Etiket arşivi: dedikodu

Dedikodu Hastalığı

Toplumumuzda dedikodu niçin bu kadar yaygınlaşmış?

Her kötülük gibi bunun kaynağını da nefiste aramak gerek. Dedikodu nefsin çok hoşuna gider. Nefis, faydalı bir eseri yarım saat okumaya, yahut faydalı bir sohbeti bir saat dinlemeye tahammül edemezken, sıra dedikoduya geldi mi saatler dakika gibi olur. O halde ikinci bir soru daha ortaya çıkıyor:

Dedikodu nefsin niçin bu kadar hoşuna gidiyor?

Bu sorunun cevabını Hz. Yusuf’tan (as.) dinleyelim: ‘(Bununla beraber) ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü, nefis daima kötülüğü emredendir; meğer ki Rabbimin merhamet edip koruduğu (bir nefis) ola.’ (Yusuf Suresi, 53)

gıybetHadis-i şeriflerden öğreniyoruz ki, gıybet ve haset insanın salih amellerini yakıp mahvediyorlar, tıpkı ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi. Bir müminin güzel işlerini anlatmak ise müminler arasında sevgi ve hürmet hislerini geliştiriyor ve kişiye sevap kazandırıyor. İnsanı bu sevaptan mahrum etmek için, kıskançlık ve haset duyguları harekete geçiyor. Önümüzde iki yol var, birinde mümin kardeşimizi gıybet edip salih amellerimizi yakıp mahvetmek, diğerinde ise onu sevip, ondan övgü ile söz edip sevap hanemizi kabartmak. İşte kötülüğü emreden nefis, insanı birinci yola sevk eder ve mahveder.

Nefsimizi seviyorsak ona acıyalım ve onu bu zararlı yoldan vazgeçirmek için şu gerçeklerle yüzleştirelim:

‘Sen kendini seversin. Öyle ise gıybet etmemelisin. Çünkü gıybet anında zehirli bir lezzet alsan bile, o anda haset damarının kabardığını, sinirlerinin gerildiğini çok iyi biliyorsun. Bunlar ise seni içten içe rahatsız ediyor.’

Sen rahatını seversin. Başkasının seni gıybet etmesinden rahatsız olursun. Yaptığın gıybet er veya geç karşı tarafın kulağına gidecek ve ondan çok daha ağır bir mukabele görmekle rahatsız olacaksın.’

Sen menfaatini seversin. Gıybet etmekte bu dünyada bir menfaat elde etmediğin gibi ahiret yurdundaki ebedî saadetine de büyük darbeler vuruyorsun. Bu ise akıl kârı değil.

‘ Sen dünyayı seversin. Gıybetle geçirdiğin vakitlerini dünya saadetin için harcasan daha kârlı çıkacaksın.

Önemli bir nokta: Kötü bir söz, karşı tarafın durumuna göre farklı sonuçlar verir. Bir erin bir başka ere söylediği kötü sözle, yüzbaşıya, albaya, generale söylediği kötü bir sözün cezaları farklılık gösterir. Gıybet için de benzer bir durum vardır. Bir mümini gıybet etmekle bir alimi, bir müçtehidi, bir müceddidi, bir sahabeyi gıybet etmenin, sonuçları gibi cezaları da aynı değildir. İslam’a hizmet eden kişiler hakkında yapılan gıybet, insanları o kişilerden uzaklaştırmaya, dolayısıyla da İslam’a karşı yabanileşmeye götürür. İnsanlara hidayet yolunu kapamayı netice veren böyle bir cinayeti işlememeye azami dikkat göstermemiz inancımızın ve vicdanımızın gereğidir.

Bazen aynı mukaddes davaya hizmet eden kişiler arasında da bu hastalığın bir başka yolla nüksettiğine şahit oluruz. Dava arkadaşında gördüğü bir yanlış tutumu başkalarına anlatarak onun gıybetini yapan kişi, şöyle bir savunma mekanizması geliştirmeyi de ihmal etmez: ‘Ben bunları nefsim için değil davaya zarar gelmemesi için söylüyorum.’

