Etiket arşivi: Cevşen

Ezkar-ı Nuriye

Ezkar-ı Nuriye

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin okumuş olduğu gayet derecede nurlu ve faziletli olan bazı ezkâr ve evradı tek bir eserde toplamaya muvaffak olmakla Cenâb-ı Hakk’a son sonsuz hamd u sena ederiz.

Bu eser hazırlanırken seçilen ezkâr ve evrâdlar; ekseriyetle Risale-iNur’da zikredilen ve bizatihi fazileti Üstad Hazretleri tarafından belirtilen ezkârlardır. Bu ezkâr ve evrâdları, kitabımıza almadan birçok asıl nüsha ile mukayese edip en sıhhatli halini, mecmuamıza dercetmeye gayret ettik.

Hususen, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî (k.s.) Hazretlerinin Mecmuat-ül Ahzab’ını birçok evrada, me’haz olarak kabul ettik.

Ayrıca, Üstadımızın yıllarca hizmetinde bulunan Merhum Tahiri Mutlu Ağabeyin, “Kırkanbar” isimli dua defteri de me’haz kitaplarımızdan biridir.

Zira bu mübarek ağabeyimiz, bu hususi defterine Üstad’ımızın okuduğu bazı ezkâr ve evradı kendisi için kaydetmiş ve bu defter de Üstad’ımızın nazarından geçmiştir.

Cenab-ı Erhamürrahiminden bu mecmuada emeği bulunan, tüm kardeşlerimizin defter-i hasenatlarına, kâinatın umum zerratının,umum zamanlarındaki umum dakikalarının, bütün âşirelerine darbedilip, hasıl-ı darb adedince, haseneler yazmasını niyaz ediyoruz. 

Ve bu mecmuayı, okuyan tüm kardeşlerimizin; Risale-i Nur’dan istifade ve istifazelerinin ziyadeleşmesini, Cenab-ı Kibriya Hazretlerinden dua ediyoruz. 

14×20 cm. ebat

956 sayfa

şamua (sarı) kağıt

ciltli         42 TL

   Kitap Temini için: 0354 217 14 88

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabiatları parça parça ediyor. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envâr-ı tevhidi gösteriyor. [1]

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî Bu 3 Eser bizleri tenevvür etmektedir. Neden ? çünkü bizler ümmiliğimizi kaybetmişiz mataryalist sistemin tezgahından geçerek tabiatperestlerin suyuyla sulanmışız. Okullar ise bu bahsettiğim zeminin bahçesidir. İlk torna tesviye tezhahı hemde.

Ümmi denildiğinde akla ilk gelen okuması yazması olmayan akla geliyor. Ama ümmi lugatta: “Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir. ) * Anaya mensub olan. (Mefhar-i Âlem (A.S.M.) hiç bir mektebde, medresede ve hiçbir beşerden tahsil görmeden, ümmiliğiyle beraber, evvel, âhir ilimlerle mücehhez olması, Âlem-i İslâma, âlemlere ve dünyaya rahmet olması ve Onun bir misli ve benzeri bulunmaması, en büyük mu’cizelerden ve Hak Peygamber olduğuna dair en mühim delillerdendir. )” olarak geçmektedir.

Ümminin enfüsi manasına baktığımızda ise; fıtratı bozulmamış, fıtri olan manasına gelmektedir. Bizler okullarda ise fıtratımızı bozdurduk. Fıtrılik ise özdür, lübdür, kışır değildir. Fıtrata müdahale kışırdır. İnsanı özden alır uzaklaştırır mana aleminden maddeye, nurdan zulmete, nurdan nara.. götürür. Hasaret-i azime ise kışri bir hadisedir. Bizleri şuursuz, basiretsiz bir hale getirmektedir.

Peki ümmiyette dönmek nasıl olur?

