Etiket arşivi: Cevdet Baybara

Muhlaslar Kervanından.. (Nasıl Hatırlanmak İstersin?)

“En esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız, tesanüddür.” (Şualar, 310 )

“… o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer. Evet “mecmuunda bir hâssa bulunur ki, ondaki her ferdde bulunmaz” düsturuyla.. “ (Emirdağ Lahikası-2, 89 )

Ehl-i iman kardeşlerinin imanını selamete çıkarma derdiyle dertlenmiş, birbirinde fani olmuş,  imtizac etmiş ruhlar.. adeta bir ruh, iki cesed manasına mazhar olmuş, nesebî kardeşten çok öte, gaye-i hilkatine koşarken en yakın dost, en civanmerd kardeş, çok zaman da tesellici yoldaş olmuşlar.. Kudsî davanın yükünü omuzlarında hissedip nur talebelerinin şahs-ı manevisinden istimdadla yükü kaldırmaya himmet etmiş; gayet aciz ve kuvvetsiz olduğunu bilip sırf rıza-yı İlahiye nail olmak için böyle azim dertleri kalb ve kafasında taşımış habibler.. Onların dayandığı bu kuvve-i kudsiyeyi hangi hücum yıkabilir, hangi engel geciktirebilir, hangi surî ayrılık o kuvvetin kalplerdeki in’ikasına mani olabilir..

“Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz cenubda, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz. Kâinatın kuvveti toplansa, bizi yüksek üstad Said Nursî’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlar.” ( Şualar, 547 )

diyen fedaîlerin kumandanı Zübeyir Gündüzalp abimizin hissiyatına iştirak ederek, merhum şehit Cevdet Baybara Abimizin bu manayı birlikte yaşayıp, bize ayine olduğu, yakın dava arkadaşlarından Kerem Şerbetçi’nin yazısını takdim ediyoruz:

Nasıl hatırlanmak istersin?

Hafız Cevdet Baybara abimin hatırasına…

Hayatinizdaki kararlari gozden gecirmenin en guzel yollarindan biri kendinize bu soruyu sormaktir. İngilizce de kullanilan meshur bir deyimdir “Neyi devamli olarak yapiyorsan, sen O’sun”. Sahsi aliskanliklarimiz aslinda bu hayat yolculugundaki istikametimizi gosteren isaretler sayilirlar.

Hayatta nereye dogru gittiginizi ogrenmek icin son durak olan olumu beklemek zorunda da degilsiniz . Bu biraz gec sayilir. Bunun kolay bir yolu var. Sizi yakindan taniyan samimi ve durust bir arkadasiniza, sizin karakterinizi, hedeflerinizi, gayelerinizi kendi nazarindan, bakis acisindan tarif etmesini isteyin. Gercekten suprizle karsilasabilirsiniz. Alacaginiz cevaplar sizi uyandirip hayatinizdaki beklenti ve gayenizi disaridan yansiyan davranislarinizla kiyaslama imkani sunacaktir. Isterseniz deneyin! 

Burada bahsettigim tarifler “iyi bir insan… cok zeki…” veya “iyi kalpli” gibi tanimlamalar degil. Bunlari gundelik karsimiza gelecek herhangi biri icin de kullanabiliriz. Benim kastettigim daha derinlemesine sorular. Karekterinizin yapisini irdeleyen sorular. Mesela: Ne icin yasiyorsun? Tasan ne? Aksam uykunu kaciran seyler ne? Nicin kiziyorsun? Seni calistiran ne? Onune cikan manileri ve zorluklari nasil karsiliyorsun? Hedefine ulasmada ne kadar dikkatin dagiliyor? Bu gibi sorular icinizde sakli hukumlerinizi ve inandiginiz seylerdeki kahramanlik derecenizi gozler onune serecektir.

Peki ama, nasil hatirlanacaginin ne onemi var ki? 

            Ne kadar ‘hakiki’ odugunu ve yasadigini zannettigin degerleri olcmek icin bir test;

Oldukten sonra, hesap gununde, Cenab-ı Peygamberimizden (A.S.M.) nakledilen hadisler, yakinlarimizin bizim hakkimizdaki kanaatlerinin onemli oldugunu ogretir. Onlarin kanaati senin hangi degerlere sahip olduguna sahitlik yerine gececek. Bu hayat sermayeni nereye kullandigin hakkindaki verilecek son hukumde de bu sehadetin buyuk bir payi olacak. Hem bu dünyada, hem hesap gununde ne kadar samimi ve hakiki olduğun, ozel olarak verdigin kararlara sahit olanlarin sehadetlerine bagli olacak.

Aslinda Allah’in sana verdigi, kontrolu tamamen sende olan en guclu seydir bu, hur iradenle karar verip secim hakkini kullanmış olmak. Fakat kontrol ile birlikte sorumluluk ve hesap gelir. Onun icin hayatinda verdigin kararlardaki seceneklerden sorumlusun. Bugune kadar verdigin kararlar hayatina nasil yon verip sekil verdi bir dusun! Sectigin kararlarin mutlaka bir neticesi olur. Burada onemli olan, kararlarini hangi degerlere gore verdigin. Onun icin bunun hesabini yarina birakmaktansa bugun yapmak daha akillica olur.

Arkadaslarinin ve cevrendekilerin kimler oldugunun secimi de senin elinde. Onlar senin temel karekterini yansitirlar. Fakat daha da onemlisi yakin arkadaslarinin senin karekterin hakkindaki kanaatleri senin deger olculerin icin bir mihenk tasidir.

Demek ki “nasil hatirlanacagim? karsimizda cevaplanmayi bekleyen buyuk bir soru. Hayatinizi, bildiğiniz degerlerle kiyaslamasi zor olan bir soru. Gorundugunden zor bir sey, sozu ve ozu bir olmada lider olmak. Gercek kahramanlarin cikis noktasi da budur. Asil kahramanlar hayattaki kararlarini inandigi degerlere gore verenlerdir.

Kucukken arkadaslar arasinda ingilizce birbirimizle nasil iddiaya girdigimizi hatirlarim.. “Hadi parani agazindan cikana yatir bakayim da gorelim!..” Tabi hicbirimizin cebinde bir ‘cent’imiz bile yoktu. Ama maksat o degildi. Bizimkisi cocuksu dilde iddia ettigimizi yapip yapamayacagimiza bir cesaret denemesiydi..

Simdi yeni bir iddia… “Hadi kararini inancina yatir bakayim!”. 

Verdigin kararlar, inanclarinin urunudur. Dusunceden tatbikata kadar, butun hareketlerinle cevrene ve etrafindakilere ozunden bir iz birakiyorsun. En mantiklisi yaptiklarinin hesabi ahirette gorulmeden simdiden hesap etmek. Sonra en akillicasi bu dunyadaki karar ve hareketlerine guzel sahitlik yapacak, sonsuzluga uzanan hakiki ve samimi dostluklar kurmak.

Tekrar soruya donelim: Nasil hatirlanmak istersin? 

Bunun en kisa cevabi: senin elinde ve senin kararlarina kalmis..

Aynı canim gibi sevdigim halil ve habib dostum, ahiret kardesim, Hafiz Cevdet Baybara agabeyin verdigi kararlar gibi..

O, basit ama cok buyuk neticeleri olan bir karar verdi. Allah yolunda mucadele edip hizmet ederek Allah’i ogrenip ve ogretmek uzere yasamak. Ask ve sevkle sahip oldugu butun zeka, mal, hayat ve sagligini tek bir sey icin feda etti: Allah’in rizasina ve muhabbetine nail olmak. Herzaman gayesi, hayali, ruyasi Sahabelerin yolundan giderek bu yolda etrafini hakiki ve samimi dost agiyla sarmakti. Onu calistiran, ruyasina giren sey buydu. Allah’in istedigi sekilde, kendisini ve etrafindakileri Allah’in rizasini ve kabulu icin calisanlarla cevirmekti. Bu azim ve kararliligindan olacak ki, sikca tekrarlardi “Nur’u elimize aldık, gidiyoruz; gölgemiz ardımızdan ister gelsin, ister gelmesin”. 

Hafiz Cevdet abinin gayesi ve hedefinden hic sasmayan dikkati Nur Risalelerin okunmasi ve Dershanelerin devam edip yasanmasiydi. Modern bir yazarin veya yayincinin yaptiginin cok fazlasini yapti. Bediuzzaman Hazretlerinin en yakin talbelerinden ogrendigi gibi, tukenmek bilmeyen bir istah ile Allah’a hizmet ve ezberine aldigi Kur’an’i arayanlara ogretmekti onun davasi. Allah’i ve kitabini arayanlarla beraber ogrenmek, onlari dost edinmek, onlari merak etmek… onun geceleri uykularini kacirirdi. Hulyasi ve ruyasi nazarinda o kadar hayatlı ve gercekti ki, heyecanla (ben henuz 17 yasindayken) gelecekteki guzel haberleri mujdelerdi “Gor Bak, Neler olacak!”

Onun o zamanlarda gordugunu bugun daha iyi gorebiliyorum. Hafiz Cevdet abi tam bu dunyada yerlesmek uzereyken ahiret yurduna dondu. Vefatinin yildonumunde bu kahraman abimi boyle hatirliyor ve sahitlik ediyorum. 

Resulullah’in (asm) hadisinde de bu mana nakledilir. Bir kisiye baktiginizda size sadece Allah ve Peygamberini hatirlatiyorsa o kisiyi arkadas edinin, takip et ve birakma.. Benim gibi, taniyanlara Hafiz Cevdet abi de boyleydi. Oluşturmaya calistigi uhuvvet ortami ve emegi bulunan hizmete ve muhabbete vesile olan web siteleri gibi onlarca hizmetleri de insaallah buna sahittir ve olmaya devam edecektir. Aslinda Hafiz Cevdet abinin hayat kararlari yangini sondurmeye calisan bir itfaiyeci gibi o kadar azim, fedakarlik ve kahramanlikla doluydu ki yaptiklarinin kiymeti ancak yangin sondukten sonra takdir edilebilirdi. Insanlari kufur ve dalalet alevlerinden kurtarmak icin cabalamasi o kadar fazlaydi ki, makamlara ve mevkilere vakti yoktu. Hedefine ulasmak ugruna dunyanin en uzak koselerine gitti. Onunki hillet mesleginde ciddi bir aksiyon, bir ihlas ve samimiyet hayatiydi ve geride biraktigi bu miras, kaldigi yerden, uzak dogudan, sahiplerini bulmus devam edecek insaallah. 

Artik bugun Cevdet agabeyime daha fazla imrenerek bakiyorum. Bu sekilde hatirlanmak onun hakkinda gercek bir basariydi. Onun basarisi ayni zamanda benim ve cevresindeki habiblerindi. Ve bizler bu basarisina sahitlik ediyor, hatirliyor, yad ediyor ve aynı hislerle hizmete devam edecegiz. Ilahi rahmet ve muavenet oyle takdir etti ki hayati gibi vefati ve kabri de gayesi yolunda mana kazansin… Sehitligi bugun Filipinlerde “altin dostluk” nami kazanmis Cagayan De Oro sehrinde, ismini, Allah’in buyuk peygamberlerinden olan Isa (as)’in dogum yerinden almis ‘Nazareth’ tepesinin sehre nazir eteklerinde kucaklanmis vaziyette yatmakta.

Ne kadar guzel bir hayat ve ne kadar serefli bir vefat. Ve ne kadar ornek bir hatira ve hatirlanmak. 

