Etiket arşivi: çocuk terbiyesi

Yaramaz çocuğun ilacı nedir?

Bir kadın vardı. Çocuğuna hiç laf geçiremiyordu. Kadın ne söylese, çocuk onun zıddını yapıyordu. Çocuğun okulu da kötü gidiyordu. Ne derslerini istekli takip ediyor ne de ödevlerini tam yapıyordu.

Annesi kızsa da, dövse de kâr etmedi. Babası odalara kapatıp cezalar yağdırsa da çocukla baş edemedi.

Çaresiz kadın, bir gün çocuğu okula götürürken yol üstünde ‘ayı oynatıcısı’ gördü.

İnsanların merak içinde etrafını sardığı ayı oynatıcısı, tef çalıyor, burnunda halka takılı ayı da zıplaya zıplaya oynuyordu. Kadın durdu, düşündü. Kendi kendine güldü: “Ben bir çocuğu terbiye edemezken adam ayıyı terbiye etmiş!”

Sonra ayı terbiyecisinin yanına yaklaşıp “Ben bir çocuğu terbiye edemedim, sen nasıl oldu da vahşi bir ayıyı terbiye ettin?” diye sordu.

Adam tebessüm etti: “Her işin bir kolayı var, o da bende gizli.”

Kadın, “N’olur bana yardım et. Çocuğumla başım dertte.” diye yalvardı.

Ayı oynatıcısı çocuğa baktı, “Zor değil. Sen bunu bana bir hafta getir, ben onu da söz dinler hâle getiririm.” dedi.

Kadın sevindi.

Çocuğu ayı oynatıcısına götürmeye başladı. Aradan daha birkaç gün geçmesine rağmen çocuktaki eski davranışlar yavaş yavaş düzelmeye başladı. Çocuk artık annesine karşı gelmiyor, itiraz etmiyordu. Bir hafta sonra çocuk tam da kadının istediği kıvama geldi. Kadın çok sevindi. Ayı terbiyecisine bolca dua etti.

Konu komşu bu duruma çok şaşırdı. O söz dinlemeyen asi çocuk gitmiş, yerine sessiz, sakin, akıllı uslu bir çocuk gelmişti. Öğretmeni çocuktaki bu değişikliklerden memnun oldu, kadına tebriklerini iletti.

Ancak çocuktaki bu değişiklik çok uzun sürmedi.

Eskiden olduğu gibi, sinirli, hırslı, öfkeli değildi belki ama bu sefer arkadaşlarının eşyalarını çalmaya, gizli işler yapmaya, göz göre göre yalanlar söylemeye başladı. Öğretmen çocuğun annesini çağırıp “Ne yapacaksınız bilmem ama çocuğunuz bir garip oldu. Artık hırsızlık yapmaya, yalan söylemeye başladı.” dedi. Kadın çok üzüldü. Yana yakıla yine ayı terbiyecisini aradı ama bulamadı. Adam oralardan gitmişti.

Kadının bu çaresiz hâlini gören, güngörmüş bir komşusu, “Üzülme” dedi, “Benim tanıdığım gönlü geniş bir âlim zat var. İstersen bir de ona durumu anlat.”

Kadın razı oldu. Çocuğunu aldı, bu âlim zata götürdü.

O zat, durumu dinledi, “Sen bir hafta bana bu güzel delikanlıyı getir, ben bir bakayım nesi varmış.” dedi.

Kadın razı oldu.

Çocuğu getirip götürmeye başladı. Daha iki görüşmeden sonra adam çok ürktü. Çocuğun annesine dönüp “Sen bu çocuğa ne yaptın! Ben çocukta hayvan siması görüyorum.” dedi.

Kadın şaşırdı, “Ben bir şey yapmadım.” dedi. Sonra hatırlayıp devam etti: “Ama bir zamanlar çok yaramazlık yapıyor diye bir ayı terbiyecisine götürüp çocuğu ona terbiye ettirmiştim.”

Adam çok üzüldü. “Be kadın, hiç hayvan terbiyecisine çocuk terbiye ettirilir mi! Hayvanlar korku ile, insanlar vicdanı ile terbiye olur. Bazen hayvanlar bağırılarak, dövülerek, cezalandırılarak, ayakları yakılarak terbiye olunur. Hâlâ sahibini dinlemiyorsa, karanlık odalara hapsedilip çaresiz bırakılarak terbiye olunur. Bunlar hayvana bile zulüm iken, sen nasıl olur da kendi çocuğunu hayvan terbiye eder gibi terbiye ettirdin?” dedi.