Nur Külliyatında gıybetin bazı özel durumlarda caiz olacağı nazara verilirken bunlardan birisi şöyle dile getirilir: ‘Şekva suretinde bir vazifedar adama der; tâ o münkeri ondan izale etsin.’ Burada iki önemli şart söz konusudur:

Birisi, şikayeti yaptığımız makamın o kötülüğü önlemeye yetkili olması.

İkincisi, maksadımızın dava arkadaşımızı kötülemek değil ondaki bir kötülüğün giderilmesi olması.

Demek oluyor ki, o kardeşimizin hatasını, onu düzelmeye güç yetiremeyecek kişilerle konuşmak gıybettir; ama yetkili kişiye aktarmamız gıybet değildir. Yetkili kişiye aktarma yaparken de niyetimiz onu kötülemek olursa yine gıybetten kurtulamıyoruz; niyetimiz o kardeşimizden söz konusu kötülüğün giderilmesi ve onun manevî kurtuluşu olmalı.

Nur Külliyatı’nda, gıybetin caiz olduğu özel maddeler sayıldıktan sonra şu kayda yer verilir: ‘İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.’ Karşıya zarar verme, onu gözden düşürme, ona karşı beslediğimiz kötü hisleri tatmin etme gibi art niyetlerden uzak olan ve sadece hak için, maslahat için yapılan şikâyetler gıybet olmuyor.

Gıybet, gerçekte işlenmiş bir hatayı başkalarına aktarma şeklinde olabileceği gibi, çoğu zaman, ‘su-i zan’, yani ‘yanlış yorumlama, olaya menfî yönden bakma’ sonucu da ortaya çıkabiliyor. Gerçekte yanlış olmayan bir hareket, yanlış yorumla ile hata kabul ediliyor, daha sonra bu yanlış kanaat üzerine de gıybet bina ediliyor. Su-i zannın kaynağı kişinin kendi mizaç bozukluğudur. ‘Kendisinde bulunan su-i ahlakı su-i zan bahanesiyle başkalara teşmil etmesin.’ (Mesnevî-i Nuriye) Bu çok önemli bir mihenk taşıdır. Birisinin yaptığı hayırlı bir işi tenkit ederken, onun bu işi menfaat karşılığı yaptığını söyleyen kimse ‘su-i zan’ etmiş olur.

Yukarıdaki ifadeden anlaşılacağı gibi, bu zannın kaynağı da ‘o kişinin menfaat düşünlüğüdür.’ Yani, o adam kendi iç aleminde şöyle bir değerlendirme yapmış olur: ‘Ben bu işi yapsam menfaat için yaparım. Demek ki bu adam da bu işte bir menfaat gözetiyor.’

Hucurât Suresi birçok içtimaî meselenin ve sosyal problemin birlikte yer aldığı ibret dersleriyle dolup taşan bir sure. Onuncu ayette, ‘müminlerin kardeş olduğu ve aralarında bir problem çıktığında ıslah yoluna gidilmesi gerektiği’ ders veriliyor. Bu ayeti hemen takip eden ayetlerde, sanki İslâm kardeşliğini zedeleyen hastalıklar sıralanıyor. On birinci ayette bir topluluğun diğerine ‘lakap takması’, ‘onu alaya alması’ yasaklanıyor. On ikinci ayette ‘su-i zan, tecessüs (kusur araştırma) ve gıybet’ yasaklanıyor. Bu ayetin mealini aktarmak istiyorum: ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü, zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin(gıybet etmesin)! Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.’ (Hucurât, 12)

On üçüncü ayet-i kerimede bütün insanların, başlangıçta bir erkekle bir dişiden yaratıldıkları hatırlatılarak ‘ırkçılık’ belasına düşmemiz yasaklanıyor. Sanki bu ayetlerde Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarına zarar veren kötü hasletler küçükten büyüğe doğru sıralamış gibi: ‘Bir topluluğu alaya almak.’ ‘Birbirini kötü lakapla çağırmak.’ ‘Su-i zan beslemek,’ ‘Birbirinin kusurunu araştırmak.’ ‘Gıybet yapmak.’ ‘Irkçılık davası güderek kendi ırkından olmayanlara üstünlük taslamak, onlarla yardımlaşma yerine düşmanlık yoluna girmek.’ Gıybet, bu tehlikeler zincirinde sondan ikinci sırada yer alıyor. Yani ırkçılık dışında, diğerlerinin tümünden daha tehlikeli.

