akıntıya kapılmış giderken kenardaki çalılıklara tutunmaya çalışmak gibi, can yakıyor. Daha fazla kalma çabası daha çok el kanaması. Daha çok yara. Daha çok kırgınlık. Daha çok ayrılık.

Akışına bıraktıkça rahatlar insan. Boşvermek değil bu söylediğim. Boşvermek tevekkülü ararken düşülen çukur. Boşvermekten aşkın birşey tevekkül. Bir yüzü kadere iman etmeye bakıyor. Mürşidimin örneklemesiyle ‘yükü sırtından indirip gemiye bırakmak’ gibi. Boşvermekse kendini/yükünü denize fırlatmaktır. Öyle ya! Yük dediğim şeyin içinde sevdiklerin de var. Kim sevdiklerini denize atmakla mutluluğa erişebilir? Ancak bir nihilist der bu ‘herçi bad abad’ı. Karamsarlığı nihilisti merhametsizliğe getirir.

Ama ’emanet etmek’te bu yok. Emin bulduğun bir ele bırakıp tevekkül etmek bu açıdan boşvermenin sahip olamayacağı bir avantaja sahip. İman bize bu avantajı da sağlıyor. Allah’a bıraktığın her işinde aslında kendine de şunu söylüyorsun: “Daha fazla tutmaya çalışma! Görüyorsun. Çok yoruldun. Hem ellerin de hep yarabere. Bırakmakla rahatla biraz.”

Söylediklerime şaşma arkadaşım. 6. Söz‘ün fısıldadığı fırtınalı zamanlardayız. Yahut da fırtınayı burada değildi. Akıl sahibi olmakla fırtınamızı dünyaya biz getirdik. (Tıpkı bir gün cennete/cehenneme yükümüzle gideceğimiz gibi.) Bizden başka böyle telaş eden de yoktur. Bu fırtınanın rahatlaması ancak tevekkülle olur. Yani akla değer verdikleri hakkında düşünmeyi bırakması için ikinci bir alan/imkan açmakla.

Birşeyleri de ardında bırakmalısın. Hepsini kalbine sığdıramazsın. Çünkü sınırlısın. Gördüğün her yüz aklında kalamaz. Duyduğun her tatlı söz kulaklarında saklanamaz. Elbette unutacaksın bazı gözlerin renklerini. Siluetler belirsizleşecek. Hatıralar karışacak. Çünkü hatırlamak da bir tutmaktır. Yolcu olana kalmaya dair her çaba acı verir. Yolcunun psikolojisi lazım biraz bize. Eşyayla yolcu gibi ilişki kurmak. Ne çok bağlanmak, ne çok kırılmak, ne çok aldırmak/aldanmak. Aslolmadığını farketmek. Bize lazım olan bu. Ve sonra: Tutamadıklarını sahibine emanet etmek.

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir.

Bediüzzaman, iman ve küfür muvazeneleri yaparken, anlattığı her hikayede ehl-i küfrü temsil eden karakterin karamsarlığına nazarımızı çevirir. Yapısı gereği etkilenmeye bu kadar açık olan insan, eğer iman sahibi de olmazsa, kalmaya çalışmakla karamsarlaşır. Çünkü bir yanıyla sürekli gittiğinin, yani her çabasının boş olduğunun farkındadır.

Aynaya her baktığında farkettiği yeni kırışıklıklar, solgunluklar, aklar… Çalıların bıraktığı izler, yaralar, gamlar. Güzel ki faniliğimizi bir nebze unutturandır bize. Daha güzelin varlığı güzelin de umududur. Güzel varlığa daha güzel olmaya çalışmakla tutunur. Ahirete inanmayan önce bunu yitiriyor. Daha güzeli olmayan güzelliğin elinden gitmekte olan olduğunu düşünüyor. Bu gidiş, önce karamsarlık, ilerisinde daimî bir küsmek ve sonrasında kemikleşmiş bir öfke şeklinde kendisini gösteriyor. Kâfirin Allah’a düşmanlığının da buradan geldiğini söylüyor Bediüzzaman.

Karamsar insandan korkarım. Allah’a inansa bile ‘Allah yokmuş gibi’ konuşmasından tanırım onu. Karamsar insanla sohbet etmek zehirlenmektir. Öyle hissederim. Nihilizme çok yaklaşmıştır. Şefkatini yitirmiştir. Bu yüzden dengesizdir. Karamsar için herşeyin rengi pek kolay değişir. Gaybın varlığına imanını yitirdiği ve olup olacak herşeyin onun gördüğü şekle münhasır olduğunu zannettiği için amansızdır da. Esfeli’s-safilini alâ-i illiyyin bilir.