Sonra devam etti: “Hem unutma, çocuğuna laf geçirmek değildir çocuk eğitimi. Çocuğun kalbine girip ona şefkatle tesir edebilmektir asıl olan. Hadi sen al git çocuğunu, önce kendi vicdanını duyarsızlıktan kurtar, sonra da şeker şerbet içirir gibi onu koynuna al, kendini ona ver, sarmaş dolaş ol. Sen kendini ne kadar yumuşatabilir ve ‘kuzum’ diye kendini çocuğuna bırakabilirsen, çocuğun da o kadar yumuşayıp ‘annem’ diye sana kendini bırakır. Onun ilacı ne ayı terbiyecisi ne de benim, sadece sensin.”

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuğun ihtiyaçları asla terbiye amaçlı kullanılmamalıdır.

Güven duygusunun oluşmasındaki temel faktör ihtiyaçların “vaktinde ve yeterince” karşılanmasıdır.

Duyusal gelişim dönemindeki bir çocuğun güven duygusunu zedeleyen en önemli unsur çocuğun ihtiyaç duyduğu an ihtiyacının giderilmemesidir. İhtiyaç olarak fizyolojik, ruhsal, duygusal çalkantılar, korkular, anlamsız sevgi ihtiyacı, mahcubiyet anı, uykuya dalma sırasında çocuğun yaşadığı hâller gibi birçok durum sıralanabilir.

Çocuğu ihtiyaç hâline sokan durum giderilmiyorsa çocukta içsel direnç, tepkisellik ve kendini ebeveyninden ayrı tutma çabası görürüz. Bu durum bağlanmanın zarara uğradığının sinyalidir. Dolayısıyla özellikle ilk iki yıl ve dört yıla kadar azalan bir süreçte çocuğun duygusal ihtiyaçları koşulsuz, uyum içinde giderilmelidir.

Birçok yetişkin, çocuğa çok yüz vermemeyi eğitim tarzı olarak benimsemiştir. Hâlbuki bu tutum çocuğun benlik yapısını zarara uğratır. Bazı yetişkinler ise çocuğun isteklerini annenin gidermesini çocuğun anneyi kullanması, kandırması gibi görür. Bu yanlıştır. Çünkü çocuğun içinde ilk dört yaş döneminde anneyi çağırarak kandırma, oyun oynama, suiistimal etme gibi anormal duygular yoktur. Sadece bu dönem “ihtiyaç” dönemidir, ihtiyacı kim karşılarsa çocuk ona bağlanır.

Eğer anne oğlunun-kızının ihtiyacına cevap vermiyorsa çocuk ağlamanın veya ısrarın şiddetini artırır. Zamanla da “hırslı” biri hâline gelir. Hırs, çocuk ruh sağlığı açısından zararlıdır. Çocuklar bunu öğrenmemelidir. Çünkü hırs reaksiyoner bir duygu durumudur. Sağlıklı çocuklar reaksiyoner değil aksiyoner duyguları yetenek hâline getirmelidir.

Hırs ve körü körüne inat etmeyi çocuklar annelerini çağırdıkları ilk dönemlerde öğrenir. Bazı anneler inadını kırmak için çocuğunu defalarca ağlatır ya da “Ancak ben dediğim zaman olacak” diye onu kendisine muhtaç hâlde tutmaya çalışır.

Örneğin, çocuk su ister. Anne çocuğun ihtiyacını onunla pozitif iletişim kurma fırsatına dönüştürmek yerine koşullar öne sürer. “Ver demeyeceksin, verir misin diyeceksin?” uyarısıyla evde çatışma zemini oluşturur. Hâlbuki çocuklar ihtiyaçları giderildikçe ebeveynlerine bağlanıp pozitif iletişim kurarlar.

Çocuğun ihtiyaçları asla terbiye amaçlı kullanılmamalıdır. Tehdit edilerek ihtiyacı giderilmeyen çocuk zamanla “Annecim su verir misin?” der belki ama o çocuğun içinde hırs, öfke, nefret gibi duygular da ilk çağlardan itibaren oluşur.

-Pedagog Adem Güneş’in Güvenli Bağlanma kitabından alıntıdır. –

Yaramaz Çocuğun İlacı Nedir?

