Etiket arşivi: Deizm

Günün modası: Deizm

“Neizm? Neizm?” başlıklı yazımızda deizmi incelemeye başlamış ve o inanışta varlığı kabul edilen yaratıcının Allah olmadığını, farkında olmasalar da onların aslında Allah’ın varlığını kabul etmediklerini görmüştük.

Aslında bu bilgi İslâm’dan deizme kaçan pek çok kişinin bilmediği bir konudur. Onlar aslında sadece İslâm’dan kaçmak istemektedirler. Daha doğrusu Müslüman olmakla kabul etmiş oldukları yükümlülüklerden kaçmaktır istedikleri.

Ancak denizin ortasında fırtınaya tutulunca, uçakları türbülansa girince, hasta olunca, sınava girerken ya da ayaklarını bastıkları zemin 7,4 ile onları sallayınca yardım isteyecekleri bir merciden de vazgeçmek işlerine gelmediği için ateist olamazlar.

Kısaca başka ne çeşit deist vardır bakalım:

Pek çoğu moda olduğu için, deist oldum diye hava atabilmek için veya deist olduğunu ilân ederek ailesine ya da birilerine karşı isyan etmiş olmak için deist gibi yapmaktadır.

Yani toplumumuzda yaygın olan cehalet hastalığı burada da çıkar karşımıza. Çoğu Müslüman’ın maalesef neyi neden yaptığını bilmediği, inancının temellerinden bihaber olduğu gibi bugün deist olduğunu söyleyenlerin de bir kısmı bunu takım tutmak gibi, siyasi görüş gibi bir tercih zannetmektedir.

Tabii burada sorgulamamız gereken başka bir durum çıkıyor ortaya:

Bu insanlar dini, inancı nasıl olur da bu seviyede bir tercih gibi düşünebilirler? Takım değiştirme rahatlığında din değiştirebilirler?

Cevap:

Çünkü deist yaşam hiç de yabancı oldukları bir hayat tarzı değil. Zaten deist gibi yaşadıklarından bu onlara ilâve bir külfet getirmiyor. Hayat tarzlarına uygun yani…

İnandığı gibi yaşamayanlar yaşadığı gibi inanmaya başlıyor.

Evet, maalesef çoğu Müslüman zaten deist gibi yaşamakta. Ne emirlere uymayı ne de yasaklardan kaçmayı umursuyor. Dört Halife’yi peygamber, namaz ve orucu Arap âdeti zanneden, çocuğu bir şey isteyince “Allah Baba’dan iste(!)” diyebilecek kadar inancı hakkında bilgi sahibi(!) kimseler için Müslüman veya deist kelimeleri zaten bir etiketten fazlası değildir. Onlara göre “Cennet varsa bile(!), tertemiz kalpleriyle oraya gitmeye kendilerinden daha layık kim olabilir ki?”

Peki, bütün deistler böyle mi? Değil tabii ki! Bazıları gerçekten düşünerek deist oluyorlar.
Bu cümleyi okuyan deistlerin çoğu şu anda “Hah, benim işte o!” dese de bunlar oldukça azdır aslında.

Bunlar düşünerek, kafa yorarak deist olmuşlardır.

Rabbimiz yüce kitabında ısrarla kullarını aklını kullanmaya teşvik ederken, bunlar nasıl becermişlerse akıllarını kullanarak(!) dinden çıkmayı başarmışlardır. İşin garibi konuşurken kendilerini, asıl aklını kullanan taraf olarak göstermeye de bayılırlar.

Akıllarınca bu kadar büyük bir evreni yaratacak büyüklükte bir güç ve kudrete sahip biri, o evrende görmeyi bırak aramakla bile bulunmayacak kadar küçük bir yer kaplayan insanın inanmasıyla, yatıp kalkmasıyla mı uğraşacaktır?

Aslında bu görüşün altındaki subliminal fikir şudur: Eğer şu cücük kadar aklımla kâinatı ben yaratacak kadar güçlü olsaydım öyle insanla minsanla uğraşmazdım.

Tabi o kâinatı yaratmak için gerekli olan aklın ve ilmin yanında insanın aklını soğan cücüğü kadar kabul edebilmesi için galaksiler büyüklüğünde kafaya sahip olması lâzım o ayrı…

Deizm insanın, akıl kapasitesinin yaratıcıyı anlamaya yetmediğini kabul etmek yerine, kendi akıl kapasitesine göre bir yaratıcı üretmesidir. Belki de kendini fazla beğenen aklın “Allah beni yaratmadı ben onu yaratıyorum” hezeyanı…

Burada bazı deistler şöyle itiraz edecekler:

Biz yaratıcıyı anladığımızı söylemiyoruz ki! Anlaşılamayacağını kabul ediyoruz.

Aslında öyle kabul etmiyorlar. Çünkü öyle kabul etselerdi, “Din olabilir de olmayabilir de. Yaratıcıyı anlamaya kapasitemiz yetmediği için böyle bir şeyi tercih edip etmeyeceğini de bilemiyoruz.” demeleri gerekirdi. Ancak onlar yaratıcının ne bir dini ne peygamberleri ne de kitapları gönderdiğini kabul ediyorlar. Çünkü kendileri kabul edemese bile bu yaratıcı modeli akılları tarafından, nefislerinin çıkarları baz alınarak oluşturulmuştur.

Aslında birileri tarafından o küçük akıllarına sokulmuştur…

Hani şu resimlerde sivri kuyruklu, boynuzlu, elinde üç uçlu mızrak taşır şekilde tasvir edilen kırmızı birileri tarafından…

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Mayıs (497.) sayısında yayınlanmıştır.

Muhiddin YENİGÜN

Meşhur Sorular

Bir süredir ortalarda dolaşan bir soru listesi var. Lise seviyesindeki gençlerin aklına takılan sorulardan derlemiş bir liste bu. Gençleri İslâm’dan uzaklaşmaya iten sorular ismiyle meşhur olan bu liste hakkında önce kısa bir bilgi verelim.

Deizm konulu bir bilimsel toplantıda bir bildiri ile başlıyor her şey. Bildiride uzun yıllar imam hatip lisesinde öğretmenlik yapan bildiri sahibi, bu süre zarfında 11 ve 12. sınıf öğrencileriyle yaptığı görüşmeler ve onlardan gelen soruları derleyerek bir liste hazırlamış.

Öncelikle söyleyeyim bildiride soruların cevapları yok. Fakat buna gerek de yok. Çünkü bu bildiri bir bilimsel toplantıda sunulmuş ve muhatapların içinde o soruların cevaplarını bilmeyen olamaz.

Zaten bildiri sadece bu yüz küsur sorudan oluşmuyor. Hatta bildirinin maksadı bu soruları dile getirmek de değil. Bildiri oradaki akademisyenlere “Çocukların kafasında bu sorular var. Fakat yaptığınız müfredatta kelam vb. dersi gören imam hatip lisesi öğrencileri bile bu sorulara cevap bulamıyor. Bu konulara ağırlık veren yeni bir müfredat yapın, yoksa gençlik elden gidiyor.” mealinde mesajlar içeriyor bildiri.

Buraya kadar anormal hiçbir şey yok. Fakat bu aşamadan sonra hiç de iyi niyetli olduğunu düşünmediğim bir gazete ve gazeteci bu bildiriyi alıyor ve içinden 30 kadar soruyu seçerek, “İslamî bir toplantıda gençleri Deizm’e yönelten sorular listelendi” gibi bir metinle birlikte yayınlıyor. Bu haberde maksadın bildiriyi değil soruları umuma yaymak olduğu o kadar belli oluyor ki.

Soruların ortaya çıkışına kısaca baktıktan sonra gelelim cevaplara.

Öncelikle ben o gazeteci gibi cevaplamayacağım veya cevabın yerini göstermeyeceğim soruyu yazmayacağım. Hatta sorulara ulaşılmasına vesile olmamak adına o bildiri ve bildiri sahibi hakkında bilgileri de yazmayacağım. Kimsenin kafasını bulandırmanın âlemi yok.

Burada insanların kafasını bulandırmaktan içtinap etmemin sebebi bu soruların cevapları olmamasından değil. Sorulara ulaşmadaki merak ve şevkin cevaplara ulaşmakta da aynı seviyede devam edeceğine olan itimatsızlığım.

Peki, bu konuyu niye açtım o zaman?

Çünkü o gazete/ci sayesinde soruların bir kısmı ortalığa döküldü, herkese ulaştı. Bizim de elimizden geldiği kadar çözüm üretmemiz gerekiyor.

Maarifin bir parçası olmadığımız için oradaki müfredatla ilgili bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok.

Fakat gerek sosyal medyada gerek internet ortamında bu sorulara envaiçeşit cevaplar zaten verilmiş. Başta sorularlaislâmiyet.com ve Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere pek çok ciddi kuruluş ve şahıs tarafından verilmiş olan cevaplar (moda tabirle) bir tık ötede. Dolayısıyla gece tuvalete kalktığında bile telefonundan sosyal medyayı kontrol edecek kadar interneti özümsemiş olan gençler bu sorulara cevap bulamıyorsa öncelikle kabahatli kendileridir. Bu durum, aslında bu soruların cevaplarını o kadar da merak etmediklerini gösterir.

Gençler cevabını araştırmadıkları soruları cevapsız zannetmekte, sonuçta kafalarında İslâm’ı “pek çok soruya cevap veremeyen bir din” olarak şekillendirmektedirler. Belki Deizmi popüler yapan da o sorular değil bu tavırdır.

