Etiket arşivi: çocuk eğitimi

Başarı Karşılığı Sevgi

Son dönem gözlemlerimde dindar anne-babaların dahi çocuklarına sevgilerini başarı karşılığında sunduklarını fark ettim. Çocuklarının ahlaklı, dini vazifelerini yerine getiren, hayatta başarılı olmalarını isteyen anne-babaların bu masum isteklerinde çocuğun “okul başarısını” en önemli mihenk kabul etmeleri herhalde ahir zamandaki manevi havanın bozulmasıyla nazarların tamamen dünyevi hayatın kazanılmasına hasredilmesinden kaynaklanan bir durum. Düşünce ve uygulama olarak sadece dünyaya hizmet eden bir hayat yaşamasa da anne-babalar, etraftan etkilenme veya kendi gençliklerinde başarılı olamadıkları alanlarda çocuklarına yol gösterme, başarılı yapma meyliyle, farkında olmadan, okul başarısını çocuklarını değerlendirmede çok belirleyici bir faktör zannediyorlar.

Halbuki İslami anlayışın esasında anne-babanın asıl vazifesi “Allah’ın rahmetine ayine olmak yani çocuğuna karşılıksız sevgi sunmak”tır, böylece çocuk anne-babasında gördüğü o “karşılıksız sevgi” kavramıyla tanışır, büyüdükçe bu sevginin asıl kaynağının Rabbi olduğunu anlar ve hayatı O’na bağlılık ile pek çok endişe ve korkulardan salim olarak yaşar. Maalesef günümüzde bu  anlayış epey perdelenmiş, kaybolmaya başlamış. Kapitalizmden gelen “her şey karşılıklı” felsefesine  mağlup olunup, karşılıksız rahmetini sunan rabbimizin rahmetini gösteren ayna olmak kavramı unutulmaya başlamış. Arkadaşlık dostluk kavramları kaybolduğu gibi karşılık beklentisi anne-evlad ilişkilerine kadar girebilmiş.

Hepimiz evladlarımızın maddi ve manevi sahada başarılı olmasını arzu ederiz ve bu neticeye götürecek donanımları kazanmasını isteriz. Bu sahalarda başarılı olmanın ölçüsü çocuğun sadece okul derslerindeki başarı durumu yada arkadaşları arasında ne kadar söz sahibi olduğu gibi iki zahiri kriter olmamalıdır. Bunlar kendi alanlarında birer belirleyicidir ve bize çocuğumuzun o alanda yapabilecekleri hakkında bir fikir verebilirler ama çocuğumuzu yani bir insanı, hele imanla ruhu 18 bin aleme açılabilen bir insanı, bütünüyle değerlendirmeye yetmezler.

Öncelikle bir adım geriye gidip resme bütünüyle bakmalıyız. Yani evladlarımıza “benim çocuğum” anlayışıyla değil de, “Allah’ın benim terbiyeme emanet ettiği bu ademoğlu, bu müstakil birey” nasıl hem dünya hem ahret hayatında başarılı olacak şekilde eğitilmelidir? Bunu ona kazandıracak hangi bilgiler ve nasıl bir uygulama olmalıdır? Gibi çocuğun bu hayatın başından en nihayetine yani ölümüne kadar ve ölümünden Rabbinin huzuruna çıkarılıncaya kadar seyredeceği bu “hayat yolculuğunda” nasıl başarılı olabileceğine dair modeller bulmalıyız. ( Bu modellerin tamamı Fahr-i Kainat Efendimiz(ASM)’ın çocuk ve gençlere olan muamelelerinde derc edilmiştir. Sünnet-i Seniyye kaynağından bizim durumumuza uygun olanı seçip uygulamalıyız. )

Cenab-ı Allah Ehadiyetinin tecellisiyle her kulunu ayrı bir fıtrat, ayrı hassasiyet ve ayrı istidadlarla yaratmıştır. Bu yüzden her çocuk da farklı bir fıtrat sahibidir, farklı meyilleri vardır ve bu meyilleri besleyecek ve kabiliyet haline dönüştürecek farklı faaliyet alanlarına ihtiyaç duyar. Örneğin bir çocukta insanlara yardım etme eğilimi fazladır, o tür faaliyetlerden, arkadaşlarıyla bir arada olmaktan lezzet alır. Diğer bir çocukta okumak, araştırmak meyli fazladır, arkadaşları yerine kitapları tercih edebilir. Bu iki çocuğu kıyaslayıp “Bizimki sabahtan akşama park bahçe şişe kapağı topluyor, tekerlekli sandalye alacakmış, eve girmiyor; komşunun çocuğu da almış kitabı evden dışarı bile çıkmıyor. Bizimki yaramaz, komşununki akıllı..” gibi bir değerlendirme fıtratı bilmeme cehaletinin bir ifadesidir. Bu iki çocuk kendi ölçüleri içinde müstakil değerlendirilmelidir.