            Pekala, vefatindan sonra sen nasil hatirlanmak istersin? 

            Iste… sen kararini ve secimini yap.. gerisini Allah’a bırak. 

Huwel Baki

Kerem Serbetci 

[Bu yazi Filipinlerde “Lahika” adli Ingilizce yayinlanan derginin 2011 sayisinda cikan bir yazinin tercumesidir]

Muhlaslar Kervanından (devamı)..

11 Mayıs 2010’da hizmet-i Nuriye için gittiği Filipinler’de uğradığı silahlı saldırı sonucu Rahmet-i Rahman’a kavuşan aziz şehid abimiz Hafız Cevdet Baybara’nın hatırasına ithafen yakın dava arkadaşı Rıza Dalkılıç’ın bir yazısını takdim ediyoruz.

Habiblerden Bir Nur İn’ikası..

(Sizi alsam, bağrıma bassam, zerratimi zerratınıza katsam… Siz olsam kısacası…)

Gün içerisinde birçok cami, mescid, kilise, dini merkezleri vesaire ziyaret ediyor adeta uçuyorduk. Gece geç vakitte otel odasına geldiğimizde Cevdet Ağabey’e telefon açtım. Gün içinde yaptıklarımızı, ihtida eden bahtiyarları, hüsn-ü kabul görmekliğimizi, Filipinliler‘in misafirperverliklerini tek tek anlattım. Heyecanla anlatıyordum.

O ise Isparta’nın Barla köyünde olduğunu söyledi. Sonra “İşte bu…İşte bu kadar… Vallahi söyleyecek cümle bulamıyorum…Sizi tebrik etmek az, takdir etmek eksik, tebcil etmek nakis… Artık ne diyeyim… Allah ecrinizi milyarlar katıyla versin… Aynı ilk defa asr-ı saadette Nur-u Hakk’ı uzak doğuya götüren sahabelere, melekler ve ind-i Rahman tarafından biçilen ecir misali, (Ahir zamanda olduğunuzu hesaba katarak) defterinize ecirler yazılsın… Amin…” diyordu. Bir ara “Dayanamıyorum…” dedi… Kısık kısık ağlıyordu… Barla‘daydı…

Kendisini toparlayınca “Zerrat-ı vücudum titriyor şu an… Çok fazla konuşamayışım ondan… Sizi alsam, bağrıma bassam, zerratımı zerratınıza katsam… Siz olsam kısacası… diyecek çok şeyim var ve diyemiyorum… Nutkum tutuluyor… Her ne ise, bu da güzel bir fal-i hayr… Sesinizi ilk defa Barla’da duyuyorum…”

Bizim iktidar ve irademizin üstünde bir küllî irade ve her şeyi ihata eden bir kudret bizi bir gayeye sevk ediyordu, biz bilmesek bile, o an anlayamasak bile…

Filipinler’de daha fazla kalamayacağımızı anlamıştık. Hem paramız bitmişti, hem de başka planlarımız vardı. Şunu anlamıştık… Filipinler münbit bir zemin ve ekilen tohumlar yemyeşil bitki örtüsü gibi yeşermeye çok müsait…

Dönüyoruz Türkiye‘ye dedik Şehid Cevdet Hafıza.. Bana şunları yazdı bu defa:

“ Kahramanlarım; ızdırabsız zafer olmayacağını bilenlerdeniz ama… Gel ki gönüle sor…Başka yol yok… Sadece niyaz, elimizi açtık, gözümüzü tek noktaya diktik ve aczin zirvesinde olduğumuz anlar misali müteveccih olmak için çırpındık, Rabbimizi şah-damarımız kadar yakın hissedip dedik ki:

“Rahman ve Rahim olan adına sığınarak;
Açtım iki elimi, kor gibi iki yaprak;
Bir edeb ölçeğinde umutlu ve utangaç;
İşte dünya önümde, benim ruhum sana aç;
Bu seğriyen ellerle Senden Seni isterim;
Senden Seni isterken, canımdan çıkar tenim;
Kainat bir mozaik, her şeye sahip Allah;
Ey gizli ve aşikar, her derde Tabib ALLAH…
Ey gizli ve aşikar, her derde Tabib ALLAH…”

Ve Hasan Feyzi Abi’nin cümleleri dökülüyor ruhumun zerrelerine, hem de yıkaya yıkaya, ıslata ıslata katre misal;

“Risale-i Nur’a sahip olanlardan hırs ve hiddet zevale yüz tutar;
Zulmet ve şehvet erir; cehalet ve şekavet ateşi söner;
Tabiat uykusu azalır; gaflet uykusu kalkar;
Kara ve çirkin, bozuk ve uyuşuk kanlar düzelir;
Nefes ve kalp işler; Kan boruları birer mecra-i Nur olur;
Hubb-u Dünya ve meyl-i masiva kalmaz; Ene (Ben) ve Ente (Sen) gider;
Yetmiş bin diye söylenen perdeler kalkmaya ve “Varlık Dağı” delinmeye başlar;
IRCii ILA RABBİKi’den sesler gelir; Vuslat yolu açılır; Misk-u-Anber saçılır;
FEDHULI FI İBADİ ile memur ve VEDHULI CENNETI nişanı ile mecur olur.”

Bilemiyorum, işte hal-i melalim… Sizden de başka kimsem yok ki yazayım…Ve dayanamadım, yazdım…

Süreyyayı süpürge yapacak değilim… Ancak, ruhum Zuhal’i omuzlamış meleği arkadaş edinmek istiyor; Asuman’ı evim; sistemleri odalarım, Mars’ı da Nur’u okuduğum sandalyem kılmak gibi acib bir fırtına, garip bir heyulanın içinde gidip geliyorum… Eğer felek bir gün cana kıymaz ve film orta bir yerde kopmazsa…
Kemal-i lezzetle okuyacağımız Lahikanızı iştiyakla, hasretle gözlüyor; kemal-i ferah ve yeni bir devrenin açacağı kemal-i sevki bekliyor, o kıymettar ruhunuzu bağrıma basıyor, ellerinizden pür tazim ile öpüyor, affımı rica ediyorum…

Sen olan Ben Riza Cevdet.”

Sabah erken saatte havaalanına geldik. Rehberimiz de uğurlamaya geldi bizi… Ayrılacakken baktık ağlıyor, sonra “Beni bırakıp nereye gidiyorsunuz” dedi. Yanımızda kalan kitaplardan verdim. Ve kerhen de olsa Manila’dan ayrıldık…

M. Rıza DALKILIÇ

Muhlaslar Kervanından..

11 Mayıs 2010’da hizmet-i Nuriye için gittiği Filipinler’de uğradığı silahlı saldırı sonucu Rahmet-i Rahman’a kavuşan aziz şehid abimiz Hafız Cevdet Baybara’nın hatırasına ithafen yakın dava arkadaşları Said Baybara, Rıza Dalkılıç ve Kerem Şerbetçi’nin yazılarını takdim ediyoruz.

Hayalleri dünyaya sığmayan, kalbi bütün insanlığın selameti için atan, şefkat ve metaneti mahiyetinde cem’ etmeye muvaffak olmuş bahtiyar ağabeyimizin dahil olduğu muhlaslar kervanına Cenab-ı Hak bizleri de dahil eylesin. Amin. Ruhuna el-Fatiha..

Mümtaz Ağabeyim..

Kendisi hem dava arkadaşım, hem fikir babam, hem hayatta refikim, hem yoldaşım olan bir ruhu tarif etmeğe sahifelerce yazsam, mümtaz ağabeyimi, tarif etmiş olamam. Ama birkaç anekdotu sizlerle paylaşayım.

Cevdet Baybara; İnsanlığın imanının kurtulması için canını ve malını feda etmeği ideal edinmiş bir ruh. Kendisi 1978 Mardin doğumlu olup İlkokulu ve hafızlığı Mardin’de tamamladıktan sonra yerinde duramaz bir hali vardır. Kâh yerel radyo programlarında kâh cami kürsülerinde kâh muhtelif meclislerde Kur’an okurken veya sohbet ederken görürsününüz onu. O dönemler Babası Cüneyt Hoca Mardin Ulu Camii imam hatibidir. Cüneyt hocanın teşvikleriyle Mardin’den Diyarbakır’a, Van’a, Urfa’ya, Elazığ dan Malatya’ya, doğuda birçok ilde okuma kamplarına katılır. Ve birçok İslami, felsefi, mantıki ve fenni eserleri okur. Küçüklüğünden beri; Alem-i İslam’a canını, malını ve hissiyatlarını feda eden (Hz. Ebu Bekir’ler, Ömer’ler, Hamza’lar, Bediüzzaman’lar, Cüneyd-i Bağdadi’ler) ve birçok asil ve necip ruhların, insanlığın iki cihan saadetleri için canlarını ve mallarını (harcadıklarını demeyeceğim) bilakis en güzel bir şekilde değerlendirdiklerini görür.

Kendisinin anlattığı bir rüyada Peygamberimiz kendisine hitaben “Ömrün kısa olacak, aşirelerini yani her bir ânını ganimet bil” diye ikazda bulunduğunu anlatmıştı. Benim müşahede ettiğim, hakikaten her bir ânını dolu dolu değerlendirmiştir. 1996 yılı baharında İstanbul’a gelir. Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden olan Mustafa Sungur ağabeyin yanında on yıl beraberlikleri olur. O yıllarda Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerini mütalaa fırsatı bulur ve çok istifade eder. Bazı mülahazalarını kaleme alarak 2000’li yıllarda editörlüğünü yaptığı, üç dilde yayınlanan (Nur The Light) dergisinde yayınlar. Mustafa Sungur ağabey ile yurtiçi ve yurtdışında birçok panel, konferans ve sempozyumlara katılır.

Rusya, Azerbaycan, Hollanda, Mısır, Avustralya, Japonya, Kore, Filipinler, Fas, Cezayir ve daha başka birçok ülkede bulunur. Bu vesileler ile insanlığın maddi ve manevi eksikliklerini görür. Hamiyetli ve himmetli insanlar anlatılırken “yerlerinde duramazlar, her zaman başkasının derdi ile dertlidirler.” diye tarif ederler. Hakikaten Cevdet ağabeyimizi en güzel ve veciz tarif böyle olsa gerek. Kendisi de “Karınca kudretince” yurtiçinde ve yurtdışında irtibat ettiği insanların vesileleri ile ihtiyaç olan yerlere (muhtelif eserler; Kur’an-ı Kerim, İngilizceye tercüme edilmiş tefsir kitapları ve eğitime dayalı bir çok eser göndermiş, yurtdışında eğitim alan öğrencilere burs vs.) yardımlarda bulunmuştur.

Daha sonraları 2008 yılında resmi olarak tüm insanlığa “Çare” olma maksadı ile gönüllü birkaç arkadaşı ile beraber Çare Yardımlaşma ve Kalkındırma Derneği kurulur. Yurtiçi ve yurtdışında geniş çaplı faaliyetler yapma imkanına sahip olur. Ramazan kumanyaları, iftar çadırları, eğitim malzemeleri, kurban etleri dağıtım organizasyonları, fakir aileler ve yetim çocuklara yardım, su kuyuları, sağlık kabinleri, öğrencilere burs v.s. tarzında birçok faaliyet alanlarında rol alır. O yıllarda kendisi çok şevk ve gayretle ifade ettiği şu sözü; “Dünyada ulaşmadığımız insan, derdine yetişemediğimiz masum kalmasın.” demişti. Öyle olalım ki; yatağı görmesek uyku aklımıza gelmesin, suyu görünce susadığımızı bilelim, aç olanların doyduğunu görünce acıktığımızı hatırlayalım derdi. 2010 yılında gönüllü olarak gittiği Filipinler’de talihsiz iki genç Filipinli’nin gasp maksadıyla, silahlı saldırısı sonucu şehit edilir.

