Etiket arşivi: cumhuriyet

Kur’an’a Dair Yanlış Bir Ezber

Osmanlı Devleti’nin çöküşe yüz tuttuğu dönemde, farklı ideoloji ve siyasi akımlardan etkilenseler de, büyük çöküşün ve parçalanmanın sorumlusu olarak suçladıkları mutlak iktidarı temsil eden, saltanata karşı ortak bir muhalefet bayrağı açan aydınlar, cumhuriyet’le birlikte, bir kurum olarak ‘iktidar’ karşısındaki konumları açısından bir dağılma göstermişlerdi. Bazı aydınlar, artık devrimci bir karakter sergileyen iktidarın yanında yerlerini almışlar, halkın yaşam biçimini dönüştürme projesinin (Batılılaşma) ideolojik argümanlarını üretmekteydiler. İktidarın sert ve tavizsiz tutumu, muhalefet damarını canlı tutan aydınları sözlerini duyurabilecekleri, etkili olabilecekleri toplumsal hayatın görünür alanlarından sürüp uzaklaştırdığı için, halka ulaşılabilecek her kanal ‘basın, eğitim kurumları’ iktidarla organik bağı olan bu aydın kesiminin elindeydi. Dolayısıyla halkın gözünde aydınlar, anla(ş)makta zorlandıkları, bütünlüğe sahip bir ‘okumuşlar sınıfı’na aittiler.

modernlesme batililasmaAydınlara göre, halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk, sefalet ve cehalet içerisinde yaşıyor olması, köhnemiş inançların, değerlerin ve geleneğin belirlediği yaşam biçimine bağlılıkla açıklanabilirdi. Bu inançların, değerlerin ve geleneğin sıkı bir eleştiriden ve sorgulamadan geçirilmesi zorunluydu. Eleştiri ve sorgulama yöntemleri, çoğunlukla halkın gönülden bağlı olduğu kutsallarına yönelik bir saldırganlık ve küçümseme içeriyordu. Aydınların ak ile karayı, doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak titiz bir eleştirel yaklaşımdan yoksun, aceleci ve sınır tanımayan saldırganlığı, üstten bakan küçümseyici tutumu karşısında, halkın aydınlara güvensizlik ve yabancılık duyması kaçınılmazdı. Nitekim, bugüne kadar halk-aydın ilişkisinin karşılıklı güvensizlik-suçlama üzerinden işleye gelmiş olduğu bir gerçektir. Elbette, halkın duyduğu güvensizliğin ve yabancılığın ‘göz ardı edilemeyecek önemde olsa da’ tek başına aydınlara yönelik bir eleştiriyi haklı çıkaracağı söylenemez. Burada can alıcı husus, halkın güvensizliğini ve yabancılaşmasını da besleyen, aydınların topluma, tarihe, kültüre dair okumalarının sığlığı, yüzeyselliği ve hatta ezberciliğidir.

Türk aydınlarının kendi toplumlarına bakışı daha başlangıçta şabloncudur. Batı’da üretilen fikirlerin, ideolojilerin Batı’nın kendine özgü tarihsel tecrübelerine bağlı olduğunu dikkate almaz. Batı kaynaklı her ideolojiyi ve bilim anlayışını ‘evrensel’ (her zaman ve her toplum için geçerli) kabul eder. Bu ideolojilerden ve bilimsel anlayıştan ödünç aldığı perspektifle kendi tarihini, geleneklerini, toplumsal değerlerini analize girişir. Öznelerin değişmiş olmasında (‘Batı’nın yerini ‘Biz’, ‘Hıristiyanlık’ın yerini ‘İslam’ almıştır) sonuç itibariyle bir farklılık görmez. Yargıların, ancak kendisini doğuran özel şartların ve deneyimlerin bütünlüğü içinde anlam taşıdığını gözden kaçırır. Bir Batılı filozofun Hıristiyanlığa yönelik eleştirisinin, aynen İslam’a da uygulanabileceğini kabul eder. Batı’da üretilen maddeci, tabiatçı felsefe ve ideolojilerin, evrimci bilim anlayışının, bu ülkenin birçok aydınının Kur’an’a yaklaşımlarında derin etkisi olduğu bir vakıa.

Bu aydınlar, felsefi çalışmalarından gazete yazılarına kadar her yazdıklarında Kur’an’ı kutsallığından kopararak, ona sıradan, dünyevi bir metin düzleminde baktılar ve öyle değerlendirdiler. Bunu da, bilimsel objektifliğin bir gereği olarak öne sürdüler. Halbuki binlerce kesin ve mucizevi delille Allah’ın kelamı olduğu ispatlanmış olan Kur’an’a, bütün bu delilleri çürütmeden, sadece yok sayarak ‘objektif’ bakmanın mümkün olamayacağı çok açıktı. Böyle bir objektif yaklaşım Kur’an’ı doğrudan bir insan eseri kabul etmekle eşdeğerdi. (Bu çok önemli hususta daha derin ve kapsamlı bir okuma için: Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat içinde Yirmialtıncı Mektup. Yine bu Mektup üzerinde açıklayıcı bir çalışma olan: Ümit Şimşek, Şeytanla Münazara, Zafer Yayınları).

Her ne kadar iddialarını temellendirmekten uzak olsalar da (doğrusu böyle bir işe kalkışmış olanlar da komik duruma düşmekten öte gidemediler), tezlerini Kur’an’ın insan sözü, asırlar öncesine ait ‘çöl vaazları’ndan ibaret bir kitap olduğu önyargısı üzerine kurmaktan çekinmediler. Bu aydınların Kur’an’a yaklaşımlarının bir ezbere dayandığı ortadadır. Ne var ki tümüyle ‘yanlış bir ezbere’. Batı’da maddeci felsefenin ‘Tanrı’nın ölümünü’ ilan etmesinden sonra, bu felsefenin ithalcisi konumundaki aydınlar, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmenin, kendilerini Ortaçağ zihniyeti olarak küçümsedikleri bir anlayışa saplayacağı endişesini taşıyageldiler. (Kur’an’a yönelik bu tutum, aynı zamanda Kur’an’la temellenmiş büyük bir medeniyetin inkarını da beraberinde getirdi. Bu basit bir kriz değildi. Aydınlar özelinde, Batı karşısında bir paylaşıma değil bağımlılığa işaret ediyordu).

Ne yazık ki, bugün için de birçok aydının benzer endişe ve kuruntularla, aynı ezberci tutumla hareket ettiği söylenebilir. Mesela, bir TV programına katılan aydın kimliğine sahip bir profesör, söz arasında Kur’an’ın, Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlanmış’ bir kitap olduğunu, öne sürdüğü fikirlere dayanak yapabilmektedir. Profesöre göre, Tevrat ve İncil’de yer alan bazı Peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları hadiselerin Kur’an’da da zikredilmesi, Kur’an’ın diğer kutsal kitaplardan kopya edildiğini ispatlamaya yetiyordu. Öyle ya, bir Yaratıcı olmadığına göre, Kur’an da diğer kutsal kitaplar gibi ancak insan sözü, insan eseri olmalıdır. Hz. Muhammed, çok zeki, çok akıllı bir insandı. Eski kutsal metinleri bütün ayrıntılarıyla çok iyi biliyordu (ümmi olduğu halde), onları örnek alarak Kur’an’ı yazdırmıştı vs. Şu çokça duyduğumuz sağlam(!) iddialar, aynı ezbercilik.