Ümmiyete avdet ise; Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî ile olmaktadır. Öze lübbe dönüş ise; Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî ile olmaktadır. Okudukça nurları massederek, hakikatımızı nurlarla mezcederek fıtrata, öze, lübbe dönmektir. Kendini farklı olduğunu bilen farka geliyor farka gelen ise Furkan-ı Hakime Tabi oluyor. Nitekim: “Melikin atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir. ” Mesnevi-i Nuriye ( 77 ) “ve”.. hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Lem’alar ( 122 )”

Kışırda kalsak ne olur?

.. şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır. Mesnevi-i Nuriye ( 77 ) “.. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun. Lem’alar ( 122 )”

kâinatı baştan başa nurlandıran Nurdan mahrum kalıp, zulümat karanlıklarını dağıtamayız.. gafletleri, tabiatları parça parça edemez gaflet ve dalaletin en koyusuna düçar oluruz. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri haya, akıl, ruh, sır başta olmak üzere tüm letaifimize sararız. Tüm letaifimiz Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç olur, taraklar ile taranır bir hale inkılab eder.

Risale-i Nur Dairesinde Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî’nin ehemmiyeti azimdir. OKUMAK Kendine yatırım demektir. Ne kadar çok okursak o kadar kendine yatırım yaparız. Yatırımsız sermayesiz olursak “bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın.

Hem bizim efendimiz kerimdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru afveder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun. ” Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefahete sarfetse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?” Sözler ( 20 )

O halde bizler;

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî ile özümüze dönmeliyiz.

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî’den hissemiz azim olması temennisiyle…

Ezkar-ı Nuriye hakkında

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 
[1] Kastamonu Lahikası ( 231 – 232 )

Kaynak: Risale Haber

 

www.NurNet.org

Risale-i Nur’dan ‘Bismillah’ dersini duyan iki yaşındaki Sofia’nın tepkisi

Esselamunaleyküm

Orta Amerikanın önemli ülkelerinden Guatemala’dan bütün abi ve kardeşlerimize selam ediyoruz. Evet daha yeni bir havadis mektubu yazmıştık. Fakat Hüsnü ağabey ile beraber olduğumuz Güney Amerika seyahati sonrası katıldıgımız Meksika – Guadalahara Kitap Fuarından müjdeli ve güzel haberler ve akabinde Guatemala ziyaretimizi de paylaşmak istedik.

Zira bu hizmetimizde bizim payımıza düşen buralarda bilfiil koşturmak olsa da, dualarını her zaman hissettiğimiz kıymetli ağabey ve kardeşlerimiz ile de manen beraber olduğumuzdan, bu havadisleri bilmeleri hakkı, bizim de bu güzel haberleri yazmamız boynumuzun borcudur diye telakki ediyoruz.

Nurları nasıl karşılayacaklarını merak ediyorduk

Uzun zamandır katılmayı arzu ettiğimiz, Dünyada ilk beşte, Güney Amerika’nın da en büyük kitap fuarı olan Meksika-Guadalahara’da bu sene yer bulmaya muvaffak olduk. Güney Amerika’da çok fuarlara katılmış, Latin halkının ilgi ve alakasını defaetle müşahade etmiştik.

Fakat yaklaşık 130 milyon nüfusu ile bölgede İspanyolca konuşulan en kalabalık ülke olan Meksika fuarına ilk defa katılmamızdan dolayı nurları nasıl karşılayacaklarını merak ediyorduk.

Daha fuarın ilk günlerinden itibaren anladık ki, zaman ve mekan değişse de bu asrın insanının manevi yaraları değişmiyor, muhtaç oldukları Kur’ani devaları farkından olmadan aramaya devam ediyorlardı. Bulanlar adeta bağrına basıyor ve hemen bu nurlardan istifadeye başlıyordu.

Bu hakikatler o kadar tesirli ki insan okuyunca ağlamak istiyor

Mesela, fuarın ilk günlerinde iki genç Meksikalı ve annesi standımıza gelmişti. Anne, Küçük Sözler’in arka kapağındaki kısmı okumaya başladı;

“Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü, ölüm değişmiyor; firak bekaya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

Sanki sadece stand değil, binlerce ziyaretçinin olduğu fuar bir anda boşalmış, abla orada tek başınaymış da sessizce bütün benliğiyle bu sözleri okuyordu. Gözleri doldu ağlamaklı oldu, belki de son cümleleri bitiremedi.