Örneğin: Kaos/karmaşa, aklı başında herkes için bir çukurdur. Kimse daha kötüye talip olmak istemez. Oraya düşmek istemez. Belirsizliğin dibidir. Herşeyin, her an başa gelebilmesidir. Anarşidir. Kestirilmezliktir. Korkudur. Yeistir. (Halbuki ümidin/hayalin bile aklın kestirmesine ihtiyacı vardır.) Fakat karamsar, kaosu dahi bir merdiven gibi görmeye başlar. Olan zaten kötüyse ve bundan daha kötüsü olmayacaksa, neden kaos denenmesin? Belki de daha iyi birşey olacaktır? (Hele bir de imansızsa zaten varlığın da bir kaos içinden şu anki haline geldiğine iman etmektedir.)

Ardında bıraktığından daha kötüsüne iman etmez ki, başına geleceğinden korksun da, teenni ile hareket etsin. Cennet ve cehenneme iman etmenin böylesi bir güzelliği de olduğunu düşünüyorum. ‘Daha kötüsüne’ ve ‘daha iyisine’ iman etmiş olmak, yaşanılanın tek kıstas olduğu bir cehennemden kurtarıyor bizi. Özgürlük, yükü denize atmakta değil, gemiye bırakmakta. Muhatap olduğun her anı sağlam bir kazığa bağlamakta.

Biraz da bu yüzden deizmin gerçek bir mutluluk arayışından doğduğunu düşünmüyorum. Getireceğini de düşünmüyorum. Deizm bir kaçıştan doğuyor. Nereye varacağı umursanmayan bir kaçıştan. Tedavisi de kendisi üzerine yapılacak tartışmalarda yatmıyor. Bu insanlara tekrar yüklerini bırakmayı seçecekleri kadar güvenli bir gemi sunmak gerek.

Ahmet AY – risalehaber.com

Cennet ve Cehennem Ebedi midir? Neden?

I.  Cennet ve Cehennemin Ebedi olmadığına dayanak olarak kullanılan Kasas suresinin 88. ayetinin tahlili:

Ayetin meali: “Allah ile birlikte başka şeylere ibadet etmeyin, Ondan başka ilah yoktur. Onun Zat-ı Akdesinden başka her şey hâliktir(yok olmaya mahkûmdur). Hüküm yalnız onundur. Ve siz ancak ona döneceksiniz.”

Kur’an’ın geniş kapsamını gösteren bu ayetin önemli birkaç manası vardır.

a) Vacibu’l-vücud ve Mümkinu’l-vücudun tanıtılması

Ayette vücud mertebeleri itibariyle Allah’ın varlığı ile ma sivanın (yaratıkların) varlığı hakkında bir tanımlama söz konusudur.  Bu tanımlamada Allah’ın varlığı vücup mertebesinde, yaratıkların varlığı ise imkân mertebesinde olduğuna işaret edilmiştir.

Ayetin “Allah ile birlikte başka şeylere ibadet etmeyin, ondan başka ilah yoktur” mealindeki ilk cümlesinde kulluk yapılacak yegâne mabudun yalnız Allah olduğuna işaret edilmiştir.

Ardından gelen “Onun Zat-ı Akdesinden başka her şey hâliktir” mealindeki ifadeyle her şeyin zatında fani olduğu gibi, netice itibariyle de ölüme mahkûm olduğuna vurgu yapılmıştır.

Arkasından gelen “Hüküm yalnız onun elindedir” mealindeki ifadeyle kâinatta hükümran ve hükümdarın yalnız Allah olduğuna dikkat çekildikten sonra “Ve siz ancak ona döneceksiniz” mealindeki son cümle ile de öldükten sonra insanların yeniden diriltilip alem-i bekaya/ölümsüz aleme, onun huzuruna varacaklarına ve hesap vereceklerine işaret edilmiştir.

Bu açıdan bakıldığında özetle denilebilir ki; ayette faniden bakiye, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için “Allah’tan başka her şey fanidir, hâliktir, yok hükmündedir. Baki ise yalnız Zat-ı akdestir” gerçeğine vurgu yapılmıştır.