Bu iddiaların saçmalık düzeyini anlamak için, Bediüzzaman’ın aynı husus hakkında yazdıklarından kısa bir bölüm okumak yeterli olacaktır. Bediüzzaman, Kur’an’ın maziye ait gaybi ihbarlarının bir mucize (insanın benzerini yapmaktan aciz) olduğunu ve bu mucizenin, Kur’an’ın Allah kelamı oluşuna kuvvetli bir delil teşkil ettiğini ispatlar: ‘Kur’an’ın nazar-ı gayb-binisi, o kütüb-ü salifenin umumunun fevkinde ahval-i maziyeyi görüyor ki, ittifaki meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor. İhtilafi meselelerde musahhihane onlara faysal oluyor (hakkı batıldan ayırıyor). Halbuki Kur’an’ın vukuat ve ahval-i maziyeye dair ihbaratı akli bir iş değil ki, akıl ile ihbar edilsin. Belki semaa mütevakkıf nakildir. Nakil ise kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakiyle kıraatsız, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmi lakabıyla mevsuf bir Zata nüzul ediyor. Hem o ahval-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki, bütün o ahvali görür gibi bahseder. (…) Kur’an’da zikrolunan vukuatın hulasaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor (tabiri caizse) bir meharet-i fevkalade ile ihbar ediyor’.

Bediüzzaman, Peygamber kıssalarının zikrediliş biçimi ve Hz. Peygamber’in (asm) bir kısım vasıfları üzerinden yaptığı tahlille, Kur’an’ın diğer kutsal kitapların tahrif edilmesinden kaynaklanan yanlışları düzelttiğini ve bunun, Kur’an’ın bir mucizesi olduğunu ortaya koyar. Kur’an kendinden önceki kutsal kitaplara her noktada aynen bağlı kalmakta değildir. Bilakis onları, içerdikleri hataları tashih ederek kendine bağlamaktadır. Dikkatsiz bir bakışla bu ince nokta anlaşılamaz.

Bediüzzaman’ın, Kur’an’a ciddi muhatabiyetinin eseri olan bu yaklaşım, aynı zamanda Kur’an’ın Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlandığını’ öne sürenlerin ciddiyetsizliğini de açığa çıkarmaktadır. Bu ciddiyetsiz, yanlış ezbere dayalı iddiaları kesin gerçeklermiş gibi dile getirmenin, ‘Aydın’ kimliğinin gerektirdiği eleştiri bilinci ve ahlakıyla bağdaşır yanı yoktur. Aydın olmak, her şeyden önce ‘hakikate saygı’ işidir ve zordur. Yalanın ve yanlışın, işleri kolaylaştırıcı rahatlığına sığınmak dürüst bir aydın tavrı olamaz. İnanıp inanmamak insanın özgür iradesine bırakılmış bir tercihtir. Müslümanların, hayatın her alanında olması gerektiği gibi, inanç hususunda da kimse üzerinde bir tahakküm kurmaya çalışarak haddini aşması doğru değildir ve kabul edilemez. Aynı hassasiyeti gözeterek, ‘aydın’ kimliğiyle konuşan ve yazan insanlardan biraz daha ciddiyet beklemek hakkımız olmalı değil midir?

Sedat Turan / Zafer Dergisi

 

Karınca Cumhuriyetinde Yaşamak

Batı dillerinde Cumhuriyetin bir anlamı da bir milletin kendi kendini yönetmesidir. Bu yönetim şekli yalnızca tek tabanlı değildir, sosyalist, demokratik, laik veya dindar temelli de olabilir. Geçmişte İslam dünyasındaki dört halife dönemi, Rusya, İran ve Libya devletler bunlara örnek olarak verilebilir.

Dört halife döneminde seçimle iş başına gelen halifeler, hem halife hem de cumhurbaşkanı olarak gerçek adaleti ve şer’i hürriyeti taşıyan dindar cumhuriyetin örneğini vermişlerdir.

*Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.(ŞUALAR, 14.Şua)

Hayvanlar dünyasında da tek başına yaşayanlar, sürü halinde yaşayanlar olduğu gibi cumhuriyetçi bir yaşam sürenler vardır, mesela arılar ve karıncalar böyle bir sistem içinde yaşarlar.

*Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayat’ım ispat eder. Hulasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu  karınca  ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum. (T.HAYAT)

Karınca bir böcek türüdür. Dünyada en fazla bulunan ve en çalışkan canlı türlerinden biridir. Günümüzde yaklaşık olarak 12 bin karınca türü tespit edilmiştir.  Karıncalar insanlara oranla yaklaşık 20 milyon kat daha fazladır. Evet karıncalar o kadar çoktur ama bir tanesi bile dünya gibi cansız varlığa değişilmez, çünkü o küçüktür ama canlıdır ve şuurludur.

* Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur

Ger mîzanü’l-vücudla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.

Bence küre hayvandır. Başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan,

Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.(LEMAAT)

Yaşayış tarzları ise çok ilginçtir. Birbirleriyle dayanışma içinde olan karıncalar, örgütlenerek topluluklar halinde yaşamaktadırlar.  Karıncalar sosyal varlıklardır. Karıncalar arasında rekabet diye bir şey yoktur. Herkes uzmanlaştığı işi en iyi şekilde yerine getirir. Karıncalarda ben duygusundan önce biz duygusu vardır. Karıncaların hayatına bakıldığında onlar sanki bir emir almışlar ve onu yerine getiriyorlar gibidir. Herkes kendi görevini yapar.

* Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye;(H.ŞAMİYE)

* karınca o memuriyet cihetiyle Firavunun sarayını harap ediyor.(A.MUSA)

*masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyârâta kadar Sultan-ı Ezelinin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi (ŞUALAR, 2.Şua)

*…karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları (LEMALAR, 30.Lema)

Kraliçe karıncaların tek görevi soyu devam ettirmektedir.  Birden fazla kraliçe aynı kast da bulunabilmektedir. Bu kraliçelerin asıl görevi üremeyi sağlamak ve kast içindeki karıncaların sayısını arttırmaktır.

Erkek karıncalar, kraliçe karıncaların üremesi için dölleme görevini yerine getirirler. Ancak neredeyse tamamı da kraliçeleri dölledikten sonra ölmektedir.

Asker karıncalar, koruma ve avlanma görevi yaparlar.

İşçi karıncalar, hepsi dişidir. Temizlik, besin arama ve yuva inşa etmeyle görevlidirler. 

İşçi karıncalar sosyal varlıklardır, buldukları bütün yiyecekleri alıp yuvalarına götürürken çok hırslıdırlar, yetecek miktarın çok üstünde yiyecek toplarlar. Halbuki arılar kanaatkârdır bu yüzden sanki başlar üstünde uçarken karıncalar bazen ayaklar altında kalır ve ezilirler.

*Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir. (MEKTUBAT, 28.Mektup)

Karınca gibi sanatlı ve çalışkan bir hayvanı bilerek çiğnemek de dinimizce yasaktır, hayvanları gereksiz yere öldürmek de. Bu nedenle bizler, dilimizde kullanılan “karıncaezmez” sözüne uygun bir yaşam sürmeliyiz.

