Etiket arşivi: cüz’i irade

Dünya Ticaretinin Ahiret Boyutu

“Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim`lerine kavuşacaklar.” (Mektubat)

Bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

 “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

Buna göre dünya bir yönüyle ticaret yeridir.

Bütün mülk Allah’ındır. İnsan nevi bu mülkte emaneten tasarruf etmektedir.

Öte yandan, Allah Resulü (asm.)  

“Dünya ahiretin tarlasıdır.”

buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, öte âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahür edeceklerdir.

İnsana cüz’i irade verildiği için, dünya tarlasına dilediği şeyleri ekip biçmekte serbest bırakılmış. Keza,  nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.  

Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı bütün maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, çok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine çok değişik mahsuller derlemekte, kazançlar elde etmektedir.

Bir iki örnek verelim:

İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir ömür boyu, nazarını helal yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir;  cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.

Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan çıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap çıkar, ya günah. Bunlar ise insana ya kâr getirirler, yahut zarar.

Düşünme bir başka sermayedir. Doğru fikirler büyük bir kâr kaynağı iken, yanlış düşünceler birer zarar menbaıdır.

Öte yandan,  her bir hissimiz,  “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız,…” ayrı birer  sevap yahut günah kaynağıdırlar.

Bütün bu saydıklarımız ayette geçen “nefis” kavramı içine giriyor.

“…Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”  (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Bunların dışında kalan ve haricî âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız,…” da ayrı birer kazanç yahut zarar kaynağıdırlar.

İşte insan, bütün bunları rıza çizgisinde kullandığı taktirde  Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kâr, Allah Resulünün “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.

Ayette çok önemli bir mesaj var:

“Allah sadece müminlerin nefislerini ve malların satın alıyor.”

Şu var ki, müminin nefsini Allah’ın satın alması için o nefsin mümine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde müminin malı da “mümin malı” vasfını taşımalıdır.

Bir mümin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslamî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan söylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokçulukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hiç biri cennet mukabili satın alınmayacaktır.

Çürümüş, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve cennetle hiçbir ilgisi kalmamış nefisler ve mallar satın alınmazlar. Aksine bu iki büyük sermayeyi yanlış kullanmanın hesabı ahirette sorulur.  Cehennem, bu hesabı veremeyenleri azap diyarıdır.

Her insan imtihandadır, her insan dünya tarlasında ahiret namına bir ekim yapmaktadır ve yine her insan bu dünya ticarethanesinde ebed yurdu namına bir şeyler kazanmakta yahut kaybetmektedir. Bununla birlikte, ayette geçen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı için konunun ticaret erbabına bakan yönü üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Yine Nur Külliyatında rızık için üç temel yolun “ziraat, sanat ve ticaret” olduğu, memuriyetin ise hizmetkârlık olduğu vurgulanıyor. Yani, memuriyet bu üç temel faaliyetin yürümesine yardımcı olan bir “destek hizmettir.”

Her işte olduğu gibi ticarette de insan, öncelikle, kul olduğunu unutmayacak, bütün işlerini helal dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dünyada elde edeceği cüzi bir kâra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.

Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli müstesna bir mahluk olarak yaratmıştır.  Bu büyük şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Görevini yerini getirip dünyadan iman ile göçen bütün müminlere “dünyadan daha geniş ve  baki bir mülk” ihsan edilecektir.

İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun bütün dünyaya sahip ve hakim olamaz.  İnsanın mülkünün, servetinin, makamının kâinattaki yeri ise  görülmeyecek kadar küçüktür. Ticaret yaparken bu küçük servet ve makam uğruna o büyük ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kârı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima göz önünde bulundurmalı, her iki dünya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” (Şualar)

Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin büyük bir önemi var. Ömrümüzden ve rahatımızdan fedakârlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yük olmaması için dikkat etmemiz gereken çok önemli bir faktör “niyettir.”

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helal rızık yedirmek” olmalıdır.

Niyette bir ileri safha, zekât ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı  olmaktır.  

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:

“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır. Sonra nafilelerle (farz ve vacip dışında kalan ibadetlerle). … (Sonunda kul öyle bir noktaya gelir ki,)  ben onun gören gözü işiten kulağı olurum.” (Buhârî,  Rikak 38.)