-Allah’ın varlığı bağımsızdır, başkasına muhtaç değildir, ezelidir, vücup mertebesindedir. Allah mevcud-u bâkidir. Allah’tan başka bütün varlıkların varlığı bir yaratıcının varlığına, onları var etmesine, varlıkta durdurmasına muhtaçtır. Kayyum-u bâki olan Allah’ın varlığı bütün varlıkların yegâne kaynağı ve dayanağıdır. Öyle ki Allah’ın sırr-ı kayyumiyeti bir an kâinattan yüzünü çevirse her şey bir anda yok olmaya mahkûm olur. 

Bu gerçeği seslendirmek için ehl-i tasavvuftan bazıları “la mevcude illa hu” (Gerçek anlamda Allah’tan başa bir varlık yoktur) derken, diğer bazıları ise, “la meşhude illa hu” (Allah’tan başka görünen hiçbir şey yoktur. Çünkü görünen her şey Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi ve fillerinin tezahürüdür) demişlerdir.

– Bu açıdan bakıldığında ayette adeta insanlar, Hz. İbrahim gibi “ben bir an var olup bir an yok olanları sevmem. Zira bu gibi fani olan şeyler dertlerime derman olamaz ve kalbin alakasına değmez” diyerek aklen, fikren ve zikren bu gerçeği özümsemeye ve: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” (Sözler,  221 – 222) hakikatini terennüm etmeye davet edilmiştir.

b) Hak ile batılın karşılaştırılması

İnsanlar tarafından yapılan işler, Allah’ın rızasına uygun ise haktır ve baki olan Hak ismine mazhardır. Eğer yapılan işler Allah’ın rızasına aykırı ise batıldır; her batıl ise boştur, fanidir, hâliktir.

Buna göre ayette vurgulanan husus şudur:

İslam dinine uygun yapılan her iş salih ameldir, buna aykırı olan her iş batıldır ve yok olmaya mahkûmdur. “Mal mülk, çoluk çocuk… Bütün bunlar dünya hayatının süsleridir. Ama baki kalacak yararlı işler (salih ameller) ise Rabbinin katında, hem mükâfat yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır”(Kehf, 18/46) mealindeki ayette de hak ile batıla, salih amellerin ebediliği ile kötü işlerin faniliğine işaret edilmiştir.

– Bediüzzaman’ın –özetle- ifade ettiği gibi, varlıkta bulunan her şey, mana-yı ismiyle/kendine bakan yönüyle bir hiçtir. Kendi zâtında müstakil ve bizâtihî sabit bir vücudu olmadığı gibi, kendi başına kaim/ayakta duran bir hakikati de yoktur. Buna mukabil her şey, mana-yı harfiyle/ Cenab-ı Hakk’a bakan yönü itibariyle bir hiç değil, ebedi bir varlığa sahiptir; çünkü bu yönüyle her varlıkta cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Böyle bir varlık yok olmaz; çünkü sermedî bir vücudun/varlığın gölgesini taşıyor. Bu boyutuyla her varlığın sabit  ve yüksek bir hakikati vardır;  çünkü bu yönüyle her varlık mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. (bk. Mektubat/15. Mektup/59 – 60)

c)  Allah için olanla Allah için olmayanların karşılaştırılması

Ayette yer alan  “her şey hâliktir/yok olmaya mahkûmdur” mealindeki ifadenin en önemli  bir hedefi de insanın yüzünü dünyanın fani yüzüyle yüzleştirmek,  masivadan (Allah’tan başka bütün varlıklardan) elini çektirmek,  Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmayan fâni şeylere karşı –Allah’ı sevmekle yükümlü olan- kalbin alâkasını kesmek ve kalbin yüzünü baki olan Allah’a ve onun rızası dairesinde olmakla bakileşen şeylere çevirmektir.

Demek ki, Allah hesabına olsa, Allah için olsa, onun rızası dairesinde olsa, hiçbir şey masivaya (Allah’tan başkası olan varlık sınıfına) girmez ki “her şey hâliktir/yok olmaya mahkûmdur mealindeki fermanın kılıcıyla başı kesilsin. (bk. Mektubat/15. Mektup/59 – 60).

d) Alem-i Beka ile Alem-i Fenanın karşılaştırılması

Ayette yer alan “her şey hâliktir/yok olacaktır” mealindeki ifadeyle âlem-i fena olan bu dünyanın kıyametin kopması anında yok olacağına işaret edilmiştir. Ayetin sonunda ise “Ve siz ancak ona döneceksiniz” mealindeki ifadeyle bu kâinatın, özellikle de insanın yeniden diriltileceğine ve âlem-i bekada bekaya mazhar olacağına işaret edilmiştir.