Ona sorduk, niye bu kadar duygulandınız? Dedi ki; “Bu hakikatler o kadar tesirli ki insan okuyunca ağlamak istiyor.”

Hamdolsun, önce küçük kitaplardan alan bu ablamız br kaç gün sonra tekrar gelip kalan büyük kitaplardan da aldı, Rabbim istifadesini artırsın, hidayet versin, amin…

Hem Kur’an’ını hem de nurları aldı

Daha bir yıl önce Müslüman olan başka bir Meksikalı kardeşimiz de Kur’an-ı Kerim almak için fuara geliyor. Meksika bölümünü tamamen tarıyor ama Kur’an bulamadığı için üzgün bir vaziyette evine dönüyor. Sonra kendi kendine diyor ki, “niye uluslararası bölüme bakmadım, yarın gidip oraya bakayım bulamazsam bile en azından gittim, aradım, bulamadım derim” diyor.

Ertesi gün geldiğinde ise hasbel kader bizim standımızı buluyor, Kur’an-ı Kerimi görüyor ve heyecanla Kur’an-ı Kerim istediğini söylüyor. Fakat elimizde kalan son Kur’an olduğundan, başkalarına da göstermek için kullandığımızı, bir çok isteyen olduğu halde veremediğimizi söyledik.

Bunu duyunca çok üzüldü. “Fakat madem sen Kur’an-ı Kerim’i bulmak için bu kadar çaba sarfettin, tekrar fuara geldin, biz inanıyoruz ki bu kitabın sahibi zaten sensin” deyince bu kardeşimiz gözyaşlarına hakim olamadı ve ağlamaya başladı.

Sonrasında standımızdaki Risale-i Nurdan İspanyolca vecizeleri okurken de gözyaşlarının aktığını görüyorduk. Kur’an-ı Kerim’i bulmak için standa gelen sonra da hem kendisini hem de bu asra bakan en güzel dersini bulan kardeşimiz fuarın son günü tekrar gelip hem Kur’an’ını hem de nurları aldı, Rabbim istifadesini artırsın, amin.

Dördüncü Söz’ü baştan sona kemal-i merakla dinleyen ilkokul talebeleri

Kuzey Amerika’dan fuara gelip risale alanlar, Guadalahara’dan uzak eyaletlerde yaşayan, tekrar bu kitapları nereden bulacağım deyip küçük bir valizi risalelerle doldurup gidenler, farklı üniversitelerden gelip, risalelerin çok etkileyici olduğunu söyleyip kendileri ve üniversiteleri için nurları alanlar, cebindeki son parayı risalelere vermekten çekinmeyen lise talebeleri, Küçük Sözler’den Dördüncü Söz’ü baştan sona kemal-i merakla dinleyen ilkokul talebeleri ve niceleri…

Bunlar ve bunun gibi daha onlarca hikaye aslında bize şunu söylettiriyordu; “Elhamdulillahi, iyi ki gelmişiz.”

Bediüzzaman sanki bu sözleri bizim için yazmış

Bu arada anlatmadan geçemeyeceğimiz, fuarın halka açık olmadığı, sadece profesyonellerin geldiği günlerdeki bir ziyaretçinin söyledikleri hakikaten çok kıymetliydi. Uzmanlık alanı İspanyolcaya çevrilen eserlerin editörlüğü ve tashihi olan bu ziyaretçimiz girişinde “La koleksiyon Risale-i Nur de Turkia” “Türkiye’den Risale-i Nur Külliyatı” yazan standımıza giriyor ve üç kitap seçip rasgele farklı yerlerden okuyor.

Biraz okuduktan sonra biz sormadığımız halde şu itirafta bulunuyor. “Ben bu kitapları aslında tenkit niyetiyle okudum ki  nerelerde nasıl hatalar var bulayım, size göstereyim. Fakat hiçbir hata bulamadım. Bence bu okuduğum tercüme maksadına tam ulaşmış, vermek istenilen mesajı açık, net ve direk olarak okuyucuya ulaştıran mükemmel bir çalışma.”