Gelelim sorulara:

Ben söz konusu bildiriyi inceledim. Oradaki hazîrûnu ilgilendiren kısmını bir yana bırakırsak bildiride 106 tane soru listeleniyor. Bunların 15 tanesi “Hz. İsa dönecek mi?”, “18 bin âlem var mı?”, “Oruçluyken adam öldürürsek orucumuz bozulur mu?” gibi soranı İslâm’dan uzaklaştırmayacak sorular.

Kalan 91 sorunun da tekrarları ve birleştirilebilecek olanlarını bir araya topladığımızda yaklaşık olarak 52 soruluk veya 52 konuluk bir tablo ortaya çıkmaktadır. İşte bu tablo gençlere anlatmayı başaramadığımız konuların bir tablosudur.

Bu tabloyu incelediğimizde en fazla sorunun kader ile ilgili sorulduğu ortaya çıkıyor. Burada gençlerin bilmekle yaratmak arasındaki farkı anlayamadığı anlaşılıyor. Kader konusu Zafer Dergisi’nde birkaç aydır dizi yazı şeklinde ve son derece tatminkâr bir tarzda işleniyor. Ayrıca sorularlaislâmiyet’te de teferruatıyla incelendiği için şimdilik o konuyu onlara havale ettik.

Bunun dışında pek çok sorunun kaynağında Allah’ın zatî ve subutî sıfatlarının sindirilmemiş olmasının yattığı çok net anlaşılıyor. Örneğin zamandan ve mekândan münezzeh olmayı ve sonsuzluğu kavrayamamış gençler. Veya Allah’ı bir insan gibi düşünüp akıllarıyla yargılamaya kalkıyorlar. Meselâ kötülüklerin yaratılmasını kabullenemiyorlar.

Özellikle imtihan ile ilgili soruların çokluğu, imtihanın hikmetini kavrayamıyor dolayısıyla Cehennemi kabul etmek istemiyor olduklarını gösteriyor.

Bunların dışında soruların büyük kısmı yaratılış/evrim, kalplerin mühürlenmesi, ahiret, diğer dinlerin mensuplarının durumu, şeytanın varlığı konuları çevresinde yoğunlaşıyor.

Bundan sonraki yazılarımızda inşallah biz de bu soruların incelenmesine ağırlık vereceğiz.

Muhiddin Yenigün

Deizmin çukurları merdivenleşirken…

Baudelaire Paranoyası’nda geçen bir cümle var: “Dünyan altüst olmuşsa ardından belli bir özgürlük duygusu gelir.” Ben bu tarz bir özgürlüğü tattığımı anımsıyorum. Seneler önceydi. Tuhaf zamanlardı. Ben de tuhaftım. Yıkmıştım. Hem de pek fena yıkmıştım. Ama rahatlamıştım.

Daha ilk anından itibaren, yani ne yaptığımın farkına vardığım andan itibaren, zerre miktar pişmanlık yoktu içimde. Mutluydum. Döndüğüm eşiğin dehşetinden daha çok umursadığım şey dönemeyecek olduğum eski düzendi. Yıkmanın şehveti de tam olarak buradan kaynaklanıyor bence. Düzeni korumak zordur. Yıkılansa geri gelmez. Yükü tekrar omuzlamak yok. Gemileri yakmışsın. Geride bıraktığından daha zor ne olabilir ki önünde? Bir kaçışa sahip olduktan sonra varılacak yer önemsizleşiyor.

Doğduğun günden beri korumaya çalıştığın kurgunun yapmacıklığı, kurgu giriftleştikçe/büyüdükçe artan ilişki ağı ve o ağı korumak için muhtaç olduğun çaba, yitirmemen gerektiğini düşündüğün insanların sevgisi, insanların hatrı, insanların saygısı, insanların… Bu nedir biliyor musun? Her sabah borçlu uyanmak birilerine veya birşeylere. Sonra, işte dediğim gibi, veresiye defterinin yanında kibritle oynamaya başlıyorsun. Delirmek değil bu. Roma’yı yakmak Roma’yı yönetmekten daha kolay görünüyor sadece.

Bütün bunlar kalmaya çalışmaktan. Kalmaya çalışmak içimizdeki herşeyi dengesizleştiriyor. Akarken böyle değiliz. Dünyada sonsuza dek kalacakmışsınız gibi davranmak, akıntıya kapılmış giderken kenardaki çalılıklara tutunmaya çalışmak gibi, can yakıyor. Daha fazla kalma çabası daha çok el kanaması. Daha çok yara. Daha çok kırgınlık. Daha çok ayrılık.

Akışına bıraktıkça rahatlar insan. Boşvermek değil bu söylediğim. Boşvermek tevekkülü ararken düşülen çukur. Boşvermekten aşkın birşey tevekkül. Bir yüzü kadere iman etmeye bakıyor. Mürşidimin örneklemesiyle ‘yükü sırtından indirip gemiye bırakmak’ gibi. Boşvermekse kendini/yükünü denize fırlatmaktır. Öyle ya! Yük dediğim şeyin içinde sevdiklerin de var. Kim sevdiklerini denize atmakla mutluluğa erişebilir? Ancak bir nihilist der bu ‘herçi bad abad’ı. Karamsarlığı nihilisti merhametsizliğe getirir.

Ama ’emanet etmek’te bu yok. Emin bulduğun bir ele bırakıp tevekkül etmek bu açıdan boşvermenin sahip olamayacağı bir avantaja sahip. İman bize bu avantajı da sağlıyor. Allah’a bıraktığın her işinde aslında kendine de şunu söylüyorsun: “Daha fazla tutmaya çalışma! Görüyorsun. Çok yoruldun. Hem ellerin de hep yarabere. Bırakmakla rahatla biraz.”

Söylediklerime şaşma arkadaşım. 6. Söz‘ün fısıldadığı fırtınalı zamanlardayız. Yahut da fırtınayı burada değildi. Akıl sahibi olmakla fırtınamızı dünyaya biz getirdik. (Tıpkı bir gün cennete/cehenneme yükümüzle gideceğimiz gibi.) Bizden başka böyle telaş eden de yoktur. Bu fırtınanın rahatlaması ancak tevekkülle olur. Yani akla değer verdikleri hakkında düşünmeyi bırakması için ikinci bir alan/imkan açmakla.

Birşeyleri de ardında bırakmalısın. Hepsini kalbine sığdıramazsın. Çünkü sınırlısın. Gördüğün her yüz aklında kalamaz. Duyduğun her tatlı söz kulaklarında saklanamaz. Elbette unutacaksın bazı gözlerin renklerini. Siluetler belirsizleşecek. Hatıralar karışacak. Çünkü hatırlamak da bir tutmaktır. Yolcu olana kalmaya dair her çaba acı verir. Yolcunun psikolojisi lazım biraz bize. Eşyayla yolcu gibi ilişki kurmak. Ne çok bağlanmak, ne çok kırılmak, ne çok aldırmak/aldanmak. Aslolmadığını farketmek. Bize lazım olan bu. Ve sonra: Tutamadıklarını sahibine emanet etmek.

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir.

Bediüzzaman, iman ve küfür muvazeneleri yaparken, anlattığı her hikayede ehl-i küfrü temsil eden karakterin karamsarlığına nazarımızı çevirir. Yapısı gereği etkilenmeye bu kadar açık olan insan, eğer iman sahibi de olmazsa, kalmaya çalışmakla karamsarlaşır. Çünkü bir yanıyla sürekli gittiğinin, yani her çabasının boş olduğunun farkındadır.

Aynaya her baktığında farkettiği yeni kırışıklıklar, solgunluklar, aklar… Çalıların bıraktığı izler, yaralar, gamlar. Güzel ki faniliğimizi bir nebze unutturandır bize. Daha güzelin varlığı güzelin de umududur. Güzel varlığa daha güzel olmaya çalışmakla tutunur. Ahirete inanmayan önce bunu yitiriyor. Daha güzeli olmayan güzelliğin elinden gitmekte olan olduğunu düşünüyor. Bu gidiş, önce karamsarlık, ilerisinde daimî bir küsmek ve sonrasında kemikleşmiş bir öfke şeklinde kendisini gösteriyor. Kâfirin Allah’a düşmanlığının da buradan geldiğini söylüyor Bediüzzaman.

Karamsar insandan korkarım. Allah’a inansa bile ‘Allah yokmuş gibi’ konuşmasından tanırım onu. Karamsar insanla sohbet etmek zehirlenmektir. Öyle hissederim. Nihilizme çok yaklaşmıştır. Şefkatini yitirmiştir. Bu yüzden dengesizdir. Karamsar için herşeyin rengi pek kolay değişir. Gaybın varlığına imanını yitirdiği ve olup olacak herşeyin onun gördüğü şekle münhasır olduğunu zannettiği için amansızdır da. Esfeli’s-safilini alâ-i illiyyin bilir.

Örneğin: Kaos/karmaşa, aklı başında herkes için bir çukurdur. Kimse daha kötüye talip olmak istemez. Oraya düşmek istemez. Belirsizliğin dibidir. Herşeyin, her an başa gelebilmesidir. Anarşidir. Kestirilmezliktir. Korkudur. Yeistir. (Halbuki ümidin/hayalin bile aklın kestirmesine ihtiyacı vardır.) Fakat karamsar, kaosu dahi bir merdiven gibi görmeye başlar. Olan zaten kötüyse ve bundan daha kötüsü olmayacaksa, neden kaos denenmesin? Belki de daha iyi birşey olacaktır? (Hele bir de imansızsa zaten varlığın da bir kaos içinden şu anki haline geldiğine iman etmektedir.)