“Yerin üstünde olan herkes fanidir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zatı baki kalır” (Rahman, 55/26-27) mealindeki ayetlerde de bu hakikat çok açık olarak ifade edilmiştir.

– Bununla beraber, ehl-i tahkik âlimlerin büyük çoğunluğuna göre  ayetin “her şey hâliktir/ yok olacaktır” mealindeki ifadesi, cennet, cehennem ve şu anda da orada bulunan “melek, gilman ve huriler gibi” âlem-i beka ahalisini kapsamaz. Diğer bazı âlimlere göre kıyamet anındaki yok olma hükmü onları da kapsar, fakat onların bu yok olmaları o kadar kısa bir zaman zarfında olur ki yokluğa gidip geldiklerini hissetmeyecekler (bk. Mektubat/15. Mektup/59 – 60).

e)  Bediüzzaman hazretlerinin konuyla ilgili yorumu:

Bediüzzaman’a göre, bu ayetin zahiri ifadesine bakarak cennet-cehennem ve ahiret âleminin de sonunda yok olacağını iddia edenlerin görüşleri yanlıştır.

Çünkü Allah’ın Zât-ı Akdesi madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfât ve esması dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfât ve esması daimî ve sermedîdirler; elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fena-yı mutlaka bizzarure gidemez. Farz-ı muhal,  kıyametin kopması esnasında cennet ve cehennem de bu ayetin hükmüne dahil olup yok olsalar bile, bu yokluk mutlak yokluk değildir.

Çünkü,  Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.

Hem adem-i mutlak zâten yoktur, çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Hattâ bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik “a’yân-ı sabite” tabir etmişler.

Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u manevîye ve ilmîye girmektir. Yani hâlik ve fâni olanlar vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u manevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer. (Mektubat/15. Mektup/ 60 ). Demek ki kıyametin kopmasından sonra varlıklar tekrar ilim dairesinden kudret dairesine girer, ilmî elbise yerine haricî vücut elbisesini giyer ve ebedi olarak bu dairede devam ederler.

f) Ayetin muhtevası Ahiret diyarının ebediliğinin göstergesi

Ayetin muhtevası, onun hedefini ortaya koymaktadır. O da şudur: Allah bu ayette yalnız kendisine ibadet edilmesini, çünkü ondan başka her şeyin fena damgasını yediğini, baki olan yalnız Allah’ın Zât-ı Akdesi olduğunu, dolayısıyla insanların en son varacağı yer onun yanı olduğunu düşünmelerini ve ona göre başkasına değil yalnız ona kulluk etmeye gayret etmelerini tavsiye etmektedir.

Bu ayetin ifadesinden anlaşılan mesajın özeti şudur: “Allah’a kulluk edin, çünkü baki olan yalnız odur, dolayısıyla sizi ölümden sonra tekrar diriltip yanına alacak ve bekaya mazhar kılacak ancak odur.”

Demek ki Allah bu ayette insanlardan kendisine ibadet etmelerini istemiş ve karşılığında da ebedi bir hayatı vaat etmiştir. Bu ayetin son cümlesindeki “ Ve siz sonunda Ona döneceksiniz” mealindeki ifadesi, söz konusu“yok olmanın” kıyametin kopması zamanıyla ilgili olduğunun açık delilidir. Çünkü burada her şeyin helak olmasından sonra insanların tekrar dirilip Allah’ın huzuruna varacaklarına vurgu yapılmıştır. Bu sebeple, bu ayetin ifade ettiği “helak/yok olma” olayını kıyametin kopmasından sonraki hayata teşmil etmek ve  bundan hareketle oranın iki ebedi memleketi olan  cennet ve cehennemin yok olacağına hükmetmek ayetin sarih ifadesine terstir.