Hamdolsun, bu sözler hakikaten de bizim için bir şükür vesilesi idi. Çok insanlardan duyduğumuz “okuduğumuz bu Sözler bizim kalbimize ve ruhumuza ulaşıyor. Bediüzzaman sanki bu sözleri bizim için yazmış” sözleri risalelerdeki manevi tesirin –çok şükür– tercümelere de aynen geçtiğini gösterirken, bu editörün sözleri ile de dil bilgisi ve edebiyat açısından da harika bir tercüme olduğunu ve nurlara tam bir ayna olduğuna kanaatimiz bir kez daha perçinlendi. Elhamdulillahi haza min fadli Rabbi…

“Bismillah” bahsini okumaya başladık 2 yaşındaki Sofia gürültü yapmayı bıraktı

Kitap fuarımız çok güzel irtibatlar, ileriye matuf nice güzel hizmetlerin müjdecisi nevinden onlarca güzel hatıralarla zihnimizde kalacaktı. En son gün yeni Müslüman bir aileyi ziyaretimizde yaşananlar ise nurların kıymetini ve bu diyarlarda hizmete ne kadar ihtiaç olduğunu gösteriyordu.

Daha birkaç gün önce Müslüman olan bir aile bulunduğumuz yerden araba ile yarım saatten fazla uzaklıkta bir yerdelerdi. Aynı gün Guatemala’ya uçak olduğundan program biraz sıkışıktı. O yüzden bizzat gitmek yerine kitap göndermekle yetinelim derken vakit az da olsa bir anda gitmeye karar verdik.

Daha yeni Müslüman olan bu mütevazi ailenin Sofia isminde daha iki yaşına gelmemiş küçük bir kız evlatları vardı. Biz orada iken Sofia uzak duruyor, yaklaşmıyor gürültülü bir şekilde oyuncakları ile oynuyordu. Ne zaman ki Birinci Söz’den “Bismillah” bahsini okumaya başladık Sofia gürültü yapmayı ve oyuncaklarını bırakıp dizimizin dibine gelip sessizce sözleri dinliyor ve o minik elleri ile adeta nurların sayfalarını okşuyordu. Birinci Söz bitene kadar bu hal devam etti.

Evet “Risale-i Nur’un fıtri talebeleri masum çocuklar” idi. Üstadımızın tabiri ile, “Bu masumların akılları derketmiyor, fakat ruhları bir hiss-i kablel vuku ile hissediyor ki; Risale-i Nur’la bunlar hem imanlarını kurtaracak, hem vatanlarını, hem kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikati kalbleri hissetmiş.”

Bu masum Sofia belki ilklerdendi ama inşaallah daha nice Sofiaların, Mariaların, Lusiaların da küçük bir numunesi idi…Rabbim sayılarını artırsın, amin…

Rabbim layık ellere geçip, istifade etmelerini nasip etsin

Bu tatlı hatırarla yadedeceğimiz Guadalajara’yı geride bırakıp sıra Orta Amerika ülkelerin’den Guatemala’ya gelmişti. Daha önce İstanbul’da bir programda tanıştığımız İslam Kültür Merkezi başkanı bizi havaalanında karşıladı.

Burada hem farklı camilerde görev yapan Mısırlı hocalar ile tanışıp onlara Risale-i Nurların İspanyolca ve Arapça tercümelerinden hediye ettik hem de Guatemala ve Orta Amerika’nın diğer ülkelerinde kullanılmak üzere bin adet Küçük Sözler’den baskıya girdik. Rabbim layık ellere geçip, istifade etmelerini nasip etsin inşaallah, amin….

İnşaallah sözlerin baskısı biter bitmez yakın zamanda medrese-i nuriye açılan Kosta Rika’ya gidip hem medreseyi hem de oradaki Müslüman kardeşlerimizi ziyaret edeceğiz. Çıktığımız bu seyahetin külli hizmetlere vesile olması için dualarınızı bekliyor, vakti ve imkanı olan ağabeylerimizi tekrar Latin Amerika’ya davet ediyoruz, vesselam.