Rabbimiz, bizim kardeş olduğumuzu beyan ettiği ve onu bozan her kötülükten bizi sakındırdığı halde, nefsin arzusuna kapılarak dedikodu yolunu tutmak, rıza çizgisinden büyük ölçüde sapma göstermektir. Çünkü, Allah bizim birbirimizi sevmemizden razı oluyor; hemen hepsi ‘kibir’ çekirdeğinden çıkan bu kötü hasletlerden değil. Kibir kula yakışmaz ve Allah kibirlenenleri sevmez.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Gıybetten önce suizan vardır…

Birbirine yakın gibi gözüken, ama aralarında dağlar kadar fark bulunan haller vardır. Cömertlik ile israf, iktisat ile cimrilik, hikmet ile siyaset, ciddi­yet ile sertlik, yumuşak huyluluk ile teslimiyetçilik… Zahirde çok yakın gözüken; ama hakikat-ı halde birbirine çok uzak hallerdir. Ancak, aralarındaki fark fark edilmeyince, müs­bet olan ilk şıktan menfi olan ikinci şıkka kolayca geçilebilmektedir.

İstişare ile gıybetin de, bu tür ikilemelerden birini teşkil ettiği kanaatindeyim. Bir mü’minin bir mü’min kardeşinin du­rumunu doğru tahlil ve tesbit edip yardımcı olmak üzere bir başka mü’minle istişare etmesi son derece hakikatli bir haldir ve ne yazık ki, bu istişare nefsin araya girmesiyle ‘gıy­bet’e dönüşebilmektedir.

Yaptığımız gıybetlere şöyle bir bakalım: Vicdanımız gıybetin çirkinliğini bilir. O yüzden, nefis gıybet yolunu bize ekseriya ‘istişare’ sûretinde tutturmuştur. Yapılan istişare ile gıybetin arası açılamamış; doğru bir fiilin içine yasak ve yanlış bir iş karışmıştır.

Hülâsa, öyle ya da böyle, dûçar olageldiğimiz bir haldir ‘gıybet.’ Lâkin, çirkindir. Çirkinliği, kendi gıybetimizin yapıldığını öğrendiğimizde içimizde uyanan duygulardan bellidir. Hz. İsa’nın ‘ahlâkı ahlâksızlardan öğrenme’ formülünü tatbiki becersek, gıybetimizin yapılmasının bize çirkin gelmesinden hareketle, başkalarının gıybetini yapmanın çirkinliği rahatça görülebilecektir.

Bir çirkin ve kirli hal olarak bize sevdirilmeyen gıybeti, Kur’ân-ı Hakîm de çirkinlikle niteler. Hem de, ‘ölü kardeşinin eti­ni yeme’ gibi son derece sevimsiz bir çirkinliğe benzetir onu.

Peki, neden ‘ölü kardeşin etini yemek’ gibi birşeydir gıybet? Tenzîl-i Hakîm onu niye başka birşeye değil de ‘ölü kardeşin etini yeme’ye benzetmektedir?

Bunun kavrayabildiğimiz bir hikmeti, ‘ölü kardeş’in mahiyetine ilişkindir. ‘Yaşayan’ bir kardeş, değişmeye ve yanlışı­­nı düzeltmeye açık bir kardeştir. ‘Ölü’ bir kardeş ise, değiş­mez ve yanlışını düzeltemez. İşte, istişarede, değişmesi müm­­kün bir yanlış ve yanlışı değiştirmesi mümkün bir insan sözkonusudur; ama, iş gıybete dönüşürse, ortadaki, bir yan­lış hali dondurma, sabitleme ve ilgili kişiyi bu yanlışla özdeşleştirme durumudur.