İşte zekât da kulu Rabbine yaklaştıran en önemli bir farzdır.

Zekât, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Alimlerimiz, zekâtın  verilmesini sehavet,  yani cömertlik saymazlar. Çünkü, zaten fakirin  hakkı kendisine iade edilmektedir.

Bununla birlikte, zekât vermemin sevabı da hiçbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Çünkü zekât farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.

Zekât en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha çok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.

Bir başka niyet, Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bu zamanda İ’la-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.” diye ifade ettiği büyük hizmeti yapabilmek, yani “Allah kelamının nice gönüllerde hükmetmesi, İslam’ın daha da yücelmesi” için servet sahibi olmayı istemektir. Bu niyette samimi olan kimse, istediği noktaya gelemese bile bu halis niyetinin karşılığını mutlaka alacaktır. O noktaya varırsa yapacağı hizmetlerin sevabını ayrıca alır.

“Her bir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir diğer niyet, bir Müslüman olarak İslâm ülkelerinin geri kalmışlığını içine sindiremeyip, bundan üzüntü duymak, bu konuda bir şeyler yapılması gereğini vicdanının derinliklerinde hissetmek ve elinden geldiği kadarıyla bu sahada gayret göstermektir.

Maddeten terakkinin çok önemli bir boyutu da şudur:

Bir zengin, elbisesi kırk yamalı, aç ve susuz bir fakirden nasihat dinlemeye yanaşmadığı gibi, bu günün maneviyata susamış,  ateizmin ve sefahatin kucağına düşmüş batı insanı da bu hastalıkların ilacını fakir bir Müslümandan almak istemiyor ve perişanlığı devam ediyor.

Öte yandan, “Biz doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiillerimizle göstermediğimiz” takdirde bizden bu nurları almaya müşteri olmuyor.

Buna göre, “maddeten terakki” ile “İslâm’ı fiilen yaşamayı” birleştirdiğimiz gün, dünyanın her yanındaki manevî hastalara ulaşma imkânını yakalamış olacağız.

Bu noktaya kadar insana manevi kârlar getirecek “niyetler” üzerinde durduk. Niyetin bir de yanlış kullanımı ve hatalı yapılışı  var. Meselâ, bir insan “meşhur olmak, yahut zenginlikte rakiplerini geride bırakmak, başkalarına üstünlük taslamak” gibi nefis ağırlıklı niyetler taşıyorsa, o kişi dünyada başarıya ulaştığı taktirde zaten ücretini de peşin olarak almış oluyor. Artık ahirette her hangi bir karşılık görmesi, ücret alması söz konusu olmuyor.

Canını tehlikeye atarak harp meydanına koşmak büyük bir  cihat ve yine büyük bir sevap kaynağı olduğu halde, bunu yapan kişinin asıl maksadı ganimet elde etmek ise bu cihattan hiçbir sevap kazanamıyor. “Nasıl bir yiğit olduğumu herkese göstereyim.” şeklindeki bir niyet de, aynı şekilde, o kişiyi cihat sevabından mahrum bırakıyor.  

* * * 

Biraz da ticaret yapan kişiyi bekleyen tehlikelerden söz edelim:

Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı büyük tehlike mevcut:

“Hırs,” “faiz,” “haset,” “kul hakkını çiğnemek,” “meşveretsiz hareket etmek,” “emaneti ehline vermemek.”

Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkülle yakından ilgili bir kavramdır.

Bediüzzaman Hazretleri, “Tertib-i mukaddematta “tefviz” tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.” der ve şöyle devam eder: “Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektûbat)

Buna göre tevekkülü doğru değerlendirmek, başarı için gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve çıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkânlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.  

Bu ölçüden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gösteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh âleminde, birtakım manevî hastalıklara kapıyı açmış ve kadere itiraz için nefsine büyük bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi,  hayalindeki  neticeyi  “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de büyük bir pirim vermiş olur.

Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu büyük haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gösterecektir.

Zekâtı, “sermayesini azaltan, rekabet gücünü zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktör olarak görmeye başlayacak ve İslam’ın beş şartından biri olan bu büyük farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.