Kaynak: RisaleHaber 

 

www.NurNet.Org

Cevşen Ve Risale-i Nur, Gafleti Parça Parça Ediyor

“Hizb-i Nurî’de; hem sırrı, hem küllî bir ubudiyet bulunduğundan; şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emareyi müşahede ettim. Bugün Risale-i Nur’un Hizb-i Nurî’sinden bir kısmını ve Cevşen-ül Kebir’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki; kâinatın enva’ını ve âlemlerini Yirmidokuzuncu Mektub’un âhir kısmı beyanında, seyahat-ı kalbiye ile, herbir İsm-i İlahî bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabiatları parça parça ediyor. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envar-ı tevhidi gösteriyor. Ezcümle: İki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi’ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nur-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takib ediyor. En uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani’ olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için, kâinatı ya nefyetmek veya unutmak, daha hatıra getirmemek değil; belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm. Daha var. Fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.” (Kastamonu:231)

GAFLETSİZ HUZUR

“Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki; içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah dedim. Hak verdim.” (Kastamonu:250)

İNSANI GAFLETE DÜŞÜRMEKLE ALLAHA UBUDİYETİNE MANİ OLAN CÜZ’İ NAZARINI CÜZ’İ ŞEYLERE HASRETMEKTİR

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’a ubudiyetine mani olan, cüz’î nazarını cüz’î şeylere hasretmektir. Evet cüz’iyat içerisine düşüp cüz’îlere hasr-ı nazar eden, o cüz’î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığı zaman, edna bir cüz’înin en büyük bir sebebden sudûruna cevaz veremez. Meselâ: Cüz’î rızkını bazı esbaba isnad edebilir. Fakat menşe-i rızık olan arzın, kış mevsiminde kupkuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızk ile dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allah’dan maada kendi rızkını verecek bir şey bulunmadığına kanaatı hasıl olur. Ve keza evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnad edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menba-ül Envarın nuruyla muttasıl olduğuna vâkıf olduğun zaman anlarsın ki; kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden ancak leyl ve neharı birbirine kalbeden Fâtır-ı Hakîmdir.” (Mesnevi:213)

İNSANDA BAZI LÂTİFELER VAR Kİ GAFLET VE DALÂLETTEN GELEN KÜÇÜK BİR HÂLETE DAYANAMIYOR

” Ey insan! Fâtır-ı Hakîm’in senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun. Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.” (17. Lem’a:136)

İNSAN GAFLET İLE ZERREYE MASDAR OLDUĞU ZANNIYLA BAKINCA SAN’AT-I İLÂHİYEYİ TAĞUTÎ BİR TABİATA KALBEDER

“Hiç bir şey, bir zerreye bile, mana-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlahiyeyi tagutî bir tabiata malederler.” (Mesnevi:86)

MALİK-İ HAKİKİDEN GAFLET NEFSİN FİRAVUNLUĞUNA SEBEB OLUR

“Arkadaş! Mâlik-i Hakikî’den gaflet, nefsin firavunluğuna sebeb olur. Evet taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı kendisine kıyas ile, hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesile ile, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

         Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünki insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Meselâ: Bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünki nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acib bir makine-i İlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciği) o makinede çalışıyor. Binaenaleyh insan o firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş olacaktır.” (Mesnevi:67)

Nİ’MET İÇİNDE İN’AMI GÖRMEYENLER MÜN’İM-İ HAKİKİDEN GAFLET EDERLER

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur’an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri ta’dad ederken makbul âyet-i celileyi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delalet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakikî’den gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.”(Mesnevi:95)

                                                                                                                                                                                                                Kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Cevşenül Kebir’in 57. Babının Risale-i Nur İle Şerhi

Giriş:

‘Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok’ diye Risale-i Nurun Marifetullah konusundaki tahşidatına mukabele etmek istiyorlar. Hâlbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler. Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lakayt kalır.”