İstişare eden, esasen iyi halde olan ve daha da iyi olması mümkün olan birinin yanlışını, o yanlıştan kurtulmasının yolunu bulma adına sözkonusu etmektedir. Gıybet eden ise, o insanı o yanlış haliyle tarif ile, âdeta, “Onun asıl hali budur; ve bu halden kurtulması imkânsızdır” demektedir. Hayat faaliyet ve değişmenin ifadesi olduğu halde ‘yaşayan’ bir mü’min kardeşini değişmez bir kötü hal üzere görmek, manen onu ‘ölmüş farzetmek’tir. Biz, mü’min kardeşimizi ‘gıybet’e konu olan kötü hal üzere görmüş olabiliriz, hem o hal gerçekten de kötü bir hal olabilir; ama, onun sonraki saatler ve günler boyu da o hal üzere olduğunun, o hali aynen sürdürdüğünün ve asla o halin istiğfarını yapmadığının elimizde bir delili var mıdır? Bizim, varlığını o kötü hal ile sabitlediğimiz mü’min, ihtimal ki, kendisinde gördüğümüz o kötü hali takip eden zaman içinde değiştirmiş veya ciddi bir istiğfar etmiştir. Gıybetin gözü, işte bu ihtimale kördür. Kötü hali görür; ve iyi insanları, hiç değişmemiş, o kötü hali el’an sürdürüyor imiş gibi, manen öldürür!

Gıybetten önce…

‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye benzetmesinde böylesi hik­metler saklı Kur’ân âyetinin, gıybet yasağını, başkaca iki yasa­ğın üçüncüsü olarak getirmesi ise, ne yazık ki çoğu kez hatırdan kaçan bir husustur, ama ziyadesiyle manidardır. Bize özelde iç dünyalarımız ve içtimaî hayatımız için paha biçil­mez ilâhî ölçüler hediye eden Hucurât sûresinde yer alan bu âyet, ‘iman edenler’e hitapla ve onları ‘zannın çoğundan sakınma’ya çağırmakla başlamaktadır: Mü’minler, zannın çoğundan sakınmalıdır; zira, zannın bir kısmı büyük günahtır.

Âyetin, ‘zannın tamamı’ndan değil, ‘çoğu’ndan, ‘büyük kısmı’ndan kaçınmaya çağırması elbette manidardır. Çünkü zannın dilimize yerleşmiş haliyle ‘hüsnüzan’ ve ‘suizan’ olarak iki kanadı vardır. Hüsnüzan; hakkında kesin delil bulunmayan müphem ve muhtemel bir konuda, muhatabın iyiliği ve iyi­niyeti lehine hükmetmektir. Ne yapıldığı, niye yapıldığı, neyin niye söylendiği kesinkes bilinmeyen bir konuda, yapanın veya söyleyenin hayrı murad ettiğini ve hayrı hedeflediğini ummaktır. Suizan ise, tam zıddıdır bunun. Suizanda, yapılanın veya söylenenin ardında kötülük, kötü bir niyet, kötü bir hedef ve kötü bir murad aranmaktadır.

İşte, “Zannın çoğundan sakının” demekle, zanna dair durum­larda ekseriya ‘suizanna’ meyil gösterdiğimizi bildirir Kur’ân. Gerçekten de, hayatlarımızdaki zanların az bir kısmı hüsnüzan, çoğu ise suizandır. Zira, nefis suizan mümkün ol­dukça bizi hüsnüzandan alıkoymaktadır. Âyet ise, ‘sinelerde olanı bilen’ Zât-ı Alîm-i Hakîm’in kelâmı olarak, bizi işte bu zandan men etmekte; kesin bilgi ve delil olmayan, yani ‘zan’ alanına giren konularda suizan yasağı getirmektedir. Çünkü, suizan büyük günahtır; zira, kişiye, ihtimal ki asla kasd ve murad etmediği kötülükler yakıştırmaktadır.

Dahası suizan, hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda bizi yanlış hüküm ve kararlara sevkederek, telafisi imkânsız zulümlere ve zararlara da sebebiyet verebilir.