 İslami terbiye içerisinde en önemli mesele çocuğun “kişilik sahibi” olmasıdır. Yani müstakil ama vazifesi bulunduğu her topluluğa karşı sorumluluklarını bilen ve kendini ifade edebilen bir insan olmasıdır. Çocuğun kişilik sahibi olması için belli eğri ve doğrularını tesbit edebilmesi ve bunlara göre yaşadıklarını değerlendirebilmesi gerekir. Öyle ise öncelikle çocuğumuza eğri-doğruyu hakiki bulabileceği bir kaynağı takdim etmemiz lazımdır. Çocuk bu sabit kaynağı öğrendikten sonra değer yargılarını ona göre oturtarak sağlam bir karaktere sahip olacaktır. Bu kaynak da 1400 yıldır hakkaniyeti isbatlanmış, toplumların teveccüh ve itimadını giderek artırdığı Kur’an-ı Kerim ve onun hayata uygulanmış hali olan Sünnet-i Seniyyedir. Çocuk kaynak olarak Kur’an’ı, rehber olarak Peygamberini(ASM) aldıktan sonra her yeni deneyimini bu eksenlerde iç alemine yerleştirecektir.

Çocuklarımızı kişilik sahibi bireyler olarak yetiştirirken önemli bir mihenk de “yanlışların içinden doğruyu ayırdedebiliyor mu, doğruyu bulunca bunu uygulayabiliyor mu, yanlış yaptığını fark edince hatasını nasıl düzeltiyor” gibi doğruları hayatına yerleştirmeye çalışan bir yaklaşımı kazanıp kazanmadığını ölçmektir. Yani çocuk “doğruyu öğrenmeyi öğrendikten” sonra bilmedikleri için fazla endişe etmeye gerek kalmaz; çünkü ihtiyacı oldukça öğrenecektir. İnsandaki akıl, kalp, vicdan mekanizmaları ve bunları eğiten Kur’an-Sünnet yolu bireyin her durum için doğruyu bulup uygulamasına zemin hazırlar. İşte çocuğumuzun bu dış kaynakları(Kur’an-Sünnetten gelen bilgileri) iç dinamikleriyle birleştirmeyi öğrenmesi ona bir ömür kılavuzluk edecek en mühim rehberdir.

Anne-babanın çocuğun eğitiminde yapacağı en mühim katkı çocuğun kendi fıtratına uygun bir kişiliği bulmasına yardım etmektir. Çocuğumuz sünnet-i seniyyeye göre uymamız gereken umumi ve şahsi hakları çiğnemiyorsa, yani kendi had ve sınırlarını ihlal etmiyor, başkalarına zarar vermiyorsa, diğer farklılıklar için çocuğa değişimi telkin etmemelidir. Aklına kapı açmalı, “şöyle yapsan daha iyi olabilir”  demeli ama iradesini elinden almamalıdır. Yukarıdaki örnekte kapak toplayan çocuk okul derslerini 3 ile geçiyorsa, “kapak toplama da otur çalış sınıfı 4 ile geç” gibi bir yaklaşım çocuğun üstünde baskı oluşturur, çocuk kendi başına verdiği kararlardan şüphe etmeye başlar, kişiliği örselenir, kendine güveni azalır. Çocuğa derslerini daha iyi öğrenmek istiyorsa, daha çok vaktini çalışmaya ayırması gerektiği anlatılmalı ama  buna kendisi karar vermesine çalışılmalıdır. Karar çocuğa mal olursa eğitici olur yoksa dökme su ile değirmen dönmeyeceğini bilmeliyiz. Anne-baba sevgisini notlara göre ayar ediyorsa yani 5 alınca sevgi ve iftihar dolu bir sesle “aferin benim aslan evladıma”; 2 alınca sevgisiz, ilgisiz bir tepki veriyor, çocuğu dışlıyorsa bu çocuğa: “Seni notun ve başarın kadar seviyorum!” mesajı vermek demektir. Bu mesajı alan çocuk da bir ömür anne babasını notla, ilerde kariyerle mutlu etmeye çalışır durur. Peki mutlu olabilir mi?  Elbette hayır.. Anne-babası kendisine gerekli değer yargıları ve eğri-doğruları öğretmediği için bir ömür kişilik problemi yaşar, her durumda eğri-doğrusu değişir, iş ve kariyerin dışında ne yapacağını bilmeyen, sürekli kendini birilerine isbatlamaya çalışan, başarılı olmazsa sevilmeyeceğine inanan, okul başarısının hayatın gayesi olduğunu sanan ve hayata karşı bir sürü sui zanlarla dolu bir birey olur, neticede MUTSUZ olur. 15-20 yıllık okul hayatında çok başarılı olmuş ama hayatın okuldan ibaret olduğu zannıyla yetiştirildiği için kişiliği, sosyal yapısı gelişmemiş ve ömrünün kalan 30-40 senesinde hayatın dışında kalmış  arkadaşlarımız mevcuddur. Bu arkadaşlarımız okulda başarılı ama hayatta başarısız birer insan olur! Elbette bu neticeyi hiçbir anne-baba istemez.

Öyleyse evladlarımıza yapacağımız yönlendirme ve ikazlar hangi eksende olmalı?

Bu çok önemli sorunun cevabını uzman pedagoglara bırakmakla beraber elzem birkaç noktaya değinelim.