– Bu ayetten cennet ve cehennemin de sonunda yok olacağı mesajını algılayanlara göre  ayette –haşa- şöyle bir çelişki olmak durumundadır. Allah bir yandan insanlardan kendisine kulluk etmelerini istemekte, diğer taraftan onların en sonunda yok olacaklarını haber vermektedir.. Bu anlayışa göre ayeti şöyle anlamak gerekir: “Ey insanlar! Bana kulluk edin, benden başkasına ibadet etmeyin. Çünkü ben en sonunda kökünüzü kazıyacak, hepinizi yok edeceğim.” Biz, sonsuz rahmet, hikmet ve azamet sahibi olan Allah’ı böyle bir şey söylemekten bir milyon defa münezzeh, mukaddes, Müberra ve mualla olduğuna iman ediyoruz.

II. İyilerle Kötülerin Varlığı Öbür Dünyanın Ebediliğinin Delildir.

Mümin ile kâfir olanların aynı akıbeti paylaşmaları adalet anlayışına zıt olduğu gibi, Kur’an-ı Kerimin konuyla ilgili birçok ayetinin açık ifadelerine de terstir.

İman ile küfür, iyilik ile kötülük bir olamaz.

“Siz hacca gelenlere su dağıtma ve Mescid-i Haramı mâmur etme işini, Allah’a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden müminin işi ile bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah indinde eşit olmazlar. Allah o zalimler gürûhunu hidayet etmez, umduklarına eriştirmez” (Tevbe, 9/19) mealindeki ayette, müşriklerin iman etmedikleri halde Kâbe’ye yönelik yaptıkları bazı hizmetlerini müminlerin Allah yolunda yaptıkları işlerle kıyaslamalarının doğru olmadığı belirtilmiştir. İşin mahiyeti aynı olsa da imanlı olarak yapılan işlerle imansız olarak yapılan işler arasında dağlar kadar fark olduğuna işaret edilmiş ve bunların Allah katında asla eşit olmadıklarına vurgu yapılmıştır.

-Keza  ayetin son cümlesinde  meal olarak yer alan “Allah o zalimler gürûhunu hidayet etmez” ifadesiyle iman etmeyenlerin zalim olduklarına, zalim ile mazlumun aynı kefeye konulamayacağına dikkat çekilmiştir.

Halbuki cennet ve cehennemin yok edilmesi, mümin ile kâfirin, zalim ile mazlumun eşitlenmesi anlamına gelir.

Demek ki bu ayetin açık ifadesiyle cennet ve cehennem ebedidir. Ebedi kalacaklardır ki her iki tarafın ahalisi –haksız yere- eşitlenmesin.

Kör ile gören, karanlık ile aydınlık bir olamaz

“De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla aydınlık hiç bir olur mu?” (Rad, 13/16) mealindeki ayette kâfir -hakikati görmediği için- kör olarak vasıflandırılmış, mümin ise –gerçeği gördüğü için- gören kimse olarak nitelendirilmiştir. 

Keza, küfür vasfı bir cehalet ve karanlık; iman ise bir ilim ve nur/aydınlık olarak ifade edilmiştir. Bu iki farklı tarafın değerlendirilmesi yapılırken veciz bir şekilde “bunların asla eşit olmayacakları, aynı kefeye konulamayacaklarına” vurgu yapılmıştır.

Halbuki eğer ahiret yurdunda ebedi bir hayat olmazsa, bu iki taraf da “yok olmakla” aynı akıbeti paylaşmış ve eşitlenmiş olacaklardır. Bu ise ayetin açık ifadesine aykırıdır.

Mümin ile fâsık bir olamaz

“ Hiç mümin olan kimse, fâsık/yoldan çıkmış kimse gibi olur mu? Bunlar asla bir olmazlar.  İman edip, güzel ve makbul işler işleyenlere, yaptıklarına karşılık ağırlanmak üzere  Me’va cennetleri vardır. Yoldan çıkmış fâsıkların ise barınakları cehennemdir. Her ne zaman oradan çıkmak isteseler yine oraya itilirler. Onlara: ‘Cehennem azabını yalan sayıyordunuz. Tadın da görün bakalım!’ denir” (Secde, 32/18-20) mealindeki ayette şu üç noktaya dikkat çekilmiştir:

Birincisi: Mümin olan kimse ne değer bakımından ne de akıbeti itibariyle fâsık/yoldan çıkmış kâfir kimse gibi olmaz. Bu ikisini aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık olur.

İkincisi: Müminlerin akıbeti belli olduğu gibi, kâfirlerin de akıbeti bellidir. İman edenlerin varacakları yer cennet; küfrü tercih edenlerin son durağı ise cehennemdir. Demek ki mümin kimse taşıdığı katma-değer itibariyle kâfir kimseyle aynı olmadığı gibi, onunla aynı akıbeti de paylaşmaz. Bilakis ebedi kalmak üzere, mümin cennete, kâfir ise cehenneme girecektir.