Suizannın devamı…

Âyette, zanna dair ilâhî fermanın ardından, “Ve lâ teces­sesû” buyurulmaktadır. Buna göre, suizan gibi, tecessüs de yasaktır. Yani, mü’min, insanların özel hayatlarını kurcalama, onların gizli kusurlarını araştırma gibi bir halden emr-i ilâhî ile men edilmiş durumdadır.

Bu emrin ise, sırası ile suizan-tecessüs-gıybet yasağı getiren bir âyetin ortasında yer alma hasebiyle, gerek suizanna, gerek gıybete bakan bir tarafı vardır.

Zan, bir kez daha belirtirsek, birşey hakkında kesin bilgi sözkonusudur. İşte böyle belirsizlik durumunda “Herhalde böyledir,” “Bana göre öyle yapmıştır” gibi zannî hükümler veren insan, peşisıra bu hükme delil arama cihetine gitmektedir. O yüzden de, casus gibi, hakkında suizanda bulunduğu kişinin peşine düşmekte; onun hayatını zannına delil bulma kasdıyla didik didik etmekte, ilgili kişinin ayıbını ve kusurunu gözetlemektedir.

Bu, bir kere, Settâr olan bir Rabbin ahlâkıyla ahlâklanma durumunda olan insanın kendi kulluğuna yakışmamaktadır. Ki, hakikat-ı halde, O Settâr olmasa ve gizli kusurlarımızı giz­­lilik perdesiyle örtmesi, hangimiz başka insanların içine karışıp onların yüzüne bakabilir durumda olacaktır?

İnsanın Rabbinin Settâr ismini hayatında cilvelendirmesi sırrına yakışmayan tecessüs, öte yandan, insana bir eksen kay­ması yaşatmaktadır. İnsan için aslolan, ilgili Mâide âyeti­ni hatırlarsak, ‘kendine bakması’dır. Tecessüs ise, insanı baş­ka­larının gizli kusurlarını açığa çıkarma çabasıyla meşgul eder­ken, ona kendi ubudiyetini unutturmaktadır.

Tecessüs hali, ayrıca, ‘gıybet’in altyapısını hazırlamaktadır. ‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye giden yolun ilk adımı suizan, ikinci adımı ise tecessüs ile bu zanna delil aranmasıdır. Eh, insan kusur ve noksandan münezzeh olmadığına göre, araştırıldığında herkeste bir kusur bulunmaktadır. Tecessüs, işte bu yönüyle, mü’min kardeşlerimiz hakkında gıybeti yapılacak malzeme sağlar bize. Öyle ki, başrolde suizannın olduğu bir kusur ve ayıp araştırmasından sonra, menüsü ‘ölü kardeş eti’nden ibaret gıybet sofrası dolup da taşmaktadır. Hülâsa, gıybet, diğer iki noktası suizan ve tecessüs olan S-T-G şeytan üçgeninin üçüncü ve son noktasıdır.

Gönderdiği âyetler ile bizi temizlemek ve tertemiz kılmak isteyen Rabbimiz, mü’min kardeşini manen öldürüp etini yeme hükmündeki gıybeti haram kılan âyetinde, üçgenin bu iki noktasına bunun için değinmektedir.

Çokça gıybet eden, ama vicdanı bu gıybet halini kendisine sevdirmeyen insanlar olarak istediğimiz halde kurtulamadığımız gıybet halinin çaresi, önümüzde işte böylece beliriyor: Öncelikle ‘zannın çoğu’ndan kaçınmalı, ve peşisıra tecessüs edip mü’minlerin ayıp ve kusurunu araştırmaktan uzak durmalı ki, o sevimsiz gıybet hali silinsin üzerimizden…

Metin Karabaşoğlu

Diri diri gömülen kızı diriltmek!

Yıllar önce yaşadığım bir olayı unutamam; Değer verdiğim ve sevdiğim bir arkadaşım, benimle karşılaştığında, eskisi gibi içtenlikli tebessüm edemiyor; bakışlarını çeviriyordu. Anlam veremediğim bu duruma fazla sabredemeyerek yaklaştım ve benden neden uzaklaşmaya çalıştığını sordum. Gözlerime üzüntülü gözlerle baktı; “Muhammed, sen benim en samimi ve en değerli arkadaşımdın. Senin onurun benim onurum; benim onurum senin onurundu. Ama saldırıya uğradığım yerde, beni savunmasız bırakacak en son kişi olabileceğini sanırdım” dedi.