Çocuk doğru ve yanlışı algılayabilecek yaşa geldiğinde(her yaşta bu seviye farklıdır, her yaşa göre çocuk sorumluluklarının artmasıyla bu doğru ve yanlışlara muhatap edilmelidir), çocuğun karar vermesine izin vermelidir, bu esnada çocuk yanlışlar yapacaktır, ama yanlış yapmasına bir kez izin verirsek ona kararlarını uygulama becerisi kazandırır hem de kendi kararını kendisi değerlendirmesine fırsat vermiş oluruz. Hiç hata yapmadan doğruyu bulması ise mümkün değildir. Çocuğa kendi karar ve davranışlarını değerlendirme anlayışını yerleştirmeliyiz, yani kendi kendini eleştirebilen, sorgulayabilen bir insan olmalı. İçimizdeki vicdan mekanizması zaten sürekli bizi mihenge vurur, bazen ikaz eder, bazen ferahlığıyla doğru yaptığımızı söyler. İşte vicdanın bu sesini açığa çıkarmak, yani kendini eleştirmek bizi hayatta dengeli tutan önemli bir ikaz mekanizmasıdır.

Çocuğumuz hata yaptığında ise kızmak yerine beraber kararını değerlendirmek ve bu kararı almasına sebep olan his ve fikrini konuşarak kendi kendisini düzeltmesine zemin hazırlamak en kalıcı eğitim metodudur. Örneğin çocuğumuz ödevini akşam hazırlamadı ve sabah erken kalkarım düşüncesiyle sabaha bıraktı. Ve neticede sabahleyin ödevini yetiştiremeden okula gitti. Bu çocuğa “Ben sana demiştim, şimdi öğretmenine rezil olacaksın, notun da düşecek, tembel çocuk” gibi negatif telkinler yerine hiçbir şey söylemeden ve kararının neticesini kendisi görmesini bekleyerek okula yollamak, okuldan gelince de “Okul nasıl geçti” gibi ilgilenip çocuğun kendisi anlatmasına fırsat vermek gerekir. Çocuklar kendilerine sıkıntı veren şeyi paylaşmak isterler, çocuk fıtri bir şekilde gelip “Anne/baba şöyle oldu, öğretmen kızdı” der ve üzüldüğünü ifade ederse , “Evet evladım, hakkaten üzücü bir şey yaşamışsın, galiba sabahları okul ödevi yetişmiyor, değil mi?” gibi çocuğun problemin kaynağını bulmasına yardımcı olabiliriz. Muhtemelen çocuktan da “Evet anne” gibi bir cevap gelecektir, “Bir daha sabaha bırakmayalım o zaman” gibi bir kararı beraber almış oluruz. Bu senaryoda çocuk hem karar verme yeteniğini korumuş hem de kendini değerlendirme ve sonuçlarıyla yüzleşme fırsatı bulmuş oldu, hem de anne-babasına güveni, yakınlığı sarsılmadı. Ama çocuk ödevini aksatmasın diye baskılama olsaydı, negatif telkinlerle çocuk uzaklaşacak, bu kazanımlar olmayacaktı.

Bunlar gibi binlerce örnek verilebilir. Mühim olan okul başarısı veya kariyer gibi zahiri mihenklerin çocuğumuzu değerlendirme tek kriter olmadığını bilerek, onlardan çok daha fazla insanı mutlu eden erdem, şahsiyet, fazilet gibi kavramlarla çocuğumuzu tanıştırarak iç alemi dengeli bir birey olmasını sağlamaktır. Çocuğumuza iki alemdeki mutluluğu, ancak oturmuş bir kişilik sahibi olması ve hakiki doğrulara göre yaptığı tercihleri kazandırır. Gayemiz yapıcı, onarıcı metodlarla evladlarımızı hayat yolculuğuna hazırlamaktır.

Rabbimizin emanetlerini en güzel şekilde muhafaza etmek duasıyla..

Nabi

Nurnet.org

Dindar ailelerin dini sevmeyen çocukları!

Hiçbir şeyden memnun olmayan, şükretmeyi bilmeyen, bencil, merhametsiz bir nesil yetişiyor. Okullarda, hasta ve engelli arkadaşları ile alay eden çocukları duyuyoruz. Çocuklara ahlâki konularda pratik çalışmalar yaptıralım; ibret alacakları yerlere götürelim.

İletişim çağında, iletişim sıkıntısı yaşıyoruz. Tatsızlıkların pek çoğu iletişim hatalarıyla geliyor. Karı-koca iletişim kuramıyoruz, çocuklarımızla iletişim kuramıyoruz. Peki niye?

İletişim kazalarımız yüzünden gönüllerimiz hep yaralı.

Hâlâ eğitim sistemimizde doğru düzgün iletişim dersleri yok. Göstermelik bir kaç ders var. Çocuklara işlerine yaramayacak pek çok bilgi öğretiliyor; ama en önemli bilgiler öğretilmiyor. Hele günümüz gençliği, iletişim konusunda bir facia. Anne-baba ile nasıl konuşulur? Öğretmene nasıl davranılır? bilmiyorlar.

Gençler, saygısızlık etmeyi, büyüklere laf yetiştirmeyi, özgürlük ya da zeka alameti zannediyorlar. Evimin balkonu “Anadolu Lisesi”ne bakıyor, yan tarafımda sitenin çocuk parkı var. Balkona çıkarken kulaklarımı tıkamam gerekiyor. O küçücük çocuklar birbirlerine karşı sanki küfür yarışına giriyorlar. Salıncakta sallanma yaşlarında küfür öğrenmişler.