Bediüzzaman Marifetullah konusu üzerine çok fazla dururken Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa verdiği değere, Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konudaki tavsiyelerine, dua ve münacatlarına ve bilhassa vahyin bir nevi olan ve Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) daimi bir virdi olan “Hadis-i Kudsi” makamındaki “Cevşenu’l-Kebirin” Marifetullah’daki derece-i ehemmiyetine ve ehl-i tarikin marifetullahı elde etmek için daima vird olarak okudukları “Esma-i Hüsna” zikrine istinat etmektedir.

Biz burada âcizane Cevşen’in 57. Babının Risale-i Nur ile şerh ve izah ederek sadece bu fıkranın ne derece bir “Marifetullah” dersi olduğunu göstermeye çalıştık. Bunu yaparken asla kendi fikir ve düşüncemizi katmadık. Doğrudan “Ayetü’l-Kübra” ve “Münacat” ve “Tefekkürname” risalelerindeki Bediüzzamanın açıklamalarına yer verdik. Biz de bu şekilde 57. Babı anlamaya ve “Marifetullah” bahçesinden bir nebze istifade etmeye çalıştık. Bu fıkranın bizzat Bediüzzaman Hazretleri tarafından yapılan “Cevşen-i Kebir Tercümesinden” istifade ettik. Çalışmak bizden tevfik ve hidayet Allah’tandır.

  1. Babın Cümlelerinin Tercüme, Şerh ve İzahı:
  2. Ey göklerde ve ecram-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl. (57.1)

Ya İlahî ve ya Rabbî! Ben imanın gözüyle ve Kur’anın talimiyle ve nuruyla ve Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delalet etmesin. Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki; sükûtuyla gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hilkatıyla, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın. Ve oniki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna şahadet ve saltanat-ı uluhiyetine işaret etmesin!..

  1. Ey zeminde ve zeminin her bir mevcûdunda vahdaniyetin delilleri, âyetleri müşahede edilen Zât-ı Zülkemâl. (57.2)

Ey Arz ve Semavatın Hâlık-ı Zülcelali! Senin Kur’an-ı Hakîminin talimiyle ve Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de: Arz bütün mahlûkatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül -cüz’î olsun, küllî olsun- yoktur ki; intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.

Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za’fiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatının hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, san’at-ı acibesiyle ve latif zînetleriyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsız, heryere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

  1. Ey her bir şeyde ve mahlûkta vücûb-u vücuduna delâlet eden burhanlar bulunan Zât-ı Vacibu’l-Vücûd. (57.3)

Sen her kusurdan ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzehsin. Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, semâ, yıldızlarının ve güneşlerinin ve aylarının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki hikmet remizleriyle, dünya semâsı, bulutlarının ve gök gürültüsünün ve şimşeklerin ve yağmurların kelimeleriyle ve bütün bunlardaki faydaların işaretiyle, yeryüzü, madenlerinin ve nebatlarının ve ağaçlarının ve hayvanatının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki intizamatın delâletiyle, nebat ve ağaçlar ise, yapraklar ve çiçekler ve meyveler kelimatıyla ve bütün bunların muhtaç zevilhayata menfaatlerinin tasrihatıyla, çiçekler ve meyveler ise, tohumlarının ve kanatçıklarının ve çekirdeklerinin ve onlardaki acaib-i san’atın kelimatıyla, çekirdekler ve tohumlar ise, bilmüşahede sümbüllerinin lisanıyla ve habbeciklerinin kelimeleriyle, her bir nebat ise tomurcuklarının inkişafı sırasında, müzeyyen çiçeklerinin ve muntazam sümbüllerinin ağzıyla yavrularının tebessümü hengâmında gayet vazıh ve zahir bir surette görüldüğü gibi ölçülü tohumlarının ve intizamlı habbeciklerinin kelimeleriyle, şekillerinin ve o şekiller içindeki renklerinin ve o renkler içindeki tadlarının ve o tatmaklar içindeki güzel kokularının ve o güzel kokular (On iki perde perde üstünde, burhan burhan içinde, delil delil içinde, bir çiçekten muhtelif nağamat ve mütenevvi lemeatla Nakkaş-ı Ezelîyi kalbe gösteriyor, aklın gözünü baktırıyor) içindeki nakışlarının ve o nakış içindeki ziynetinin ve o ziynet içindeki boyasının ve o boya içindeki san’atın ve o san’at içindeki tevzinin ve o tevzin içindeki tanzimin ve o tanzim içindeki mizanın ve o mizan içindeki nizamın lisanıyla, Seni hamdinle tesbih ederler.