*Acaba bir şeriat, “Karıncaya bilerek ayak basmayınız”dese, tazibinden menetse, nasıl benî adem’in hukûkunu ihmal eder? (BEYANAT VE TENVİRLER)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Hür Adam’ın Cumhuriyet Anlayışı

Said Nursî dindar bir cumhuriyetçidir. Risâle-i Nurları okuyup istifade edenler de öyledir. Ancak, o, cumhuriyetin lâfta kalmasından, isimde ve resimde kalmasından şikâyetçidir. Eleştirisi bunadır. Adam gibi cumhuriyet olsun derdindedir bu hür adam.

İstibdad-ı mutlak diye ifade ettiği diktatörlüğe cumhuriyet ismi verilmesinden çok rahatsızdır. Bu yüzden mücadelesini, eliyle değil, diliyle, kalbiyle ve kalemiyle yapmaya karar verir. O bir muhaliftir. Cumhuriyetin içini boşaltıp komünizme perde yapanlara muhaliftir.

Dr. Duzi’nin inkâr kokan eserlerini serbest bırakıp İman inkılâbına dair olan Risaleleri yasaklayanlara muhaliftir.

Cumhuriyet adı altında bu milletin imanını tutuşturup yakmak isteyenlere muhaliftir.

Ama o, müsbet hareketi kendisine şiar edinmiş ve asla başkaldırı düşüncesi içinde olmamış, hatta bu konuda kendisine teklif getirenleri şiddetle reddetmiştir. Her ülkede muhalifler bulunabilir. Bu çok normaldir. Hükümet ve mahkemeler dile değil, kalbe değil, ele bakmak zorundadır.

O dindar bir cumhuriyetçi olmasından çeker bütün bu sıkıntıları. Cumhuriyet ilân edildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti anayasasında da bu milletin dininin İslâm olduğu yazılıdır. Bu yüzden Cumhuriyet dindar olarak doğmuştur. Ama bu dindar bebek, kundağında öldürülmüştür.

Eskişehir mahkemesinde dindar bir cumhuriyetçi olduğunu söyleyen Said Nursî, Hulefa-i Râşidîn’in de dindar bir cumhurbaşkanı olduklarını ifade eder:

‘Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirâma elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.’ (Said Nursî, Şuâlar, Sözler Yayınevi, İstanbul, tarihsiz, s. 304)

Diğer taraftan Said Nursî, meşrûtiyetle aynı kategoride gördüğü cumhuriyetin özelliklerini sayarken, ‘adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet‘i zikretmektedir. (26 Şubat 1909, Volkan, sayı 70) Bunun yanında, cumhuriyetin ‘fikir ve vicdan hürriyetini en geniş mânâsıyla tatbik ettiğini ve demokrasi kanunlarını içinde barındırdığını‘ ifade etmektedir. (Said Nursî, Emirdağ Lâhikası II, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1959, s. 192)

Buna göre Bediüzzaman’ın ‘dindar cumhuriyet’ anlayışının ana umdeleri de ortaya çıkmış olmaktadır. Bu umdeler din ile cumhuriyet arasında bir paralellik olduğunu da göstermektedir.

Âdil cumhuriyet

Her şeyden önce, cumhuriyetin dayanması gereken en önemli prensip ‘adalet’tir. Bir devletin zulümle payidâr olması mümkün değildir. Adaletin kelime anlamı, eğri olan bir şeyi doğrultmak demektir. Buna göre adalet toplumda meydana gelen ve hukuk dilinde haksızlık olarak nitelendirilen ‘eğrilikleri’ doğrultmak anlamında kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak adaletin esas amacı, kanun önünde herkesi eşit hâle getirmektir, fertlerin veya yöneticilerin kimseye haksızlık etmemesi, mahkemelerin adalet dağıtmasıdır. Birilerine zulmedildiği zaman da bu zulme taraftar olmamak, zalimin değil mazlûmun yanında yer almaktır.

Bediüzzaman’ın cumhuriyetin temel bir niteliği olarak zikrettiği bu adalet kavramının, Kur’ân’ın temel kavramlarından biri olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Cenâb-ı Allah Kur’ân’da adaleti emretmektedir. (Nisa/58, Nahl/90) Zulüm ise Allah’ın sevmediği bir sıfattır. (Al-i İmran/57) Kur’ân’a göre Allah, zalimleri hidayete erdirmez. (Al-i İmran/86)

Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz‘ anlamındaki âyet, adalet-i hakikiyeyi ifade etmektedir. Buna göre, toplum için ferdin fedâ edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya batırılması mümkün değildir. Hatta doksan dokuz caninin yanında bir masum dahi olsa, yine masuma zulmedilip, ‘kurunun yanında yaş da yanar’ denilerek onun hakk-ı hayatı elinden alınamaz.

Cumhuriyetle idare edildiği iddiâ edilen bir ülkede, bir kaç cani yüzünden bir köyün yakılmaması gerekir. Eğer yakılıyorsa, Cumhuriyetin adalet prensibi işlemiyor demektir. Terörün alt yapısını oluşturan unsurlardan birisi de adaletin gerçek anlamda uygulanmamasıdır. Terörist kimse ona ceza verilir. Onun köyüne, akrabalarına, eşine dostuna zarar vermek adalete ve insafa uymaz ve bu insanları devlete karşı başkaldırmaya, devlete düşmanlık beslemeye teşvik eder.

Meşverete dayalı cumhuriyet

İkinci olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır. Kur’ân’da iki âyet meşvereti teşvik etmektedir. (Şûrâ/38, Al-i İmran/159) Meşveretin nasıl olacağı, meşveret edilecek kişilerin sayısı ve niteliği örfe bırakılmıştır. Önemli olan meşveret prensibini ihyâ etmektir. Dindar bir cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefâ-i Râşidîn döneminde, tıpkı Peygamberimiz (asm) zamanında olduğu gibi meşverete gerekli ehemmiyet verilmiştir. Ancak Emevî döneminden itibaren bu meşveret yaşatılmadığı için, kendi başına buyruk idareciler çıkmıştır ve zulümler de eksik olmamıştır.

Kur’ân’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibi, diktatörlüğü engelleyici bir özellik taşımaktadır. Bu sistemde fertlerin ağızlarından çıkan kanun değildir. Kanunlar bir danışma organında alınan kararlarla ortaya çıkar. İdareciye ise o kanunları icrâ etmek düşer.

Bu sebeple meşveret keyfî idarenin önünde bir sed oluşturmaktadır. Burada şunu da ifade etmekte yarar vardır: Cumhuriyetin önemli bir prensibi olan meşveretin, yani danışmanın toplumun bütün tabakalarında yerleştirilmesi gerekir. Meşveretin toplumsal altyapısı oluşmadan tam olarak uygulanabilmesi mümkün değildir.

Bunun için meşveretin edebiyatını yapmak yetmemektedir. Bunun aileden başlayarak uygulanması önem arz etmektedir. Bir ailede ortak alınan kararların uygulanabilirliğinin daha fazla olduğu ve aile fertleri arasındaki dayanışmayı arttıracağı da bilinmelidir. Hazret-i Peygamber’in (asm), meşveret edenin pişman olmayacağını bildirmesi bu açıdan önem arz etmekte ve evrensel bir özellik taşımaktadır.