Yaşı henüz 32’dir. Aklımıza gençliğinde gördüğü rüya gelir, “Ömrün kısa olacak her bir dakikanı ganimet bil.”

Meşhur şöyle bir söz var; “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir”. O sadece milletini değil, bütün insanlığa “Çare” olmak isterdi. Ne mutlu hayatını böyle yüksek ideallere adayanlara.

Ey şehidimiz Seni hatırladıkça gözlerimiz doluyor,

İftirakin hüznü boğazımızda düğümleniyor.

Rahmet sana ey Nurlu şehidimiz.

***

Geride Yiğit ruhlu Mehmetlerin,

Kadir-şinas Rızaların

***

Bilirler ki Said ve mesut’sun sen.

Bilirler ki ötelerde saadete mazharsın sen.

***

Yasin’ler sana, okurlar her dem

Âdem amcalar Dua zendir her dem

***

Beyn-en nîsa Sümeyye ilk şehittir

Mabeynimizde sende bizlere, ilk şehitsin

***

Yusuf simalılar orada refiktirler hep sana

Bizden ötelere selam üstüne selam sana

***

Sana gurbet şehidimi

yoksa, hicret şehidimi diyelim

Hayır, sen bizim gönlümüzün ser habibisin

Rahmet sana ey nurlu şehidimiz  

Hayatı, insanı hayrette bırakan çeşitli kahramanlıklarla dolu olmakla beraber; Hak’ta ve Hak yolunda fani olup, şahsından feragat etmede de mümtaz bir fedakarlıkta olduğunu göstermiş oldu. Allah ğani ğani Rahmet etsin.  

Vefatından sonra kendisinin açtığı, (ÇARE) hayır kapısını açık bırakmış. Bizler sevenleri olarak, sizlerde hamiyetli gönüllüler olarak; “Dünyada ulaşmadığımız insan, Derdine yetişemediğimiz masum kalmasın” diye el ele bu hayır kapısını hayırlı işler için açık tutalım.

ÇARE gönüllüsü

Said BAYBARA

İslami Fikirlerin Tecdidinde Bediüzzaman’ın Gayreti ve Rolü

FÂS-RABAT SEMPOZYUMUNUN BİR HÜLÂSASI

17-18 Mart 2000 tarihlerinde asıl ismi Mağrib olan Fâs’ın başşehri Rabat’ta, iki gün devâm eden ve yirmi kadar âlim ve profesörün teblîğleriyle iştirâk ettikleri bir sempozyum tertib edildi. Sempozyumun munazzımı: V. Muhammed Üniversitesi’nin İnsânî İlimler ve Edebiyat Fakültesi’nin İslâmî Eğitimler bölüm başkanı Prof. Dr. Ahmed Ebu Zeyd idi. Bu zât; aynı zamanda İstanbul’da Eylül 98’de icrâ edilen sempozyuma da iştirâk edenlerdendi.

Tanzim edilen bu sempozyumun ismi: “Ondördüncü Hicrî Asırda İslâmi Fikirlerin Tecdîdinde İmâm Bediüzzaman En’Nursî’nin Cehdi, Gayreti ve Rolü”.. Bu târif mâlumâtı; hem fakülte kapısında hem de iç salonda iki bez afiş hâlinde ta’lik edilmişti. Lisânı Arapça olan ve ciddî bir hazırlığı muhtevî bu sempozyumda nazar-ı dikkati celb eden mühim bir-iki husus şöyle idi:

Evvelâ: Teblîğlerin umûmunun nihâyetinde söz tecdîde müncer… Yâni: Her âlim, farklı bir mevzûda teblîğini arzederken -sempozyumun da ismi olması hasebiyle- en nihâyetinde sözü tecdîd mevzûuna bağlıyor ve İmâm Nursî; bu hususta tecdîdî bir izâh olarak bu asra ne hediye getirmiş suâline cevâb vererek hâtime veriyordu.

Sâniyen: Üstâdımızı umûmen “İmâm En Nursî” diye yâd ediyorlardı.

Sâlisen: Teblîğ arz eden âlimler arasında; kim ki, belli bir vakitten beri Üstâdı tanımış, Nurlara bir âşinâlığı var, o zât; kendisine verilen yarım saatlik vakti bir fırsat, bir ğanimet bilip, vaktini bir mevzûya hasretmekten çok en ehemm mes’elelere (şahs-ı mânevî, müsbet hareket, zamanın cemâat zamanı olduğu, gibi) birer cümle ile dahi olsa temâs ederekten hazır yeni cemâate geniş bir hülâsa takdim etmeyi tercih ediyorlardı ki; hakikatte enseb ve ahsen şekli de buydu. Onlar, ‘müsbet hareket’e (Menhecun meğtedil) diyorlar.

*  *  *

İlk gün sabahleyin evvelâ, bir iftitah celsesi nâmında mûtâd bir açılış oturumu oldu. Kısa süren bu oturumun başında, içinde bulunduğumuz fakültenin dekânı Prof. Dr. Said Bin Said; yaptığı kısa teşekkür konuşmasının bir yerinde şöyle diyordu:

“İslâmiyyette tecdîd mes’elesi her ne kadar esâsattan bir mes’ele değilse de, on dört asırdır devâm edegelen bir mes’ele olduğu için bir nevî lüb hükmüne geçmiş….

İnşaallah, bu gibi gayretler, Türkiye’deki ilmi hey’et ile Mağrib’teki ilmi hey’et arasında, yâni maşrıktan mağribe bir köprüye, bir muhabbete, bir kaynaşmaya vesile olur…

Daha sonra Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım Es Salihi de kısa bir teşekkür konuşması yaptı ve akabinde sempozyumu tanzim eden zât sıfatıyla kürsüye gelen Prof. Dr. Ahmed Ebu Zeyd şöyle diyordu:

“Bizler, bu işe ilk niyet ettiğimiz zaman, içimizde bir tereddüt ve bir havf vardı. Zirâ biz, burada Nur’ları bilen ancak iki-üç kişi idik ve bol kitabımız da yoktu. Bu niyetimizi Türkiye’deki ihvânımıza arz ettik. Onlar da bize kitabları gönderdiler. Kitablar geldi ve mevzûlara göre teblîğ hazırlayacak Prof. arkadaşlara tevzi’ ettik. Lâkin Nur’lar okunup, İmâm Nursî’ye ıttıla’ peydâ edince:

..Derin, amîk bir fikr-i islâmi ile.. ve ulvî, yüksek bir mücâhid âlim ile.. ve önder, rehber bir müceddid müfekkir ile.. ve hakîm bir mürebbî, bir pedagogla karşılaştılar… Artık havf ve tereddüt zâil oldu..

İmâm Nursî’nin yegâne menbaı, masdarı, istinâd ve istimdâd noktasının Kur’an olduğunu beyânla şöyle diyordu:

O, (İmâm Nursî) Kur’an’la beraber yaşıyordu. Kur’an sâyesinde yaşıyordu. Kur’an için yaşıyordu… Kur’an; yalnızlığında enîsi.. ferdâniyet, mücâhede, mihnet ve ibtilâsında da yegâne refîki idi..

Ve bu mânâyı tamamlarken diyor:

O Zât (R.H.); hem hayâtında.. hem sülûkünde.. hem resâilinde.. hem de fikrinde Rabbâni bir zât’tı.

İmâm Nursî ve Risâle-i Nur Mağrib’e yeni giriyor. Temennimiz; bu gibi vesîlelerle hem gençler arasında hem de üniversite câmiasında intişârıdır.”

*  *  *

Burada iftitah oturumu hitâma erdi ve herkesin elinde mevcut programda da ifâde edildiği üzere bir çay faslı verildi. Havanın da açık olmasından istifâde ederek hem dinleyenler, hem de âlimlerle beraber fakültenin bahçesine çıkıldı. İşte ikili ikili muhabbetler, tanışmalar burada oldu. Bunlara bir misâl:

Hatırlanacağı gibi, geçen sene yazın neşr olan bir lâhikanın içinde Arapça orijinali ve Türkçe tercümesiyle derc edilen bir mektubda, Cezâyir’in Vehran şehrinden Nur’a âit ihtisâsâtını ve kendi hâl-i garîbini arz eden Prof. Dr. Aşrâtî Süleyman, o mektubunun bir cümlesinde, bu satırları neyin akabinde kâleme aldığını ifâde ederken şöyle diyordu:

Yâni: “Risâle-i Nur’lar mukàvemet edilmez Kur’ânî ruhuyla beni selbetti; beni benden aldı götürdü. Ben bundan böyle kendimi hep Nur’larla meşgul hâlde görüyorum.”

Prof. Aşrâtî’yi, İstanbul’da son tertib edilen sempozyum’a da dâvetli olmasına rağmen iştirâk edemediği için biz de gözlüyor ve bekliyorduk. İşte ilk defa bu çay faslında kendisini gördük ve tanıştık. Sungur Ağabey kendilerine mektublarını takdim ettiler ve bu mektubun Türkiye’de umûm vilâyet ve kazalarda binlerce nüsha hâlinde neşr olup okunduğunu, hatta Orta Asya, Türkî Cumhuriyyetler ve Rusya’da dahi intişâr ettiğini söyleyince bir çocuk misâli sevinç ve heyecânı görülmeğe değer bir manzara teşkil ediyordu.

*  *  *

Bu çay faslından sonra oturumlara geçildi.. İlk oturumda bahsi geçen Prof. Aşrâtî Süleyman’ın da teblîği vardı. Mevzûu : “İmâm Nursî’nin Hayâtına Dâir Bâzı Hâşiyeler” Bu başlık altında Nur’a âit en mühim mes’elelere birer cümle ile dahi olsa temâs ederek geniş muhtevâlı bir teblîğ arz etti. Teblîğinin bir yerinde “Mehdiyyet” mes’elesini ele alırken şöyle bir îzâh getiriyordu:

“Bu güne kadar efkârda şöyle bir söz vardı, deniliyordu ki; ‘merâk etmeyin, mehdi gelince işler hâllolur, mehdi gelir ve işleri hâl eder..’ Bu sözdendir ki; ümmette bir havâlecilik ruhu hâkim idi. İmâm Nursî gelmesiyle diyor ki : ‘Hayır; mehdiyet, bir şahs-ı mânevîdir ve bu şahs-ı mânevînin vazifesinden her mü’minin omuzunda bir hisse var.’ Dolayısıyla her Mü’min; omuzundaki o hisseden, kendini bir gayrete, bir faâliyete mecbur hissediyor ve böylelikle o havâlecilik ruhu da izâle olmuş oluyor.”

Prof. Aşrâtî, Mehdiyet mes’elesinde İmâm Nursî’nin getirdiği yeni tecdîdî îzâhı bu cümlelerle dile getiriyordu.. Buna mümâsil, daha bir çok mes’eleleri de ifâdeye çalıştı.

Prof. Aşrâtî, Bir senedir Nur’ları okuduğunu söyledikten sonra şöyle bir cümle ile hâlini ta’rif ediyordu:

‘Kendimi ilk defa, İslâmiyette âlem hükmüne geçmiş fikirlerden birinin önünde sarsılıyor gördüm.’