Bir kadın vardı. Çocuğuna hiç laf geçiremiyordu.  Kadın ne söylese, çocuk onun zıddını yapıyordu. Çocuğun okulu da kötü gidiyordu. Ne derslerini istekli takip ediyor ne de ödevlerini tam yapıyordu.

Annesi kızsa da, dövse de kâr etmedi. Babası odalara kapatıp cezalar yağdırsa da çocukla baş edemedi.

Çaresiz kadın, bir gün çocuğu okula götürürken yol üstünde ‘ayı oynatıcısı’ gördü.

İnsanların merak içinde etrafını sardığı ayı oynatıcısı, tef çalıyor, burnunda halka takılı ayı da zıplaya zıplaya oynuyordu. Kadın durdu, düşündü. Kendi kendine güldü: “Ben bir çocuğu terbiye edemezken adam ayıyı terbiye etmiş!”

Sonra ayı terbiyecisinin yanına yaklaşıp “Ben bir çocuğu terbiye edemedim, sen nasıl oldu da vahşi bir ayıyı terbiye ettin?” diye sordu.

Adam tebessüm etti: “Her işin bir kolayı var, o da bende gizli.”

Kadın, “N’olur bana yardım et. Çocuğumla başım dertte.” diye yalvardı.

Ayı oynatıcısı çocuğa baktı, “Zor değil. Sen bunu bana bir hafta getir, ben onu da söz dinler hâle getiririm.” dedi.

Kadın sevindi.

Çocuğu ayı oynatıcısına götürmeye başladı. Aradan daha birkaç gün geçmesine rağmen çocuktaki eski davranışlar yavaş yavaş düzelmeye başladı. Çocuk artık annesine karşı gelmiyor, itiraz etmiyordu. Bir hafta sonra çocuk tam da kadının istediği kıvama geldi. Kadın çok sevindi.  Ayı terbiyecisine bolca dua etti.

Konu komşu bu duruma çok şaşırdı. O söz dinlemeyen asi çocuk gitmiş, yerine sessiz, sakin, akıllı uslu bir çocuk gelmişti. Öğretmeni çocuktaki bu değişikliklerden memnun oldu, kadına tebriklerini iletti.

Ancak çocuktaki bu değişiklik çok uzun sürmedi.

Eskiden olduğu gibi, sinirli, hırslı, öfkeli değildi belki ama bu sefer arkadaşlarının eşyalarını çalmaya, gizli işler yapmaya, göz göre göre yalanlar söylemeye başladı. Öğretmen çocuğun annesini çağırıp “Ne yapacaksınız bilmem ama çocuğunuz bir garip oldu. Artık hırsızlık yapmaya, yalan söylemeye başladı.” dedi. Kadın çok üzüldü. Yana yakıla yine ayı terbiyecisini aradı ama bulamadı. Adam oralardan gitmişti.

Kadının bu çaresiz hâlini gören, güngörmüş bir komşusu, “Üzülme” dedi, “Benim tanıdığım gönlü geniş bir âlim zat var. İstersen bir de ona durumu anlat.”

Kadın razı oldu. Çocuğunu aldı, bu âlim zata götürdü.

O zat, durumu dinledi, “Sen bir hafta bana bu güzel delikanlıyı getir, ben bir bakayım nesi varmış.” dedi.

Kadın razı oldu.

Çocuğu getirip götürmeye başladı. Daha iki görüşmeden sonra adam çok ürktü. Çocuğun annesine dönüp “Sen bu çocuğa ne yaptın! Ben çocukta hayvan siması görüyorum.” dedi.

Kadın şaşırdı, “Ben bir şey yapmadım.” dedi. Sonra hatırlayıp devam etti: “Ama bir zamanlar çok yaramazlık yapıyor diye bir ayı terbiyecisine götürüp çocuğu ona terbiye ettirmiştim.”

Adam çok üzüldü. “Be kadın, hiç hayvan terbiyecisine çocuk terbiye ettirilir mi! Hayvanlar korku ile, insanlar vicdanı ile terbiye olur. Bazen hayvanlar bağırılarak, dövülerek, cezalandırılarak, ayakları yakılarak terbiye olunur. Hâlâ sahibini dinlemiyorsa, karanlık odalara hapsedilip çaresiz bırakılarak terbiye olunur. Bunlar hayvana bile zulüm iken, sen nasıl olur da kendi çocuğunu hayvan terbiye eder gibi terbiye ettirdin?” dedi.