Ardında bıraktığından daha kötüsüne iman etmez ki, başına geleceğinden korksun da, teenni ile hareket etsin. Cennet ve cehenneme iman etmenin böylesi bir güzelliği de olduğunu düşünüyorum. ‘Daha kötüsüne’ ve ‘daha iyisine’ iman etmiş olmak, yaşanılanın tek kıstas olduğu bir cehennemden kurtarıyor bizi. Özgürlük, yükü denize atmakta değil, gemiye bırakmakta. Muhatap olduğun her anı sağlam bir kazığa bağlamakta.

Biraz da bu yüzden deizmin gerçek bir mutluluk arayışından doğduğunu düşünmüyorum. Getireceğini de düşünmüyorum. Deizm bir kaçıştan doğuyor. Nereye varacağı umursanmayan bir kaçıştan. Tedavisi de kendisi üzerine yapılacak tartışmalarda yatmıyor. Bu insanlara tekrar yüklerini bırakmayı seçecekleri kadar güvenli bir gemi sunmak gerek.

Ahmet AY – risalehaber.com

Neizm? Neizm?

Son yıllarda özellikle gençler arasında yaygınlaştırılmaya çalışılan bir düşünce akımı ortaya çıktı. Deizm.
Bu yazımızda birkaç soru ile deizmin ne olduğunu anlamaya çalışacağız.
Deizm ne der?
Deizm hakkında konuşabilmek için önce deizmin ne olduğunu bilmek gerekir değil mi? Bunun için hemen Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakıyoruz:

DEİZM

Fransızca déisme
isim, din b. (***) Tanrı’yı yalnızca ilk sebep olarak kabul eden, evreni bir Tanrı’nın yarattığına inanmakla beraber yaratıcının evrene hiçbir müdahalesi olmadığını ve olmayacağını savunan, vahyi reddeden görüş.

Bilinçli mi yaptılar bilmiyorum ama bu tarifi yazan kişilerin Allah değil de Tanrı ifadesini kullanmaları son derece doğru bir karar olmuş. Çünkü bu inanışta evreni yarattığı düşünülen şey ile Allah asla aynı değildir.
Çocukluğunda Kur’an öğrenmeye giden herkese öğretilen Allah’ın zâtî ve subûtî sıfatları bize Rabbimizin, onların düşündüğü gibi olmadığını öğretir. Aynı şekilde deizme inanan bir kişinin tasavvur ettiği yaratıcıda da bu sıfatlar yoktur.
Hatta daha önce konuştuğum bir deist kâinatın bizzat yaratıcı olduğunu/olabileceğini, evrenin bir parçası olarak insanın da onun bir parçası olduğunu/olabileceğini iddia etmişti.

Bu düşüncenin tarifindeki yaratıcı bizim bildiğimiz zâtî sıfatlara sahip değildir. Vücut, kıdem, beka, vahdaniyet ve diğer zâtî sıfatlar bu inanışta ayırıcı özellik değildir. Olsa da olur olmasa da. Yani bu kâinatı yaratan bir yaratıcının bu özellikleri olması gerekmez onlar için.

Subûti sıfatlarda da durum farklı değildir:

Hayat: Hâlâ hayatta olup olmadığı belirsizdir. Çünkü sistemi kendi kendine işleyecek şekilde yaratmıştır.
İlim: Böyle bir sıfatı zaten olamaz. Çünkü (eğer hâlâ hayattaysa) kâinatı böyle yaratırsa sonucun nasıl olacağını görmek için yaratmıştır. Yani deistler yarattığının neticesini bilemeyen bir yaratıcı tahayyül etmektedirler.
Kudret: Bu sıfatı vardır. Zaten bütün bu kâinatı yaratan bir kudreti inkâr edemedikleri için Deist olmuşlardır. Bunu da inkâr edenlere ateist deniyor.
Semi/Basar: Haydi bunları da, “sonuçları görmek istemesi” hüsnüzannıyla var kabul edelim.
Tekvin: Yaratıcı yoktan mı var etti, yoksa malzemeleri mi kullandı bu inanışta meçhuldür.
Kelam: İşte zurnanın zırt dediği yere geldik. Deizm diye bir inanışın var olma sebebi Allah’ın işte bu sıfatıdır. Bu inancın temelinde işte bunu inkâr vardır.

Neden?

Çünkü yarattıklarıyla konuşmayan, onlarla iletişim kurmayan bir yaratıcı onlara emir ve yasaklarını iletemez. Dolayısıyla onlardan da bir şey bekleyemez.
Yani, eğer yaratıcının kelâm sıfatı yoksa din de yoktur. İbadet de yoktur. Haram, helal de yoktur. Cehennem de yoktur.
İşte insanlara cazip gelen de budur. İbadetsiz ve sorumsuz bir hayat.
Kısaca deizm, kâinattaki düzeni görüp, bunun kendi kendine meydana gelemeyeceğini ve bir yaratıcısı olması gerektiğini gören ama ona karşı herhangi bir görev ve sorumluluğu olmasını da istemeyenlerin, kendileri için uydurduğu bir çözümdür.

Son olarak, akla gelebilecek bir soruya da cevap verip kapatalım.
İyi diyorsun da hemşerim, senin o saydığın sıfatlar hep din kaynaklı. Ben o dine inanmıyorum, dolayısıyla onlara da inanmak zorunda değilim.
Onlar bize elbette İslâm’ın öğretileridir. Fakat kâinatı yaratan bir Rabbin olmazsa olmaz sıfatlarıdır. Bunlar olmazsa o Rab de olamaz.
Rabbimizin isim ve sıfatlarının neden olmazsa olmaz olduğu konusunu araştırmak isteyenleri de bu çağın Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur’a havale ediyoruz. Orada cevabınızı bulabilirsiniz.

Muhiddin Yenigün

Mucize – Fizik Kanunları İlişkisi

Giriş

Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin kıssaları anlatılırken onların gösterdikleri mucizelere de yer verilir: “Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asan ile denize vur’ diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi.” (Şu’ara, 26:63). 

Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer mü’minler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Al-i İmran, 3:49).

Saat yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve ‘Süregelen bir sihirdir’ derler.” (Kamer, 54:1-2). 

Andolsun ki biz Mûsâ’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik. Onlar ise; ‘Bu çok yalancı bir sihirbazdır’ dediler.” (Mü’min, 40:23-24).

(İçlerinden bazıları)Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın da ilahlarınıza yardım edin’ dediler. Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol dedik.” (Enbiya, 21:67-68).

Bu ve benzeri ayetler olağanüstü hadiseler olan mucizelerin dinî bir realite olduğunu ve mucizelerin peygamberlik davasının ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermektedir.

“Aciz bırakan” anlamına gelen mucize, peygamberlerden zuhur eden ve insanların benzerini yapmaya güç yetiremediği olağanüstü hal, söz ve hareketlerdir. Mucizeler, Allah tarafından gönderildikleri iddiasıyla ortaya çıkan kişilerin iddialarının Allah tarafından doğrulandığını gösteren delil ve şahitlerdir. Mucizeler, normal şartlarda yani evrende hükümferma olan fizik kanunları açısından bakıldığında, meydana gelmesi mümkün olmayan ve bir veya birkaç temel kanunu açıkça ihlal ettiği için fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi doğal fenlerin “imkansız” damgasını vurduğu doğaüstü hadiselerdir. Bu yüzden mucizeler, dikkatleri fizik kanunlarının mahkumu değil hakimi olan ve kanunları istediği gibi değiştirip iptal edebilen sonsuz kudret ve irade sahibi bir Zat’a çevirirler. Fizik-ötesi hadiseler olan mucizelerin varlığı, akıl sahiplerine fizik-üstü bir Zat’ın varlığını gösterirken mucizeleri izhar eden kişinin de kendi namına değil o Zat adına hareket ettiğini gösterir. Zaten bu yüzden mucize gösteren insanların birinci ve en temel iddiası, kendisini bu harikulade hallerle donatıp insanlara elçi olarak gönderen o Zat’ın varlığıdır. Mucizeler, doğrulukları ile bilinen ve kendileri için hiçbir şey istemeyen hak peygamberlerle yalancı peygamberleri birbirinden ayıran turnusol kağıtlarıdır.

Şu ayetler de halkın peygamberlerden mucize beklentisine dikkat çeker: “Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize bir mucize getir.”  (Şuara, 26:154). “Dediler ki: ‘Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!’ De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut, 29:50). “Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir mucize getiremez.” (Ra’d, 13:38). Nitekim Hz. Muahmmed’in (SAS) nübüvvet davası şöyle ifade edilebilir: “Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.“[1]

Kur’an’da “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş su üstünde iken gökleri ve yeri altı gün içinde yaratandır” (Hud, 11:7) ve “Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir sudan yarattık ve onu imtihan edeceğiz” (İnsan, 76:7) ayetleriyle belirtildiği gibi, din bir tecrübedir ve dünya bir imtihan meydanıdır. O yüzden mucizeler teklif kanununa uygun bir tarzda akla kapı açarlar, ama iradeyi elden almazlar. Aksi halde imtihan sırrı bozulur ve dünyanın yaradılış hikmeti yok olur. Bu teklif kanunu, mucizelerin belli bir mahalde kısa bir süre için vuku bulmasını gerektirir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Fakat sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu’cize olmazdı. Çünki sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz. Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.”[2] Yani mucizelerin gökte daimi parlayan güneş gibi değil, yerde bir anda yanıp sönen bir flaş gibi olması gerekir. Öyle ki insanların bir kısmı bizzat şahit oldukları mucizeleri nübüvvet iddiasında bulunan kişinin ciddiyet, doğruluk ve yüksek ahlakıyla bir araya koyunca peygamberlik iddiasını aklın ve vicdanın gereği olarak kabul ederken diğer bir kısmı müşahede ettikleri harikulade halleri bir göz yanılması ve sihir olarak yorumlayıp peygamberlik iddiasında bulunan kişiyi mecnunluk ve mahir bir sihirbazlıkla itham ederek iman davetini reddedebilsinler.