Kendisi çok heyecanlı ve coşkulu bir zâttı. Bu heyecan ve coşkusuna bâriz bir misâl:

Oturumların hemen akabinde, münâkaşa dedikleri fakat müzâkere bâbında, bazı suâllerin sorulduğu veyâ ihtisâsatların arz edildiği bir fasıl vardı. Bu fasılların birinde, dinleyicilerden biri bir suâl sordu. Suâl, divândaki hey’ete olmasına rağmen Prof. Aşrâtî şevkinin sevkiyle yerinden fırladı ve divândan mikrofonu eline alarak, uzun, mufassal ve müdellel bir cevâb verdi. Cevâbını bitirirken Üstâdı tavsîf sadedinde şöyle diyordu:

“O, sülûkünde fezz bir misâl; Yâni, tek ve yekta bir misaldir. O; ancak Kur’ânî bir akıldır.”

*  *  *

Daha sonra mikrofona, beyaz bir mahâlli Fâs kıyâfeti giymiş cüsseli bir zât geçti. Bu zât; Prof. Dr. Muhammed Er Rûgî. Kendisi fıkıh Profesörü. Teblîğinin başlığı:

‘Fıkıh ve usullerini takdim şeklinde İmâm Nursî’nin getirdiği tecdîd’.. Bu başlık altında hazırladığı teblîğine de Nur Külliyâtı’ndan mevzû olarak Muhâkemat’tan Yedinci Mukaddime’yi seçmiş. Evvelâ başlarken, meâlen dedi ki:

“Keşke ben bunu Türkçe’sinden okuyabilseydim. Maalesef okuyamamışım. Fakat okuyamama rağmen diyorum ki: ’İmâm Nursî’nin her bir cümlesi bir külliyâttır, Yâni bir kàidedir.

Siz İmâm Nursî’nin cümlelerini okuduğunuz zaman -bir kàideler manzûmesiyle karşılaşırsınız. İmâm Nursî’nin her bir cümlesi bir metne başlık olabilecek mâhiyyettedir.” dedi ve geçti cümle cümle okumağa..

“Mübalâğa ihtilâlcidir.” duruyor ve diyor:

“Evet bu iki kelimelik bir cümledir, fakat bu, başlı başına bir hükümdür.” diye cümle cümle okuyup, İmâm Nursî’nin nasıl her cümlesinin başlı başına bir kàide ve bir hüküm olduğunu îzâh ediyordu.

“İmâm Nursî’nin te’lifâtı; âsâr-ı Rabbâniye ve nefehât-ı Kur’âniyeden başka bir şey değildir” meâlinde şöyle diyordu:

Ve Fıkıh Profesörü muhterem Er Rûgî devâmla:

 “Ve ben şimdi şehâdet ederim ki; O, Rabbâni ve Kur’âni bir Zâttı. Buna en bâriz delilim de, O’nda müşâhede ettiğim, Kitâbullah olan Kur’ân’a idâme-i nazarıdır.”

“O; Kur’an’dan sâdece te’sirlenmemiştir, Hayır, O; Kur’ân’ı bütün hususâtıyla istiâb etmiştir.”

“Ulvî hikmetler.. Parlak teşbihler.. İlmî emsâller.. Terbiyevî kıyaslar.. Tasavvufi işâretler.. O’nun âsârında müşâhede ettiğimiz bu şumûliyetin yegâne menbaı; Kur’an’dı.”

Er Rûgî Muhâkemât’ı okuması ve ondan hazırlanması sebebiyle, İmâm Nursî’nin cümleleri nazar-ı dikkatini celbetmiş, o cümleleri tavsîf ihtiyâcı hissetmiş olacak ki nazımlı bir cümle ile:

“Cümlenin mebnâsında iktisâd, fakat mânâsında fasıl.. az sözle çok mânâları ifâde edebilmek..” diyerek, o cümlelere hayranlığını ifâde ediyordu…

Kıymetdar Profesör Er Rûgî teblîğinde, bizim dahi ilk defa duyduğumuz farklı bir vecheye nazarları çevirerek dedi ki: “Şimdiye kadar hep dedik, Risâle-i Nur Kur’an’dan mülhemdir.. Risâle-i Nur Kur’ân’ın bir şuaıdır, diye.. bu böyle olmakla beraber Risâle-i Nur’un tertib ve tanzimi dahi Kur’ânîdir. Ve bunun izâhını meâlen şöyle yapıyordu:

“Mâlum; Kur’an’da Mekkî ve Medenî sureler arasında icmâl-tafsil farkı vardır. Evvel nâzil olan Mekkî sure ve âyetlerde bir icmâl, bir hulâsa, bir fihristelik hâli var. Esâsât var, lâkin mücmelen var. Fakat zaman geçtikten sonra nâzil olan Medenî sure ve âyetlerde ise tamâmen bir tafsîl, bir îzâh, bir şerh hâli var, esâsât mufassalen zikr edilmiş.”

Er Rûgî burada sözü alıyor, getiriyor İmâm Nursî’ye ve diyor:

“İmâm Nursî de ilk te’lif ettiği eserlerinde, -Muhâkemât, Lemeât gibi- bir icmâl, bir hulâsa, bir fihristelik hâli var. Fakat zaman geçtikten sonra te’lif edilen eserlerde ise, tamâmen bir tafsil, bir îzâh, bir şerh hâli var, mes’eleler mufassalen zikr edilmiş..

Bu böyle olduğu gibi; Risâle-i Nur’da mushafî tertib dahi var. Nasıl?” Prof.Er Rûgî bunun da îzâh ve isbâtını yapıyor:

“Mâlum Kur’an; Mushaf olarak başlarken evvelâ, Fâtiha suresiyle başlıyor. Fâtiha suresi, Mekkîdir ve bir hulâsadır, enmûzectir, bir öz ve bir fihristedir. Fakat hemen ardından gelen Bakara Sûresi ve akabindeki üç sure medenîdir ve tamâmen bir tafsilât, mufassalât, îzâhât ve şerh..”

Er Rûgî, burada yine sözü alıyor ve getiriyor İmâm Nursî’ye, eserlerine ve diyor:

“İmâm Nursî de bir mevzûya başlarken evvelâ sizi bir metinle karşılıyor. O metin; dersin hulâsası, enmûzeci, özü ve fihristesi hükmünde… Fakat hemen akabinde ‘Çünki.. Meselâ.. Zirâ.. Evet.. Mâlumdur ki.. Hem.. hem.. Ve keza.. Hâkeza’ gibi ifâdeler altında tamâmen bir tafsilât, mufassalât, îzâhât ve şerh. Bedî’ ve Mu’ciz olan bu tertib-tanzim dahi Kur’ânî bir tertib-tanzimdir.”

Bu uzun îzâhâtı verdikten sonra, Er Rûgî bu mevzûyu şöyle bitiriyordu:

“Tertib ve tanzim hususunda kim ihtisâs sâhibi olmak ve en ince teferruâtına kadar âşina olmak istiyorsa, ona yegâne tavsiye; İmâm Nursî’yi esâs ve rehber ittihâz etsin. Zirâ O; bu bedî’ ve mu’ciz tertib ve tanzimi dahi Kur’an’dan istiskà etmiştir.”

Üstâd’ın Eski Said hayâtını ele alan Prof. Mahzun, Fâs’ın Miknâs şehrinde Tarih profesörüydü ve İmâm Nursî’nin Eski Said diye tâbir ettiği İlk Hayâtı’ndan bazı câlib-i dikkat hâdiselere temâs ederek tarihî açıdan uzun bir tahlil yaptı.

*  *  *

Öğleden sonra geldiğimizde, baktık kürsüde cüsseli, sakallı, haşmetli bir zât var. Sesi tok hem sözü tok, dinleyen cemâati de hâkimiyeti altına alaraktan gür sesle bir teblîğ arz ediyor. Bu zâtın ismi; Prof. Dr. Fâruk Hammâde. Aslen Suriyeli, Yirmi beş sene evvel, o günkü oradaki hâdiseler sebebiyle, Fâs’a, (Mağrib’e) gelmiş. Herkesin tanıdığı, meşhûr bir hadis profesörü. Teblîğinin başlık itibâriyle mevzûu:

‘İmâm En Nursî’nin Fikrine Göre Tabîat, Kevn Ve Kâinâtın Bir Eser Olarak Delâlet Ettiği Mânâ Ve Hedef’

Mevzûuna şöyle bir paragrafı girizgâh yaparak başladı:

“Asrın başında Avrupa’dan eserek İslâm âlemini kuşatan.. meş’um çekirdekler taşıyan ve neticede ilhad ve zındıkayı intâc eden.. elinde delil olarak da madde ve fenleri isti’mâl eden bir fırtına vardı. Bu fırtına karşısında nice dâhi insanlar şaşakaldılar. Bâzısı kapıldı, bâzısı yıkıldı. Fakat İmâm Nursî dâimâ ayaktaydı ve onların ıskat etmeğe çalıştıkları mes’eleyi İmâm Nursî (Bi-Nefsi’l-Silahi) silâhın ta kendisiyle, madde ile, fenlerle isbât etti. Kendi tabiriyle, tabiiyyunları boğan aynı yerde âb-ı hayat bulmuş ve çekirdekten hakikata ve nur-u mârifete yetişmiş.”

Teblîğinde muhtevâ olaraktan bu zât; Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinden en cân verici parağrafları seçmiş ve bu paragrafların her birini bir delil olarak arz ediyordu. İşte bu delillere geçmeden evvel meâlen şöyle diyordu:

“Biraz sonra delillere geçeceğiz. Fakat bu deliller; öyle sizin bildiğiniz Matematik veyâ Kimyâdaki gibi (yani; iki kere iki dört eder.. veyâ bu bunu, bu da bunu intâc eder, gibi..) deliller değil.. belki bu deliller, ‘Risâle-i Nur’un ‘cemâlî’ yönü vardır ki; aklı iknâ’ ederken kalb ve ruhu da beraber götürüyor. Bu deliller böyle delillerdir.” diyerekten geçti delillere..

Külliyât’ın muhtelif yerlerinden, Âyet’ül Kübrâ’dan, Yirmiikinci Söz’den, Kuddüs isminden, Onbirinci Söz’den, Münâcat’tan, tefekkürî bahisleri i’tinâ ile seçmiş ve gayet fasîh bir Arapça ile bunları okuyordu. Zaten siz; Külliyât’taki cümleler okunduğunda, bu cümlelerin Üstâd’a âid olduğunu hemen hissediyorsunuz.

Bu zât; kürsüdeki hâliyle de bir teblîğ arz ediciden çok, zerrât-ı vucûduyla konuşan bir insan hâli sergiliyordu.

Prof. Fâruk, bir delil bâbından bir parağrafı okuduktan sonra elini masaya vuruyor ve diyor: “Biz bu güne kadar İmâm-ı Râzî’den, Sekkâkî’den, Zemahşerî’den, Cürcânî’den, Gazâlî’den hep okuduk. Fakat böyle ifâdelere rastlamadık. Sizden duyan, gören var mı? Ben görmedim, rastlamadım..”

Üstâdımızın; Nur’un muhtelif yerlerinde, bütün kâinâtı bir şecere hükmünde gösteren ifâdelerinden birini okurken: Bütün kâinâtın mütenâsik bir şecere hükmünde olması husûsunu ifâdeyle: “Ben bu tarz bir fikr’e O’ndan sebkat edenlerin hiç birinde rastlamadım.” diyordu.