Sonra devam etti: “Hem unutma, çocuğuna laf geçirmek değildir çocuk eğitimi. Çocuğun kalbine girip ona şefkatle tesir edebilmektir asıl olan. Hadi sen al git çocuğunu, önce kendi vicdanını duyarsızlıktan kurtar, sonra da şeker şerbet içirir gibi onu koynuna al, kendini ona ver, sarmaş dolaş ol. Sen kendini ne kadar yumuşatabilir ve ‘kuzum’ diye kendini çocuğuna bırakabilirsen, çocuğun da o kadar yumuşayıp ‘annem’ diye sana kendini bırakır. Onun ilacı ne ayı terbiyecisi ne de benim, sadece sensin.”

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

“İyi de hocam nasıl seveceğim?”

Birçok ebeveyn, çocuk terbiyesinin davranış öğretmek olduğunu sanıyor. Bu nedenle birçok evden “düzgün dur, düzgün otur, dişlerini fırçala, erken yat, erkek kalk” bağırtıları duyuluyor…

Hâlbuki çocuk terbiyesi demek çocuğa “davranış öğretmek” değil, onlara “irade” kazandırmaktır. Ve kazandığı bu iradeyle de “doğru ve yanlış” seçimler yapabilmesi için ona kültürünü, değerlerini, din ve ahlak kurallarını öğretmek için rehberlik yapmak demektir.

Bakın isterseniz, bugün anne babaların çocuklarından şikâyet ettikleri birçok olumsuz özelliklerin, onların “irade yoksunluğu”ndan kaynaklandığını göreceksiniz.

-“Bu çocuk neden akşamları oturup bir saat boyunca ders yapamıyor?”

Çünkü kendisini bir saat boyunca bir masada tutabilecek güçte iradesi yok.

-“Peki bu çocuk neden sabahları vaktinde kalkamıyor?”

Çünkü kendisini yataktan kaldırabilecek iradesi yok.

-“Ya bu çocuk neden bir türlü namaz kılamıyor?”

Çünkü kendisine gücü yetmiyor, iradesi yok da ondan.

Aslında anne babalar, çocuklarına baskı ve zorlamayla davranış öğretmeye çalışırken onların iradelerini kırdıkları gibi, kendileri ile arasındaki büyülü bir bağ olan “aidiyet” duygusuna da zarar veriyor.

Çocuk, kendisini zorla yataktan kaldıran, söylene söylene servise bindiren, odasını toplamadığı için aşağılayan, ödevler yüzünden her gün vaaz veren ebeveynine karşı bir süre sonra sağır oluyor, ne söylerse söylesin ebeveyn çocuğa tesir edemediğini görüyor.

Hâlbuki çocuk ancak kendisini güven ve emniyet içinde hissettiğinde ebeveyn yanında duygu dünyasını geliştirir ve aidiyet hisseder.

Çocuk, kendisini sözle inciten, tehditle aşağılayan ebeveyni ile aidiyet duygusu kuramaz. Böylesi çocuklar ya dışarıda kendilerine bir güvenli liman arar ya da kendi duygu dünyalarını sevgiye ihtiyaç duymayacak kadar “bastırırlar.”

Bu bir çocukluk dramıdır. Çocukluk döneminde duygularını bastırmayı öğrenmiş bir çocuk, yetişkinlik döneminde eşine ve çocuklarına karşı kendini bırakmışlık içinde sevgi veremez.

Bir gün aile içi sorunlarına çözüm arayan genç bir çift ile görüştüm. Kadın, eşinin kendisine karşı ilgisiz olduğundan şikâyetçi: “Eşim, akşam işten gelir gelmez televizyon kumandasına yapışıyor ve uykusu gelene kadar televizyondan gözünü ayırmıyor.”

Sonra beyefendi ile konuştum. “Bakın eşiniz nasıl da sizin ilgi ve sevginize muhtaç.” dedim… Aldığım cevap çok ilginçti: “İyi de hocam, ben eşimi nasıl seveceğimi bilmiyorum ki seveyim…”

Bugün, aile içi sorunların temelinde, “sevebilme yeteneği” elde edememiş ve birbirine karşı neredeyse sevgi dilencisine dönmüş eşlerin itirafları yatıyor.

