Etiket arşivi: değer

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber…[1]

İnsan hayatı ve insanlık kum saatinin içindeki kum taneleri gibi akıyor gidiyor. Gözle görülüyor tanelerin düştüğü fakat insan tutamıyor, taneleri de geri getiremiyor. Kum saatini ters çevirse de artık ne o kum taneleri aynı zamanı temsil eder ne de insan o zamana geri dönebilir.

İnsan ve insanlık neredeyse aldığı her zaman tanesinde, anında burada misafir olduğunu anlıyor. Çünkü istediği, sevdiği bir şeyi sonsuza kadar elinde tutamıyor. Bundan anlaşılıyor ki biz bu dünyada daimi, kalıcı değiliz yani kazık çakmamışız. Gerçi kazık çaksak bile, zelzeleler, seller, pandemiler o çaktığımız kazığı da söküp atıyor. Bu hadiseler gösteriyor ki, insan bu alemde bir misafirdir ve sermayemiz olan istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirmek için dünyaya gönderildik.

“Murakabe ile, nefis muhasebesi yapıp, hayatımızı gözden geçirdiğimizde; meşru dairede istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip, iki cihan saadetini kazanacak ticareti yapabiliyor muyuz?” diye kendimize sormamız lazımdır.

Fırsat varken murakabemizi tekrar gözden geçirip, aslî vazifelerimize yönelme vaktinde olduğumuzu fark etmeliyiz. Şahsımıza, cemaatimize ve tüm insanlığa bakan yönlerini ihmal etmeden kum saatinden düşen o kum tanelerinin ifade ettiği kıymetli zamanımızı çarçur etmemeliyiz.

“Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takib edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi [dünya hayatını] güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek [için her şeyi bir fırsat telakki ederek] a’mal-i sâliha ile [güzel ahlakla, bu anımızı değerlendirmeliyiz.][2]

Hak ve hakikate hizmet etmek çok mühim bir vazifedir ve bu vazife de “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye[dir.] Omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş.[3]

Her şeyde olduğu gibi kalifiye eleman ihtiyacı manevi hizmetlerde de çok mühim bir ihtiyaç ve eleman açığıdır. Çünkü elinden tutulması gereken milyonlarca insan var; fakat kalifiye eleman açığı olduğu için maalesef herkesin elinden tutulamamakta. Bu sebeple rafineriden çıkmış kalifiye dava adamları yetiştirilmeli ve işbaşı eğitimle hizmet sahasında pişirilmelidir.

Yaşlı abilerimizin tecrübeleri ile gençlerin enerjisini birleştirmemiz lazım. Yani tecrübe ve hamiyet ittifak etmelidir.[4] Onlar tecrübeleri ve duaları ile yollarımızda istikameti gösteren bir mihmandar, bir deniz feneri vazifesini yaparak hamiyeti olanları hizmete teşvik etmelidir.

Gençlerimiz nerede ve ne haldeler? Onları bir araya getirebileceğimiz, yetiştirebileceğimiz ne gibi programlarımız, faaliyetlerimiz, mekanlarımız var?

Tabiki, hamiyeti olan gençlerin halinden anlayan abilerin, gençlerle mutlak surette ilgilenmesi lazım. Onlara fırsatlar tanıyıp, tecrübelerini aktarırken ufak tefek hatalarını görmezden gelerek hizmette istihdam etmeleri gerekiyor. Yoksa kendi kemalatını karşısındakinden beklemek bir fecaattir.

 

İMAN HİZMETİNDE

Hedefler belirleyerek, 5-10 yıllık projelerle, manevi hizmetlerde ve şahsi hayatımızda ideallerimize yönelik çalışmalar yapmalıyız. Yani “5 sene sonra Risale-i Nur hizmetinde nerede olmayı, hangi meseleleri alemimizde halletmiş olmayı düşünüyorum?” şeklinde murakabe yapmalıyız.

Kırgınlıkları, bizi hizmetten alıkoyan meseleleri, ihtilaf u tefrikayı bir tarafa bırakıp, kısa zamanda toparlanmamız lazım…

Yoksa istibdad[5] daima hükümferma olacaktır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.[6] Her şey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis, mani’-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın[7] yadigârıdır.”[8]

Biraz daha gayret, anlayış, hoş görü, gönül ferahlığı, şevk, azim, hikmet, ihlas, uhuvvet ve fedakarlıkla başaramayacağımız iş yok Allah’ın izniyle.