  • İmâm Nursî; Kâinâtı delil olarak bir fevkalâdelikle kullanmıştır.
  • Nur’un delilleri: Şübhe ve rayb getirmeyen kàtı’ delaletler, sâtı’ şehâdetlerdir.

Kanâatını izhâr ettiği bir paragraf arasında şöyle diyordu: “Neden bu asırda gençler o kadar İmâm Nursî’nin etrâfında pervâne gibi cezb, celb oluyorlar. Zirâ Risâle-i Nur; hem bu asırdaki hem de gelecek asırlardaki gençlerin içlerindeki suâllere cevâb vermiştir. İmâm Nursî; hem bu asırdaki hem gelecek asırlardaki gençleri işbâ’ etmiştir, doyurmuştur. Siz İmâm Nursî’nin eserlerini okuduğunuz zaman, mevzû ne olursa olsun, bahis ne olursa olsun, İmâm Nursî sizi bir paragrafla karşıladıktan sonra bir bakmışsınız ki sizi bir misâl ile kâinâtın bir safhasına götürmüş.. bu ya gecedir, ya gündüzdür.. ya nebâtâttır, ya hayvânâttır.. ya kıştır, ya yazdır, ya bahardır, ya güzdür.. mutlaka kâinâtın bir safhasından âleminize bir pencere açmış.

  • İmâm Nursî bütün bu Nurları  görüyor, bu Nurları yaşıyor, bu Nurlarla coşuyor, sonra bu Nurları te’lif  ediyor.
  • O’nun hayâlinde, gözünde, basîretinde hep kâinât vardı ve telezzüzünü hep kâinâttan alırdı. Hissiyâtını hep kâinâta hasretti ve kâinâtla coştu. Zirâ O; bütün kâinâtı, ‘mücessem bir Kur’ân-ı Rabbânî’ olarak görüyordu.

Dr. Fâruk; Nurlardan okuduğu mebhasler, kendisini de alıp götürürken, Arapça’daki o selîs kelimâtın te’siriyle mevzûdan hiç ayrılmak istemiyor ve mebhası, -az uzaması bahâsına- nihâyetine dek tamamlamak istiyordu. Meselâ; Üçüncü, Dördüncü ve Altıncı Mektubların baş kısımlarından:

“İşte gece vakti, şu garîbâne dağlarda; sessiz, sadâsız, yalnız ağaçların hâzînane hemhemeleri içinde kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.” gibi ifâdeleri iştiyakla okuyordu. Ne var ki, ona verilen vakit yarım saat idi.. Coşku ve heyecanına binâen, akabinde Irak’tan gelecek olan Prof. Muhsin Abdülhamid gelemediği için onun da yarım saatlik vaktini Prof. Fâruk’a verdiler, lâkin yine kifâyet etmeyeceğine dâir kanâati gelince, artık Muhterem prof.; mevzûyu, yarıda esefle kesiyor ve iki elini yana salarak “Acâib fikirler…” diyerek başka bir mevzûya geçiyordu..

İmâm Nursî’nin düşünceleri gibi hissiyâtının dahi hassâsiyetini naklederken İmâm Nursî için birkaç sıfâtı şöyle bir siyâk-ı kelâmla derc ediyordu:

“İmâm Nursî’nin; duyguları hassâs.. kalbi müteyakkız ve hüşyâr.. gönlü rakîk ve ince.. fikri ise mütenebbih ve uyanık bir Zât’tı.”

Bu arada kendisinin dahi lezzetle okuduğu, Onyedinci Söz’den Ahmed-i Cezerî’nin şiiri veyâ Pencereler’den ‘Parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti’ gibi mebhasler vardı ki; Dr. Fâruk’tan istimâ’a değer mebhaslar idi. Ve bu deliller mâbeyninde o beliğ Arapça’sına hülâsa bir meal ile şöyle diyordu:

“İmâm Nursî; bâzen oluyor, ecrâmdan, ulvî eşyâdan, büyük büyük cirmlerden misâl veriyor.. bâzen de oluyor, en nahîf, en cüz’î eşyâdan dahi size ibret tabloları açabiliyor” diyerek; Üstâdımızın Ondördüncü Söz’de buyurduğu:

“Hem nihâyetsiz kibriyâsıyla beraber, gayet cüz’î ve hakìr umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hâriç bırakmıyor.” cümlesinin bir şerhi mânâsında yine Üstâdımızın :

“Elsiz bir böceğin eliyle ipeği giydiren… Zehirli bir sineğin eliyle balı yediren….” ifâdelerini okuyarak cüz’î-küllî hadsiz delâilin Nur Külliyâtı’nın her tarafında mebzûliyetini hayranlıkla ifâdeye çalışıyordu.

Ve kelâm; Nurlarda kesretle bulunan ordu veyâ İlâhi asâkir ve cüyûş misâllerine gelince heyecanlı Profesör’ün üslûbu değişiyor. Enfüsî bir esefe kalb olan bir üslûbla evvelâ; Nur’dan alâkalı bahisleri, meselâ: ‘Muazzam bir orduy-u sübhâni… nebâtât taburları.. hayvânât fırkaları..’ gibi mebâhisi okuyor ve i’tirâfla:

“Hadd-i zâtında bu ordu, askercik, ceyş misâlleri Kur’an’da varmış. Fakat biz bu güne kadar görememişiz. Âyette denilmiyor mu: yerler, gökler O’nun ordusu hükmünde.. Maalesef biz, bunu bu güne kadar görememişiz. Cenâb-ı Hakk; İmâm Nursî’ye ihlâsına binâen, O’na, kevn ve kâinâtla yepyeni bir kapı açmış, fakat bu kapı bu güne kadar daha kimseye açılmamış bir kapı…”

Külliyât’tan sâdece dört kitâb, Yâni; Sözler, Mektubât, Lem’alar ve Şuâlar’ı okuduğunu ifâde ettikten sonra bir âyetin tefsirinde, ‘İlk olarak İmâm Nursî’de görülen garîb bir üslûb’ diyerek, Onbeşinci ve Yirmidördüncü Söz’lerde derc edilen; (Rabbu-s semâvâti vel ard) tâbir ve tefsirinin îzâhında Üstâdımızın :

“…zemin, âsumâna nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakàretiyle berâber mânen ve san’aten bütün kâinâtın kalbi, merkezi.. bütün mu’cizât-ı san’atın meşheri, sergisi.. ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrâkıyesi.. ve nihâyetsiz faâliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve ma’kesi.. ve hadsiz Hâllâkıyet-i İlâhiyenin, hususân nebâtât ve hayvânâtın kesretli envâ’-ı sagîresinde, cevvâdâne îcâdın medâr ve çarşısı.. ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnûâtın küçük mikyâsta nümûnegâhı.. ve mensûcât-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgâhı.. ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı.. ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dâr ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur..” ifâdelerini okuyarak.. Yâni; ‘arz, kâinâtın kalbi olması veyâ kalbi kalıba denk tutmak’ ifâdelerinin üstünde ısrarla duruyor ve:

“Ben bu güne kadar, bu âyeti tefsir ederken bu tarz ifâdelere ne bir müfessirin tefsirinde, ne de bir müellifin eserinde rastlamadım..” diyordu.

Teblîğinde mühim bir yeri olan bahar misâllerini mest olurcasına okurken: “Şâirlerden ve büleğâdan dahi, -en fazla kullandıkları sermâye olmasına rağmen- baharı bu derece güzel tavsif eden çıkmamış.” diyordu.

Ve hedefe geçecekti Dr. Fâruk, fakat geçmeden evvel, ardı sıra her biri bir delil olarak üst üste paragrafları takdim etmesine binâen araya bir hâşiyecik düştü ve :

“ Evet; biz diyoruz, her tarafı delildir Nur Külliyâtı’nın.. Üst üste delillerdir. Lâkin bu delillerdeki üst üstelik, insânı ta’ciz eden, sıkan bir üst üstelik değil; Hayır.. belki, Azar-azar, rıfkla, mülâyemetle, insanı kucaklarcasına… bu deliller, böyle delillerdir.” diyerek İmâm Nursî’nin bu delillerle hedefi ne idi? dedi ve hedef kısmına geçti.

Hedef kısmını îzâhla diyordu

“İmâm Nursî, insânı; bir îmân seviyesine ulaştırmağa çalışıyor ve diyor: ‘İnsan bu îmân seviyesine ulaştığı zaman artık evâmire imtisâl, nevahîden içtinâb hususunda, evâmir ve nevâhî ile insicâm üzere hareket etmeğe zâten kendini mecbur hissedecektir.’ Yani; Allah’ı bu derece bir ta’riften sonra diyor ki; ‘Ey İnsan! Sen ki; halife-i arzsın.. zîhayâtın kumandanısın.. nasıl Rabbinden tegâfül edebilirsin?’ diye teşrîî evâmire imtisâlin lüzûmunu ve ehemmiyetini ihtarda bulunuyordu. Demiyor namazda eller böyle kaldırılmalı.. rükûa şöyle gidilmeli.. secde böyle yapılmalı. Belki diyor ‘kalb böyle olmalı..’ Zirâ İmâm Nursî buyuruyor ki; ‘…kalb-i beşer, şecere-i hilkatin çekirdeği hükmünde…” Çünkü; O’nun zamanında asıl mes’ele, îmân veyâ küfür mes’elesi idi. Onun yegâne maksadı; îmânın ikàmesi ve esâsâtın ihyâsıydı.

Ve hâtimeden evvel hülâsa hükmünde şöyle bir cümle ile bitiriyordu:

“İmâm Nursî; Tabîat, kevn ve kâinâttaki bu delilleri; o materyalist, maddeci mülhidlere birer delil şehâbları kıldı.. tâlib ve râğib mü’minlere de ziyâdâr nurlu birer hüdâ kıldı..” ve hitâm duası okuyarak hâtime verdi.

Sempozyumda teblîğ arz eden iki hanım profesörden biri; Prof. Dr. Mehdiyye Emnuh’tu. Bu hanım İstanbul’daki son sempozyuma da iştirâk etmiş. Ve bir müddetten beri Nurları biliyor ve okuyor. Teblîğinin bir yerinde hülâsaten bir cümle hâlinde şöyle diyordu:

“İmâm Nursî’yi bölmemek gerek. O’nu tâ’rif ederken, takdim ederken bölmemek gerek.. İmâm Nursî, bir tefsir yazmış, fakat sâdece bir müfessir midir?.. Hayır!. Kelâmdan bahs etmiş, sâdece bir kelâmcı mıdır? Hayır!. Felsefeden bahs etmiş, sâdece bir felsefeci midir? Hayır!. Tasavvuftan bahs etmiş, sâdece bir sofî midir? Hayır!. Fıkıhtan bahs etmiş, sâdece bir fakìh midir? Hayır!..

Peki, İmâm Nursî nedir?.” diye sordu ve kendisi cevâben:

“İmâm Nursî bunların umûmudur. Siz O’na baktığınız zaman O’nu ihâtî bir nazarla kucaklamak gerek.. Bizim yaptığımız hatâ; herkes: kendi gözlüğünden bakıyor, İmâm Nursî’yi bir kalıba koymaya çalışıyor. Hâlbuki Nursî bir kalıba girmez.” Orada bulunan ve Nur’ları belki ilk defa dinleyen arkadaşlarına da bu sözleriyle îmâen diyordu ki; “İmâm Nursî, diyemezsiniz ‘şu hususta âlimdir veyâ bu hususta müceddiddir’ diye.. Hayır; O, umûm sâhâlarda müceddiddir.”