Mucizeler peygamberlik davasına delil olarak kullanılmakla sınırlı değildir. Nitekim mucizeler inananlara ihtiyaç anında Allah’ın lütuf, ihsan ve ikramının bir nümunesi olarak ve imanlarını takviye için de gösterilmiştir. Peygamberlerin bereket duasıyla bir tabak yemekten yüzlerce kişinin doyması ve bir sürahi sütten bir o kadar kişinin doya doya içmesi gibi çok sayıda mucize nakledilir. Tabiat kanunlarının açık bir ihlali olan bu tür yoktan varolma hadiseleri peygamber olmayan mübarek zatlardan da südur edebilir ki Allah’ın ikramının bir tezahürü olan bu hadiselere keramet denir. Yani bir ilahi ikram olarak meydana gelen olağanüstü hadiseler peygamberlerden südur ediyorsa mucize, aksi taktirde keramettir.

Görünürdeki Tabiat Kanunları – Mucize Çelişkisi

Fiziğin en temel kanunlarından birisi “madde yoktan var olmaz, var iken de yok olmaz” şeklinde ifade edilebilen “maddenin korunumu prensibi”dir[3]. Sekiz dilimli bir pizzanın 3 dilimini alınca geriye 5 dilim kalacağı basit gözleminden madde-enerji dönüşümlerini de dikkate alarak yapılan en hassas bilimsel ölçümlere kadar her şey bu prensibin doğruluğunu teyid etmektedir. Ancak bazı dindar çevreler inkar edemedikleri bu bilimsel gerçeğe mesafeli durmaktadırlar, çünkü bunu Allah’ın yoktan var etmesine bir reddiye olarak algılamaktadırlar. Aslında fen bilimleri sadece objektif gözlemlere dayanarak görüneni ifade etmekte ve Allah’ın yoktan var edip etmemesi konusunda hiçbir şey söylememektedir. Çünkü bu konu fen bilimlerinin ilgi alanı dışındadır. Bilim insanlarının doğa-üstü bir varlık hakkındaki sözleri bilimin gereği değil kendi görüş ve düşünceleridir.

Yer çekimi kanununu keşfeden ve klasik fiziğin babası olarak bilinen Isaac Newton, evreni büyük bir saat gibi bir makina olarak görme fikrine itiraz eder ve bilim ile görüş farkına şöyle dikkat çeker: “Yer çekimi kanunu gezegenlerin hareketlerini açıklar, fakat gezegenleri kimin harekete geçirdiğini açıklayamaz.” Keza, fikirlerinden dolayı kilise tarafından afaroz edilen Galileo, Il Saggiatore adlı kitabında, bir bilim insanının pozisyonunu kainat kitabını okumaya ve ondan bir anlam çıkarmaya çalışan bir kişi olarak tanımlar: “Felsefe (bilim) bu büyük kitapta – yani kainatta – yazılmıştır. Öyle bir kitap ki her zaman gözlemlerimize açıktır, ama önce biri dilini anlayıp yazıldığı harfler bilinemezse anlaşılamaz.” Modern fiziğin babası olarak biline Albert Einstein da varlıklara yazılmış birer kitap olarak bakar: “Biz içinde farklı dillerden bir sürü kitabın bulunduğu büyük bir  kütüpaneye giren küçük bir çocuk pozisyonundayız.  Çocuk bu kitapları birinin yazmış olması gerektiğini bilir ama nasıl olduğunu bilemez,  kitapların yazıldığı dilleri anlayamaz.  Çocuk belli belirsizce kitapların organizasyonunda bir düzen olduğundan şüphelenir ama ne olduğunu anlayamaz.  Bu bana göre en zeki insanlarin bile Allah’a yaklaşımı.  Biz evreni mükemmel bir şekilde organize edilmiş görürüz ve evrenin belli kurallara uyduğunu anlarız ama bunları  kabaca, belli belirsizce anlarız.”[4] Bediüzzaman Said Nursi varlıkları birer harf veya kelime ve tüm evreni de tek bir kitap olarak görür ve ondan “kitab-ı kebir-i kainat” olarak bahseder.

İnsanların hiç yoktan var olmayı akıllarına sığdıramaması da meseleyi daha müşkül hale getirmekte ve kafa karışıklığına yol açmaktadır. Biz insanlar açısından maddenin (daha doğrusu madde+enerji’nin) korunumu, ihlali mümkün olmayan muhkem bir kanundur. Zaten bu kanunun bir gereği olarak yoktan enerji var ettiği iddiasıyla ortaya çıkan bütün devr-i daim makinesi iddiaları kategorik olarak reddedilir. Ama bu durum, din felsefesi açısından bakılınca, kanunu koyan Allah’ı bağlamaz. Çünkü iradesiyle kanunu koymaya gücü olanın kanunu değiştirmeye ve gerekirse geçici olarak iptal etmeye de gücü vardır. Tüm mucizeler ve kerametler bir veya birden fazla tabiat kanununun bu şekilde geçici ve sınırlı olarak iptal edilmesine dayanır. Zaten bu yüzden Allah’ın elçisi oldukları iddiasıyla ortaya çıkanlardan iddialarını ispat için halkın ilk talebi, normal şartlar altında vuku bulması imkansız olan mucize göstermelerini istemek olmuştur. Çünkü halk da gayet iyi biliyor ki beş kişilik bir yemek ile beş yüz kişiyi doyurmak, ancak maddenin korunumu kanununun geçici iptali ile mümkündür ve bunu da bilim insanları dahil hiç kimse kendi gücüyle yapamaz.

Her şey böyle yerli yerine ve doğru bir perspektife oturtulunca bir kişi gayet iyi bir fizikçi olmakla beraber mucizelere de gönül rahatlığıyla inanan gayet inançlı biri – yani içinde hiçbir çelişki yaşamayan dindar bir fenci – olabilir. Örneğin “Newton’un birinci, ikinci ve üçüncü kanunları” olarak bilinen fiziğin en temel kanunlarını formüle eden Isaac Newton, İncil üzerinde de ciddi çalışmalar yapan son derece dindar biri idi. Gelmiş geçmiş en büyük iki fizikçiden ikincisi olan Albert Einstein da ateistliği reddetmiş ve tanrı inancı olan biri olduğunu ifade etmiştir. Allah’a inanıp maddenin korunumu gibi fizik kanunlarına olan inancından dolayı mucizelere inanmakta zorlanan bir kişi, inandığı Allah’ın vasıflarını önkabullerden sıyrılarak tekrar etraflıca değerlendirmelidir. Evreni bir kudret mucizesi olarak hiç yoktan var ettiğine inanılan bir Zat, hikmeti iktiza ederse, istediği şeyi istediği zaman yoktan var edebilir. Bereket kavramı da bu çerçevede değerlendirilebilir.

Farklı bir Varlık Boyutu Olarak Tabiat Kanunları

Kanun ve kurallar tüm dünyada düzen ve huzurun temelleridir ve bu, evrende de böyledir. Mesela sadece yerçekimi kanunu iptal oluverse her şey havada uçuşmaya başlar ve tam bir kaos olur. Atom çekirdeklerinde quark ve protonları bir arada tutan güçlü kuvvet yok oluverse tüm atomlar parçalanıp evren bir parçacık bulutuna döner. Bir ülkedeki kanunlar o ülkede yaşayanların genel iradesini, evrendeki kanunlar da tüm evrende hükümferma olan evrensel bir iradeyi yansıtır. Ülkelerde polisiye kuvvetler bireylerin kanunlara itaatini sağlar. Evrende ise bu işi evrensel kuvvetler ve etkiler yapar – yer çekimi kuvvetinin dünyada her şeyin yerçekimi kanununa itaatini sağlaması gibi.

Maddenin her zerresinin tüm fizik kanunlarına tam itaati ve kanunların ancak maddedeki tezahürüyle görülüp bilinmesi, kuvvet gibi, kanunların da kaynağının madde olduğu önyargısını oluşturmuştur. Ama maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda kanun diye bir unsur yoktur – aynen kanunlara itaat eden insanların vücutlarında da ‘kanun’ maddesi diye bir unsur olmaması gibi. Hatta denebilir ki evrendeki tüm kütle yok olsa da kütle çekim kanunu ve hiçbir ısı iletimi olmasa da (tüm evrenin aynı sıcaklıkta olması durumu gibi) ısının iletimi kanunu geçerlidir.  Aynen bir ülkede belli bir yılda hiç gelir vergisi toplanmamış olsa bile vergi kanununun gelirin veya gelir üreten insanların parçası olmamasından dolayı o ülkenin tamamında hala geçerli olması gibi. O yüzden kanunlar maddede tezahür eder, maddeye nüfuz eder, maddeye tam hükmeder; ama madde değildir. Ve dolayısıyla dıştan gelip maddeye hükmeden ‘irade’ sıfatı gibi fizik aleminin dışındandır. Yani fizik kanunlarının kendileri, fizik alemi dışında bir alemin varlığını iptal değil teyid eder ve hatta gerektirir.

