Etiket arşivi: delil

Kavramları bilmek neden önemli?

Masamda çok kıymetli bir çalışma var. Nesil Yayınları’ndan çıkmış. Roman değil. Eğlencelik değil. Taş gibi ilim. İsmi: Risale-i Nur’un Tariflerine Göre Istılahlar ve Anahtar Kelimeler. Başında Kenan Demirtaş abinin bulunduğu bir heyetin yıllarca süren emeğinin ürünü. Eserin sayfalarını karıştırmak beni geçmişe götürdü. Yıllar öncesine… Bu hassasiyeti yıllar önce yine Kenan abi öğretmişti. Söz Basım’da sayfa altı sözlük çalışması yapılırken (ki o çalışma aynı zamanda bu son meyvenin de ilk adımlarını oluşturuyordu) gözetilmiş bir hassasiyetti bu. Kenan abi, o dönemde de, külliyat çalışmasını yürüten ekibin başında bulunuyordu ve öğle yemeklerinde, çay aralarında, belki muhatabını bulabildiği her yerde çalışmanın inceliklerini aktarıyordu. “Ne gerek vardı buna?” diyebilirsiniz, eğer böylesi araştırma ekiplerinde görev almamışsanız.

Başarının sadece ‘kazandırılan parayla’ ölçüldüğü yerlerde insanların yaptıklarınızı takdir edebilmeleri için niteliğinizi sizin onlara anlatmanız gerekir. (Çünkü ellerine tutuşturacağınız nicelik/para yoktur.) Onlardan bu nitelikli gayreti beklerseniz sonuçlarından ızdırap ve pişmanlık duyabilirsiniz. Muhtemelen Kenan abi de yaptıkları nitelikli işin kıymetinin (eğer anlatılmazsa) takdir edilemeyeceğinin farkındaydı ki, bulabildiği her fırsatta çevresindekilere detaylarını/güçlüklerini aktarırdı.

2000’lerin başları. Ben, bu çalışmalar başlatıldığında, Nesil Yayınları’nın sevkiyatında çalışıyordum. Ve evet, hakikaten bulunduğum yaş, bilgi düzeyi ve konum itibariyle Söz Basım’ın ne denli önemli/girift birşey yaptığını takdir edebilmem imkansızdı.

Bu saded harici bahsin ardından öğrendiğim hassasiyeti aktarayım. Bir gün Kenan abiye (yukarıda altını çizmeye çalıştığım türden) bir cahil cesaretiyle şöyle söyledim: “Bu sözlük çalışmalarında uğraştıracak ne var ki? Kelimenin geçtiği yerler ve anlamı belli zaten. Yeri bulunur, altına konulur, biter gider. Neden bu kadar uğraştırıyor sizi?”

Bu cümleleri kullanmadım elbette. Fakat demek istediğim buydu. Çay ocağındaydık sanırım. Kenan abi sözlerimi sabırla dinledikten sonra (o çalışmayı yürütmenin nasıl güç birşey olduğunu kısmen takdir edebildiğim şu anda bu dinleyişin dahi bir ‘sabır işi’ olduğu kanaatindeyim) gülümseyerek dedi ki: “Öyle basit değil.” Dedim: “Neden değil?” Dedi ki:

“Aynı kelimenin birçok anlamı vardır. Bunlardan bazısı ıstılahîdir ki ancak metnin hakkında olduğu ilim dalıyla ilgiliysen karşılığını anlarsın. Bazıları ise lügat anlamıdır. Bunların içinde bile müellifin muradının ne olduğunu metnin genelinin hakkında bilginle anlayabilirsin. Bazısı ise örfîdir. Sözlükte anlamı başka olsa da halk arasında karşılığı başka birşey olabilir. Onu da ancak müellifin yaşadığı dönemi ve dili anlayarak çözebilirsin….”

Daha bunlar gibi bir sürü kıymetli şey anlattı Kenan abi. Hepsi aklımda kalmadı ki size nakledeyim. Hasılı: Ayaküstü cahilliğimizi de ders almış olduk. Zaten insan birşeyi öğrenmeden önce o konudaki cahilliğini öğrenir. Ben de metin altı sözlük çalışmalarında gözetilmesi gereken hassasiyete dair çok güzel şeyler öğrendim. Kenan abiye de, o gün ve bugün, bana öğrettiği böylesi kıymetli ölçüler nedeniyle dua etmekteyim. Allah ömrünü bereketli ve uzun kılsın. Kendisini ve ekibini ancak katında takdir edebileceği hayırlarla mükafatlandırsın.