? ? ?

Sempozyumun ikinci günü, sabah geldiğimiz zaman kürsüde yaşlı bir zât vardı. İsmi; Prof. Dr. Et Tühêmî er Râci El Hâşimî..

Rabat’ta kırâat Profesörü. Teblîğinin mevzûu: İmâm Nursî’nin Fikrine Göre Nazm-ı Kur’ânî.. İşârât’ül İ’câz’dan, muhtelif mebhaslerden nazm-ı Kur’ânî ile âlakalı olan paragrafları seçmiş, teblîğine mevzû etmiş. Ayrıca, salonun sağ köşesinde bir asistanıyla beraber, duvarda tepegözle slayt gösterisi şeklinde, şemalar hâlinde hazırladığı Üstâd’ın ifâdelerini lisânen bize anlatırken duvarda da gözümüze hitâb ederek bir nevi ders veriyordu. İhsan Kasım Ağabey’in ifâdesiyle ‘Onun önünde hepimiz talebe olduk, o bize ders verdi gibi..’ Sözü İmâm Nursî’ye getirmek için, evvelâ nazm-ı Kur’ânî mevzûunda seleften bazı misaller verdi ve sözü Üstâd’a getirerek ‘İmâm Nursî nazm-ı Kur’ânî mevzûunda bu asra tecdîdî bir îzâh olarak ne getirmiş’ bâbını tafsil etmek için şemalarına geçti. İşârât’ül İ’câz’daki o misallerden bir misâl: Er-Rahman Er-Rahim; Bu iki sıfâtın lafza-i celâlden sonra zikirlerini îcâb eden münâsebetlerden birisi şudur ki: Lafza-i celâlden celâl silsilesi tecellî ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemâl silsilesi tecelli ediyor. Evet herbir âlemde emr u nehiy, sevâb u azâb, tergîb u terhîb, tesbîh u tahmîd, havf u recâ gibi pek çok fürûât, celâl ve cemâlin tecellîsiyle teselsül edegelmektedir. İkincisi: Cenâb-ı Hakk’ın ismi, Zât-ı Akdes’ine ayn olduğu cihetle; lafza-i celâl, sıfât-ı ayniyeye işarettir. Er-Rahim de, fiilî olan sıfât-ı gayriyeye îmâdır. Er-Rahmanödahi, ne ayn ne gayr olan sıfât-ı seb’aya remizdir. Zirâ Rahman, Rezzak mânâsınadır. Rızk, bekàya sebebdir…”

İkinci bir şemaya geçecekken araya şöyle bir mânidâr cümle koyarak geçiyordu Prof. El Hâşîmi: “İmâm Nursî’nin de buyurduğu gibi, Mâlum Kur’ân’ın dört esâs unsûru var. Tevhîd, Nübüvvet, Haşir, Adâlet’le ibâdet.. Fakat biz bugüne kadar, bu hususu talebelerimize arz ederken diyorduk ki; ‘Kur’ân’ın bu dört esâsı; Kur’ân’ın umûmunda ve uzun surelerinde vardır.’ Fakat İmâm Nursî İşârât’ül İ’câz eserinde diyor: ‘Hayır!. Bu dört esâs “Kur’ân’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi; Kur’ân’ın surelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarâhaten veyâ işâreten veyâ remzen bulunmaktadır.” dedi ve geçti bir ikinci şemaya.. “Bismillahirrahmanirrahim”in başında bulunan (Be) ve onun da noktası.. mânâlar ondan infisâl eder hâlde.. en anlamayan insanın fehmine müheyyâ kılarcasına bir teblîğ. Dinleyen cemâate bir atf-ı nazarda bulunduğunuz zaman koltuklarda uyuyan veyâ yaslanan kimseye rastlayamazdınız. Herkes koltuklarda doğrulmuş, pür dikkat dinliyordu. Genç üniversite talebeleri, hocalarının anlattığı şemaları süratle kağıda dökebilmek için gayret sarf ediyorlardı. Daha sonra İşârât’ül İ’câz’ın muhtelif yerlerinden, Nazm-ı Kur’ânî ile alâkalı mebhaslarden, bilhassa ‘İ’câz’ın bir harfte dahi tesbit ve isbat edilmesi’ hususunda, Üstâdımızın ‘Nûn-u Na’budu.. Li mustekarrin’deki Lâm..’ gibi ifâdelerini tafsilâtıyla, bir hayret hâli içerisinde arz ve takdim etti.

? ? ?

Mısır-Kahire’de Hizmet-i Îmâniye ve Neşriyât-ı Nuriye ile alâkadar olan Abdülkerim Kardeş de, Rabat’taki bir yayınevi ile anlaşarak getirdiği otuza yakın Arapça Nur Külliyâtları ve küçük Risâlelerden de takrîben yüzer adet kitabı Fakültenin avlusunda, salonun kapısının önünde teşhîr ediyordu. Demek ki bu Zât; Prof. El Hâşimî, teblîğinde nazarları İşârât’ül İ’câz’a celb etmesinden olacak ki, teblîğinden hemen sonra dışarıda, İşârât’ül İ’câz’lar’ın tükendiği müşâhede edildi.

? ? ?

Sempozyum’da ikinci bir Hanım Profesör olan Âişe Hilâlî’nin mevzûu ise; “İmâm Nursî’de yakîn’e vûsul yolları.” Yaşlı ve tasavvufa mensub bu Hanım’ın Nurlar’la tanışması ve teblîğine hazırlanması şöyle oluyor:

Sempozyum hazırlıklarının başında munazzım Prof. Ahmed Ebu Zeyd kendi bölümünde hadis hocası olan bu Hanım için kendince diyor ki; ‘bu Hanım, Nurlar’ı duysa ve okusa, kendi bölümünde çok hizmet eder’. Bu niyetle ona da ‘yakîn’ mevzûunu veriyor ve sempozyumun târihini ifâde ederek bu târihe kadar hazırlanmasını istiyor. Fakat geçen zaman içerisinde ciddî bir hazırlık yapamayan bu Hanım; sempozyumun ilk günü gelip o hârika ve ciddî çalışmalar ihtivâ eden teblîğleri dinleyince bir hüzün ve bir esef hâli ile otele gidiyor.

Akşam otelde, evvelce arzettiğimiz diğer bir Hanım Profesör olan Mehdiyye Hanım ile sohbet ederken, cümle arasında Mehdiyye Hanım soruyor: “İmâm Nursî’nin ‘Hanımlar Rehberi’ diye bir Risâlesi var, duymuş musun?..

‘Duymamışım’ diyor Âişe Hanım.

Bunun üzerine Mehdiyye Hanım Bir ‘Hanımlar Rehberi’ çıkarıp hediye ediyor. Odasına geçen Âişe Hanım, o gece bir acz hâleti içerisinde ‘Hanımlar Rehberini’ bitiriyor. O hâletinden olacak ki ciddî de anlıyor. Ertesi gün takdim ettiği teblîğinde; ‘İlmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin’ ve ‘dört hatve’ gibi birkaç husûsu arz ederek yakìn mevzûuna temâs ettikten sonra bakiye-i vaktini hep Hanımlar Rehberi’nden mes’eleleri işleyerek tamamladı.

Teblîğinin bir yerinde şöyle bir cümle geçti: “Ortalıkta böyle bir söz dolaşıyor, ne derece doğrudur, bilmiyorum.. Deniliyor ki; ‘Her büyük insanın arkasında bir kadın vardır’ diye.. Doğruluğu ne derecededir bilmiyorum ama, buna binâen ben de diyorum ki: “İmâm Nursî’nin de hayâtı boyunca en te’sirli muallimi, Üstâdı, O’nun vâlidesi olmuştur.” Ve Külliyât’dan da buna delil olarak Yirmidördüncü Lem’a’nın âhirinde derc edilen ve aynı zamanda Hanımlar Rehberi’nde de geçen şu paragrafı Arapça’sından okudu:

“…Evet insanın en birinci üstâdı ve te’sirli muallimi, onun vâlidesidir. Bu münâsebetle ben kendi şahsımda kat’î ve dâimâ hissettiğim bu mânâyı beyân ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım hâlde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdetâ maddî vücûdumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sâir derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini, aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve rûhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşâhede ediyorum….”

Ve bu bahsi bitirirken de, çocuk terbiyesi sadedinde, arka sıralarda oturan hanımlara hitâben: “İnsan merak etmez mi, İmâm Nursî gibi bir Zât, acaba çocukken nasıl terbiye edilmiş?” diye bir suâl sordu. Cevâbı verirken, Üstâdımızın vâlidesinin abdestsiz hiç emzirmediğini vs. gibi hususları nakl etti. Bu Hanım da teblîğini arz ettikten sonra -gayr-ı ihtiyâri- nazar ve efkârın Hanımlar Rehberi’ne teveccühüne binâen, dışarıda, teşhîr masasındaki Hanımlar Rehberleri tükeniyor.

? ? ?

Sempozyumda İmâm Nursî’nin Edebiyât vechesini ele alan Vecde Üniversitesi’nde Edebiyât bölüm başkanı Prof. Dr. Hasan El Emrânî..

El Emrânî; evvelâ, İmâm Nursî’nin müceddidiyetini ta’rif ederken diyordu; “O; bütün sâhâlarda müceddidtir. Müceddid; sâdece bir sâhâda değil, belki ilm-i îmânda olduğu gibi içtimâiyatta, siyâsette, hukukta dahi tecdîd yapandır. Müceddid o ki; hayâtın bütün cevânibinde müceddid ola..”

İmâm Nursî’nin edebiyât vechesine geçerken;

“Risâle-i Nur’a ilk nazar eden, Bediüzzaman’ın bedî’ bir edib olduğunu hemen idrâk edecek

“…Eğer istersen, hayâlinle Nurşîn karyesindeki Seydâ’nın meclisine git, bak: Orada fukara kıyâfetinde melikler, pâdişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Pâris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libâsı giymişler ve ifritler adam suretini almışlar ilâ âhir…” ve diyordu;

“Bu kadar uzak iki mesâfe beyninde, yâni, kendi memleketi olan Van, Nurşîn’den tâ Pâris’e uzanan bir mîzânda iki medeniyeti nasıl latîfane ve belîğâne kıyaslıyor.”

? ? ?

Sempozyumda süratli konuşmasıyla nazarları kısmen celb eden, kısmen de uzaklaştıran, Prof. Dr. Muhammed Hurubât ise, bir felsefe profesörüydü ve mevzûu da Tabîat Risâlesi idi. Kelimesi kelimesine tetkik ettiği Tabîat Risâlesi onun için bir ummandı. Misâller, teşbîh ve tesbitler muhterem Profesöre göre tamâmen orijinaldi. Ve Tabîat Risâlesi penceresinden Nur Külliyâtına ve İmâm Nursî’ye nazar edip şöyle diyordu;

 “İşte şimdi diyebiliriz ki; İmâm Nursî, mevsûî bir dâiredir.” Bu mevsûî dâire tâbirini yine kendisi îzâh ediyordu:

 “İmâm Nursî; ilmin bir husûsiyetinden veyâ ilmin yolundan veyâ bir ilmin bir cüz’ünden bahseden bir âlim değildir. Tefsîr ilminin eczâsından, ilm-i kelâmın husûsiyâtından veyâ akìde ilminin cüz’iyâtından tekellüm eden âlimlerden de değildir. Belki O, bütün ilimlerin emâmında ve önünde, bütün ilimlerden külliyetiyle tekellüm eden bir âlimdir.”