Bu çocukların aileleri hep düzgün insanlar. Evlerinde küfür kelimeleri kullanıldığı zannetmiyorum. Artık çocuklarımızı biz değil, çevre yetiştiriyor. Eskiden ailelerin etkisi daha fazlaydı çocuklar üzerinde. Biz eğitim hataları yaptık; televizyon, bilgisayar ve çevre de çocuklarımızı bizden aldı.

Yaz tatilinde her yerde yaz okulları açıldı: Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’ an Kursları, dernekler, vakıflar, etüt merkezleri, tatilde çocuklar için yaz okulları yapıyorlar, kurslar düzenliyorlar. Geçmiş yıllarda çocuklarımı farklı yerlere gönderdim. Yaz okulu olduğu için yüzme, gezme gibi etkinlikler, çocuklara cazip geliyor; fakat dini eğitim noktasında çok yetersizler. Dini eğitim denince sadece Kur’ân-i Kerim okutup, ezber yaptırmak ve çocukların çok da anlamadığı fıkıh konularını ezberletmek zannediliyor hâlâ pek çok yerde. Çocuklara ezber konusunda o kadar yükleniyorlar ki çocuklar kısa süre sonra gitmekten vazgeçiyorlar.

Çocuklara zorla ezber yaptıracaklarına: “Namaz sûrelerinin anlamlarını öğretseler, birlikte namaz kılsalar, güzel ahlakı uygulamalı gösterseler, iletişim dersi verseler, iletişim ile ilgili âyet-i kerîmelerin anlamlarını ezberletseler, peygamberimizin örnek davranışlarını anlatsalar, çocuklara dini sevdirseler” yeter.

Nedense Kur’an Kurslarına giden çocukların pek çoğunun, dini konularda hevesleri ölüyor. İstisnalar vardır elbette; ama benim gördüklerim genellikle öyle. Bir kaç ay kursa giden çocuklar, her şeyi bilirim havalarına giriyorlar. Dini konuları araştırma, okuma, öğrenme hevesleri kalmıyor. Bu eğitim-öğretim sisteminde bir bozukluk var. Elli yıl önceki aynı sistem hâlâ devam ediyor. Belli ki bu çağın çocukları için yetersiz kalıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’ na ve dini konularda eğitim yapan, vakıf ve dernek yöneticilerine bir çağrım var: Önümüzdeki yılın “kurslarının ve yaz okullarının” adını ve içeriğini değiştirelim. “yaz okulları” nın adı “Kur’ân-i İletişim Okulları” olsun. Buralarda “Kur’an Ahlakını” öğretelim. Çocuklar; nezaketi, güzel konuşmayı, öfke kontrolünü, sabrı, kötülüğü iyilikle savmayı öğrensinler. Kısacası dinimizin adâbı muaşereti öğretilsin. “Nezaket Kursları” açılsın her yerde.

Hiçbir şeyden memnun olmayan, şükretmeyi bilmeyen, bencil, merhametsiz bir nesil yetişiyor. Okullarda, hasta ve engelli arkadaşları ile alay eden çocukları duyuyoruz. Çocuklara ahlâki konularda pratik çalışmalar yaptıralım; ibret alacakları yerlere götürelim.

Hatalı davranışlarının farkına varabilmeleri için biraz da ahlâki testler çözdürelim. Bakalım nasıl cevaplar verecekler.

“Babanız su istedi; ne yapmanız gerekir?”

-Yüzümü ekşitir, sesimi çıkarmam.

-“Bekle biraz, az sonra getiririm” deyip, oyalarım.

-Çemkiririm. “Kendin al.” derim.

-Espriye vurur: “Baba ben de çok susadım; sen içerken bana da getirir misin?” derim.

-Hiçbirisi

“Birisi size bağırdı, ne yaparsınız?”

-Ben de ona bağırırım.

-Bana kimse bağıramaz; hakaret edip söverim.

-Alay eder, dalga geçerim.

-Şiddete baş vururum

-Hiçbirisi

Çocuklar kendileri söylesinler, ne yapacaklarını. Cevaplar testte olmasın. Onları klasik okul bilgilerinden kurtarıp biraz “hayat bilgisi” öğretelim.

Tabii bu arada çocuklarımızın hatalarında kendi paylarımızı da göz ardı etmeyelim. Çocuklarımızı iyi yetiştiremiyoruz; kabul edelim. Güzel yetiştirenlere sözüm yok, istisnalar kaideyi bozmaz. Fakat genel anlamda bir sorun var. Saygılı olsunlar diye baskı yaptık; bağımlı ve korkak oldular. Özgüvenleri gelişsin diye müdahale etmedik; saygısız oldular. Korkak olmasınlar diye serbest bıraktık; kimseyi dinlemez oldular.

Gençlere dinimizi sevdiremedik. “Altı Paris, üstü Mekke” diye giyimlerini eleştirdiğimiz genç kızlara kızıyoruz; ama onları biz yetiştirdik. Biraz psikoloji, biraz ana babadan gördüklerimiz, biraz oradan buradan duyduklarımızla karışık bir eğitim programı uyguladık.