Bilimsel Devrim ve Dinden Uzaklaşma

Batı dünyası 5’inci yüzyılda Roma’nın çöküşüyle başlayıp 15’inci yüzyılda İstanbul’un düşüşüne kadar süren 1000 yıllık Orta Çağ döneminde ekonomiden edebiyat, sanat ve bilime kadar tüm sahalarda genel bir durgunluk ve gerileme yaşamıştır. Günlük hayatta din en baskın etken ve din adamları doğrunun tek temsilcisi idi. Bu çağ Kilise’ye olan kuvvetli itaat ve din adamlarının mutlak otoritesi ile bilinir. Aristoteles’in (M.Ö. 384-322) fiziksel evren ile ilgili dünyanın evrenin merkezi olması ve gezegenlerin dairesel yörüngelerde hareket etmesi gibi doktrinleri Kilisenin doktrinleri olarak adopte edildi. Fakat 16. Yüzyılda Nicolaus Copernicus (1473-1543), Johannes Kepler (1571-1630) ve Galileo Galilei (1564-1642)’nin gözlem ve deneye dayalı çığır açıcı çalışmaları ve ardından 17. Yüzyılda Isaac Newton’un (1643-1727) fiziğin 3 temel kanununu formüle etmesi Aristoteles’in doktrinini yıktı ve kilisenin itibarını sarstı. Evren hakkında gözlem, deney ve muhakemeye dayalı bu yeni bilgi edinme metodu bilimsel metodun temellerini attı ve modern bilim çağını başlattı. Bilgi üzerindeki kıskacını gevşetmeye yanaşmayan dini otoriteye karşı yapılan bu isyan sonraları ‘bilimsel devrim’ olarak adlandırıldı ve bilim geliştikçe kilisenin gittikçe daha çok zemin kaybetmesini netice verdi. Devam edegelen bilimsel buluşlar asırlar boyu süren anlayışları sarstı ve halkın dünya görüşünü değiştirdi. Ve sonunda akıl yürütmeye dayalı modern düşünce tarzını netice verdi.

Dünyanın güneş sisteminin merkezi olması gibi doğruluğu sorgulanmadan yüzyıllar boyu devam edegelen inançları yıkan ve doğal olaylara mantıklı izahlar getiren bilimsel buluşlar Batı’da kilisenin otoritesini ciddi olarak sarstı ve tüm dinî gerçekler hakkında artan bir şüpheciliğe yol açtı. Her şey kritik olarak sorgulanıyor ve yeni sorular yeni buluşlara kapı açıyordu. İnanç ve tevekkül çağı; yerini muhakeme çağına bırakırken, bilimin temsilciliği de ilham kaynaklı dini otoriteden akıl ve gözleme dayalı bilimsel kuruluşlara geçti. Neticede tüm bilinen evren, bilimlerin çalışma sahası ilan edildi ve din metafizik ve moral değerler sahasına çekilmeye zorlandı. Artık kilisenin duruşu zayıflamış ve dini gerçeklere güven sarsılmıştı. Fen bilimlerinin baskınlığı mucizeler ve doğa-üstü varlıklardan söz eden kutsal kitaplar gibi tabiat kanunlarını ihlal eden her şeye şüpheyle yaklaşılmasına sebep oldu. 20’nci yüzyılın başlarında dine ve her nevi kutsala enaniyetle tepeden bakan oldukça başarılı ve bir o kadar da haddini bilmez bir bilim müessesesi vardı. Bilimsel çevrelerde mantıklı bir kişinin Allah’a inanmasının mümkün olamayacağı bile konuşuluyordu. Hatta kimileri fenlerin ve materyalist dünya görüşünün egemenliğinin yaygınlaşmasıyla din ve inancın artık geçmişte kalan şeyler olacağını iddia edecek kadar ileri gidiyordu.

Deizm ve Tabiat Tanrı (Panteizm)

17. yüz yılda Newton’un evrendeki düzenin arkasında evrensel bir kütle çekimi olduğunu keşfetmesi, evrenin tabiat kanunları tarafından idare edildiği tarzında yeni bir anlayışa kapı açtı. Bu ve Keppler, Copernicus ve Galileo gibi geçmiş doğa bilimcilerinin çalışmaları, bazılarında akıl-tabanlı bilimsel yaklaşımın dine uygulanması fikrini uyandırdı. Bu gelişmeler aynı zamanda Allah’ın evreni yarattıktan sonra tabiat kanunları uyarınca harekete geçirip sonra da kendi haline terk ettiği görüşlerine kuvvet kazandırdı. Alfred Montapert’in ifadesiyle, “Tabiat kanunları, dünyanın görünmeyen hükümetidir.” Bu anlayış “deizm” denen inanç sistemi veya felsefik görüşünün temelini oluşturdu. Deizm, dar manada teizm (dünya işlerine müdahale eden bir Allah’a inanma), politeizm (birçok tanrının varlığına inanmak) ve ateizm (bir tanrının varlığını tamamen reddetme)’den farklı bir inanç anlayışı getirmektedir.

Tabiat, evrenin yaratılışından beri yürürlükte olup her zaman ve zeminde geçerliliğini sürdüren ve kendileri gözle görülmedikleri ve maddi vücutları olmadığı halde varlıkları gözlemlerle sabit olan kanunların toplamından ibarettir. Yani tabiat, yerçekimi ve enerjinin korunumu gibi ‘tabiat kanunları’nın tamamından oluşan madde-dışı bir varlıktır. Madde-dışı veya fizik ötesi olması hasebiyle tabiat zaman ve zemine tabi değildir. Başka bir ifade ile zaman ve zemin üstüdür ve hiçbir yerde olmamasına rağmen (etkisiyle) her yerdedir. Einstein’in ifadesiyle “evrenin kanunlarında bir ruh tezahür eder.”[5] Madde-üstü bu vasıflar tabiatın tanrılaştırılmasına yol açmış ve kökleri milattan öncesine Plato’ya kadar uzanıp Hollandalı filozof Baruch Spinoza’nın 17’nci yüzyılda felsefik altyapısını oluşturduğu ve Albert Einstein ve Stephen Hawking gibi önde gelen fizikçilerin de mensubu olduğu panteizm felsefik akımına yol açmıştır. Panteizm tanımını ‘Allah her şeydir, her şey Allah’ klişesinde bulur ve panteizmde madde, kuvvet ve kanundan ibaret olan Tabiat ile Allah aynı gerçeğin iki değişik ismidir. Ancak bu görüş sonraları çok kısıtlayıcı bulunmuş ve Allah’ın kainat üstü bir varlığı da olduğunu kabul eden panenteizm felsefik akımı doğmuştur.

Bediüzzaman ve Tabiat

Risale-i Nur külliyatının müellifi Bediüzzaman bir bilim felsefecisi gibi en derin konulara dahi el atmaktan kaçınmaz ve yaratılışla ve tabiat fikriyle yakından ilişkilendirildiği için kanun ve kuvvet gibi fiziğin en temel kavramlarının mahiyetini sorgular. Materyalist düşünürler büyük patlama sonucu oluşan bildiğimiz fizik alemini varlığın tamamı olarak sunarken Bediüzzaman alem-i şehadet diye tabir ettiği bu evrene “varlıkların cesedi” olarak bakar. Tabiatı da bu cesedin unsur ve uzuvlarının davranışlarını bir düzen ve kayıt altına alan yaratılış kanun ve kaideleri olarak tarif eder ve tabiatı yaratıcının eserlerini bir kitap gibi basan ilahi bir matbaa olarak görür: “Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve a’zasının ef’allerini [unsur ve uzuvların iş ve hareketlerini] intizam ve rabt altına alan şeriat-ı fıtriye-i İlahiye [İlâhi yaratılış kanunları] vardır. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki [yaratılış kanunları], “Tabiat” veya “Matbaa-i İlahiye” ile müsemmadır [isimlendirilir]. Evet, tabiat, hilkat-i kâinatta cârî [geçerli] olan kavanin-i itibariyesinin mecmu’  ve muhassalasından [görünmeyen, varlığı neticelerinden anlaşılan itibari kanunların tamamı ve bileşiminden] ibarettir.”[6]

Bediüzzaman’a göre kanun denen şey; tabiat denen bu yaratılış anayasasının bir maddesi veya kısmı, kuvvet ise kanunların hükmünün icra edilmesidir. Örneğin yerçekimi kanunu tabiatın bir parçasıdır. Yerçekimi kuvveti ise yerçekimi kanununun hükmünün icra edilmesi ve dolayısı ile her şeyin kanunun öngördüğü tarzda yerin merkezine doğru çekilmesidir.