İmâm Nursî’nin Felsefî nazarından bahsederken dinleyenlerin hayallerini, eserlerin te’lif edildiği zaman ve mekâna götürüyor ve diyor;

“İmâm Nursî; koltuğuna kurulup ihtiyâç ve arzularının karşılanarak, fincanını yudumlayıp, beyaz sayfalar üzerinde akıcı ve seyyâl kâlemlerle eser te’lif eden müellifler nev’inden değildir. Belki O; mâlum olduğu vech ile, hayâtı boyunca hep hapislerde, menfâlarda, mahkemelerde, tehditler altında, murâkebe ve müzâyakalar içinde bu bâhir âsârı te’lif etmiştir.”

Genç Profesör; İmâm Nursî’nin misâllerle mevzûyu dağıtmadan îzâhını şöyle ifâde ediyordu;

“İmâm Nursî’nin bir mevzûda getirdiği müteaddit emsâl ve kesretli şevâhidin umûmu, hep beraber o mevzûda maksûd olan gâyeye hizmet ediyor ve nazarları, bâhir bir şekilde.. câzip bir üslûb ile.. ve metin efkâr ile.. ve rasîn bir tahlîl ile aslî maksad olan mevzûdaki i’câzı ilmîye tevcîh ediyor. Misâller ne kadar teaddüt etse de ve şevâhidin üslûbları ne kadar tenevvü’ etse de, bu hüküm asla değişmiyor. Okurken misâllerin teaddüdü ve şehâdetlerin tenevvüü, seni mevzûun haricine çıkarmak değil, bilakis mevzûun vahdet ve bütünlüğünü daha çok hissettiriyor ve iknâ’ gâyesine doğru tamamlıyor. Ne vakit İmâm Nursî; merhaleyi iknâ’a ulaştırdığına dâir kàni’ olduğunda, o muhatap maddeci tabîatpereste, onu ihtizâza getirecek ve sarsacak suâller soruyor ve âhirinde de kâfî ve mukni’ cevâp ile hâtime veriyor.”

? ? ?

Sempozyumun son oturumundan evvel siyâhi bir profesör olan Muhammed Emin İsmâilî’nin teblîği vardı. İsmâilî, bir akìde profesörüydü. Teblîğine başlarken:

إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتًا لِلّهِ حَنِيفًا وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

Âyetini okudu ve İbrâhim (A.S.) yalnız başına bir ümmet olduğunu ve bu sıfatın bir kısım evliyâullaha da şâmil bir sıfat olduğunu söyledikten sonra şöyle bir cümle ile bağladı:

 “İmâm Nursî; bütün ümmetin yükünü omuzunda hisseden, yalnız başına, tek başına bir ümmettir.”

Ve bu mevzuu, bir suâle cevâb verirken şöyle anlattı:

“Ey suâl soran zat! Siz suâli sormadan evvel bir şeyi unutmamanız gerekir.” diyerek hepimizin hafızalarına bir harita çizmeğe başladı.

“Üstâd’ın zuhûr devrinde, yâni asrın başında İslâm âlemi ne haldeydi.. Fâs, Cezâyir’de Fransız’lar.. Libya’da İtalyanlar.. Mısır’da, Pâkistan’da İngilizler.. Osmanlı parçalanmış.. harb devâm ediyor.. Bütün İslâm âlemi bir parçalanma, bir çöküntü, bir dümûr hâli arz ediyordu. Ruhlar hep mütessirdi.

İşte, böyle bir hâlette birisi çıksa, dese ki; ‘hiç merak etmeyin.. İttihâd-ı İslâm yeni baştan kurulacak.. yeni bir nesil, yeni bir ceyl yetişecek.. bütün bu zulmânî safhalar Nûrânî sahnelere dönecek.’ O günde; biri böyle sözler söylese, ona ne derler: ‘ona deli derler.’ Zira o günde ona da mecnun dediler.”

Ve suâl soran zâta dönerek: “siz suâl sorduğunuz zaman, bügünden bakıp suâl sormayın, o güne gidin, o günden nazar edin. Eğer öyle yapacak olursanız suâli sormadan, kendiniz cevâb verirsiniz.” Ve burada sözü mevzuuna getirerek: “işte İmâm Nursî, böyle bir hâlette, böyle bir devrede, tek başına, yalnız başına bütün ümmetin yükünü omuzunda bilerek gayret etti. İşte O, bu yalnızlığında tek başına bir ümmetti.”

Sempozyumun genç teblîğcilerinden biri olan Dr. Abdülkerim Akvî; İmâm Nursî’nin İttihâd-ı İslâm ve Fikir bütünlüğü mebhaslerini tahlil ediyordu. Teblîğinde Nur Külliyâtı’ndan mebhas olarak Yirminci Lem’a’daki ‘Mühim ve müdhiş bir suâl ve yedi sebeb içindeki cevâbı’, ‘Zindân-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir? gibi mevzûları teferruâtıyla hazırlayarak bu husustaki Üstâdın nazarını takdim ediyordu.

? ? ?

Son oturuma geçildiğinde ise kürsüde Prof. Dr. Abdülaziz Şehbar’ı gördük. Onu 98 sempozyumu’nun akabinde Türkiye’ye gönderdiği ve bir lâhika içinde tercüme edilerek neşredilen mektubundan tanıyorduk. Mektubunda şöyle diyordu:

“…Ben Üstâd Said Nursî’nin sıdk’ını talebelerinin ahlaklarında görünce ve Risâle-i Nur’un İslâmın şerefini binâ etmede te’siri bana tebeyyün edince ve yine Nur Kardeşlerimin hareket ve tasarruflarında Risâle-i Nur’un Nurunu hissedince, Allah için nezrettim ki, Risâleleri İspanyolca’ya tercüme edeyim ve Tatvan’a avdetimde hemen bu işe başlayacağım.

Ve eğer Allah (c.c.) ömrümü uzâtırsa bununla iktifâ etmeyeceğim. Belki Risâleleri İbrâniceye tercüme edeceğim. Tâ ki, ehl-i dalâlete karşı hüccet olsun…”

Yâni; Ahirette ‘bizim lisanımıza tercüme olmamış demesinler..’

Hakikaten bu zat; memleketine döndüğünde, Arapça küçük Târihçe-i Hayat’ı İspanyolca’ya tercüme etmiş, bitirmiş. Şimdi de kendi gayretleriyle tab’ına çalışıyor.

Mevzûu olan İmâm Nursî’nin Ehl-i kitabla olan münâsebâtına geçmezden evvel; ‘küre-i arz üstünde Said Nursî, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur, nerelere, hangi vesilelerle, ne derecede, nasıl ulaşmış?’ diyerek Külliyât’ın tercüme edildiği lisanları saydı ve internet üzerindeki araştırmalarından bahisle kısa bir hülâsa yaptı ve Üstâd’ın ehl-i kitabla münâsebâtını okudu ve anlattı. Teblîğinin bir yerinde cümle arasında şöyle bir kelâmla, bizim için normal, fakat onlar için pek garîbe bir hâl zikretti. Dedi ki;

“Ben Türkiye’ye gittim. İstanbul’da, Bursa’da derslere iştirâk ettim. Oralarda, yüzlerce üniversite genci bir araya geliyor, ders yapıyor, sohbet ediyor ve dağılıyorlar. Fakat bu kadar genç, kapıdan nasıl giriyor, nasıl çıkıyorlar hissetmiyorsunuz.”

Prof. Şehbar, bu sözleriyle şunu demeğe çalışıyordu: Risâle-i Nur’un kendisi İslâm âleminde garîb ve bedî’ karşılandığı gibi, Nur’un sükûnet ve itmi’nân veren ders tarzı da bir o kadar garîb ve bedî’ karşılanıyor.

Sempozyumun hitâmından evvel; Prof. El Arabî, teblîğinde İmâm Nursî’nin te’lifâtında medeniyete dâir fikrî bâzı esâslara temâsından sonra teblîğlerin takdîmi nihâyet buldu.

Hem âlimlerin, hem de talebelerin arzu ve ricâları üzerine İhsan Kasım Ağabey’in tercümesi refâkatinde Sungur Ağabey bâzı hâtıralar nakletti. Sungur Ağabey, hürmet ve ta’zimlerini arz ettikten sonra “bu gün burada, bizzât şâhid olduğumuz siz kıymetdâr profesörlerin ve yüksek Din âlimlerinin bu hârika tebliğlerini, beyân ve ifâdelerini, Üstâd Bediüzzaman Said Nursî Hz.’lerinin Risâle-i Nur’da yazdığı gibi; ‘O Risâleler, benim malım değil, Kur’ânındır. Siz, hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyâde hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz.’ gibi yüzler beyânını aynen tasdik edici te’yidler hükmünde gördük. Sizler; Üstâd Bediüzzaman’ı görmediğiniz, O’ndan ders almadığınız veya Talebeleriyle görüşmediğiniz halde, bir kısım Risâleleri okuyarak, tahkikat ve tedkikat netîcesinde bu hükümlere, bu kanâatlara varmışsınız. İnşâallah; bu hizmetler, birer çekirdek olur da, İslâm âleminde ve insanlık dünyâsında ulvî, nûrânî binler sümbülleri netîce verir ümîdindeyiz.’ vs.. takdimatta bulundu.

Ve son oturumun başkanı Prof. Dr. Fâruk Hammâde; o nutk-u belîği ile, hem bir hâtime, hem bir duâ, hem bir münâcât bâbından Onikinci Nota’yı okudu. Arabî Mesnevî’deki o ifâdeleri, meselâ; …. …. … gibi ifâdeleri o has üslubuyla öyle okudu ki; vaktin gecikmesi ve dinleyenlerin de yorgunluğuna rağmen, bir on dakikalığına herkesi başka bir âleme götürerek tam bir “Hitamuhu Misk”ömânâsında hayırla tamamladı.

? ? ?

Sempozyumdan sonra İhsan Kasım Ağabey’den naklen dinlediğimiz ibretli bir vâkıa şöyle:

Son oturumda, dinleyenler arasında Abdurrahman Vâfi isminde Arap âleminde ve Fas’ta divânlarıyla meşhur olmuş şâir bir zât bulunuyormuş. İhsan Kasım Ağabey’le evvelden tanışan, fakat ilk defa Nur Külliyâtı ve İmâm Nursî’ye âid bir şey dinleyen bu zât; Sempozyumdan çıkarken İhsan Kasım Ağabey’in koluna giriyor ve diyor:

“İhsân! Ben o teblîğleri dinlerken, dinledim, küçüldüm.. dinledim, küçüldüm.. dinledim, küçüldüm, dayanamadım çıktım.. Şimdi kanâatım geldi ki; mutlaka bu zât’ın bu eserlerini, bu fikirlerini okumak bana farz oldu.”