Kuvvetin kanunda olduğu bir cumhuriyet

Diğer taraftan cumhuriyetin üçüncü bir prensibi de, kuvvetin kanunda olmasıdır. Buna göre böyle bir sistemde kuvvetli olanlar haklı değil, haklı olanlar kuvvetlidir. Çünkü kanunlar haksızdan yana değil, haklıdan yana olmak mecburiyetindedir. Bu sebeple burada haklı olanın üstünlüğünü ve rahatlığını görmek mümkündür. Kuvvetin kanunda olması prensibinin, adalet ve meşveret prensipleriyle bir bütünlük arz ettiği de anlaşılmaktadır.

Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad tevzî olunur‘ sözü iyi tahlil edilmelidir. Cumhuriyet idaresi, kanunlara istinat etmezse, o ülkede en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün birimlerde keyfîlik ve istibdad hükümferma olur. Böyle bir ortamda herkes kendisine verilen küçücük yetkileri, istibdada âlet etme cüretini gösterebilir. İslâmın da insanlara keyfî muâmeleyi onayladığı söylenemez. Cezaların hepsinin bir dayanağı vardır. İslâm baştan sona bir kurallar manzumesidir.

Demokratik cumhuriyet

Cumhuriyetin dördüncü ve beşinci prensipleri de, fikir ve vicdan hürriyetini esas alıp, demokrasi kanunlarını içinde barındırmasıdır. Bunun için cumhuriyet idareleri demokrasiyi benimsemek, demokratik bir yapıya sahip olmak zorundadır. Demokrasisiz bir cumhuriyet tasavvur dahi edilemez. Demokrasi ise gerekli bütün hak ve hürriyetlerin kabul edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi, Allah’a kul olunan, Allah’tan başka kimseye kul olunmayan bir sistemdir.

Bir cumhuriyette din ve vicdan hürriyeti teminat altına alındığı halde, insanlar ibadet hürriyetinden mahrum ediliyorsa, ibadet yapanlara da ‘mürtecî’ damgası vuruluyorsa, burada tam bir demokrasiden ve cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir. Demokrasiyi benimseyen bir cumhurî idarede, herkesi tek tip kafa yapısına sahip kılmaya çalışmanın ne kadar saçma bir davranış olduğunu ve bunun demokrasi, cumhuriyet adı altında katı bir istibdadın uygulandığını gösterdiğini görmemek için kör olmak lâzımdır. Bunun için zorla fikirlere ve vicdanlara kelepçe vurmak, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz.

İslâm da bu esasları benimsemiştir. İslâm bir fıtrat dinidir. İnsan fıtratı hiçbir zaman baskı ve zorlamalara tahammül etmemektedir. Allah insanların inanmaya icbar edilmemesini istemektedir. (Bakara/256) Onlara bir irade hürriyeti vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen etmez. İsteyen mü’min olur, isteyen kâfir. (Kehf/29) Bunun dışında farklı inançtan olan insanların da İslâmın ruhuna uygun olan cumhurî sistemde yeri vardır. Ve onların hayatları da, namusları da, dinleri de vergilerini vermeleri karşılığında masun kılınmıştır.

Cumhuriyetin uygulanış biçimi

İşte bu prensiplere dayanan cumhuriyet, gerçek bir cumhuriyet olma niteliği kazanabilir. Ne yazık ki cumhuriyet, ülkemizde başlangıçtan itibaren büyük istismarlara maruz kalmış ve incitilmiştir. Said Nursî’nin ifadesiyle siz, ‘istibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını verir, irtidad-ı mutlakı rejim altına alır, sefahat-i mutlaka medeniyet ismi verir, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takarsanız’ (Nursî, Şuâlar, s. 242) o nazenin cumhuriyeti üzmüş, incitmiş, hasta etmiş olursunuz. Elbette ki kanun hakimiyetinin olmadığı, diktatörlüğün izleri görünen ve dinsizliğin dine tercih edildiği ve adaletin yerine zulmün ikame edildiği bir cumhuriyet, gerçek cumhuriyet olma hüviyetinden uzaklaşmış demektir. Said Nursî, gerçek hüviyetini kaybeden böyle bir cumhuriyete muhalefet etmenin (muhalif olduğunu söylemenin) de suç teşkil etmeyeceği kanaatindedir. Ona göre böyle bir muhalefet hiçbir hükümette de suç sayılmamaktadır. (Nursî, Emirdağ Lâhikası, II, Sinan Matbaası, İstanbul, 1959, s. 127) Burada vurgunun cumhuriyetin kendisine değil, uygulanış biçimine olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Yoksa cumhuriyet ve demokrasinin gelişmesi, olgunlaşması, gerçek rayına oturtulması imkânsız hale gelir. Bu ülkenin cumhuriyetle idare edilmesini gerçekten arzu eden kimselerin, cumhuriyetin eksik uygulamalarına karşı fikrî muhalefet içinde bulunan ve bunları seslendiren kimselere karşı tahammül göstermesi gerekir.

Yrd. Doç. Dr. ATİLLA YARGICI

Kaynak: Yeni Asya

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

İşte, ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları.

Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm (Hasbunallahu ve ni’mel-vekil) olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.

Said Nursi

“Cumhuriyet” ve “Demokrasi” İSLAM’a Aykırı mıdır?

İlk olarak konunun can alıcı sorusunu soralım:

–  İslami inanca sahip olan bir toplumun belirli bir yönetim şekli var mıdır? Varsa bu yönetim şekli nasıldır ve bunun meşruiyet kaynağı nedir? Yoksa, böyle bir toplumun demokratik yönetim şekliyle yönetilebilme imkânı olabilir mi?

İlk olarak Müslüman toplumun verili bir yönetim şeklinin olmadığını vurgulamış olalım. Bu konuda Kur’an ve Hadis’in bize sağladığı malzeme sadece genel ilkelerdir. Geri kalan düzenleme insanların akıllarına havale edilmiştir. İnsanlar yaşadıkları çağın genel eğilim ve ihtiyaçlarını da dikkate alarak İlahi ilkeler çerçevesinde toplumsal düzenlerini kurmak durumundadırlar. Ancak bunu nasıl gerçekleştireceklerdir?.. Vahyi ilkelere dayalı belli bir düzenleme gerçekleştirilirken hangi yöntemleri kullanacaklardır? İslam tarihinin bu konudaki geleneği (özellikle Maturidi gelenek) dikkatle incelendiğinde, bu konuda izlenen yöntemin akıl yürütme yöntemi olduğu görülür.