Tabiat kanunlarının hükümlerinin evrenin başlangıcından beri icra ediliyor olması ve insanın bazen hayali hakikat suretinde görme ve göstermeye olan meyli, hayalin baskısıyla aslında hava gibi gayet latif olan tabiatı genişlendirip kesifleştirerek, tabiata adeta gerçek bir vücut giydirilmesine zemin hazırlamıştır. Öyle ki adeta görünmeyen çok güçlü bir el atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar her şeye tam hükmetmekte ve kanunları tavizsiz uygulamaktadır. Halbuki tabiat ve genel kuvvetler olarak bilinen şeyler şu evrene sebep ve kaynak olabilecek kabiliyette değillerdir. Ancak evrenin sanatkarından habersizlik ve inkarı mümkün olmayan harika düzenin zorlamasıyla, akılları hayrette bırakan kudret eserlerini aslında matbaadan öte bir şey olmayan tabiattan bilmek, kitabın varlığını matbaanın varlığının doğal bir sonucu olarak görmek gibi geçersiz bir muhakemenin ürünüdür. Bediüzzaman’a göre tabiat olsa olsa bir su arkıdır ve hayalin ölçüsüz müdahalesiyle su kaynağı ile karıştırılmamalıdır. Kitabı matbaanın bir telif eseri olarak gören geçersiz yaklaşım çok saplantılara ve hayret mucip hallere yol açmıştır.[7]

Bediüzzaman, insanların tabiatı gözle görülmeyen kudretli bir hükümdar olarak hayal etmelerini çok da garipsemez. Çünkü insanın hür iradesiyle yaptığı işleri düzenleyen kanun ve kaidelere, pekala, yaptırım gücü olan dirayetli bir hâkim olarak bakılabilir. Bir dağ köyünden şehre ilk defa inen ve ortalıkta trafik polisi görmeyen bir kişi, arabaları kırmızıda durduran şeyin trafik kanunu olduğunu kabulde pek zorlanmayacaktır. Keza rüşvet suçuna ağır cezalar öngörülen bir ülkede rüşvete bu ceza kanununun engel olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Veya Kur’an’daki orucu farz kılan ayeti gündüz yenip içilmesine izin vermeyen keskin görüşlü ruhanî bir varlık olarak hayal edenler olacaktır. Aslında bir kanun, kaide ve ayetin yaptırım gücü ne kadarsa, tabiat kanunlarının da yaptırım gücü o kadardır. Nasıl trafik kurallarının kendi başlarına trafiği düzenleme güçleri yoksa, tabiat kanunlarının da evrende kendi başlarına hayranlıkla gözlemlediğimiz düzeni sağlama güçleri olamaz. Keza bir canlının genetik haritasının çıkarılmış olması ve her hücrenin çekirdeğinde o canlının tüm özelliklerinin yazılı olması, tek bir hücrenin klonlama yoluyla belli kanunlar muvacehesinde o canlıya dönüşmesini basitleştirmez. Aksine, harikalığını güneş gibi parlatır.

Bir cep telefonunun tüm özellikleri ve üretim aşamalarının tüm detayları ve mühendislik çizimleri portakal çekirdeği büyüklüğündeki bir hafıza aletine yazılabilir. Şimdi bu çekirdeği cep telefonunun yapımında kullanılan malzemelerin bolca bulunduğu bir toprağa gömüp yerden bir cep telefonu (veya daha da garibi, dallarında yüzlerce cep telefonu asılı bir cep telefonu ağacı) çıkmasını beklesek bizi herhalde akıl hastanesine gönderirler. Ama nedense tabiatta defalarca gözümüz önünde meydana gelen bundan çok daha garip olayların – göz alışkanlığından olsa gerek – farkına bile varmıyoruz.

Örneğin bir portakal ağacının ve meyvelerinin bütün özellikleri ve ağaç büyüyüp meyveler oluşurken geçilecek bütün aşamalar çekirdeklerinde yazılıdır. Çekirdekteki genetik kodları okuyabilen bir kişi, bütün bunların detaylarını verebilir. Çekirdek uygun şartlar altında toprağa gömülünce çekirdeğin kökler oluşturup etrafından gerekli malzemeleri almasını ve adeta nanoteknoloji kullanarak atomik ölçekte üretim yapmasını, sağlam bir gövde ve dallar oluşturmasını, yapraklar dokumasını, güzel kokulu çiçekler açıp portakal yapımına geçmesini, her portakal içinde karanlık bir bölmede hiçbir alet kullanmayarak şeffaf zarlarla ayrılmış dilimler içinde gayet hijyen bir şekilde portakal suyunu tutabilen yüzlerce lifler yapmasını, sonunda her meyvenin dışını son derece sanatlı ve süslü su geçirmez koruyucu bir kabukla örtmesini nedense hiç garipsemiyoruz. Maddenin bir düzen içindeki hareket ve değişimlere bakıp perde arkasında işleyen kanunları görüyoruz, ama nedense perde arkasında o görünmeyen el kitabına göre işleyen mucizevi tezgah ve tezgahtarları görmezden geliyoruz. Toprağa bir portakal tohumu ekerek gözünün önünde devasa bir portakal ağacının büyümesini ve dallarında portakallar oluşmasını hayretle seyreden bir kişinin büyük bir gururla “artık ben portakal yapıyorum” iddiası ne kadar geçerli ise, canlıların çekirdeklerini kopyalayıp onlardaki gen dizilimleriyle oynandıktan sonra bu çekirdeğin uygun şartlarda üzerindeki yazılım doğrultusunda gelişip büyümesini seyredenlerin “ben yeni bir canlı yaptım” iddiası da o kadar geçerlidir.

Bir kişi evde çöpe attığımız yemek ve sebze artıklarını hiç elektrik kullanmadan hijyen bir şekilde yumurtaya dönüştüren bir ev aleti yapacak olsa, herhalde böyle harika bir aletin mucidine en yüksek ödülleri layık görürdük. Ama aynı şeyi binlerce yıldır yapan tavuğu farketmiyoruz bile. Keza, mağara ağzı gibi bir dehlizden daimi şekilde yeni arabalar çıkıp kamyonlara yükleniyorsa o dehlizin arkasında işçisi, mühendisi, tüm tezgahları ve elektrik şebekesine bağlantılarıyla tam teşekküllü bir araba fabrikasının olduğundan emin oluruz ve aksini iddia edenlerin aklından şüphe ederiz. Ama belli sıcaklıkta belli bir süre tutulan bir tavuk yumurtasının bir gün kabuğunun çatlayıp içinden bir civcivin yürüyerek ve merakla etrafına bakarak çıkmasını hiç garipsemeyiz. Civcivi görünce “tabiat kanunları” deme kolaylığına kaçarız ama bir dehlizden çıkan yeni arabayı görünce “üretim teknikleri” deyip malzemenin belli şekillere girip gerekli bağlantıları oluşturarak arabanın kendi kendine meydana geldiğini söyleyerek işin içinden çıkamayız – tabi deli damgası yemek istemiyorsak.

Tabiat Kanunları: Sanatkar değil Şablon

Bediüzzaman evrende cari olan tabiat kanunlarının, fabrikalardaki üretim teknikleri gibi, sadece birer şablon olduklarını nazara verir ve bu güçsüz, bilgisiz ve şuursuz kanunlarla kör tesadüfün asla kaynak, fail ve san’atkar olamıyacaklarını ifade eder. Dikkatleri de yumurtadan yeni çıkmış bir civciv misali san’at ve mühendislik harikası eserlerden aklın bir gereği olarak perde arkasındaki ilmi ve kudreti sonsuz olan müessir san’atkara çevirir. Portakal ve civciv örneklerinde olduğu gibi, bu sonsuz ilim ve kudret sahibi her şeyi o kadar kolay yaratmaktadır ki her şey gözönünde adeta kendi kendine oluvermektedir. Yani şu evrenin san’atkarının görülmesine mani olan şey, O’nun ilim ve kudretinin sonsuzluğudur.

Bediüzzaman her bir türün bir ilk atası veya Âdem’i olduğunu ifade eder ve Darwin’in türlerin bir tesadüfler zinciri sonrası birbirinden evrimleşerek ortaya çıktığı tezini reddeder. Yüz binlerce türün her birininin ilk atalarının sonradan ve birbirinden bağımsız olarak meydana geldikleri konusunda da jeoloji, zooloji ve botanik bilimleri ile hikmet denen her şeyin bir gayeye ve faydaya yönelik olduğunu ifade eden bilim felsefesini şahit gösterir. Hatta daha da ileri giderek her varlığın var olma ve yok olma şanslarının birbirine eşit olduğunu ama var edildiğini dikkate vererek her türün her bir ferdinin de sonradan her şeyi hikmetle yapan bir sanatkarın kudret elinden çıktığını ifade eder. Delil olarak da Alfred Montapert’in “evrenin görünmeyen hükümeti” olarak tarif ettiği kanunların gerçek bir varlığı olmadığını ve varlıklarının ekvator çizgisi gibi farazi olduğunu söyler. Sebeplerin şuursuz olduğunu ve dolayısı ile bu kadar hayret verici yaradılış silsileleri ve bu silsileleri oluşturan her biri acaip birer ilahi makina olan sayısız fertlerin son derece sanatlı bir şekilde hiç yoktan vücuda getirmeye  kabiliyetlerinin olmadığını da ilave eder.[8]

Bediüzzamana göre, parçacıkların hareketinin arka planındaki kanunlara ve sebeplere olağanüstülük verilmesinin sebebi, olağanüstü bir varlığı kabul etmemekten doğan zorunluluk ve çaresizliktir: “Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan [parçacıkların hareketi] teşekkül-ü enva’ [türlerin oluşumu] gibi umûr-u bâtılaya [asılsız işler] ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun [işler] esas-ı fasidesini [bozuk olan esas, çürük temel] tebeî [dolaylı, kasdî olmayan] nazarıyla adem-i derkinden [kavrayamama] neş’et eder [doğar]. Evet, nefsini ikna etmek suretinde müteveccih olursa [yönelirse], muhaliyet [imkânsızlık] ve adem-i makuliyetine [akla uygun olmayış] hükmedecektir. Faraza kabul etse de, “tegafül-ü ani’s-Sâni'” [yaratıcıyı unutma, onu görmezlikten gelme] sebebiyle hasıl olan ızdırar [mecburiyet, çaresizlik] ile kabul edebilir.” [9]