O nebatlardan her biri, çiçeklerinin zarif gözlerinden ve sümbüllerinin tazecik dişlerinden takattur eden ve Senin kendini kullarına tanıtıp sevdiren taarrüf ve teveddüdünün cilvelerindeki lemeattan tereşşuh eden bir tarifle, Senin tecelliyât-ı sıfâtını tavsif, cilve-i esmânı tarif ve teveddüdünü tefsir eder.

  1. Ey azametli denizlerde acîbeleri yaratan Zât-ı Cemîl-i Zülkemâl! (57.4)

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.

  1. Ey mahlûkatı bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde ve ihyâ eden Zât-ı Kadîr-i Zülcelâl! (57.5)

Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. İşte, bu dünyada böyle hayatdar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksadlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Tüm mahlûkatın Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delalet eden üç muazzam ve muhit hakikat:

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve san’at-perverane ibda’ ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnu’larda birbirinden sîmaca farikalı ve şekilce zînetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki: Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey’den başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahib olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.

  1. Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihar edilen hazineleri halk eden Hallak-ı Kerîm! (57.6)

Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, “Sahifelerimizi de oku!” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ: Dağların zeminden emr-i Rabbanî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılabat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor. Demek nasılki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de dağlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarını, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe, 78:7) “Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” (Hicr, 15:19) “Dağları sapa sağlam dikti.” (Nâziât, 79:32) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ, dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menba’lar, sular, mâdenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmane ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler, diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri “La İlahe İllallah” tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billah” der.

İşte bu manayı ifade için Birinci Makam’ın beşinci mertebesinde: “Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, Rabbânî ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmel iddihar ve idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder” denilmiş.

  1. Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, tedbirini gören ve o an levâzımâtını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zü’l-İkrâm! (57.7)

Kâinatın tanzimâtındaki hikmet-i âmme, tezyinâtındaki inâyet-i tâmme, taltifâtındaki rahmet-i vâsia, terbiyesindeki erzak ve iâşe-i şâmile, Fâtırının şuûnât-ı zâtiyesine mazhariyetiyle acip bir san’at izhar eden hayatı, tahsinâtındaki mehâsin-i kasdiye, mevcudatının zevâliyle beraber onlarda in’ikâs eden tecelliyât-ı cemâliyenin devam etmesi, kâinatın kalbinde, Mâbuduna karşı sadık aşk, cezbelerinde zâhir olan incizap, kâinattaki bütün kâmillerin, onun Fâtırının vahdetine dair ittifakları, eczâsında fayda ve maslahatları gözeten tasarrufat, nebâtâtındaki hakîmâne tedbir, hayvânâtındaki kerîmâne terbiye, erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizam, külliyetinin intizamında gözetilen cesîm gayeler, maddeye ve zamana muhtaç olmayarak ve gayet kemaldeki bir hüsn-ü san’atla def’aten icad edilmesi, sınırsız imkânat içinde mütereddit mevcudatına verilen hakîmâne teşahhusat, gayet kesretli ve mütenevvi hâcetlerinin, ellerinin yetişmediği en küçük matlaplarına kadar, umulmadık tarzda ve hesapsız bir şekilde, lâyık ve münasip vakitte kaza edilmesi, zaafında tecellî eden kuvvet-i mutlaka, aczinde tecellî eden kudret-i mutlaka, cumudunda tezahür eden hayat; cehline rağmen herşeyi her şe’niyle ihata eden küllî şuur, tagayyürden münezzeh bir tağyir edicinin vücudunu istilzam eden tagayyüratındaki intizam-ı mükemmel, bir merkez etrafındaki mütedahil daireler gibi müttefik tesbihatları, istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla edilen üç nevi duaların makbuliyeti, mevcudatın münacatları ve ibadetleriyle mazhar oldukları şuhudat ve füyuzatları, mukadderatındaki intizam, Fâtırını zikretmekle mutmain oluşları, mevcudatın mebde ile müntehâlarını birleştiren hayt-ı vuslatın ibadet oluşu ve ibadet vasıtasıyla kemâlâtlarının zuhur edişi ve Sâniinin o mevcudu halk etmekteki makasıdının tahakkuk etmesi ve hâkezâ, kâinatın sair şuûnat ve ahval ve keyfiyâtı şehadet eder ki, bütün bunlar birtek Müdebbir-i Hakîmin tedbirinde ve Ehad-i Samed olan bir Mürebbî-i Kerîmin terbiyesi altındadır. Ve bunların hepsi, bir tek Seyyidin hizmetinde ve bir tek Mutasarrıfın tasarrufundadırlar. Ve hepsinin de masdarı öyle bir Vâhidin kudretidir ki, mektubatından herbir mektup üzerinde ve sahâif-i mevcudatından her bir sayfa üzerinde vahdet hâtemleri kesretle tezahür etmiştir.