Bu genç beyefendiye çocukluk döneminin nasıl geçtiğini sordum. Aldığım cevap duymaya çok alışkın olduğum cevaptı: “Annem hep iş güç telaşında bir kadındı. Kendisini ya mutfakta veya evin içinde bir yerlere koşturmaca içinde görürdüm. Babam ise her zaman yorgun ve uyuyan bir adamdı. Onlar beni çok sevdiklerini söylerler ama ben o sevgiyi içimde hiç duyamadım.  En zor durumlarımda anne babam beni hiç anlamadı. Çocuk diye geçiştirdiler. Geceleri tek başıma yatmaktan korkar, anneme seslenirdim. Annemin cevabı hep aynı olurdu: ‘Gelmeyeyim yanına! Fena yaparım, yat çabuk!”

Evet, yanına gelinmeyen çocukların fena yetiştiği bir ülkede yaşıyoruz.

Eğer çocuklarınızın vefasız, hayırsız olmasını, anormal davranışlarda bulunmasını istemiyorsanız, onları sevin. Hem de çok sevin.  Koşulsuz sevin…

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi

Çocuğunuza gölge olmayın, başka ihsan istemez!

Geçtiğimiz günlerde orijinal adı “The joy of painting” olan ve çocukken pazar sabahları severek takip ettiğim “Resim sevinci” adlı programa denk geldim. Kıvırcık saçlı bir ressam olan Bob Ross, televizyon ekranlarında bir doğa resmi çiziyor ve her aşamayı izleyiciyle paylaşıyor.

Bob, resim yaparken başka bir boyuta geçiyor adeta… Öyle ki, yaptığı resimlerin bir parçası oluyor. Dağların eteklerindeki ağaçları bile düşünüp, onlara arkadaşlar çizmeyi ihmal etmiyor. Haydi, birazcık kulak verelim:

… Fırçamızla tualimize dokunuyoruz. Çok kolay! Korkmadan dokunuyoruz… Hatalar değil de sadece küçük mutlu kazalar vardır. Şuraya yaşlı bir ağaç çiziyoruz. Belki de şurada yaşayan mutlu küçük çalılıklar vardır; işte tam şurada… Belki de çalılıkların arasında sevimli minik sincaplar neşeyle geziniyorlar. Biraz kahverengi, biraz titan beyazı alalım… Tamam…

Bir insan yaptığı işi bu kadar mı sever, dedirtiyor! Haliyle Bob’un kendi içindeki bu derinlik yaptığı resimlere aksediyor. Çizerken ve anlatırken kendinden geçiyor. Yelpaze fırçalar tualinde raks ediyor. Darbe sözcüğü, zihnimde istemsiz bir ürpertiye sebep olduğu halde, onun fırça darbelerini zikredişi, fısıltılar halinde ruhumu okşuyor. (Bugüne kadar hiç izlemediyseniz, bir kez izleyin. Sonra bu yazıyı okuyun olur mu?)

Onu izlerken Bob’un ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. İçindeki cevheri keşfedip açığa çıkarabilmişti.

Nehrin doğal akışına müdahale edilmemişti…

Su, yolunu ve de yatağını bulmuştu…

Bob’un nasıl bir ailesi olduğunu ve çocukluğunu merak ettim. Biyografisini araştırdım. 14 yaşında okulun kendisine göre olmadığını fark edip, asker olmak için okulu bırakmış. Arta kalan zamanlarında sanat okullarına gidip resim yapmış ve tekniğini geliştirmiş. 52 yaşında da lenf kanserinden vefat etmiş.

Ardından, başka bir senaryo hayal ettim. Bob’un içindeki resim sevincini hafife alan ve onu akademik beklentilerle boğan bir ailesi ve öğretmenleri olsaydı sonuç ne olurdu acaba? Karnesini alınca yabancı dil, matematik ve fen derslerinden aldığı notlar düşük olduğu halde; resim dersindeki başarısı yine de ailesini mutlu edebilir miydi? Acaba, ona matematik-fen notları yükselsin diye ilave ders mi aldırtır; yoksa resim kurslarına mı gönderirlerdi? Acaba, şu an bir ressam değil de, ailesinin isteğiyle doktor ya da mühendis olsaydı; yine böyle mutlu olur muydu? Ve içindeki mutluluğu başkalarına da bulaştırıp, onları da mutlu edebilir miydi?

Bu müdahalecilik neden?