Bediüzzaman devamla üstün yaratılışlı bir varlık olarak, insanın özü itibariyle daima hakkı aradığını ve fıtraten hakikate meyilli ve taraftar olduğunu ifade eder ve maksadının saadet olduğunu söyler. Ancak bazan yüksek kaliteli zannıyla veya kaliteli bir şey bulma ümidi kaybedilince kalitesiz ürünlere talip olabildiği gibi, gerçeğin net olarak görülmediği durumlarda yüzeysel bakışın etkisi ve şartların da zorlamasıyla kolaycılığa kaçarak akıl, vicdan ve fıtratına rağmen gerçek dışı şeyleri gerçek olarak kabul edebilmektedir. Bediüzzaman, gerçek olarak sunulan tezlerdeki çelişkileri dikkate vererek insanları insaf, akıl ve mantıklarını kullanmaya ve fikirlerin gerçekliğini sorgulamaya davet eder. Örneğin varlıklardaki akılları hayrette bırakan eşsiz sanat ve güzellik ile kör tesadüfün nasıl bağdaşabileceğini, tüm bilim dalları her şeyin ilim ile yapıldığını ilan ederken yeni varoluşların arkasındaki gerçek itici gücün nasıl şuursuz sebebler olabileceğini ve gerçek bir varlığı olmayıp hayalde cisimleştirilmiş bir fikirden ibaret olan tabiatın nasıl varlıkların kaynağı olabileceğini sorgular.[10]

Bediüzzaman herbir parçacığın komşularıyla bir araya gelip karşılıklı danışıp haberleşerek anlamlı bir düzen oluşturabilmesi için herbir parçacıkta parlak bilim insanlarının akılları ile beraber dahi siyasetçilerin diplomasisi olması gerektiğini söyler ve aklın bu ihtimali reddettiğini ifade eder. Hakikatsız fikirlere dolaylı olarak uzaktan bakıldığı zaman doğru olmalarına bir ihtimal verilebilir. Ancak inceden inceye derinlemesine inceledikçe, doğru olma ihtimali ortadan kalkar. Bediüzzamana göre herbiri birer sanat harikası olan varlıkları kör tesadüf ve parçacık hareketine vermek insanlığa yakışmaz: “Evet, insan düşündükçe, cemi’ sıfat-ı kemaliye [mükemmelliği ve eşsizliği gösteren tüm sıfatlar] ile muttasıf [vasıflanmış] olan Sâni’den [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] istiğrab [garipseme] ve istinkâr [inkâr etme] ettikleri şu hayret-efza [hayret veren] masnuatı [san’atlı bir şekilde yaratılan varlıklar] tesadüf-ü amyâya [kör tesadüf] ve hareket-i zerrata [parçacıkların, atomların hareketi] isnad ettikleri [dayandırdıkları] için, insanı insaniyetten pişman eder.” [11]

Risale-i Nur’da Yoktan Varetmek

Bediüzzaman müellifi olduğu Risale-i Nur eserlerinde birbiriyle çelişir görünen mucizeler ve tabiat kanunları ile ilgili kafa karışıklığının kaynağının geçersiz olan yaratan ile yaratılan kıyaslanması olduğunu ifade eder ve her şeyi doğru perspektife yerleştirerek din-bilim gerginliğine mahal bırakmadan meseleyi kolayca halleder.

Bediüzzaman varlıklara açık bir göz ve uyanık bir kalp ve önyargıdan arındırılmış bir akıl ile bakar ve sap ile samanı ayırarak rastgele parçacık hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı iddia edilen kuvvet ve şekillerin türlerin özünü oluşturamıyacağına dikkatleri çeker: “Harekât-ı zerrattan husulü [hasıl olma, meydana gelme] dava olunan [öne sürülen] kuvvet ve suretler, araziyetleri [zâtî olmayan hâl ve keyfiyet] cihetiyle enva’daki [nevler, türler] mübayenet-i cevheriyeyi [özdeki farklılık] teşkil edemez. Araz [bir varlığın bizzat kendinde olmayan ve ona ilişen, takılan özellikler] cevher [öz, esas, fıtrat] olamaz.”[12] Gözlemlere ve aklî muhakemeye dayalı bu tesbitten sonra Bediüzzaman türleri ve türlerin alt guruplarını birbirinden ayıran bütün özelliklerin adem-i sırf diye tabir ettiği mutlak yokluktan yani hiç yoktan varedildikleri hükmünü çıkarır.

Allah’ın hiç yoktan var etmesi ile ilgili soruyu Bediüzzaman şöyle takdim eder: “Eğer desen: Delil-i ihtiraî [hiç yoktan varetmenin delili] i’tâ-i vücuddur [vücut verme, var etme]. İ’tâ-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir [var olanın yok edilmesinin arkadaşıdır]. Halbuki adem-i sırftan vücudu [hiç yoktan var oluşu] ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı [var iken tamamen yok oluşu] aklımız tasavvur edemiyor [almıyor, hayal edemiyor].” Bu konuda aklın zorlanması ve hayalin aciz kalmasını aldatıcı bir kıyaslamanın vahim bir sonucu olarak değerlendiren Bediüzzaman şu cevabı verir:  “İcad ve ibda-i İlahîyi [Allah’ın hiç yoktan icat ve var etmesini] abdin san’at ve kesbine [kulun san’at ve işlemesine] kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate [varken yok etme] veyahut icad etmek [yoktan var etmek] gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye [meridyenler gibi gerçek varlığı olmadığı halde var sayılan şeyler, işler] ve terkibiyede [var olan maddelerden yeni şeyler yapmaya dayanan işler] bir san’at ve kesbi [işleme, elde etme] vardır. Evet, bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.” [13]

Bediüzzaman insanın hiç yoktan var olmak ve var iken yokoluvermek gibi dünyada benzerini görmediği şeyleri (sihirbazların şapkadan tavşan çıkarması veya bir fili yok edivermesi gibi – tabi el çabukluğu ve göz yanılmasıyla) aklen kabulde zorlanmasının temel sebebini Allah’ın eserlerine O’nun tarafından bakmak yerine yaratılanlar tarafından bakmak olarak verir: “İnsan kâinatta mümkinatın [varlıklar, varlığı da yokluğu da mümkün olan şeyler] öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf [hiç yoktan var etme] ve i’dam-ı mahz [tamamen yok etme] etsin. Halbuki, hükm-ü aklîsi de daima üss-ül esası [temeli] müşahedattan neş’et eder [gözlemlerden kaynaklanır]. Demek, âsâr-ı İlahiyeye [Allah’ın eserleri] mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla [hayret verici eserleriyle] müsbet [varlığı sabit] olan kudret-i Sâni’in [her şeyi san’atla yaratan Allah’ın kudreti] canibinden [tarafından] temaşa etmek [bakmak] gerektir. Demek ibadın [kullar] ve kâinatın, umûr-u itibariyeden [meridyen daireleri gibi gerçekte olmayıp varsayılan şeyler, işler] başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume [gerçekte olmayıp varsayılan güç] içinde Sânii farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor [bakıyor]. Halbuki Vâcib-ül Vücud’un [varlığı zorunlu ve kendinden olan Allah] canibinden, kudret-i tâmmesi [tam ve noksansız kudret] nokta-i nazarından [bakış açısı] bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.” [14]

Bediüzzzaman devamla birinin eserlerini muhakeme ederken onun özelliklerinin göz önüne alınması gerektiğini ifade eder. Bu meyanda, eserleri birer mucize olan ve bakanları hayrette bırakan mükemmel ve sonsuz ilahi kudreti gözardı ederek, Allah’a kendimizden birine bakıyormuş gibi sınırlı ölçülerle bakmanın geçersizliğine dikkat çeker.

Bediüzzaman evrendeki genel düzenin bir göstergesi olan ve kendilerini sebep-sonuç ilişkileri olarak gösteren kanunları Allah’ın adetleri olarak takdim eder, ancak belirli kurallara bağlanmamış sıra-dışı olayları da nazara vererek Allah’ın iradesinin hiçbir kayıt altında olmadığını ifade eder ve dikkatleri sebeplerin kendilerinden sebepleri koyana çevirir: “Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının [adetler] gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye [kanun dışılıklar] ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye [şekil ve suret değişiklikleri] ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla[şahsiyetlerin farklılıklari ile], zuhur ve nüzul [meydana çıkma ve inme] zamanının tebeddülüyle [değişme] meşietini [ihtiyar, irade], iradetini [dileme, tercih], fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan fâil] olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve her şey, her anda, her şe’nde [durum, hal], her şeyinde O’na muhtaç ve rububiyetine münkad[egemenliğine boyun eğen] olduğunu ilâm etmekle [bildirmekle] gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü’l-Esbaba çevirir [insan ve cinlerin dikkatlerini sebeplerden sebepleri koyana döndürür].” [15]

Örnek olarak da hava ve bulut hareketleri ile bazı meyve ağaçlarının tüm şartlar uygun olmasına rağmen bazı yıllar meyve vermemesini gösterir. Güneşin ve ayın bir yıl sonra nerede hangi saatte doğacağı bellidir, ancak aynı şeyi cansız ve iradesiz olmalarına rağmen bulutlar ve yağmur için söylemek mümkün değildir. Yani yağmurun nerede, ne zaman ve ne miktarda yağacağı kurallara bağlanmamıştır ve bu yıl bol yağmur almış olan bir bölge gelecek yıl kuraklık yaşıyabilir. Yağmurdaki belirsizlik olayı tek başına her şeyin kanunlarla önceden belirlendiği ve dolayısı ile kanunların mutlak hakim olduğu tezini savunan determinizm düşüncesini ciddi olarak sarsmaktadır.