Sahi sizce de böyle değil mi haksız mıyım?

Şuhur-u Selâsemiz Mübarek olsun inşallah. Uhuvvete, muhabbete, ittihada, tesanüde vesile olmasını ve mazlum coğrafyalara ve insanlara inşiraha vesile olsun.

BOYKOTA DEVAM

İsrail markalarını ve onlara destek veren markaları boykot etmeye devam ediyoruz.

Selam ve dua ile.

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Lem’alar (224)– “Kus‐i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî‐haber” şiiri
[2] Asa-yı Musa (19)
[3] Lem’alar (159-160)
[4] Bkz: https://www.risalehaber.com/tecrube-ve-hamiyet-ittifak-etmeli-19504yy.htm
[5] Lehviyat, ahlaksızlık, itikadsızlık şeklinde de anlayabiliriz.
[6] Abdullah olan insanı kendi anlayışımızı dayatmak da hukukullaha bir nevi itiraz demektir.
[7] Lakaytlığın ve laçkalığın şeklinde de anlayabiliriz.
[8]Tarihçe-i Hayat (59)

Kaynak: Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz? – Muhammed Numan ÖZELa

Ailem.. Küçük Cennetim..

İnsanın hususan müslümanın tahassüngâhı(sığınağı) ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.(24.Lema, 2.Nükte)

Nev’-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem’iyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. (9.Şua)

Aile hayatı müslüman için:

  • Tahassüngahı,
  • Bir nevi cenneti,
  • Küçük bir dünyasıdır.

Nev’-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde:

  • En cemiyetli merkez,
  • En esaslı zemberek
  • Dünyevi saadet için bir cennet,
  • Bir melce,
  • Bir tahassüngah,
  • Küçük bir dünyasıdır.

Aile hayatım tahassüngahım; dış alemin dağdağalarından sığınağım, içtimaî hayatın keşmekeşlerinden kaçıp, kapıyı kapattığımda kusurlarımı saklamak zorunda olmadığım, savunma mekanizmalarımı bir kenara bırakabildiğim, hata ve sevaplarımla tenkit edilmeden sevildiğim ve herkesi de olduğu gibi sevebildiğim ortam.

Aile hayatım bir nevi cennetimdir; cennet umum maddî manevî lezzetlere medar bir mekandır. Ailemle maddî şeyleri paylaştığım gibi manevî lezzet ve hazları da paylaşırım. Aynı evi paylaşmaktan çok öte bir ruhanî alış veriştir bu küçük cennette yaşamak. Birbirimizi hayra teşvik manasında, yönlendirmeler yapar ve yönlendirmelere açığızdır. Mesela beraber ders okuyup mütalaa etmek, arkasına çay içmek, manen teneffüs etmek için kolay bir yoldur. Çayı demlemek, meyveleri soymak ile sadece çay veya meyve ikram etmiş olmuyoruz, aynı zamanda çayın yanında karşımızdakine sevgi ve ilgimizi de sunuyoruz. Almak ve vermenin, yani küllîleşmenin en rahat bir yolu oluyor. İstersek ufak faaliyetleri bu manevî alış verişe zemin haline getirebiliyoruz. “senin için şunu aldım” yada “sana şunu pişirdim” derken alınan, pişirilenden öte bir iltifat-ı kalbîmizi sunuyoruz.

Aile hayatım küçük bir dünyamdır; dışarıyla veya başka insanlarla ne kadar sıkı bir irtibatım olursa olsun, daima alemimde öncelikli olan aile efradım ve onlarla olan münasebetimdir. Bundan anlıyorum ki alemimi ailem doldurmuş. Dünyamın temel direği olarak görmemekle beraber sorumluluk ve vazifelerimi onlarla tanımladığım için şahsî kimliklerinden ötürü değil de onlara karşı olan vazifelerim ve konumum itibarıyla alemime alıyorum. Her şeyden önce onlar bana Rabbimin emaneti, her vazifede önce Allah’a karşı mes’ulum. Maddî ve manevî vazifelerimi ifa etmeye çalıştıkça iç alemimin derinleşip küllîleştiğini fark ettim. Yani ahiret yolunda en güzel hazırlık, aile hayatımdaki fıtrî sorumluluklarımla oluyor. Küçük dünyam ebedî dünyama hazırlıyor, aslında netice ve vazife itibarıyla aile hayatım hiç de küçük değil.