Faiz alıp veren kimselerin o büyük hesap günündeki halleri Allah Kelamında şöyle ifade ediliyor:

“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara, 2/275)

Faiz gibi, temeli hırsa dayanan önemli bir tehlike de “hasettir.”

Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkânların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hiç nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder. “Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıpta da “rakibindeki imkânlarının kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hakimdir. “Hasette ise benim olup olmaması çok önemli değil, yeter ki onun olmasın.”düşüncesi ağırlık kazanır.

Hasedin iki önemli zararı vardır: Birisi şahsın iç alemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve düşmanlığa  yol  açması.

“Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)

“Gıybet;  nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.” (Mektûbat)

Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:

“Ümmetimden müflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından)  şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.”  (Müslim)

Kul hakkına riayet, bütün Müslümanların görevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlal edildiği saha, İslâmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.

Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsi güç ve imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını çiğnerler.  Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulüm ortadan kalkar.

İslâmda kul hakkının özel bir yeri vardır. Samimiyetle tövbe eden bir kişinin bütün günahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.

Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde bütün günahları affedilir. Eğer bu konuda bir şüpheye düşse ve “Acaba günahlarım affedildi mi?”diye tereddüt geçirse büyük günah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.

Her ikisinin de telafisi mümkündür. Biricisinde kulun hakkı ödenecek ve kendisinden helallik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.

Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.

Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu çiğnemektir.  Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, su-i zanda bulunulması gibi günahlar ise manevî hukuka tecavüzdür.

Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise bütün bir milletin hukukuna tecavüzdür ve cezası da o nispette büyüktür.

Asr-ı Saadetten ibretli bir tablo:

Sahabeden biri harpte öldürülen arkadaşının şehit olduğunu söyler.  Bunun  üzerine Allah Resulü müdahalede bulunur ve şöyle buyurur:

“Hayır!  Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cübbe veya abaya bürünmüş olduğu halde cehennemde gördüm.” (Riyâzu’s-Sâlihin, I, 252, 268)

Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, köşeyi döndü.” gibi sözlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan önemli bir nokta var:

Kazanılan bir  menfaat, kişinin ruhunu alçaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kârı değildir.

Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışardan bakanlar o ruhların perişan halini görmezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.

Eli bombalı anarşist gençlerin silahlarına el koyup, kendilerine en lüks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” çıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.

Başarının üç temel unsuru:

Bediüzzaman hazretleri terakki ve asayişin üç mühim esasını şöylece tespit eder:

“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Lem’alar)

“Terakkiyat,” terakkinin çoğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu üç esas ticarî hayatımız için de aynen geçerlidir.

“Mesailerin tanziminin” en güzel örneği kendi vücudumuzdadır; büyük örneği ise kâinatta.

Her organın belli özellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlâhî taktirle tayin edilmiştir. 

Toplu olarak icra ettiğimiz bütün işlerde mesai tanzimi ön plana çıkar. Ancak, kişiler, çoğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, güçlerinin çok ötesindeki görevlere talip olurlar.

Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle görev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin münferit kanaatlerine.

Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir.  Tek çıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.   

 “Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, özellikle şirketleşmelerde büyük önem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gücüne göre yol alır. Kazanç asgarî seviyede kalır ve herkes  “kârdan zarar” eder.

“Teavün (yardımlaşma) düsturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada,  daha yerinde olur.

sorularlaislamiyet.com

Tevekkeltü al’Allah!

Peygamber kıssaları, idrakimize yeni pencereler açan oluşlardır…

Bir bakıma her peygamber, hayata yönlendirilmiş bir ışık huzmesidir…

Her biri yaşamın bir bölgesini aydınlatır… 

Ancak tümünü idrak edebilenler, daha ışıl ışıl bir “Cadde-i Kübra”da yürümenin tadına varırlar…

Bunun tadına varanlar, her türlü olumsuz şartın, “Külli İrade”den beslenen “Cüz’i İrade” karşısında teslim olacağını ve engellerin ortadan kalkacağını bilir, yakınmak yerine çalışmayı seçen bir aksiyon içinde tüm olumsuzlukları dize getirmeye çalışırlar.