Bediüzzaman yaratılışta en yüksek derecenin hayat ve rahmet olduğunu söyler ve bunların cisimleşmiş hali olan yağmuru belli sebeplere bağlamıyarak ve sıradanlaşmasına meydan vermiyerek Allah’ın insanları bu nimetleri farketmeye ve yok olabileceğini düşünerek şükretmeye teşvik ettiğini ifade eder: “Vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet [hayatın kaynağı ve merhametin tam kendisi] olduğu için, elbette o âb-ı hayat [hayat suyu], o mâ-i rahmet [rahmet suyu], gaflet veren ve hicap [örtü] olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im, Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl [nimet veren, hayatı verici, merhamet ve şefkat sahibi olan yüce Zat], perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.”[16]

Bediüzzaman insanların – tek yumurta ikizleri dahil – simalarındaki farklılığı da yine yaratıcının iradesine ve tabiat üstülüğüne vermekte ve tabiat kanunlarının adeta bilgisayar kontrollü torna tezgahları tarzındaki mutlak belirleyiciliği önyargısını kırmaktadır. Tüm insanların yüzleri penguenlerde olduğu gibi aynı olsaydı, hiç kimse mevcut tabiat kanunlarına bir aykırılıktan söz etmez ve bunu yadırgamazdı. Hatta bunu daha doğal görürdü. Ancak kendimizi içinde bulduğumuz göz alışkanlığı birçok sıradışılığı sıradanlaştırmakta ve ülfet, sorgulanması gereken konularda insanları hissizleştirmektedir.

İrade

Katı bir determinist olan Fransız matematikçi ve astronom Pierre Simon Laplace (1749 – 1827) determinizmi somut bir şekilde şöyle açıklar: “Evrenin bu andaki haline geçmişinin sonucu ve geleceğinin sebebi olarak bakabiliriz. Belli bir anda tabiatı harekete geçiren kuvvetlerin tamamını ve tabiatı oluşturan her şeyin tüm pozisyonlarını bilen bir Zihin, eğer aynı zamanda bu verileri analiz ettirebilecek kadar kapsamlı ise, bu Zihin evrendeki en büyük cisimlerin hareketinden en küçük atomların hareketine kadar tüm hareketleri bir tek formülde ifade edebilirdi. Öyle bir Zihin için hiçbir şey belirsiz olmayacaktı ve gelecek, aynen geçmiş gibi, gözlerinin önünde hazır olacaktı.[17]” Bu ifadeler, varlıklarla birlikte düşüncelerin de sırf-madde fikriyle sınırlanmasının ve dolayesiyle madde ve kanunlar yoluyla maddeye etki eden kuvvet dışında bir varlık tanımamanın doğal bir sonucudur.

Maddeye olan bu çakılmışlık önde gelen birçok düşünürü bile zor durumda bırakmıştır. Örneğin Albert Einstein fiziğe olan kesin inancı yüzünden katı bir determinist olmuştur ve insanların bile serbest iradesinin olmaması gerektiğini savunmuştur: “Insanların hareketleri bilardo topu, gezegenler ve yıldızların hareketleri kadar önceden bellidir. İnsanların hareketleri kontrolleri dışında fizik ve psikolojik kanunlarca belirlenir. Bir böcek için de belirlenmiştir, bir yıldız için de.”[18]

Bir teorinin doğruluğunu ispatlamak mümkün olmıyabilir, ama yanlışlığını ispatlamak gayet kolaydır. Bunun da en basit yolu gözlemlerle çeliştiğini göstermektir. Bir örnek vermek gerekirse, nehre bırakılan bir tahta parçasının su içinde ne tür hareket edeceği ve hangi zamanda nerede olacağı önceden bilinebilir. Çünkü hareket nehir ve tahtanın bırakma anındaki fizikî durumları ile beraber ilgili fizik kanunlarına bağlıdır ve cansız olan tahtanın buna karşı çıkması söz konusu değildir. Ancak nehre bir hayvan veya insan bırakılacak olursa ne olacağını kimse kesin olarak öngöremez. Çünkü hayvan ve insanlar fizik kanunlarına tabi olmakla beraber onların mahkumu değildir ve serbest iradeleriyle fiziğin öngöremiyeceği birçok hareketleri yapabilirler. Hatta akıntıya zıt yönde de gidebilirler. Cansız bir insan bedenini nehre atacak olursak bu bedenin aynen tahta parçası gibi fizik kanunlarının öngördüğü şekilde hareket ettiğini görürüz. Bu da canlılarda fizik kanunlarına tabi olmıyan yani fizik üstü bir varlık boyutunun varlığını apaçık bir şekilde gösterir ve insanın sadece bir fiziksel bedenden ibaret olduğu fikrinin geçersizliğini kesin olarak ispatlar.

Bu basit deneyden de görülebileceği gibi, evrende madde ve kuvvet ile beraber bunların cinsinden olmayan bir iradenin varlığı ve güç ve irade sahibi varlıklar için fizik kanunlarının bağlayıcı olmadığı gözlemlerle sabittir, ispatlanabilir ve dolayesiyle bilimsel bir gerçektir.  Cansız varlıklarda ve bitkilerde fizik kanunları tam hakimdir ve bu varlıkların bir etkiye nasıl tepki vereceği önceden bellidir. Ancak insan ve kısmen hayvan gibi kast ve irade sahibi canlılarda durum böyle değildir. Tek başına bu basit gözlem bile evrenin sırf madde ve kanunlardan ibaret olduğu önkabulünü yıkmaya ve zihinleri izlerini kendimizde gördüğümüz madde ve kuvvet üstü varlık ve alemlere çevirmeye yeterlidir. Bu merdiveni tırmanan kişiler için olağan şeyler mucize, mucizeler olağan şey olur.

Kapanış

Ülfet perdesi aralanınca, tüm varlıkların mucize eserleri olduğu görülür – 21 gün sonra çatlayan bir yumurtadan yürüyerek çıkan bir civcivgibi. İrade, fizik kanunlarına tabi büyük patlama evrenini delen bir oktur. İradenin varlığı, varlık aleminin madde-enerjiden ibaret olmadığının kesin delilidir. Kanun irade sıfatından gelir ve fizik kanunları evrensel bir iradenin varlığını yansıtır. Bizim fizik kanunlarını ihlal etme konusundaki aczimizi Allah’a teşmil etmek ve mucizeleri muhal görmek, Allah’ı da kendimiz gibi bir varlık olarak görme düşüncesinin bir sonucudur. Halbuki Allah’ın kudret ve iradesi her şeyi kuşatmıştır ve her türlü aczden müstağnidir. İrade sahibi bir kanun koyucu, kanunların mahkumu değil hakimidir. Fizik kanunları, kanunu koyan Allah’ı bağlamaz. Çünkü iradesiyle kanunu koymaya gücü olanın kanunu değiştirmeye ve gerekirse iptal etmeye de gücü vardır. Tüm mucizeler ve kerametler bir veya birden fazla fizik kanununun geçici ve sınırlı olarak iptal edilmesidir. Zaten bu yüzden mucizeler peygamberliğin gerekli ve yeterli bir şartı olmuştur. Neticede Allah’ın adetleri tabiat kanunları, adet dışı olaylar ise mucize veya keramettir.

 Prof. Dr. Yunus Çengel

www.NurNet.Org


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 19. Mektup, Üçüncü Nükteli İşaret, http://www.nuriklimi.org.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 19. Mektup, Dördüncü Nükteli İşaret, http://www.nuriklimi.org.

[3] Madde aslında enerjinin bir şeklidir, ve o yüzden enerjinin veya madde artı enerjinin korunumu prensibi daha geneldir. Ancak nükleer reaksiyonlar gibi madde-enerji dönüşümünün söz konusu olmadığı durumlarda madde ve enerjinin ayrı ayrı korunduğu fikri kolaylık sağlıyan geçerli bir yaklaşımdır.

[4] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 387, Simon & Schuster, New York, 2007.

[5] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 388, Simon & Schuster, New York, 2007.

[6] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 138, http://www.nuriklimi.org.

[7] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 139, http://www.nuriklimi.org.

[8] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 134, http://www.nuriklimi.org.

[9] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 135, http://www.nuriklimi.org.

[10] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 135, http://www.nuriklimi.org.

[11] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 137, http://www.nuriklimi.org.

[12] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 137, http://www.nuriklimi.org.

[13] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 141, http://www.nuriklimi.org.

[14] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 141, http://www.nuriklimi.org.

[15] Said Nursi, Sözler, 16. Söz, Küçük bir Zeyl, s. 281, http://www.nuriklimi.org.

[16] Said Nursi, Sözler, 16. Söz, Küçük bir Zeyl, s. 282, http://www.nuriklimi.org.

[17] Laplace, Pierre Simon, A Philosophical Essay on Probabilities, s. 4, translated from the 6th French edition by Frederick Wilson Truscott and Frederick Lincoln Emory, Dover Publications, New York, 1951.

[18] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 391, Simon & Schuster, New York, 2007.