Temel Referans Kaynakları

İlk olarak bu konuda müracaat edilecek temel referans kaynakların açık nas, gelenek ve akli ilkeler olduğunu vurgulayalım. Gelenek, özünde tarihsellik taşıdığından zamanlıdır, dolayısıyla bu konuda yararlanılabilir özelliği sınırlıdır. O zaman geriye vahiy ve akıl olmak üzere iki önemli referans ilke kalır. Vahiyden yararlanabilmek için ilk olarak bu konuda vahiy bize hangi malzemeleri sağlamaktadır, bunun tesbit edilmesi gerekir. İkinci olarak bu ilkelerden yönetim modeli üretirken hangi tip toplum için çalıştığımızı, bu toplumun bireylerinin eğilimleri, düşünce ve inanç sistemleri, dünya görüşleri, hayata bakış tarzları, ekonomik refah seviyeleri ve kültürel yaşantı şekillerinin ayrıntılı ve derinliğine incelenmiş olarak elimizin altında bulunması gerekir. Üçüncü olarak yeni bir yönetim modeli üretirken temel amaçlarımız neler olacaktır bunları belirlememiz, buna göre yöntemimizi seçmemiz gerekir. Dördüncü olarak da belirlenen yönetim şeklinin dokunulamaz değil, tersine toplumsal zaruretlere göre sürekli yenilenebilir olduğunu bilerek, toplum üzerinde sınayarak en iyi yönetim şeklini elde etmeye çalışmalıyız.

O zaman temel referans kaynağımız olan Kur’an âyetleri ve mütevatir hadisler bize bu konuda hangi malzeme ve ilkeleri vermektedir acaba? Kanımca ne Kur’an ne de Hadis külliyatı bize belli bir yönetim şablonu dayatmamaktadır. Bu konuda Kur’an’ın bize önerdiği ilkeler “adalet”, “istişare”, “liyakat”, “hak” gibi evrensel ilkelerdir.

“Allah adaleti, iyiliği, vermeyi emreder, her türlü kötülükten de men eder…”(Nahl, 16/90)

Bu âyete göre insanlar hayatlarının tüm cephelerinde adalet ve iyiliği gerçekleştirmek durumundadır. Siyasal, ekonomik, kültürel, dinsel, ahlaksal tüm yapılarını adalet ve iyiliğe uygun, kötülükten uzak şekilde dizayn etmelidirler. Kur’an’da Allah “adalet şudur” demediği ve yeni bir adalet tanımı ortaya koymadığı ve var olan bir olguya atıfta bulunduğuna göre, bu adalet vahiyden bağımsız nesnel ve evrensel bir olgu olmalıdır. O zaman bu adalet olgusunu nasıl bulabileceğiz? Bu konuda da elimizde biri Hz. Peygamber (asm) diğeri de yine akıl olmak üzere iki araç bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in tarihsel olan sözleri ve davranışları (yararlanılma özelliği saklı kalarak) bir tarafa bırakılırsa, kaynağını vahiyden alan ilkeler adalet ve iyiliği belirlemede bize temel referans olacaktır. Ancak Hz. Peygamber de son peygamberdir, ondan sonra peygamber gelmeyecek, dolayısıyla vahiy inmeyecektir, peki o zaman bundan sonra adalet ve iyiliğe nasıl ulaşılacaktır?

Zaten bir insanın ömrü sınırlı olduğundan hem ilkesel sözleri hem de hikmetli davranışları da sınırlı olmak durumundadır, oysa hayat kıyamete kadar devam etmekte, sosyal-siyasal hayat her gün karmaşıklaşmakta, insanların önüne yepyeni “iyi-kötü” problemi çıkmaktadır. Bu durumda geriye temel referans olarak sadece akıl kalmaktadır. İnsanlık vahyi ilkeleri anlama sürecinde Hz.Peygamber (asm)’in anlayış ve yorumunu da dikkate alarak, ileri düzeyde bir akıl yürütme yöntemiyle vahyi kavramaya çalışacaktır.

Ancak bu akıl nasıl bir akıldır? Aklı genel olarak ve her hangi bir felsefi kategoriye tabi tutmadan “saf akıl”, “kısmen kirlenmiş akıl”, “kirlenmiş akıl” olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz.

Saf akıl fıtrata yakın akıldır. İlahi gerçekliği en yalın şekilde kavrayabilen, beşeri günahlarla kirlenmemiş akıldır. İnsanın çıkarı, hazzı, kin ve intikamı, ideolojisi, bağımlılığı vs tarafından kirletilmemiş, törpülenmemiş akıldır. Bu akla en güzel örnek Hz. Peygamber (asm)’in aklı verilebilir.

Kısmen kirlenmiş akıl ise, kişinin beşeri özelliklerinden kısmen etkilenmiş olmakla birlikte, kaba içgüdülerinin etkisi altına girmemiş kısmen bağımsız akıldır. Mücedditlerin ve müçtehitlerin aklı bu akla örnek olabilir. Bunların akılları doğal olarak beşeriliklerinden etkilenmekte ve kısmen de olsa kirlenmektedir, ancak bir şahsın, grubun, devletin, toplumun çıkarı, hazzı ve ideolojisi emrine girmediğinden, özsel ve nesnel niteliğini koruyabilmektedir.

Kirlenmiş akıl ise belli bir ideolojinin, kişi veya grubun, toplum veya devletin emrine amade kılınmış, bağımsızlığını kaybederek nesnelliğini yitirmiş akıldır. Bu akılla belli bir toplumun veya genel olarak insanlığın problemlerine çare bulmak mümkün değildir, çünkü bu akıl, kölenin efendisine hizmet ettiği gibi sadece emrine girdiği şahıs, grup veya toplumun çıkarına hizmet etmektedir. Modern çağda Batı’da yetişen bilim adamları ve filozofların çoğunun aklı özelde burjuva sınıfı ve genelde de Batı toplumlarının çıkarına amada kılınmış akıl olduğundan nesnel niteliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla bu aklın genel olarak insanlığın kurtuluşu için nesnel adalet ve nesnel “iyi”i arama ve bulma gibi bir amacı olamaz. Zaten bu akıl araçlaştırılmış, kişiler, firmalar veya devletlerarası yıkıcı rekabetin emrine tahsis edilmiş olduğundan nesnel ve evrensel adalet ve iyi gibi olguları tanım amaktadır.

Bununla birlikte Müslüman aklı dışında nesnel olarak çalışabilen akıl olamaz mı? Şâyet varsa bunlardan yararlanamaz mıyız? Doğal olarak Müslüman aklı dışındaki tüm akılların nesnelliğini kaybederek araçsallaştığını düşünmek doğru değildir, aklını beşeri kirleriyle kirletmeden mümkün olduğu kadar saf tutabilen insanlar olabilir, vardır da. O zaman bunların adalet ve “iyi”yi arama konusundaki birikimlerinden Müslüman olarak yararlanmamız mümkündür. Aşağıda Bediüzzaman ve demokrasi konusu incelenirken bu konu üzerinde tekrar durulacaktır.

Yöntem Sorunu

Yukarıda anlatılan süreçler acaba İslam tarihinde dikkate alınan süreçler midir? Siyasal ve ekonomik sistemler kurulurken, bu akılcı yöntem ne ölçüde etkili ve belirleyici olmuştur? Aslında “zaman” son derece önemli bir öğretici ve müfessiridir. İnsanların deneyim ve tecrübe birikimi arttıkça kişilerin aklın ve vahyin açık ilkelerinin doğruluk ve yararlılık derecelerini kavrama kapasiteleri de artmaktadır.