Şok olmuştum; şaşırmıştım… “Değerli bir arkadaşım kimin dedikodusuna inanmış!” diye düşünerek, “Ne diyorsun? Kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl…” diyordum ki, açıkladı: “Geçen hafta Cuma namazı çıkışı filancalar ve filancalarla birlikte yürüyordun. Orada filanca benim filan sorunumu dile getirerek beni küçük düşürmüş; herkes de kahkaha atmış. Sen ve hiçbiriniz, sesinizi çıkarmamışsınız” dedi. “Hayır, ne zaman, nasıl, ben…” kelimelerini gevelerken, olayı hatırladım.

Evet, arkadaşım küçük düşürülmüştü, çok ciddiye almamıştım, üstelik şaka yollu bu anlatım hepimizi güldürmüştü. Susmuştum; konuşan, o anda uyararak kıramayacağımı düşündüğüm bir başka arkadaşımdı. En azından somurtarak ve üzüntümü hissettirerek de olsa oradan ayrılmamış, eğlenceli sohbetin akışına (?) katılmakla da hata yapmıştım.

Günlerce düşündüm ve hâlâ düşünüyorum. Bazen, benimle ve eserlerimle alay eden birkaç ‘süper akıllı, aşırı ilerici’ kafanın sözleri bana ulaştırılıyor; üzüldüğümü görüyorum. Onurumuzla oynanması için ille de bir ayıbınıza dayanmaları gerekmiyor. Beğenmedikleri yanınızı, inançlarınızı ve değerlerinizi zikrederek de sizi küçük düşürmeye kalkışabilirler. Benimle hatalarım aracılığıyla alay edilmesinin, insanları güldüren bir fıkraya konu edilmemin ne derece rencide edici olduğunu şimdi çok daha net hissediyorum.

Bu olaydan sonra, yaşadığım, gördüğüm ve duyduğum herşeyi bu gözlükle tarıyorum. Trafik kazasında kan revan içerisinde kopardığı çığlıkların mahrem görüntüleriyle yayınlanmasından rencide olan kazazedenin, onurunun saldırıya uğrayışını ekranlardan seyretme utanmazlığından ürküyorum. Dedesinin idrarını tutamadığından ilgisiz arkadaşına söz eden, dedenin onuruyla oynamış değil midir?

Kimi sorunlarımızın bilinmesi bizi rencide etmeyebilir; ama bu bize pervasız konuşma hakkı veremez. Yukarıdaki paragrafı yazdıktan sonra, yanımdaki arkadaşıma görüşünü sordum: Güldü, “Niyete bağlıdır” diyerek itiraz etti. “O kadar hassas olursak, Avrupalılara benzeriz. Şakalaşma biter, ilişkilerimiz soğur” dedi. Kendisine sordum: “Şimdi bir gazete, herhangi bir ülkede Başbakanın idrarını tutamadığı şeklinde bir haber yapsaydı, bu haber o başbakanı bir hastalığı nedeniyle aşağılamış olmaz mıydı?” “Olurdu; ama, o başbakan bütün milleti ilgilendiriyor” cevabını verdi.

Yanılıyoruz.

Hepimiz, Sınırsız Yaratıcımızın huzurunda karıncalar gibi dizilmiş yaratıklarız. Küçüksek hepimiz küçüğüz; ve büyüksek, hepimiz birer padişah kadar önemliyiz.

Bir başbakanın onuru bütün milleti ilgilendiriyorsa, bir insanın onuru herşeyden önce Yaratıcısını; sonra da kardeşleri olan tüm evreni ilgilendiriyor. Kimi televizyonlar, radyolar, gazeteler, resimlerle, karikatürlerle, sözlerle onurlu insanları alaya alıyorlar. İnsanların başlarına gelenleri, onlardan izin almaksızın ve kabullenmeyecekleri şekilde sunuyorlar. İsimlerini, resimlerini gizleme ve anlaşılmaz kılma gereği duymuyorlar.(1) Masumlar ve bizler, rencide olmaksızın izliyoruz. Hassasiyetimizi öylesine yitiriyoruz ki, neyin onurlara saldırı olduğunu başımıza gelmeden önce kavrayamıyoruz.