Üçüncüsü: Cennetlikler yerlerinden memnun oldukları için oradan çıkmayı düşünmezler. Fakat cehennemlikler, içinde bulundukları sıkıntıdan kurtulmak isterler, fakat buna olumlu cevap alamazlar. Bilakis, “Her ne zaman oradan çıkmak isteseler yine oraya itilirler. Onlara: ‘Cehennem azabını yalan sayıyordunuz, tadın da görün bakalım!’denir.”

Halbuki eğer cennet ve cehennem yok olurlarsa, ayette ifade edilen bu üç hakikat de altüst olur. Demek bu ayetin de açık beyanıyla ahiret yurdu ebedidir.

İman edip güzel işler yapanlar ifsat edenlerle bir olamaz

“Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları gayesiz, boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin bir zannı ve iddiasıdır. Artık o ateşten vay haline o kâfirlerin! Biz hiç, iman edip makbul ve güzel iş yapanlara, ülkede fesat çıkararak nizamı bozanlarla aynı muameleleri yapar mıyız? Yahut Allah’a saygılı olup kötülüklerden sakınanları, yoldan çıkanlarla bir tutar mıyız? (Sad,38/27-28) mealindeki ayetlerde şu üç hususun altı çizilmiştir:

Birincisi: Kâinatın varlığı ahretin varlığının delilidir. Çünkü bu harika evrenin, yer ve göğün ve ikisi arasında bulunanların boş yere yaratıldığını düşünmek, ancak kâfirlerin vesveselerinden kaynaklanan bir kuruntudur.

İkincisi: Mümin yapıcıdır, yeryüzünde daima faydalı işler yapar, onu tamir eder, halkın ve çevrenin ıslahına çalışır. Kâfir ise küfrünün gereği olarak tahribatçıdır, yeryüzünde fitne fesat çıkarır.  Bu ikisi arasında yerden göğe kadar fark vardır. Adalet ölçüsüne göre, iman edip iyi işler yapan bir kimse inkâr edip kötü işler yapan kimse ile aynı kefeye konulamaz.

Üçüncüsü: Allah’a karşı saygılı olan takva sahibi kimseleri doğru yoldan çıkmış fâsık kimselerle aynı kefeye koymak-adalet bakımından- mümkün değildir.

Halbuki  iman eden ile inkâr eden, zalim ile mazlum, itaat eden ile isyan eden kimseler bu dünyadan birlikte; hatta bir çok kâfir ve zalim izzet içinde, bir çok mümin ve mazlum ise zillet içinde ölüp gidiyorlar. 

Eğer bu ölüm her iki tarafı eşitleyecek şekilde bir akıbet (örneğin, haşir ve dirilmenin olmaması veya haşirden sonra ahiret yurdunun yok olması) söz konusu ise, -hâşâ yüz bin defa hâşâ- bu ayetlerin çok açık ve seçik olan ifadelerinin doğru olmadığına hükmetmek gerekir. Bu ise, açık-seçik bir küfürdür ve “Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 4/122) malindeki ayetin hakikatine taban tabana zıttır.

Cehennemliklerle Cennetlikler bir olamaz

“Cehennemliklerle cennetlikler elbette bir olmaz. Felah ve başarıya erenler, cennetliklerdir” (Haşir, 59/20) mealindeki ayette cehennemlik olanlarla cennetlik olanların akıbetlerinin bir olmadığı belirtilmiştir. Çünkü cennetlikler dünya-ahiret ticaret pazarında başarıya imza atmış, cenneti kazanmışken, cehennemlikler başarısız olmuş ve cenneti kaybetmişlerdir.

Halbuki, eğer cennet ebedi değil de bir gün yok olacaksa, bu takdirde cennetliklerin ne başarısından, ne kazançlarından söz edilebilir. Zira bu takdirde cennetliklerle cehennemlikler aynı akıbeti paylaşmış ve eşitlenmiş olurlar. Bu ise Allah’ın sonsuz adalet ve rahmetine aykırı olduğu gibi, bu ayetin açık ifadesine de terstir.

İtaat edenlerle isyan edenler bir olamaz

“Biz hiç, Allah’a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız?” (Kalem, 68/35) mealindeki ayette daha önce zikredilen ayetlerin hükümleri bir kez daha özetlenerek vurgulanmıştır.