Allah da yardım eder, şartlar dize gelir…

Şartlar dize geldiğinde, olmazlar oluverir…

Örneğin: Hz. Âdem’le Hz. Havva koskoca dünya yalnızlığında birbirlerine kavuşurlar…

Hz. Nuh, tufanı yener…

Hz. Yunus, selamet sahilini bulur…

Hz. Yusuf, kuyudan çıkar…

Hz. İbrahim, Nemrut ateşine meydan okur…

Hz. Musa, Firavun’u Kızıldeniz’de boğar…

Hz. Âlişan Efendimiz ise Ebucehil’i yerle bir eder.

Ne zaman iç-dış ve özel şartlardan bunalsam bunları düşünürüm. 

Hayat bir imtihansa, sağlık, hastalık, varlık ve yokluk da o imtihanın evreleridir. Şartlar ne gösterirse göstersin, güçlükleri, korkuları aşmak için çabalamak da insan olmanın şartıdır.

Vaktiyle bizim şartlar beş kalb damarımın değişmesi gerektiğini söyledi. Üstelik bu tablo, hemen hemen hiçbir belirti yokken karşıma çıkmıştı…

Sözün kısası hazırlıksız yakalanmıştım. Tabii çok şaşırdım. Sonra düşündüm ki, hayat bir sürprizler yumağıdır; her gün her şey olabilir…

Bir gün bir şey oldu. Arkadaşlarıma ait özel bir hastanede ablamı ameliyat ettirirken, oluşan iki saatlik boş zamanda kalbime baktırmak istedim. Bu istek beni anjiyodan açık kalb ameliyatına kadar götürdü. Üstelik bu konuda hiç bir şey bilmiyordum…

Nerede, ne zaman, hangi doktora ameliyat olmam gerektiği konusunda her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonuçta “Tevekkeltü Alellah” deyip birinden birini seçtim. 

Günü gelince, günahlarım-sevaplarım, yanlışlarım-doğrularım, üzdüklerim-sevindirdiklerim, yazdıklarım konuştuklarım ve yaptıklarım-yapamadıklarımla birlikte tüm hayatımı “hayat-memat” arasındaki ameliyat masasına yatırdım.

Böylece, şartlara teslim olmamak için sebeplere müracaat etmiş oldum.

Gerisi Allah’ın bileceği işti: İsterse yaşatır, dilerse öldürürdü. 

Bendenizi yaşattı çok şükür.

***

Yani hiçbir durumda korkacak bir şey yok!

Yakınmayı gerektirecek bir şey de yok!

“Tevekkeltü alellah!” de, yürü…

***

“Mevlâ görelim n’eyler,

Neylerse gazel eyler.” 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Kader ve Cüz’î İradenin İmanın Hudutlarını Çizmesi

İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır. Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun ve Nemrut gibiler ise daha ileri giderek Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür. İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah-u Azimüşşân’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:

Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir. Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O hâlde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.

Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur. Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”5

Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikatı şöyle ifade eder:

“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hakk’tandır.”6

Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım:

Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Hak Teâlâ Hazretleridir. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Namaz kılmak ve Kur’an okumak da Allah’tan onlarını sevabını vermek de Allah’tandır. Burada ibâdet sual sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hakk’tandır.

Yukarıda, kendi kemâliyle gururlanan insanın, yaptığı fenalıklara da sahip çıkmamaya meylettiğinden bahsetmiştik. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister. Hâlbuki aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tevbe ile O Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu bilmek fazilettir. Kusurunu kabul eden onu telafi eder. Eğer kusurunu kabul etmeme hastalığı bir insanda ilerledikçe sonunda onu, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme, sapıklığına düşürür. Bu ise Allah’a iftira etmektir ve insanı küfre götürür.

Hatasını kabul eden bir mü’mini, Allah’a şerik koşmanın dışında, işlediği büyük günahlar iman dairesinden çıkarmaz. Lâkin Cenâb-ı Hak murad etmeseydi ben bu günahı işlemezdim; bana bu günahı kader işletti dediği takdirde küfüre girer. İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul etmekle küfre düşmekten kurtularak iman dairesinde kalır. Gafletten uyandığında tevbe kapısına yönelir.

İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

5. Nisa, 4/79
6. Sözler.