Belki de bu yüzden Kaderin Sahibi neredeyse herkesi âdeta sıraya koymuş; neredeyse hepimiz, onurumuza saldırılacağı gün sırasının bize gelmesini bekliyoruz.

İnsan onuruna bireysel saldırılar, kimi toplumlarda vicdanları iyice çürütür: Kimileri etnik kimliklerle, kimileri mezheplerle, kimileri dinî veya ahlâkî değerlerle alay ederler. Eskiden hatırlıyorum: Kimisi Kürdün; kimisi Türkün, kimi Alevînin, kimi Sünnînin fıkrasını anlatırdı. Çocukluğumda, köpeğimizi ormanlarda ararken, “Arab, Arab…” diye bağırdığımı hatırlıyorum.

Aşağılayacak kadar aşağılaşmaktan utanç duyuyorum. Allah’ın olağanüstü onurlu yarattığı insanın onurunu, insan kendisi korumazsa, kimin korumasını beklemeye hakkı kalır? Benim şerefimin ayaklar altına alınışına sessiz ve tepkisiz kalan, nasıl onurludur ve nasıl benim dostum olabilir? Sözlerinize dikkat edin; sözleriniz kaderinizin ipuçlarını barındırıyor.

Hz. Muhammed (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, ölmeden kendisi o kusuru işler.” Ölmeden önceki yıllar boyunca başımıza neler mi gelecek; hangi hastalıkları veya kusurları mı yaşayacağız, hangi aptallıklara mı düşeceğiz? Bunları tahmin edebilmek için, hangi gizli kusurları yüzünden hangi kardeşlerimizi ayıpladığımıza bakmamız yeterli olacaktır.

Biz hiç mi gülünç durumlara düşmüyoruz? Utanç duyduğumuz, gizli kalmasını içtenlikle istediğimiz hiçbir yönümüz yok mu?

En onurlu insanların bile zaafları vardır. Yemeğe ve tuvalete mecbur; temizleri kadar çirkin kokulara mahkum insanın, mutlaka gizlemek istediği bir tarafı vardır. İnsan pir u pak olan meleklerden veya hurilerden değildir. Onurunuzun Yaratıcınız tarafından korunmasını istiyor musunuz? O zaman İslam Peygamberinin (a.s.m.) dediğini yapın; kardeşlerinizin utandıkları ayıplarını sadece görmezlikten gelmeyin, örtün: “Bir Müslümanın kusurlarını örten kimsenin Allah da dünyada ve ahirette ayıplarını örter.

Göreceksiniz; gün gelecek, ilâhî adalet aziz onurlarla oynayanları tavşan yavruları gibi enselerinden yakalayacak ve uçurumlara savuracaktır. Ayıpları alay vesilesi yapmak yerine örtme yolunu tercih edenlerin halini Sevgili Peygamberin (a.s.m.) neye benzettiğine bakar mısınız? “Kim bir ayıp görür de onu örterse, toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.”

Zulüm olanlar ve insanları yanıltmayı amaçlayanlar dışında kalmak ve kişisel olmak şartıyla, gizlenen ayıbı ifşa etmek çok büyük zulümdür ve gizlemek çok büyük iyiliktir.

Kıskanmak çok kolaydır; rakip görmek, rekabet etmek, kendi değerimizi yükseltmek için diğerlerini küçük düşürmeye çalışmak insan nefsine inanılmaz zevkli görünür.