  1. “Ey her şey her bir hacetinde ve her bir emrinde O’na müracaat eden ve her bir mevcut, her bir keyfiyetinde O’na dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet O’na raci olan Zât-ı Kadir ve Rabb-i Külli Şey’!” (57.8)

Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatlı yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihane şehadet getirdiklerine “La ilahe illallah” dediklerine delalet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü:

Birincisi: Pek zâhir bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manası ve hakikati her birisinde hissedildiği gibi; mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manası ve hakikati, o hadsiz enva’ ve efradda gündüz gibi aşikâre görünüyor ve bir Sâni’-i Hakîm’in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mâhdud ve madud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüzbin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışsız, hatasız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki; güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. “Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.

  1. Ey her şeyde zâhir bir surette lûtfunun eserleri ve inâyetinin cilveleri ve güzel nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşâhede edilen Zât-ı Latîf-i Habîr!” (57.9)

Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki, ilminin mucizeleri, san’atının harikaları, cûd ve sehâsının hediyeleri ve lûtfunun burhanları olan müzeyyen hayvânâtı, münakkaş kuşları, meyveli ağaçları ve çiçekli nebâtâtı ile yeryüzü bahçesini san’atının meşheri, mahlûkatının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekliği, Cennetinin tarlası, mahlûkatının resmigeçit meydanı, mevcudatının seyelângâhı, masnuatının ölçeği yapmıştır.

Bu yeryüzü bahçelerinde meyvelerin ziynetiyle gülen çiçeklerin tebessümü, seher yeliyle şakıyan kuşların sec’aları, çiçeklerin yaprakçıklarındaki damlaların şıpıltısı ve validelerin küçük yavrulara olan terahhumu… Cin ve insana ve hayvânat ve ruhaniyat ve melâikeye bir Vedûd’un kendisini tanıttırması, bir Rahmân’ın kendini sevdirmesi, bir Hannân’ın terahhumu, bir Mennân’ın en lâtif rahmet cilvelerini izhar etmesidir.

Sonra, seyahat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve îman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler.

O da girdi ve gördü ki: Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle “La ilahe illallah” deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzât birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhanî ve manidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni’lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar vaziyetinde gördü.

  1. Ey zîşuur mahlûkatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acâib yapan ve umum masnûatını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlatını teşhir etmek için bir dellal, bir ilanname hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm! (57.10)

İnsan imân gözlüğüyle bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin mucizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezeli tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mucizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelinin azametine derece-i delâletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelinin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden imân nimetine “Elhamdülillâh” diyecektir.” (29. Lem’a, II. Bâb)

Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-Aman, el-am’an! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, yâ Halıkî ve yâ Halık-ı Külli Şey, Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap… Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Mûsa Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim’e Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste mesut kıl!. Âmin, âmin, âmin!

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org