Kur’ân-ı Kerîm’in ve sevgili peygamberimizin eğitim metodunu göz ardı ettik. Kafadan rafadan annelik babalık yaptık. Kendimde söylediklerimin içindeyim; kimseyi suçlamıyorum, yanlış anlaşılmasın. Maalesef ki dindar ailelerin “dini sevmeyen evlatları” azımsanmayacak kadar çok. Çocuklara dinimizi sevdirerek öğretemedik.Ciddi eğitim hataları yaptık. Gönderdiğimiz kursların çoğu ters etki yaptı. Çocuklar sırf anne- babalarına kızgın olduklarından, onları üzmek için dini konularda bilinçli hatalar yapıyorlar. Kendileri de üzülmek pahasına anne ve babalarını en hassas oldukları dini konulardan vuruyorlar.

İletişim çağının gençlerinin evlilikleri de iyice tuhaf. Kavgalar daha tanışma aşamasında başlıyor; sözden, nişandan ayrılmalar çok fazla. Evlenmeyi başaranların bir kısmı daha ilk günlerden vazgeçiyor; bir kısmı da zoraki götürmeye çalışıyor.

Emek vermeden sevilmeyi bekliyorlar; fedakarlık etmeden evlilik kendi kendini götürsün istiyorlar. Aşk sözcüklerinden, hayvan adlarına, kısa zamanda geçiş yapıyorlar. Kendilerini denetlemeyi bilmiyorlar. Herkes sadece kendi istediği olsun istiyor. Böyle bir şey mümkün değil.

Bu eğitim sistemi böyle devam ederse gençlerin hâli daha da kötüye gidecek. Ancak “Kur’an Ahlakı” ışığında düzgün bir iletişim ile mutlu olunabilir. Rabbimizin eğitim metodunu, çağın eğitim araçları ile ailelere ve çocuklara en güzel şekilde sunmamız gerekli. Bunun için de ilahiyatçılara, eğitimcilere ve biz anne-babalara çok iş düşüyor. Kur’ân-i Kerîm’i sadece dilimizde bırakmayıp, hayatımızın her alanına katmamız gerekiyor.

Sema Maraşlı

www.cocukaile.net

Şahin Kuşunun Hazin Hikâyesi

Mevlana Hazretleri Mesnevî’de bir hikâye anlatır.

Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan görünümlü şahine acıdı, merhamet etti yanına aldı.

Aç şahinin önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin, önüne konan tasa gagasını daldırması ile başını sallayarak geri çekmesi bir oldu. Çünkü şahin et yerdi, hamur bulamacını yiyemedi.

Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce üzüldü: ”Vah!” dedi, “Gagan uzamış, kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin önceki sahibin hiç mi Allah’tan korkmazdı ki, şu gaganı düzeltmemiş hiç!..” dedi ve eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı.

Şahin yaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da, nafile, kaçamadı. Yaşlı kadın şahinin gagasını kesti.Şahin çırpınırken, yaşlı kadın, şahinin kanatlarını gördü: ”Vah!..” dedi, “Senin eski sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hâle gelmiş, kimi uzun, kimi kısa kalmış!..” diyerek, şahinin o güzelim kanatlarını elindeki makasla düzeltmeye başladı.

Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı… Çaresizce pençelerini kadının koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın, şahinin kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü: ”Vah vah! Önceki sahibin nasıl merhametsizmiş ki, bir kere bile tırnaklarını kesmemiş. Tırnakların ne de çirkin olmuş.” dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanmakta kullandığı pençelerini söküp attı.

Cahil ve yaşlı bu kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu. Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce hiddetlendi: ”Kimseye iyilik yaramıyor ki!..” dedi, “Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor.” diye söylendi. Sonra da elindeki kuşu: “Git hadi, bildiğin yere!” diyerek kaldırdı havaya attı.

Şahin çırpındı uçmak için… Ama kanatları kesikti, uçamadı… Acı ile yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü yere de konamadı… Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı. Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle avlayan cesur şahin kuşu, cahil kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü.

Çocuğu tanımadan, çocuk terbiyesi olmaz. Birçok anne-baba, çocuklarını yeterince tanıyamadıkları için, ellerindeki “şahin” bakışlı çocukları, kargaya çeviriyorlar da, farkında değiller. Hâlbuki çocuk terbiyesinin birinci ve en önemli maddesi, çocuğu tanımaktır.

Hiçbir çocuk, bir diğeri ile aynı değildir. Nasıl ki, gökyüzünden dökülen milyarlarca kar tanesi görünüşte birbirine benzediği hâlde, aslında hiçbiri bir diğerinin aynı değildir; tıpkı bunu gibi, her çocuk da bir diğerinden farklı karaktere sahiptir. Bu çocuklar öz kardeş bile olsalar…

Eğer çocukların bu farklılıkları göz önüne alınmadan, çocukların karakterleri tanınmadan çocuk terbiyesine girişilir ise, o takdirde, şahin karakterli bir çocuk, bir süre sonra korkak bir kargaya dönüşme riski taşır. Çocuğunuzu yeniden keşfedin.