Cevap için bilinçaltındaki kayıtlara bakalım:

… Saygın bir mesleğin olsun. Önemli bir isim olmaya çalış. Güzel ve bol kazancın olursa rahat yaşarsın. Dünya mücadele üstüne kurulu bir yer! Yılmadan mücadele etmelisin. Ayakta kalmak için hırslı ve rekabetçi ol. Yoksa büyük balıklar seni yer, vs…

İnsanların sevdikleri, mutlu oldukları ve hayata değer kattıkları bir işle meşgul olması onlara saygınlık kazandırmaz mı? Saygın olanlar sadece doktor ve mühendisler midir? Bir sürü insanın hayatını etkileyip, onlara güzel bakma aşısını yapan resim doktoru Bob Ross saygın değil miydi? Peki, akademik bir yaşamı istemeyen ve suyun yolunu bulması için engelleri kaldıran Bob aç mı kaldı? Hayatını idame ettiremedi mi? Yoo, hayır! DVD’leri dünyada en çok satanlar listesine girdi. Yani büyük balık küçük balığı yemedi.

Yaşamın mücadele olduğuna odaklanmış bakışla bir anne annelik kıvamını, baba da babalık kıvamını yakalayamaz. Kâinata da, Sultan’ına da muhatap olamaz. Halil ve dost olamaz. Akışına bırakamaz. Numunelerin ve gölgelerin içinde kaybolur, gider. Aslolanın membaına ulaşamaz. Ruhu daralır, bunalır. Hatta bir bardak su bile boğulmasına kâfi gelir.

Hâlbuki kâinattaki düzen, ”yardımlaşma ve dayanışma kanunu” üstüne kurulmuştur. Gezegenler birlik içinde, omuz omuza… Sema ve arz da! Hava, su ve toprak… Toprak sıcaktan bunalıyor. Yağmur yetişiyor imdadına… Sonra çiçek olmak isteyen tohum başlıyor duaya. Bütün sebepler elbirliği içinde hizmet ediyor ona. Ta ki o bir tohum, çiçek açabilsin diye. Yakıcı ve yanıcı iki element el ele verip insan faydalansın diye suyu oluşturuyor. Küçültülmüş bir kâinat olan insan, vücudundaki her aza da birbiriyle ahenk içinde çalışıyor. 

Hayvanlar âleminde de bu böyle! Hayvan duyguları uzmanı Prof. Mac Bekoff ”Yabani Adalet” isimli kitabında ”yabani hayvanların acımasız ve vahşi olduklarına dair görüşler tamamen yanlış” diyor. Yıllardır yaptığı bilimsel araştırma sonuçları da aynı gerçeği dillendiriyor. Yüzde 95’i olumlu yönde! Mesela Bekoff çalışmalarında, baskın ve güçlü kurtların oyun oynarken bilerek zayıflara yenildiğini görmüş.

Hani nerede rekabet, çekişme?

Science dergisi Aralık 2011 sayısında yer alan deneylerde fareler kapana kısılmış arkadaşlarını kurtarmak için çok sevdikleri çikolatayı bile reddetmişler. 1958’de yapılan başka bir deneyde, aç farelere, yalnızca kardeşlerine elektrik şoku veren çubuğu çekmeleri karşılığında yiyecek verilmiş. Fareler bunu yapmaktansa aç kalmayı tercih etmiş!

Hani nerede cidal, mücadele?

Belki bizi yanıltan şey bazı hayvanların etle beslenmesidir. Esasında bizler de et, tavuk ve balık yemek için neler yapıyoruz, hatırlayalım. Her hayvan bitkiyle beslenseydi, eti yenmeyen ölmüş hayvanlara ne olacaktı? Hem aç bir kaplan vadesi dolan bir ceylanı yerken, farklı bir boyutta, ”Ya Rezzak, ya Mümit” sesleri duyulur varlık âleminden…

Bu bakış açısıyla insan derin bir nefes alır. Yani aile nefes alır. Çocuklar nefes alır. Böyle bir ailede çocuk olmak ne büyük bir lütuftur! Bu bakışla, âlem sayfasındaki nurani satırlar görünür ve okunaklı hale gelir. Hayat yavaşlar. Hırslar ya azalır, ya yön değiştirir. Kişi, başına gelen olayların altında ezilmez. Dünyanın kederleri gözünde ufalır. Hatta elemlerden bile lezzetler çıkarmaya başlar. İnsanın içindeki kâinat, bir çocuk gibi şenlenir ve varlık âlemi ışıklanır.