Aile hayatım en cemiyetli merkezdir; irtibatlı olduğumuz bütün eş dost akraba ile paylaşımlarımız aile içinde teneffüs ettiğimiz ortamın renginde oluyor ve o renk, etrafla iletişimimiz sayesinde dalga dalga yayılıyor. Yani evimizin şahsı manevîsi irtibatlı olduğumuz insanlara da aksediyor. Burada temel esaslardan biri şu ki, bizim ailemizde “ben merkeziyetçilik” yok, içine kapanıp alemine başkasını almamak, bunu özgürlük zannetmek gibi yalnızlığa iten vartalara düşmemeye çalışıyoruz.

Şunu anladık ki: zamanın ve nefsin vartalarından korunmak ancak bir şahsı manevîye dahil olmakla mümkün oluyor; en fıtrî, sıcak ve samimî şahsı manevî de aile içinde tahakkuk ediyor. Çünkü Rabbimiz nesebî bağların içine muhabbet, şefkat iksirini katıvermiş, biz de o fıtrî alakayı işletince daim işleyen bir muhabbet fabrikası oluyor aile hayatımız. Fabrikanın düzgün devamı için elbette her gün katkı yapmak gerekiyor; bu da bizi dinamik tutuyor; yeknesak, kalıplaşmış, anne-baba-eş tariflerinden sıyrılıp, ruhen alış verişimiz olan ebedî hayata yönelik irtibatlar kuruyoruz. Bu kadar kıymetli alış veriş bu dünyaya sığmayacağı hem nimetin burada verilip başka alemde mahrum bırakılmayacağı Rahmetin şe’ni olduğundan aileme nasıl katkı yapabilirim manasında niyet ve düşüncelerimiz oluyor.

İlk  gayretimiz: aile içi irtibatlarımızı kuvvetlendirmek, “birimiz hepimiz” manasında “ferdin kıymeti bütün cemiyet kadardır” diye ayet-i kerîmede anlatılan hakikati alemimize yerleştirmeye çalışıyoruz. Her işi, faaliyeti beraber yapmaktan zevk alıyoruz. Birinin sevdiği bir şey olsa, yapılması hikmetliyse hepimiz binniyet, bilkasd ona dahil olmaya hiç olmazsa destek olmaya çalışıyoruz. Kararları beraber almayı, hislerimizi paylaşmayı, günlük yaşadığımız hadiseleri beraber yorumlayıp bakış açımızı ortaya koymayı seviyoruz. “Bu kadar şeyi beraber yapmak için zamanı nasıl buluyorsunuz?” derseniz; bizim evde TV’ye pek itibar edilmiyor, birbirimizin ne düşündüğünü, hissettiğini anlamak ve onunla hem dem olmak, uydurma senaryoların çizdiği hayalî insan tiplemelerinin his ve fikrini anlamaya çalışmaktan daha hakikî, samimî ve kıymetli geliyor. Bizim evde hiç yeknesaklığa girmeden sürekli aynı dizi oynar: “kulluk yolunda ailemle nasıl ilerliyorum..

Biz böyle küllî ve muhabbetli atmosferi ailemizde oluşturdukça etrafımızdaki dost- ahbablarımız da buna cezb olup irtibatı artırıyorlar. İnsanın cennet nümun mekanı evi, eşi, evladı, anne-babası olduğunu anlıyorlar. Formülü bulduk: iman dairesinde aile şahsı manevîsi oluşturmak..

Aile hayatım en esaslı zemberek; benim için olduğu kadar içtimaî hayat için de tetikleyen, harekete geçiren itici güç, aile hayatı ile toplanıp temerküz ediyor. Kendi bakış açımız, anlayış ve kavrayışımıza katkı yaptığımız nisbette ortaya dinamik bir aile hayatı çıkıyor. Ferdler de ruh alemlerindeki bu dinamikliği günlük hayatın içine taşıyor, ulvî hisler, yapıcı fikirler üretiliyor, gençlerin hedef ittihaz ettiği maksadlar yükseliyor. Sorunlarını paylaşıp çözüm bulacağı, tecrübelerinden istifade edeceği eş veya büyükleriyle samîmane hemhal olabiliyor, ailenin şahsı manevîsinden daim kuvvet alıyor.