Albert Einstein’ı bilirsiniz. Hani dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen ünlü Alman fizikçi… Albert Einstein’ı, çocukluk yıllarında ne öğretmenleri, ne de ailesi yeterince keşfedebilmişti. Öğretmeni, Einstein’ı her defasında babasına şikâyet ediyor: “Çocuğunuz öğrenim zorluğu çekiyor, bu da diğer çocuklara öğreteceğim konuların hızını kesiyor!” diyordu.

Einstein’ın babası, artık okulun bu baskılarından bunaldığı için, oğlunu okuldan aldı ve “hiç olmazsa bir mesleği olsun” diyerek meslek okuluna kayıt ettirdi.12 yaşına kadar oğlunun eğitim problemleriyle boğuşan baba, elindeki çocuğunun dünyanın en zeki insanı olduğunu bilseydi, her sinirlendiğinde:“-Senin kadar aptal bir çocuk daha dünyaya gelmemiştir!” diye bağırıp çağırmazdı.

Einstein okulda başarısızdı, çünkü öğretmenin öğretmeye çalıştığı konular onun ilgisini çekmiyordu. O dönemde tarım toplumu olan Almanya’da; “İnek nasıl sağılır, toprak nasıl gübrelenir, ağaç nasıl budanır?” konuları çocuklara öğretiliyordu. Einstein için bunlar anlamsız şeylerdi. O yüzden dikkatini veremiyordu bir türlü anlatılan derslere…

O, kâinattaki ince dengenin nasıl kurulduğunu, maddenin ötesindeki mananın nasıl şekillendiğini merak ediyordu. Yıllar sonra onun farklılığı fark edildiğinde, bilim dünyası onun her konuşması karşısında nefeslerini kesip onu dinlemeye başlamıştı başlamasına, ama ne yazık ki, her çocuk Einstein kadar şanslı değildi!

Derslerinde başarısız olan binlerce çocuk, bir ömür boyu karga muamelesi yapılarak; tırnakları, gagası, kanatları yolunarak; şahini şahin yapan tüm özellikler kopartılıyor da kimsecikler fark etmiyor bile… Tıpkı Van Gogh’un fark edilmediği gibi… 

Dünyaca ünlü ressam Van Gogh’un tabloları bu gün paha biçilemeyecek kadar değerli olduğu hâlde, yaşadığı dönemde kimsecikler dönüp onun yaptığı resimlere bakmıyordu bile…

Hatta eşi ona bir gün: “Bırak şu gereksiz işleri de, git adam gibi bir işte çalış!.. Evinin ihtiyacını karşıla, evde yemek yapacak bir şeyimiz kalmadı.” dediğinde, öyle sinirlenmişti ki, atölyesinde bulunan onlarca tabloyu o gün sokak ortasında bir parça ekmek karşılığında satmıştı.

Dün bir ekmek karşılığında satılan o tablolar, bu gün kimin elinde ise, o kişi dev bir hazinenin sahibi durumunda…

Başarısızlık, daha çok dikkat çekmemeli… Çocuğunun eğitimi konusunda tavsiyeler isteyen bir anne: “Kızım, Tarih ve İngilizcede çok zayıf. İstemeye istemeye özel derse gönderiyorum. Bu da onu çok yoruyor. Onu motive edebilmem için ne tavsiye edersiniz?” diye sormuştu.

Bense bu anneye, kızının hangi derslerde iyi olduğunu sormuş ve anneden “matematik” dersinde kızının çok başarılı olduğu cevabını almıştım.“Peki, neden kızınızı matematikte özel derse yazdırmıyorsunuz?” diye sorduğumda ise anne, omuz silkerek: “Gerek görmüyoruz, çünkü kızım çocukluğundan beri matematik dersinden hep on üzerinde on alır.” demişti.

Şaşırmıştım, annenin “Gerek görmüyoruz!” deyişine… Kızı matematik dersinde bu kadar başarılı olan bir anne, kızının başarısız olduğu derslere gösterdiği önem kadar, başarılı olduğu derse önem vermiyordu.

Hâlbuki bu çocuğun kabiliyeti, açık bir şekilde matematik sahasında ortaya çıkmış olmasına rağmen, anne, kızının bu başarısını, “Gerek yok!” diye geçiştiriyordu.

Hâlbuki çocuklara başarısız oldukları sahalarda ekstra yardımlarda bulunulduğu gibi, belki de daha önemlisi, başarılı olduğu sahalarda destek gösterilmelidir. Ancak, ve ne yazık ki, günümüz eğitim sistemi, “her şeyden bir şey” öğretmeye yönelik olduğu için, “bir şeyden her şeyi bilmeye” kabiliyetli çocuklar arada kaybolup gitmektedir.

Hâlbuki anne-babalar, çocuklarının başarısızlığına dikkat çektiği ve özen gösterdiği kadar (ve hatta daha da fazla) çocuklarının başarılı oldukları sahalara da dikkat çekmeli ve o sahalarda yollarını açmalı, destek vermelidir. Çocuğu en iyi tanıyan annedir.

Hiç kimse, bir çocuğun kabiliyetini keşfetme konusunda anne-baba kadar bilgiye sahip olamaz. Özellikle anneler, çocuklarının doğduğu ilk günden son güne kadar hangi kabiliyetlerinin olduğunu anlayabilecek özel donanıma sahiptirler. Yeter ki, bu donanımı “empati: karşısındakinin yerine kendini koyma” kanallarını tıkamadan kullanabilsinler.