İslam uleması vahyin ilkelerini mümkün olan en az kirlenmiş akılla kavrama çabasında önemli başarılar elde etmiş ve bu konuda temel yöntemleri üretmiştir. İslam uleması kategorisi içine çok sayıda ekol girdiği, bu konularda çok geniş bir yelpazenin üretildiği dikkate alındığında işin içinden çıkmak doğal olarak güçleşmektedir. Ancak burada biz daha fazla Maturidi ulemayı dikkate alarak analizimizi onların geliştirdiği yaklaşımlar çerçevesinde sürdüreceğiz.

Maturidi ulema deyince akla doğal olarak Türkler (burada Türk kavramından bir etnik yapıdan ziyade belli bir kültürel coğrafya kastedilmektedir)gelmektedir. Gerçekten İslam tarihinde Türklerin İslami düşünceye katkılarının boyutu gerçekten inanılmayacak düzeydedir. Karahanlılardan itibaren Türk dünyasında çok sayıda muhaddis, müfessir, kelamcı, filozof ve fakih yetişmeye başlamıştır. Bunların büyük ekseriyeti Hanefi-Maturidi çizgiye intisap etmiş, bu düşünce sistemini çağı da aşacak şekilde geliştirmişlerdir. Bunların temsil ettiği okula “Maveraünnehir Okulu” demek mümkündür. 13-14. yy Maveraün-nehir Okulunun altın çağı olmuştur. Usul ve kelamda Fahru’l İslam Pezdevi, İbn-i Hacip, Sadru’ş-Şeria, Taftazani ve Cürcani gibi düşünce adamları İslami-Maturidi düşünceyi önemli ölçüde işleyerek netleştirmişlerdir. Bu düşünürlerin ortaya koyduğu Müslümanlık “yaşayabilir Müslümanlık”tır. İçinde; devletin, dinin, aklın, bilimin, kültürün harmanlandığı pratik hayatta uygulanabilirliği çok yüksek bir Müslümanlıktır.

Çağımızda “nasıl bir sosyal-siyasal sistem” sorusuna söz konusu okulun geliştirdiği yöntemlerle cevap bulmak mümkündür inancındayım. Bu okulun düşünce sisteminde bireyin özgürlüğü, can ve mal güvenliği, akli melekelerinin geliştirilmesinin garanti altına alınması, dini hayatını yaşama hakkının eksiksiz şekilde sağlanması, sefalet ve fakirlikten kurtarılması gibi hedefler temel amaç olarak belirlenmiştir. Usul diliyle ifade edersek, İlahi emir ve nehilerin (ibadetlerin şekli ve miktarı dışında) mutlaka bir illeti ve hikmeti vardır. Ünlü usulcü alame Sadr’ş-Şeria’ya göre bu illet insanın canını, malını, neslini, dinini, ahlakını ve aklını koruma ve geliştirmeye yönelik olmalıdır. İnsanın malını, canını, neslini, dinini, aklını ve ahlakını riske edecek herhangi bir hüküm Kur’an ve Hadis’ten çıkartılamaz. Bu, Allah’ın hikmetine aykırı olur. Yani Kur’an’dan elde edilen hükümler insanlar için ya menfaat sağlayıcı (celb-i menafi) ya da zarar yok edici (def-i mefasid) özellikte olmalıdır. Şâyet bir hüküm belli yönleriyle zarar belli yönleriyle fayda doğuruyorsa (savaş veya kısas gibi) burada fayda-zarar karşılaştırılması yapılır, şâyet fayda zarardan fazla ise o hüküm meşru, az ise gayr-i meşru sayılır. Yine usul diliyle ifade edersek çok hayırın yanında az şer bulunabilir. Bu yönteme dayanarak şunu açıkça ifade edebiliriz:

Kur’an insanların ellerinde bulundukça insanların can, mal, akıl, din, hürriyet ve ahlaklarını ihmal edecek hiçbir açık ilke Müslüman birey tarafından tasvip edilemez ve savunulamaz. Biraz daha açarsak;

1. İnsanların yaşama imkânlarını riske eden,
2. Gelir ve servetlerini azaltarak fakirleşmelerini doğuran,
3. Akli yetkinliklerini körelterek insanları ahmaklaştıran,
4. Dini inanç ve yaşantılarını engelleyip, insanları günah ve haramlara sevk eden,
5. Hürriyetlerini kısıtlayarak tamamen ya da kısmen köleleştiren ve
6. Ahlaki güzelliklerini tahrip ederek ahlaksızlaştıran,

 hiçbir sistem, düzen ve politika benimsenemez, kabullenemez ve savunulamaz.

Toplumsal Zaruret Bir Meşruiyet Kaynağıdır

İslam tarihinde Maturidi-Hanefi Türk kültür coğrafyasında tüm hukuk sistemleri, ekonomi politikaları, ceza kanunları bu ilkeler çerçevesinde düzenlenmiştir. Bu coğrafya parçasında özellikle “toplumsal zaruretler” çok ciddi bir meşruiyet kaynağı olmuştur. Çok sayıda düzenleme o konuda nas olmadığı veya olduğu halde naslar toplumsal zaruretlere uygun olmadığından (Hanefi usulde istihsan veya maslahat) toplumsal zaruretler dikkate alınarak çözümlenmiştir. Bu ilkeulemanın elinde hayatı esnetici, rahatlatıcı, makulleştirici bir araç olmuştur.Alternatif bir yönetim şekli olarak demokratik yönetim şekli gündeme geldiğinde Bediüzzaman hiç tereddüt etmeden toplumsal zaruret olduğunu ifade ederek demokrasiyi savunmuştur. Gerçekten Maturidi anlayışın dışında başka bir yaklaşımla demokrasiyi açık şekilde savunmak zordur.

Ancak Bediüzzaman demokrasiyi savunurken Batı’dan geldiği şekilde değil, yukarıda ifade edilen ilkeler çerçevesinde savunur. Demokratik rejiminsanların can, mal, hürriyet, akıl ve ahlak güvenliğini garanti altına almalıdır.Ancak bu durumda demokratik rejim “Meşru Demokrasi” olabilir. Meşru demokrasinin bir insan tabanı bir de devlet tabanı olmalıdır. Bediüzzaman Maturidi-Hanefi usulün tüm esnekliklerinden yararlanarak, zaman zaman özgün içtihatlarda da bulunarak çağımızın şartlarına uygun, temel vahyi ilkeleri de içeren bir toplumsal yönetim modeli geliştirmeye çalışır. Burada Bediüzzaman’ın meşru demokrasinin beşeri tabanını teşkil eden insan özgürlüğü konusundaki yaklaşımlarını kısaca hatırlatalım.

Bediüzzaman ve İnsan Özgürlüğü

Geçmiş usulcülerin vurguları daha fazla can, mal, ahlak ve din güvenliği üzerine idi. Bu vurgu çağımızın genel eğilimlerine uygun olarak Bediüzzaman’la insan özgürlüğüne kaymıştır. Artık çağımızdaki insan geçmiş çağlarda olduğu gibi çeşitli baskı ve istibdatlara mahkum olamaz. Çünkü her türlü istibdat ve dayatma Bediüzzaman’a göre insanın insanlığının gelişmesine ciddi bir engeldir.