Ayette önemli bir nokta “Biz hiç itaat edenlerle isyan edenleri bir tutar mıyız?” şeklindeki ifadede yer alan ve Allah’a ait bir zamir  olan “Biz” kelimesidir. Bununla adeta ayette şu ifade ediliyor: “İtaat edenlerle, isyan edenler hiçbir adalet ölçüsüne göre bir olmazken, sonsuz adalet, hikmet sahibi ‘Bizim’ böyle bir çirkinliği yapmamız mümkün mü?”

Halbuki eğer ahiret yurdunun akıbeti yok olmak ise, ayetin bu kuvvetli vurgusu –hâşâ-havada kalır. Demek ki, bütün bu ayetlerin açık-seçik ifadelerinden anlaşılıyor ki, ahiret yurdu daimidir, cennet ve cehennem bâkidir ve onların ahalisi ebedidir.

III. Huld Ve Ebed Kavramının Birlikteliği

Kur’an-ı Kerim’de ebedilik manasına gelen “Huld/Halid” ifadelerinin geçtiği pek çok ayet vardır. Bu kavramlar hakiki manası itibariyle ebediliği ifade etmekle beraber, mecaz manasıyla “uzun bir süre” anlamına da gelmektedir; dolayısıyla Cennet ve Cehennemin ebediliğine dair yanlış yorumlar yapılmaktadır.

Biz bu bölümde “Hâlidîne fîhâ ebedâ” cümlesinde ifade edildiği gibi “huld” ve “ebed” sözcüklerinin birlikte geçtiği ayetlerin üzerinde duracağız; zira bu iki kelime birlikte kullanıldığında ebedilikten başka manaya ihtimali kalmaz; yani hakiki mana kast edilir ve mecâzi manaya asla mahal bırakılmaz.

Önce Cennetin ve cennetliklerin ebediliğini bildiren ayetleri, sonra da Cehennemin ve cehennemliklerin ebediliğini vurgulayan ayetleri, Kur’an’daki tertip sırasına göre vermek istiyoruz.

Cennetliklerin ebediliğini vurgulayan ayetler

1) “Fakat iman edip güzel ve makbul işler yapanları ise, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz”(Nisa, 4/57).

2) “İman edip makbul ve güzel işler yapanları, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah’ın gerçek vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”(Nisa, 4/122).

3) “Bu gün o gündür ki, doğruların doğruluğu kendilerine fayda verir. Onlara içinden ırmaklar akan cennetler var. Orada ebedî kalırlar. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte büyük başarı ve mutluluk budur!”(Maide, 5/119).

4) “Onların Rabbi kendilerinin, katından bir rahmete, bir rıdvana ve içinde daimi nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler. Onlar o cennetlerde ebedi olarak kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah’ın yanındadır”(Tevbe, 9/21-22).

5) “İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oraya ebedi kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!”(Tevbe, 9/100).

6) “Gün gelir, Allah hepinizi en büyük toplantı günü olan mahşerde bir araya getirir. İşte o gün aldanma günüdür(aldanışların ortaya çıktığı gündür). Kim Allah’a iman eder, makbul ve güzel işler yaparsa, Allah onun fenalıklarını, günahlarını siler ve içinden ırmaklar akan cennetlere, hem de ebedi kalmak üzere yerleştirir. İşte en büyük başarı, en büyük mutluluk budur”(Teğabun, 64/9)

7) “Allah onlar(kâfirler) için âhirette de pek çetin bir azap hazırladı. Artık siz ey akıl sahipleri, ey iman etmiş kullarım! Allah’a karşı gelmekten, ileride de hep sakının ki böyle bir azaptan korunasınız. İşte Allah size gerçekleri hatırlatan bir kitap indirdi, bir Elçi gönderdi. Allahın nurlar saçan, yollar açan ayetlerini sizlere okuyor ki iman edip makbul ve güzel işler yapanları karanlıklardan aydınlığa çıkarsın. Kim Allah’a iman eder, makbul ve güzel işler yaparsa, Allah onları, hem de ebedi kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Allah böyle kuluna gerçekten pek güzel nasip ihsan eder”(Talak, 65/10-11)