Oysa günümüz içtimaî hayatında birbirinin derdiyle dertlenmek çok nadir bir ahlak haline geldiğinden ferdler umumiyetle yalnızlığa itilmiş durumda kalıyor. Yalnızlık vahşetine düşen bir ruhun çalışmaları ise ekseri maddî bir menfaat için veya verimsiz, kısır oluyor. Toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek kaliteli çalışmalar için itici güç olarak sadece maddî menfaat yeterli değil, hem uzun ömürlü degil; hamiyyet, şecaat, fedakarlık gibi ulvî hisler nev’inden saikler lazım. Ulvî hisler, insanî vasıflardan, o da İslamî terbiyeden, o da ailedeki eğitimden neşv-ü nemalanıyor. Ailenin maddî, manevî nasıl bir  zemberek olup toplumu harekete getirdiğini böylece anlıyoruz.

Aile hayatım melce’imdir; zor durumlar, sıkıntılı anlar, ızdırar hallerimde dönüp geldiğim ortam yada varlığından kuvvet aldığım ilk mecazî istinad noktam ailemdir. Allah’ın rahmetine ve korumasına ayine olan ailem, her durumda yardımcı ve sığınak oluyor. Fikren bile bazı olumsuzluklardan kaçma ihtiyacım “ailem var” düşüncesi ile mümkün oluyor.

Şimdi risalelerde bu kadar kıymettar bir hakikat olarak anlatılan aile hayatından mahrum olan çocukları, gençleri, yaşlıları düşünelim. Dünyanın her tarafında çeşitli musibetlerle anne babasından veya sahip çıkacak bir akrabadan mahrum kalmış kardeşlerimiz var. Umum kainatla münasebettar bir insan olarak, onlar için ne yapabilirim?

Öncelikle ailenin ne kadar kıymetli bir nimet olduğunu ailesi olanlara anlatmalıyım, sonra da bu nimete mazhar olamayanlara yardım etmeye çalışmalıyım. “Hemcinsine şefkat şükr-ü hakikînin esasıdır.” demiş Üstadımız..

Nabi

www.NurNet.org

İnsan Kendini Sevmeli midir?

İnsan kendini sevmeli midir? Kendini seven insan bencillikten kendini nasıl koruyacaktır? İnsanın kendisini sevmemesi kendinden bir vazgeçiş, başkasına bir yöneliş midir?

Bu sorular önemli. İnsanın başkalarıyla kuracağı ilişkiyi kendiyle kuracağı ilişki belirler çünkü.

İnsan değerli addettiği şeyi sever. İnsanın kendini sevip sevmemesi ve sevgisinin onu sürükleyeceği yol kendine biçtiği değerle ilintilidir. İnsanın kendine biçeceği değer, iki farklı ve birbirine zıt referansa dayalı olabilir. Birinci referans, kendi aklının belirlediği, “kendince”, “arzularına göre şekillenen” ölçütlerdir. Hakikate dayalı bir sabitesi yoktur bu ölçütlerin. Kişinin, “hedeflerime ulaşabiliyorsam, başarılı, zengin, güzel vb. olursam-değerliyim” diye kabulleri mevcuttur.

Kutsalla bağını koparan kişi artık varoluşunu hep kendiyle ilintilendirir. Kendi kendinin sahibi olduğuna inanan, kendi adına yaşayan ve var olan; varlığının amacını, kişiliğini ve hayatını mükemmele ulaştırmak olarak güdümlemiş büyüklenmeci bir insan, zahiren kendini sever görünürken; kendini sevmeyle kendinden nefret etme salınımında savrulur. Çünkü kendine biçtiği değer gelgitlerden kurtulamaz, anlık iniş ve çıkışlara gebedir. Bir gün başarılıdır, kendini sever, takdir eder hayran kalır. Bir gün ise değildir, kendine kızar, hatta nefret eder. Bir gün güçlüdür, kendinden geçer; bir başka gün zayıftır, kendini yerin dibine batırır. Bugün kazanır, yarın kaybeder. Bugün genç ve güzeldir, yarın bir trafik kazasında yüzü yaralanır, aynayı eline bile almaya cesaret edemez. Ya da yolunun üzerinde yaşlılığın alametleri belirir günbegün. Her gün biri siyah biri beyaz iki fare hayatını kemirmektedir.