Bediüzzaman, Maveraünnehir ulemasından ceddimiz Sadru’s-Şeria tarafından ortaya atılan ve özellikle ünlü Osmanlı alimi Gelenbevi tarafından işlenerek belli bir formülasyona sokulan “insan özgürlüğü” yaklaşımını esas alarak düşüncesini geliştirir. Bu yaklaşım insan iradesinin mevcut olmadığı, tersine nisibi ve izafi bir olgu olduğu, dolayısıyla insana verilebilir olduğunu temel alarak insanın her türlü yaptığı eylemlerden sorumlu olduğunu vurgular. İnsan iradesi iki alternatiften birini seçebilir bir özellikte olduğundan, doğrudan insanın emrinde ve tasarrufundadır. Bu nisbi ve izafi olguyu Cenab-ı Hak insan fiilini yaratmasına bir şart-ı adi yapmıştır. Yani insan kendi tasarrufunda olan yaratılmamış iradesiyle tercih yapabilme özelliğine sahiptir, dolayısıyla insan yaptığı her şeyden sorumlu olan bir varlıktır. Çünkü insanın sahip bulunduğu bu cüzü irade özellikle olumsuz ve ademi şeylerin ortaya konulmasında son derece etkili ve fonksi-yoneldir. Düşünüre göre günah, küfür, zulüm, dalalet gibi şeyler olumsuz ve ademi olduklarından çok basit bir “terk” ve “ihmalle” gerçekleştirilebilirler. Böylece son derece basit bir olgu olan insan iradesi bunların gerçekleştirilmesi için bir temel olabilir ve insanı yaptıklarından sorumlu kılabilir.

– İnsanın seçici ve yapıcı bir varlık olması İlahi hakimiyet ve kudretle nasıl bağdaştırılabilir? Hatta “Allah’ın Hakimiyeti” ile “Halkın Hakimiyeti”nasıl bir arada düşünülebilir?

Bediüzzaman bu konuda ilginç sayılabilecek “mülk-melekut” ayırımını yapar ve yaklaşımını bunlar üzerine bina eder. Mülk âlemi fizik ve organik âlemi, melekut âlemi ise fizik ötesi olan gayb âlemini ifade eder. Mülk âleminde hikmet, melekut âleminde ise kudret hakimdir. Mülk âlemi sebeplerin ve tabiat kanunlarının egemen olduğu âlemdir. Melekut âleminde ise doğrudan İlahi kudret egemendir. Sebepler ve fizik âleme ait kanunlar orada geçerli değildir. (Nursi, 1994, s. 236).

Bu yaklaşıma göre bizim muhatap olduğumuz âlem mülk âlemidir. Bilim, hukuk, siyaset, ekonomi gibi olgusal şeyler mülk âlemine aittir. Bu âlemde her şey İlahi hikmet tarafından belli sebeplere bağlanmıştır. Başka bir açıdan varlık âleminin mülk kesimi insan eylemlerinin bağımsızca gerçekleştiği kesimdir. İnsan iradesi bu alanda etkili olmakta, serbestçe seçebilmekte, insanın kudreti kendi fiillerini üretebilmekte ve bundan dolayı insan yaptığından da sorumlu olabilmektedir.

Başka bir ifade ile varlık âleminin mülk tarafı “daire-i muamelat”tır. İnsanın günlük olgusal ilişkilerinden ahlak, hukuk, bilim, siyaset ekonomi bu alanda belli sebep-sonuç etkileşimi çerçevesinde oluşur. Burada insanlarca gerçekleştirilen tüm akitler, eylemler, objektif olarak değerlendirilir, kararlar rasyonel olarak verilir. İnsan bireyinin yaptığı her şey kanun önünde belli bir anlama sahiptir ve insan onlardan sorumludur.

Melekut âlemi ise “daire-i itikat”tır. İnsan her şeyin dizgini Allah’ın elinde olduğuna itikat etmekle yükümlüdür. Ancak muamelat âleminde kendi aklıyla ve iradesiyle en iyi ve en yararlıları seçmek ve yapmak durumundadır. Doğal olarak “iyi”yi bulma konusunda Cenab-ı Hakk’a sürekli dua etmelidir.

Mülk-melekut ayrımıyla “Allah’ın Hakimiyeti” “Halkın Hakimiyeti”kavramlarının ilişkisini de izah edebiliriz. İlahi hakimiyetin doğrudan kuşattığı alan melekut âlemidir, mülk âleminde ise özellikle siyasal alanda milli hakimiyet söz konusudur. Bu birbirini çelen ve olumsuzlayan iki farklı unsur değildir. Kâinattaki tüm varlıkların Allah’ın egemenliği altında olması nasıl insanların gayr-ı menkul ve menkullere malik olmalarına, onlar üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunmalarına engel teşkil etmiyorsa sosyal ve siyasal alanlarda millet hakimiyetinin de Allah’ın hakimiyetine engel teşkil etmesi düşünülemez.

Mülk âlemindeki etkinlikleri Cenab-ı Hak insanların tasarrufuna bırakmıştır. Akli ve vehyi ilkeleri dikkate alarak insanlar sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel düzenlerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirip kurabilir, gerektiğinde de değiştirebilirler. Sonuçlarından da doğal olarak doğrudan kendileri sorumlu olurlar. Böyle olmaması durumunda dünyada sosyal ve siyasal hayatta belli bir düzen ve kurumdam söz etmek mümkün olamazdı. Hukuk sistemiyle kişilerin mal ve can güvenliği garanti altına alınmış, cana ve mala tecavüz çok sert cezai müeyyidelerle önlenmeye çalışılmıştır. Kimsenin “nasıl olsa her şey Allah’ın mülküdür” deyip gelişi güzel hareket etmesine izin verilmemiştir. Ünlü Türk alimi Nesefi bu konuları Tabsıra adlı eserinde önemli ölçüde makül bir çerçeveye oturtmuştur. Zaten Maturidi yaklaşımın hakim olduğu kültür coğrafyalarında bu konularda her hangi bir zihinsel karışıklık ortaya çıkmamıştır.

İnsan hürriyetine bu kadar değer veren Bediüzzaman, bu hürriyetin ancak meşru demokrasilerde sağlanabileceğini, her türlü siyasal, dini, ve ilmi istibdadın insanın duygularını çökerteceğini, insanlar arasında kin ve nifak tohumlarını yeşerteceğini, insanları sefalete sürükleyip fakirliğe mahkum edeceğini, hatta bu istibdadın İslamı bile zehirleyeceğini savunur. Ona göre Müslüman birey aklını kullanan, kendine güvenen onurlu, sadece Allah’a kul olup başka hiçbir şeye köle olmayan bireydir. Çünkü Bediüzzaman insan hürriyetini imandan bir parça saymaktadır. Ona göre Allah’a hakiki kul olan ne başkasına kul olur ne de başkasını kendisine kul yapar. O zaman insanların demokratik ilkelere göre yerlerini yeniden gözden geçirmelidir. Âlimlerin, şeyhlerin ve uluların yerleri yeniden belirlenmeli, ilişki tarzları yeniden ortaya konmalıdır. Bediüzzaman’a göre artık bu çağda şeyhlerin Müslüman birey üzerinde büyüklük taslayarak sulta kurması, onun onurunu kırıcı şekilde ezmesi kabul edilemez. Bu tip şeyhler şeyh değil müteşeyyihtir (çocukça şeyhtir). Çünkü ilmin ve şeyhliğin gereği tasallut, tahakküm değil tevazu ve mahfiyettir. İnsanlara saygı ve güvendir. Beraber yaşayabilme sanatıdır. Karşılıklı taviz verebilme becerisidir. Bediüzzaman alim ve şeyhlerden bu ilkelere uymayanların Müslümanlar tarafından ilim ve şeyhliğinin tanınmaması, onlara gereğinden fazla saygı gösterilmemesi gerektiğini ister.(Nursi, Münazarat, 1991, s. 59-60) Ona göre insanların iradesine ve hürriyetine müdahaleye kimsenin hakkı yoktur.