Tabii ki, her anne-baba iyi niyetlidir ve çocuklarının geleceğini en iyi biçimde şekillenmesini ister. Ancak iyi niyet, her zaman iyi netice vermez…

Nitekim Mevlana’nın hikâyesindeki yaşlı kadın da iyi niyetliydi, bahçesine konan şahinin gagasını, kanatlarını ve pençesini iyi niyetle kesti. Ancak o güzelim şahin, iyi niyetli, ama bilgisiz yaşlı kadının elinde rezil olmaktan kendini kurtaramadı.

Adem Güneş

İnsanlığı zirvelere taşımış terbiye yöntemi

Osmanlı Devletinin bir kum torbasının boşaldığı gibi bütün değerlerinin santim santim tarumar olduğu günlerde, yerlere saçılan altın tozlarından biri de göz kamaştırıcı bir tarihi geçmişi bulunan “pedagoji” bilimi idi.

Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte yüzyıllardır büyük bir özenle oluşturulan, en hasas ellerde damıtılarak berraklaştırılan “muhteşem insan” yetiştirme sanatı da göz göre göre yok olup gidiyordu, bir daha geri dönmemek üzere…

Ve bir zamanların Alparslanları, Fatih’leri, Yavuz’ları, Yunus’ları yetiştiren Taptuk Emre’ler bir hikâye kahramanı gibi çizgi hikâyeciklere dönüşmekte geç kalmamıştı.

Hâlbuki Anadolu toprakları göz kamaştırıcı güzellikte insanlar yetiştiren bir merkezdi… bu merkez daireye kim girerse girsin, hangi dinden olursa olsun, hangi etnik köken olduğu da fark etmez, insan olmanın zirvesinde kimliğe bürünüyordu…

Anadolu toprakları üzerindeki pedagojik yaklaşım öyle bir iksir sunuyordu ki üzerinde yaşayan kişilere, en kaba saba insan bile o iksiri içtiğinde, İstanbul Beyefendisi, İstanbul Hanımefendisi kimliği ile anılmaya başlıyordu…

Binlerce metrekarelik bu coğrafyada, hiçbir çocuk annesini dövmüyor, hiçbir öğrenci hocasını öldürmüyor, hiçbir abla erkek kardeşini öldürdükten sonra sandığa saklamıyor ve hiçbir erkek en yakınındaki kızı testere ile kesmiyordu…

Anadolu toprakları üzerinde doğal bir yaşam vardı… Anne babalar çocukları ile öylesine doğal iletişim içinde yaşıyorlardı ki, ne kimse anne baba olduğu için kendinde “azamet” ve güç var diye düşünüyor, ne de çocuklar böylesi saygın bir ortamda anormal davranışlar sergiliyorlardı… Anne babalar, çocuklarına evlerindeki aziz bir misafir gibi davranıyor, çok defa çocuklarının başında dua ederken, “Acaba, tarihin o büyük ismi bizim evde mi misafir” diyerek çocuklarına saygıda kusur etmiyorlardı…

Çocuk yetiştirmek Anadolu’da bu günkü gibi tek annelerin üzerine atılmamıştı. Çocuğun yetişmesinden herkes sorumlu idi, ama bu sorumluluk çocukların yanlış yaptıklarında kulakları yukarı doğru çekilerek ve zavallılaştırılarak değil, çocuklara hedefler vererek onları geleceğe hazırlamaklar şeklinde oluyordu. Çocuk bazen bir komşunun yanında, bazen bir yolcunun yanında, bazen bir mürebbinin yanında hayal dünyasının büyüklüğüne göre dolup dolup taşıyordu…

Herkes herkesin çocuğunun yetişmesinde rol oynuyordu. Ondandır ki, Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’ye bir cihan devleti kurması konusunda fikir hocalığı yapan kişi ne annesidir, ne de babasıdır… Osman Gazi’yi gece yatamaz hale getiren kişi Şeyh Edebalı’dır… Çünkü çocuk terbiyesi öyle tek başına annelerin sorumluluğuna bırakılmayacak kadar ciddi bir sorumluluktur… ne geleceğin o dev ismini tek başına yetiştirecek güç ve kudrettedir ne de çocuk bir kişiden dolabilecek kadar basit bir varlıklardır…

Sadece Osmanlı değil. Osmanlı’dan önceki dönemlere de bakıldığında bu milletin ortak karakterinin “İnsan yetiştirmek” olduğunu görmekteyiz… İşte insan yetiştirmekte uzmanlaşmış olan bir milletin elindeki bütün usul ve yöntemleri terk ederek, çocuk yetiştirme konusunda her şeye yeniden başlaması, oldukça acınacak bir haldir.

Psikoloji Reform, Pedagoji Form için vardır

Psikoloji’nin kelime anlamı, “ruh bilimi” dir. İnsan ruhuna mercek tutar ve onun ruh dünyasında neler yaşıyor, yaşadığı olaylar davranışlarına nasıl aksediyor onun üzerinde araştırmalar yapar. İnsanda bozulmuş olan ruh dünyasını yeniden inşa etmeye çalışır.