Ertesi gün, Cum’a namazına Prof. Aşrâtî, İhsan Kasım, Ahmed Ebu Zeyd, beraber arabada giderlerken Aşrâtî; kendinden bahisle diyor ki; ‘ben, bir sene evveline kadar, kendi kitâbımdan başka bir kitabtan ne okur, ne anlatır, ne de misâl verirdim.. her yerde kendi kitablarımı nazara vererek konuşurdum. Başka kitabları öyle mâlumât olsun diye okur geçerdim. Fakat ne olduysa oldu.. Bu bir senedir, kendi kitâbım dahil, ne bir kitabtan okuyorum, ne bir kitabtan anlatıyorum, ne de bir kitabtan konuşuyorum, illâ Risâle-i Nur.. her yerde Risâle-i Nur’dan okuyor, Risâle-i Nur’dan anlatıyor, Risâle-i Nur’dan konuşuyorum.’ Aşrâtî; bunu, Risâle-i Nur’un önünde ne derece küçüldüğünün bir emâresi olarak ve ‘ne halde idim, ne hâle geldim..’ diyerek söylüyordu. Ön koltuktan bunu dinleyen Ahmed Ebu Zeyd, Aşrâti’ye ‘Sen Nur’ları okuyarak küçülmüşsün, bak! adam dün dinleyerek küçüldüğünü ifâde etti.’ diyerek latîfede bulunuyordu…

Şanlı Şehidimizin Ardından – Bir Hayalim Var!!

11 Mayıs 2010’da hizmet-i Nuriye için gittiği Filipinler’de uğradığı silahlı saldırı sonucu Rahmet-i Rahman’a kavuşan aziz şehid abimiz hafız Cevdet Baybara’nın hatırasına ithafen aşağıdaki yazısını takdim ediyoruz. Yazıyı okuyunca aziz ağabeyimizin ruhumuza hayat veren hizmet-i nuriyeye ait teşvikleri ile ne kadar intibaha geldiğinizi kendiniz görecek, hakiki Nur talebesinin ölümü de hayatı gibi şu kainatı nura boyamaya vesiledir, “şehitler ölmez” hakikatine kanaat getireceksiniz. İnşallah ağabeyimizin ruhunda in’ikas eden Üstadımıza bir adım daha yaklaşacaksınız..

Şanlı, kararlı, ideallerine kilitlenerek yaşanmış, Nurla yıkanmış 33 yıllık hizmet-i Kur’aniye ile geçen ömrünü Rabbimize arz ederken kendisine rahmet, yakınlarına sabr-ı cemil duası ile “Ya Rabbi! Bizleri hakiki Nur talebesi eyle, iman ve Kur’an davasında hasbi, ciddi, fedakarane, bir ömür nasip eyle. Şehadet ile hüsn-ü hatimeye mazhar olup, Üstadımız ve merhum ağabeyimizin mekanına, Cennet-ül Firdevsine bizleri de dahil eyle.  Amin” diyoruz.

Merhumun Mektubu :

Bir Hayalim Var!!!

Martin Luther King’in meşhur “Bir hayalim var” sözü var bilirsiniz… Bu cümle bana bir şeyler hatırlatıyor, sizlerle paylaşacağım. Yanlışlarımı “Huz Ma Safa” denizine atın. Doğrulara mukabil de dua edin..

Hepimizin bir hayali olmalı.. Hepimizin bir ideali.. Nerdeydik, Nerdeyiz, Nerde olmalıyız, Nerde olacağız inşallah? sualleri ile nefsimizi sürekli tasdi’ etmemiz, sorgulamamız gerekir.

Bu hepimiz için geçerli..

Disiplinli bir hayat… Ferasetli bir nazar.. Dikkatli bir yürüyüş.. ve sürekli istikbale matuf büyük düşünen bir kafa.. İmkanlar el vermez hiçbir zaman.. imkanların olmasını beklemek, imkansızlıkta boğulmaktan başka bir şey değildir. İmkanlar zorlanır; kader, gayretine dua hullesi biçer de, Lutf-u Rabbani sana hususi iltifatta bulunur.. Evet “Bir hayalim var” sözü, fena ve fani bir adamın da olsa, bir hakikatin ifadesi..

Bendeniz bir zaman, bir ticari firmanın giriş duvarında kocaman harflerle şu sözleri okumuştum: “ZOR’U HEMEN BAŞARIRIZ, İMKANSIZ BİRAZ VAKTİMİZİ ALIR…

Bu hatıramı çoğunuz benden duymuşsunuzdur. Bu sabah, Cagayan dershanesinden hislerimi sizinle biraz paylaşmak istedim.

15 yaşında, Şeyh Fethullah’a “Bediuzzaman” lakabını taktırmak (itirafında bulunmak) zorunda bıraktıran…Daha 20 yaşlarındayken, önce Bitlis valisi Ömer Paşa, sonra Van’da İşkodralı Tahir Paşa konağında yıllarca misafir kalan.. 31 yaşında İstanbul’a gidince, soluğu Yıldız sarayında alıp, ille de Sultan’la görüşmek istiyorum diye Mabeyn’de arbede çıkarabilen.. Başında sarıklı kalpak, omuzunda şal-şepik, belinde sırmalı kama, ayağında boyalı çizme ile Ferahpaşa tiyatrosunda Mizancı Murad bey’i 2 cümle ile susturan.. Ayasofya’da 10.000 kişiye hitaben gür sesiyle “kabr-i kalb’ten hakaik çıplak çıktı, na-mahrem olanlar nazar etmesin” diye haykırıp, sözünün gideceği yere mesajını gönderdikten sonra, talebesi Molla Suleyman’a hiçbir şey olmamış gibi, “bugün seni ibret için sinemaya goötüreceğim” diye omuzuna girip, sadece 2 kişi Çayhane’den aşağı yürüyerek inen...

Kah Dersaadet’te Zabtiye nazırı ile Bakırkoy sahilinde, kah Batum’da Rus polisi ile Şeyh San’an tepesinde, kah şarkta aşiret reislerinin postlarının dibinde, kah Şam’da Emevi camiinde yüzlerce alimin karşısında minberde.. kah Sultan Reşad’la Kosova treninde 2 kimya muallimi ile münazarada, kah 19.000 altın lira tahsisatın 1000 altınını nakid koparıp, soluğu Artemit’te üniversite temeli atmakta cevelan eden… 40 yaşında Milis Albayı sıfatıyla harbe girdiğinde, Muş’tan 30 topu kurtarıp Bitlis’i boşalttırdıktan sonra, düştüğü su arkında ayağı kırılınca 33 saat buz gibi suda sabırla bekleyip, saati gelince Ruslara teslim olan.. Kosturma’da Volga kenarındaki camide kalırken, Komutan’a ayağa kalkmamasından ötürü, kendisini hayretle pencerelerden seyr etmek için gelen 7-8 yaşlarındaki Tatar kızlarından yüzünü saklayan..

İstanbul’da Padişah fermanı ile Dar-ül Hikmetül-İslamiye azası seçilmişken, Çamlıca Yusuf Izzettin Paşa köşkünü terk edip Yuşa tepesinde bir odacıkta halvete girdiği esnada, Sadrazam (başbakan) Said Halim Paşa’nın: ‘Yalısı ile birlikte kocaman bir orman arazisinin Medresetuz-Zehra için hibe teklifi’ne karşı: “Beni Dünyaya çağırma, Ona geldim, Fena Gördüm” diye cevab veren…

Ankara’da Meclis’teki meşhur zatı namaz kılmadığı için hain ilan ettikten sonra, Karacaoğlan yokuşu başındaki Yenigün matbaasının sahibi Yunus Nadi ile hararetli tartışmaların akabinde, dehşetli bir zındıka fikrinin neşv u nema bulacağını hissetmesine mukabil, Zeyl-üz-Zeyl’i yine bu matbaada bastıran..  Van’a gidip, ayaklarını mezar taşı addettiği Van kalesinden aşağıya sarkıtıp; istikbale, 300 seneden sonraki yüksek asrın arkasında oturan bizlere hitab eden.. Burdur’da Vali’nin Feyzi Paşa’ya yaptığı şikayete mukabil: “Ona hürmet ediniz” cümlesini dedirtip, belki de necatına vesile olacak bir sözü ona dedirten..

Barla’da Şamlı talebesinin kasketini asabilmesi için kapı önündeki tahtaya çivi çaktıran.. Kağıdın olmadığı, yazının yasak olduğu bir devrede 600.000 nüsha el yazısı kopyayı Anadolu’nun dört bir tarafına neşr eden.. Isparta’ya gideceği senede 9 dişini birden kaybederken, 120 talebesi ile hayvan vagonlarında taşındığı Eskişehir’deki mahkemede idamla yargılanmaya ve dişsiz mübarek ağzıyla savunmaya hazırlanan.. Kastamonu’da 3 ay kaldığı karakol hayatını, nezaketin en ulvisi ile, yıllar sonra “beni karakolda misafir ettiler” cümlesiyle yad eden… İrtibat vesilelerinin büsbütün yasaklandığı anlarda, Nur Postacıları adıyla sivil posta ağı kurarak, teknoloji ve imkansızlıklara meydan okuyan… Denizli’ye giderken yolda talebesi Ziya ile Ankara’ya kadar gelirken, arkada kalan İnebolu hapishanesindeki talebelerine “Vasbir li-hukmi Rabbik” ayetinin işaretine mazhar olduklarını ifade eden bir pusula göndererek teselliyi her tarafa neşr eden..

Afyon’da dayanamayıp, “Üstadım! Ahirette 2 elim yakanda olacak..” diye haykıran talebesine hiç hiddetlenmeyip, şefkatle bağrına bastıktan sonra, yıllarca ona dua eden… Emirdağı’nda, sarhoş ev sahibine namaz kılmasını telkin ederek, onu hem içkiden kurtaran, hem namaza başlamasına vesile olan.. Isparta’da Pakistan Milli Eğitim Bakan yardımcısı Ali Ekber Şah ile saatlerce en beliğ Arapça ve Farsça üslub ile muhatab olan.. İstanbul’da Rum Fener Ortodoks Patriğini ziyaret ederek, küfr-ü mutlak’a karşı, beraber çalışılmasını telkin eden… Vefatından evvel, hem Menderes, hem Celal Bayar, hem CHP genel sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektuplarla onlara istikamet hattını gösteren.. Bağdat Paktı’nı, Cemiyet-i Akvam’i, komünizme karşı hür dünyayı destekleyen..

Eserlerini Vatikan’a, Kore-Japonya, Suriye – Mısır – Irak – Arabistan, Yunanistan – ABD – Finlandiya gibi merkezlere bizzat gönderten..

Ve vefat ettiğinde terekesi olarak 50 lirayı geçmeyecek bir tereke bırakarak, asli hayata intikal eden..

BU KAHRAMAN BEDİUZZAMAN’IN TALEBELERİ BİZLER MİYİZ?

Herkes kendisine sorabilir..

Ben kendime soruyorum… Ve kendim, böyle bir Zat’a nisbet edilmekten, yani Nur Talebesi diye yad edilmekten şu halimle hicab ediyorum.

Şahsım olarak söylüyorum, Azmimi yenilemeli.. Gayretimi gözden geçirmeli.. fedakarlığıma yeniden nazar etmeli.. Ve neler yapmam gerektiğine dair yeniden bir silkinmem gerektiği kanaatine varmış oldum…

Hislerimi paylaştım.. Yanlışlarım varsa bana geri gönderiniz.. Kusuruma da bakmayınız..

Ama evet, “Bir hayalim var” …  Her zaman için..   ve her yerde…

Ve çok iyi biliyorum ki, hayallere ulaşmanın yolu, hayaller değil, realiter gayretlerdir.

Selam ve dua ile..


Cevdet Baybara (R.A)

Cagayan De Oro / Philippines (www.nurnetwork.org)

Ruhuna Fatihalar..