Her şey bana hizmet için burada…

Mevcudat tüm ihtiyaçlarım için ”Buyrun, emredin efendim, lebbeyk!” der.

İşte tam burada dünya ile olan bağ zayıflar.

Kalbe hicret yolculuğu başlar.

Yüreğin git gide genişler.

Öyleyse haydi, mahiyetinin sırrının peşine düş!

Derinlere in!

Problem göl sineği mi?

Ben Isparta’nın Eğirdir ilçesinde büyüdüm. Eğirdir yedi renkli gölü ile meşhurdur. Lakin son yıllarda bir sinek (gümül) problemi başladı ki hiç sormayın; halk çok rahatsız!  Ancak ilginçtir ki, babam ve rahmetli babaannem eskiden Eğirdir’de böyle bir sıkıntının olmadığını söylemişti. Daha doğrusu bu sineklerin bir sorun oluşturmadığını…

Nasıl yani, dediğinizi duyar gibiyim. Eskiden insanlar, sineklerle dost muydu da, rahatsız olmuyormuş? Evet, şu an göl sineği problem, çünkü karnını iştahla göl sineklerini yiyerek doyuran temizlikçi kavinne balığı yaşamıyor artık…

Neden mi? Sinek larvalarıyla beslenen kavinne gibi balıkların maddi değeri yoktu. Altmışlı yıllarda maddi kazanç elde etmek amacıyla göle etçil bir ”dişli balık” türü aşılandı. Bu dişli, kavinne gibi balıkları yiyerek beslendi. Sonunda obur dişli balık, temizlikçi kavinnelerin soyunu tüketince, sinekler de hatırası olarak kaldı…  Doğal olana müdahale edince, kaçınılmaz son…

Görüyorsunuz ya, ekolojik düzen ve türler arasındaki hassas denge de, dayanışma kanununa götürür bizi. Kavinnenin sinekleri yemesi vahşet olmadığı gibi aslan ve kaplanların da kemirgenlerle; tilkilerin tavşanlarla beslenmesi de vahşet değil rahmettir. Hassas dengeler için türler birbirlerine besin zinciri olmaktadır. Asıl vahşet doğal akışı müdahalelerle bozmaktır.

Çocuklarımızın büyüme sürecinde de göl sinekleriyle karşılaşıyoruz. Bu sinekler de nereden çıktı böyle diye, afallıyoruz değil mi? Hatta ilaçlama yöntemleriyle (!) sineklerle mücadele etmeye çalışıyoruz. Hâlbuki rahatsızlık veren göl sineği sebep değil sonuçtur.

Doğal olamıyoruz, doğal yöntemlerle çocuklarımızı yetiştirmiyoruz. Doğal halini kabullenmiyoruz. Doğal haline saygı duymuyoruz. Değiştirmeye çalışıyoruz. Başkalarına özendiriyor, kıyaslıyor ve örnekler veriyoruz. Çocuğun kendisi olmasına, olduğu haliyle var olmasına izin vermiyoruz. Başka kültürlerin suni telkinleriyle çocuk büyütüyoruz. Suni kodları girince de doku uyuşmazlığı yaşanıyor haliyle. Eee… Sonra da göl sineğinden şikâyet ediyoruz!

İnsan ona hikmetli sebepler çerçevesinde verilen, ilgi ve kabiliyetlerine göre yaşarsa mutlu oluyor. Aslında insan böylelikle özüne ulaşmak istiyor.

Ah,ah! Kendi içimize bir yolculuk yapacak zamanımız olsa… Mahiyetimizin sırrını çözmek için sığ sulardan derinlere inebilsek… Orada, bir çocuğa nasıl rehberlik edileceğinin doğal kodlarının saklı olduğunu göreceğiz. Samimiyetle, içimizdeki derinliklere inmeyi arzuluyorsak, yaşamın bir mücadele olmadığı hakikatiyle işe başlayabiliriz. O zaman evladını da hırslandıran ve hızlandıran bir karaltı ve gölge olmaktan sıyrılırız diye düşünüyorum.

Şimdi, çocuklarımıza yaptığımız yersiz müdahaleleri gözden geçirmeye var mısınız? Nehir aksın, su yatağını bulsun…

Berrin Göncü

Moraldunyasi.com