Üniversite yıllarımdan hatırlıyorum: Gözümde çok büyüttüğüm bir yazarı dinliyordum ve kendi sanatını överken, eserlerini okuduğum bir başka yazarın üslubuna âdeta hakaret ediyordu. Aradan geçen 15 yıldan sonra, şimdi o çok başarılı (!) yazarın adını raflarda göremiyorum. Kimse adının tarihe çelik harflerle yazılmış olduğuna güvenmesin. Çıktıkları zirvelerde alaycılığa başlayarak onurları ezenlerin isimlerinin tarihten geri kazınması zor değildir.

1- İnsana gösterilen saygı açısından en uç örneklerden birisini MTV müzik kanalında hayretle gördüm. Bir gurup, sokakta yürüyerek gösteri yapmakta; ancak geçmekte olan diğer insanlar da kameraya takılmaktadır. Kimseyi rencide etmemek için, kendilerinden izin alınmayan sokaktaki insanların görüntülerinin karartıldığını gördüm.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

mbozdag@yetenek.com

Eş ve çocuklarınızı kötülemeyin!

Ne yaşarsak yaşayalım başımıza ne gelirse gelsin, görmek istediklerimizi görürüz. Bir tabloya baktığımızda ağacı ya da evi fark ediyorsak biz, sahilde balık tutan adamı fark eder bir diğeri.

Hayatı nasıl algıladığımız tamamıyla bizim elimizdedir. Derdi, tasayı büyütmek, işin içinden çıkılamayacak hale getirmek kendi çabalarımızla oluşur. Kimse böyle görmemiz için zorlamaz bizi.

Bediüzzaman’ın bakışımızı güzelleştirmekle ilgili veciz bir sözü vardır:

Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Olumlu bir bakış açısı değil mi? Bunu bir kâğıda yazıp meselâ buzdolabımızın kapağına yerleştirsek, yahut çerçeveletip salonumuza koysak, her giriş çıkışta okudukça kendimizi güzel görmeye teşvik ve disipline edebiliriz.

Evet, çoğu zaman güzel görmeyi beceremediğimiz için hep bir kusur, hep bir hata buluyoruz etrafımızdakilerde. Sözümüzü dinlemeyen evlâdımız, çok para harcamakla itham ettiğimiz eşimiz, sürekli dert yanan anne-babamız… Onların hâl ve hareketlerini beğenmiyor, arkadaşımıza, dostumuza anlatıyoruz. Şikâyet üstüne şikâyet ediyoruz.

Aslında biz onları başkalarına anlatınca hiçbir şey değişmiyor. Şikâyet ettiğimiz durumlar aynen yaşanmaya devam ediyor. Hatta biz gıybet yaptığımız, eleştirilen kimsenin arkasından konuştuğumuz için zarardayız. Bu durum bazen daha da ileri boyutlara giderek eşler arasında güvenin azalmasına da sebep olur.

Kadının biri eşinin kötü huylarını, gezmelerde arkadaşlarına anlata anlata bitiremezmiş. Akşama evine dağılan kadınlar da eşlerine şikâyetçi kadını ve kocasını anlatırmış. Bir gün erkekler bir araya geldiğinde içlerinden biri dalga geçerek adamın huyunu anlatmış. Adam hem bozulmuş, hem kırılmış. Herkesin ortasında alay konusu olmak bir yana eşi tarafından bıçaklanmış gibi hissetmiş kendini.

Böylesi hazin durumlar maalesef yaşanıyor. İçine atamayan insanoğlu, başkalarına anlatarak rahatladığını, içini döktüğünü zannediyor. Fakat sonuçta tamiri mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkıyor. Güvensizlik meselesi bir kördüğüm gibi. Ne çözmek kolay, ne kesip atmak.

Problemlerimi çözmek için anlatıyorum” diyebilirsiniz belki. Peki her anlattığınız kimse sorununuzu halledebilecek yeterlikte midir acaba? İlişki uzmanı ya da psikolog mu? Kaldı ki herkesin uzman yardımı alması mümkün olmayabiliyor. O vakit aile büyüklerinden, bilge kimselerden, kendisine kesinkes güvenilen kişilerden yardım istenebilir.

Yeter ki sıkıntıları gerçekten yok etmek, problemleri ortadan kaldırmak isteyelim.

Ali FERŞADOĞLU / Nurdergi.com

afersadoglu@hotmail.com