Kutsal bir referansa dayanmayan bu sözde kendini sevme biçiminde gene sözde bir değer biçer insan kendine. Narsisistik doyumlarla oyalanır durur. Heva ve hevesin peşinde harcar hayatını. Kusursuzluğa, muhteşem olmaya, tanınmaya, ilgi gören olmanın peşindedir. Kendini yüceltmek, büyüklenmeci bir tutumun içine girmek zorundadır. Çünkü işin aslında kendini sevmek de yetmez ona. Başkalarının sevgisine bağımlıdır. Ne kadar yüce olursa o kadar sevileceğini sanır. Hem yüceliğine inanır hem kendinden aşağı gördüğü varlıklara ve insanlardan sevgi ve ilgi dilenciliği yapar, zillete düşer. Sürekli kendini başkalarıyla kıyaslayarak varlığının değerini ölçüp biçer. Hep başkalarının üstüne çıkmayı arzular. Bu ancak “olmayla” değil “görünmeyle” mümkündür. Hep iyi ve mükemmel görünme tutkusu insanın kimyasını bozar, onu kendine yabancılaştırır. Çünkü olduğuyla göründüğü arasında dağlar vardır. Kutsalla bağını koparan insan ne kadar kibirlenirse kibirlensin, kendini ne kadar üstün ve değerli görürse görsün, kendini ne kadar sevdiğinden dem vurursa vursun, sarkaç eninde sonunda bir nihilizm noktasında durur. Hayatın yükünü ve tekâlifini kaldıramayan insanın eninde sonunda kendiyle arası bozulur. Artık kendi ve her şey bir hiçe dönüşür. Kendine ve her şeye bir kızgınlık duyar.

İkinci değer arayışı Mutlak Varlık kaynaklıdır. İnsan Mutlak Varlığı referans aldığında artık kendisi aradan çıkar. Kendini “her şeyi sanatla yaratan bir Yaratıcının” yarattığı ve onun rahmet ve keremine mazhar olan sonsuz değerli bir varlık olarak addeder. Bu bakış açısıyla kendindeki Mutlak Varlığın sanatlı nakışlarını da idrak eder. Kendiyle Mutlak Varlık arasında bir intisap, bir bağ kurmuş olur. Kendinin kıymeti O’nun sanatı ve O’nun isimlerinin tecellisini gösteren bir ayna olması cihetiyledir.

Artık, sevdiği kendisi olmaktan da çıkar. İnsan kendinde tecelli eden isim ve sıfatları seviyordur. Çünkü Mutlak Varlık’tan bağımsız değil, O’na aittir. Kendiyle kurduğu ilişki Yaratıcı’yla kurduğu intisap ve bağlılık itibarıyladır. İnsanın hakikati de bu değil midir? O olmaksızın insan denilen varlığın ne önemi kalır ki? Yiyen içen sonra da ölüp hiçliğin içinde yok olup gidecek bir varlığın ehemmiyeti nedir ki?

Kutsal bir referansa dayalı kendimizle kurduğumuz ilişki bizi hem zillete düşmekten hem de kibirden kurtarır. Sadece biz değil, her varlık Mutlak Varlık tarafından yaratılmıştır. Yaratılmışlık açısından onlarla bizim aramızda tam bir eşitlik söz konusudur. Her varlık kendi kabiliyeti nispetinde O’nun sonsuz isimlerini gösteren bir ayna, O’na hizmet edenlerdir. İnsan bu açıdan daha kabiliyetlidir ve diğer varlıklarla yaratılmışlık noktasında eşit, ancak O’na hizmet açısından üstün bir konumdadır.

Artık kendi değerini belirlemek için başkalarıyla kıyaslamasına da gerek yoktur. Çünkü referans noktası başkaları değil, Mutlak Varlık’tır. Yine bu bakış açısında insanın kendini sevmesi büyük iniş çıkışlara gebe değildir. Mutlak Varlık’la kurduğu ilişki dışındaki hiçbir şey onun değerini elinden alamaz. Yaşlanmak bile O’nun sanatının üzerinde tezahür edişidir. Ölüm bile O’nun yarattığı sonsuzluğa açılan bir kapıdır.

MUSTAFA ULUSOY/PSİKİYATRİST