8) “Ama iman edip, makbul ve güzel işler yapanlar ise bütün yaratıkların en hayırlı olanlarıdır. Bunların Rab’leri nezdindeki ödülleri, içinden ırmaklar akan hem de ebedi kalmak üzere girecekleri Adn cennetleridir. Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. İşte bu rıza makamı da Rabbine saygı duyanlarındır”(Beyyine, 98/7-8)

Cehennemliklerin ebediliğini vurgulayan ayetler

1) “İnkâr edip zulmedenleri Allah affedecek değil. Onları cehennem yolundan başka bir yola çıkaracak da değil. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır. Bu da Allah’a göre çok kolaydır”(Nisa, 4/168-169)

2) “Allah kâfirlere lânet etmiş ve onlara alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar onun içinde ebedi olarak kalacak ve kendilerini koruyan veya yardımcı olan kimse bulamayacaklardır”(Ahzab, 33/64-65).

3) “De ki: Benim vazifem sadece Allah’ın mesajlarını tebliğ etmektir. Kim Allah’a ve Elçisine isyan ederse, ona cehennem ateşi vardır, hem de ebedî kalmak üzere oraya girecektir”(Cin, 72/23).

IV. Kur’an’da huld kavramı ebediliğin ilanıdır

Kur’an’da  sadece cennetlik cehennemliklerin değil, bizzat cennet ve cehennemin de  “Huld” vasfıyla “ebediliği” ne vurgu yapılmıştır.

İlgili ayetlerin mealleri şöyledir:

Cennetle ilgili ayetin meali: “De ki: “Bu mu(cehennem mi) iyi; yoksa takva ehline söz verilen ebedî cennet mi (Cennetu’l-huld)?” Orası onlar için bir mükâfat ve pek güzel bir akıbettir” (Furkan, 25/15).

Bu ayette cennet “huld” kelimesiyle vasıflandırılmıştır. “Huld” ebediyeti ifade eden bir kavramdır. Cennetin güzel bir yönü de onun ebedi bir yurt olduğu vurgulanmakla ortaya konulmuş ve taçlandırılmıştır. Eğer bu kelimeyi lügat manasına aykırı olarak “ebedi olmayan geçici” bir süreliğine yorumlarsak, ayetin manası tamamen ortadan kalkar. Çünkü cennetin güzelliği –fanilikle değil-ebedilikle ancak ortaya çıkar.

Cehennemle ilgili ayetin meali: “(Ey inkârcılar!) Siz nasıl bugünkü buluşmayı unuttunuz ve bu unutmayı ömür boyu sürdürdüyseniz, Biz de bugün sizi unuttuk. Yaptıklarınızdan ötürü, tadın bakalım sürekli/ebedi azabı (azabe’l-huld)!” (Secde, 32/14).

Bu ayette ise, cehennem azabı, onun ebediliğini ifade eden “huld” kelimesiyle vasıflandırılmıştır. Ayetin üslubundan açıkça anlaşılıyor ki, burada cehennem azabının korkunç bir şey olduğu anlatılırken, onun bu korkunçluğunu daha da dayanılmaz hale getiren bir özelliği olan ebedilik vasfına da işaret edilmiştir.

V. Konuyla ilgili Bediüzzaman’ın yorumu:

Bu konuda son sözü hakikat-bin olan Bedüzzaman hazretlerine vermek istiyoruz. Bir münacat olarak seslendirdiği “ahiretin ebediliği”ni şu güzel sözlerle ifade etmiştir:

“Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadık-ulVa’d-il Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal!.. 

Bu kadar sadık dostlarını, bu kadar va’dlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını yalancı çıkarmak, tekzib etmek ve saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını tekzib edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının âhirete bakan hadsiz dualarını ve davalarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni va’dinde tekzib etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalaleti ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adaletini ve nihayetsiz cemalini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz..

Ve  bütün kuvvetimizle iman ederiz ki: O yüzbinler sadık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyalar, hakkal-yakîn, aynel-yakîn, ilmel-yakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin harika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattir ve işaretleri doğru ve mutabıktır ve beşaretleri sadık ve vakidir. Ve onlar bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hamisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuaı bu hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin emrin ile senin ibadına hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak talim ediyorlar… (Sözler/Onuncu Söz, 100-101).

Hülasa: Yukarıda zikredilen ilgili ayetlerin açık ifadeleri, cennet ve cehennemin ebedi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır..  Aksini düşünmek bu ayetlerin açık ifadelerine aykırı olur ve kabul edilemez. Vesselam…

Doç Dr. Niyazi Beki