Siyasal ve Ekonomik Mekanizmalar Makine Gibidir

Demokrasinin bir burjuva kurumu olduğu, burjuvaların ise Hristiyan veya Yahudi olduğu, Müslümanların dışında başka insanların yaptığı ve geliştirdiği şeylerin Müslümanlar tarafından nasıl alınabileceği problemine Bediüzzaman son derece ilginç bir içtihatta bulunarak, siyasi ve ekonomik konuların büyük kısmının saat veya makine gibi şeyler olduğu, saat veya makineyi din ve ahlaki durumuna bakmadan nasıl en iyi saat veya makine yapan ustadan alıyor, bozulduğunda yine o konuda uzman olan ustaya tamir ettiriyorsak, ekonomik ve siyasi mekanizmaların çoğunu da din ve ahlakına bakmadan o konuda uzman olan kişilerden almamızda dinen hiçbir mahzurun olmadığını vurgular. Çünkü herhangi bir Müslümanın tüm sıfatlarının Müslümanca olamayabileceği gibi herhangi bir kafirin de tüm sıfatlarının kâfirce olması gerekmez. Müslümanın bazı sıfatları kâfirce olabildiği gibi kâfirin bazı sıfatları da Müslümanca olabilir.

Sevgi ve nefret zati (özsel) olmadığından güzel sıfatlar kimde olursa olsun sevilir, hatta takdir ve taklit edilir, kötü sıfatlardan da nefret edilir. (Nursi, Münazarat, s.41-42) O zaman Bediüzzaman’a göre kâfirlerin güzel sıfatlarının bir tecellisi olarak ortaya konulan ekonomik, siyasal ve kültürel kurumlardan Müslümanların yararlanmasında her hangi bir mahzur olamaz. Adalet, hürriyet, verimlilik, tasarruf, yardımlaşma gibi temel ilkeleri odak alan sosyo-ekonomik mekanizmalar, kurumlar, politikalar Müslüman toplum tarafından orijinine bakılmaksızın alınabilir ve taklit edilebilir. İslamiyet, Hıristiyan ve Yahudilerden, her hangi bir Müslüman bireyin (erkeğin) sadece ekonomik ve siyasal kurumları almalarını değil, bunlardan çok daha hayati özelliğe sahip olan hanımlarını bile eş olarak alabilmelerine izin vermiştir. (a.g.e, s. 71)

Bu ilkeden hareketle Müslümanların her türlü hürriyetini, can, mal, ve akıl güvenliğini, ekonomik ve kültürel gelişmesini en etkin ve en verimli şekilde demokratik yönetim şekli gerçekleştirecekse, orijinine bakmaksızın bu kurumu benimsemelerinde herhangi bir mahzurun olmadığı söylenebilir. Buna mukabil söz konusu güvenliklerden herhangi birinin gerçekleştirilememesi ya da sınırlı düzeyde gerçekleştirilmesi durumunda, o düzenin adı “İslam Cumhuriyeti” de olsa özü İslami olamaz.

Demokrasinin Ortamı

Doğal olarak demokratik ilkelerin serbestçe yaşayabileceği belli bir kültürel ortam gereklidir. Bediüzzaman’a göre demokratik sistemi inşa edip devam ettirebilmek için insanların bilgi, teknoloji, ahlak ve kültürde belli bir düzeyi tutturmaları gerekir. Vahşetin, cehaletin, bağnazlığın, ilkelliğin, kırsal kültür ve geleneklerin egemen olduğu sosyal ortamlarda demokrasi var olamaz, var olsa da ayakta kalamaz.

Ona göre demokrasinin temel ilkelerinden bazıları kuvvet yerine hakkın, cehalet yerine bilginin, kin ve düşmanlık yerine sevginin, keyfilik ve şahsiyetçilik yerine objektif kanunun ve ilkelerin ikame edilmesi, sosyal ve siyasal hayatın bu ilkeler çerçevesinde dizayn edilmesidir. Aynı şekilde tüm kararların, keyfî ve kişisel heveslere göre değil, kolektif bilgi ve hikmete dayalı kurum ve kurullarla istişare edilerek alınması ve uygulanmasıdır. Bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için ise toplum fertlerinin ciddi bir eğitim-öğretim seviyesine ulaşmış olması gerekir.

Meşru demokrasi sadece insan bireylerinin özgür olmasını sağlamayacak, aynı zamanda toplumun hatta belli bir kıtanın ekonomik olarak gelişmesini de sağlayacaktır. Bediüzzaman’a göre despotizme, keyfî karar ve iradelere, bilim ve hikmet dışı eğilimlere dayanan bir toplumun sağlıklı bir şekilde gelişmesi ve varlığını istikrarlı bir şekilde devam ettirmesi mümkün değildir. Özellikle İslam toplumlarının sosyo-ekonomik gelişmesi her türlü, istibdat ve baskıdan uzak İslamî hürriyet ve Şurâ ile mümkündür.

Gerçekten Bediüzzaman ve benzeri şahsiyetler, İslam toplumlarının ve genel olarak Asya kıtasının geri kalmasının esas nedeninin gerekli hürriyet ve şurâ kurumlarını geliştirememiş olmalarına bağlarlar:

“…mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır.” “Müslümanların hayat-ı içtimaiyye-i İslamîyyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şeriyyedir. Ve emruhum şura beynehüm (Şurâ suresi, 42/38) âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak émrediyor. Evet, nasıl kı, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.” (Nursî, 1994, s. 1928)

Sonuç olarak, yeniden demokrasi arayışına çıktığımız şu günlerde can, mal, akıl, ahlak ve özgürlük güvenliğini sağlayacak şekilde yeniden dizayn edilen siyasal sistemimize Müslümanların karşı çıkmaları bir yana şiddetle savunmaları gerektiği inancındayım. Bunu bize temel referans kaynaklarımız vahiy ve akıl önermektedir. Akıl ve tecrübenin önderliğinde yukarıdaki hedeflerin nasıl gerçekleştirileceği serbest tartışma veya deneyip yanılma yoluyla bulunabilir. Bu ilkelerin bir kaçı veya tümünü ihmal eden, ortadan kaldırmak isteyen her türlü siyasal, ekonomik veya kültür politikası ne adına olursa olsun akıl ve vahiy adına muhalefetle karşılaşacaktır. Doğal olarak muhalefet yeni can, mal, akıl ve din güvensizlikleri doğurur nitelikte olmayacaktır.

Ülkemizin geleceğini inşa etmek isteyenler akli ilkelerde buluşmak durumundadırlar.

(Prof. Dr. Bünyamin Duran, Köprü Dergisi, Güz-1999, Sayı:68)