Pedagoji ise çocuk bilimi demektir. Ve henüz bozulmamış, tertemiz bir vaziyette anne babanın elinde bulunan çocukların dünyasını yakından inceleyerek anne babaya, eğiticiye çocukların ruhunu bozmadan nasıl yetiştirilmesi gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunur.

Bu açıdan bakıldığında, psikoloji yıkılmış ruhların, duyguların yeniden düzene sokulması ile uğraşırken, pedagoji ise insanın daha çocukluk yıllarında ruhunu bozulmaması için tedbirler alır. Yani psikoloji yeniden inşa olan “reform” ile uğraşırken, pedagoji sıfırdan inşa etmek olan “form” ile uğraşır.

Bir şeyin bozulmuş halini yeniden eski haline getirmek, o şeyi sıfırdan yapmaktan zordur. Yıkılmak üzere olan bir binayı tamir ve tadilatla ayakta tutmak oldukça zordur ama o binayı ta başlangıçta yıkılmayacak vaziyette planlamak ve inşa etmek daha kolaydır.

İşte bu sebepledir ki, Anadolu topraklarında “pedagoji” oldukça yayın olduğu halde, psikoloji bilimi çok kabul görmemiştir. Özellikle Osmanlı “mürebbi” (pedagog) ve “mürebbiye” (bayan pedagog) ler ile her aileye çocuklarını yetiştirmede destek olduğu halde, her aileye bir psikolog gereklidir diye düşünmemiştir.

Anadolu pedagojisinde insanın bozulmuş olan ruh dünyasının tamiri için daha çok tasavvuf ehli gönül dostları rol oynamışlardır. Zira Anadolu Pedagojisinde bir kişiye tavsiyede bulunacak olan kişinin tavsiye ettiği konuyu kendisinin dört dörtlük yaşıyor olması şartı vardır. Hal böyle olunca, bir psikolog otomatik olarak gönül dostu hüviyetini kazanmış olması gerekir.

Batı çocuğu buldu, doğu çocuğu yok etti

Göz kamaştırıcı bir hassasiyet ile çocuk yetiştiren Anadolu insanını gören Batılı bilim adamları, çocuğa bakış açısını değiştirdi. Bir zamanlar içinde günah ve şeytan ile dünyaya geldiği konusunda şüphe duyulmayan ve onun için daha doğduğu günden itibaren vaftiz edilerek günahlarından arındırılan çocuk, bir süre sonra Avrupa Çocuk Hakları Sözleşmesi ile insan olmanın hak ettiği değere yükseliyordu. Bu yükseliş öyle bir yükselişti ki, ondokuzuncu yüzyılda hiçbir bilim dalı pedagoji gibi hızlı bir yükseliş yaşamamıştı. Pedagoji daha 19 uncu yüzyılın başında Psikoloji bilimi içinde yer alırken, bu tarihten sonra ayrı bir bilim dalı haline gelmiş, bu da yetmez gibi hızlı bir şekilde alt branşlar oluşmaya başlamıştı.

Örneğin, çocukların medyadan etkileşiminin nasıl olduğunu incelemek üzere “medya pedagojisi”, farklı kültürden çocukların birbiri ile etkileşimini gözlemlemek üzere “transkültürel pedagoji”, davranış bozukluğu olan çocukların davranışlarla ilgilenmek üzere “ortopedagoji”, çocukların nasıl öğreneceğini mercek altına almak üzere “eğitim pedagojisi” gibi onlarca alt branşlar oluşmuş ve oluşan bu branşlar her biri kendi sahasında yeni bir bilim dalı olabilecek kadar büyümüştür sadece bir yüz yıl kadar geçen sürede.

Avrupa, Anadolu insanının bin yıldır uyguladığı usulleri keşfetmenin ve bunlara birer bilimsel nitelik kazandırmanın keyfini yaşarken, yıkılan Osmanlı’nın altında kalan Anadolu insanı da, sanki bir okus pokus ile Avrupa’nın Ortaçağ döneminde çocuk terbiyesindeki bilinçsizliğine adım adım düşmeye başladı.

Bir zamanlar, evlerinde aziz birer misafir olarak kabul ettikleri, onlara cihan devleti kurmaları için ufuk verdikleri çocuklar, maalesef artık evlerde tekme ve tokatlarla dövülür, yakalarından tutulup duvarlara atılır, henüz aklı ermez denilerek küçük düşürülür hale getirildi.

Böylesi bir yok oluş süreci sadece halk arasında değil, aynı zamanda bilim dünyasında da yerini aldı. Avrupa’nın binbir özen ile bulup geliştirdiği “pedadgoji” bilimi bir süre sonra Türkiye üniversitelerinden kaldırıldı. Bin yıllık bir birikimin kökleri böylece ortadan tamamen kaldırılmış oldu.

Halbuki bir zamanlar Anadolu topraklarında hedef olarak konulan insanlık noktasında mükemmel olma hedefi bu gün Avrupa tarafından ele alınmakta, bu konuda bilimsel çalışmalar yapılmakta, ancak bin yıllık bir süreçle ve ince ince tecrübeler ile oluşmuş olan Anadolu Pedagojisi henüz Avrupa’da meyvelerini vermedi.

Adem Güneş