Bu bende neyi başardı? Ona geleyim: Bu bakışaçısı zenginliği, bana, aynı yazarın metinlerini okurken bile aslında statik bir yüzeyi değil, dinamik bir fikri rasat ettiğimi gösterdi. Müellif de bir insandı ve değişiyordu. Kendisi değiştiği gibi yazdığı konular da değişiyordu. Belki bu müellifin uzmanı olduğu pek çok konu vardı ve böylesi her konuda yazarken o ilmin kavramlarını/kelimelerini kullanıyordu. Bir ilimde farklı bir ıstılahî/terimsel karşılığı olan kelime, diğer ilimde farklı bir anlama gelebiliyordu. Bir yerde kelimeyi sözlük anlamıyla kullanırken, diğer yerde aynı kelimeyi ıstılahî bir karşılıkla kullanabiliyordu.

O ilmin ehli olmayan okuyucuları ise (ben gibiler yani) aynı kelimeyi görmekle bahsedilenin aynı şey olduğunu sanabiliyorlardı. Bu da bazı anlam kaymalarına sebep oluyordu. İslamî ilimlerle bağlarımızın bu kadar koptuğu bir dönemde Bediüzzaman’ın fikir dünyasına eser eser, metin metin, kavram kavram, kelime kelime uyanmak/ulaşmak hakikaten güç bir işti.

Konuyu açması bakımından bir örnek vereceğim. Bu örnek, benim kafamı da uzun yıllar kurcalayan bir mevzuya dair. Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz’da diyor ki:Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat noktasında lâfzın delâletine ve işârâtına ehemmiyet vermiş.

Nur talebeleri içerisinde bu kısım nasıl anlaşılıyor genelde? (Lüften bu metni nasıl anladığınızı veya size nasıl anlatıldığını kafanızda/hafızanızda şöyle bir netleştirin ve bir süre tutun.) Şöyle birşey değil mi: Risale-i Nur’un usûl ve üslûbu, soruyu veya sorunu dillendirmeden ona cevap vermek üzerinedir. Çünkü soruyu ve sorunu dillendirmek safî zihni bulandırır. O yüzden mümkün mertebe soruları gündem yapmadan cevap vermek doğrudur.

Aşağı yukarı kafanızdaki şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yıllar yılı ben de böyle ders aldım/işittim sohbetlerde. Fakat hep de şunun ikirciğinde kaldım: Bediüzzaman’ın Münazarat gibi daha birçok metni vardı ki hep soru/cevap üslûbu içinde gidiyordu. Hatta müellifin ifadesiyle ‘şeytanla münazara’ veya ‘ehl-i dalaletin şahs-ı manevisiyle (vekiliyle) münazara’ edilen yerler vardı. Buralarda Bediüzzaman soruları anmaktan çekinmiyordu. Bilakis kendisi soruları naklederek cevaplarını veriyordu. O halde bu nasıl bir işti? Bir yerde soru sormadan cevap vermeyi öneren (hatta bunun metodu olduğunu söyleyen) müellif, diğer yerde niye böyle tersi bir iş yapıyordu? Bunu çok sordum. Tatmin edici bir cevap alamadım. Ta ki yine bir gün Kenan abiyle muhabbet edene kadar…

Bir gün, beni eve bırakırken, yolda İslamî ilimlerin, yani tabir-i diğerle geleneğin, gözettiği hassasiyetlerden bahis açıldı. Bana dedi ki Kenan abi:

“Eski ulemanın, değil sadece metodlarında, kelime seçimlerinde bile harkulade hassasiyetler var. Sana bir misal vereyim: İlm-i kelam eserlerinde ehl-i sünnet âlimleri kendi delillerini söyledikten sonra, farklı düşünen bid’a fırkaların düşüncelerini/dayanaklarını zikredip cerhederken onlarınkine ‘delil’ demezler. ‘Şüphe’ derler. Yani karşı tarafın düşüncesini neye dayandırdığını izah sadedinde, ‘İşte Mutezile falan ayeti kendine şu şekilde delil yapıyor’ demezler. ‘Mutezilenin şüphesi’ derler. Ona delil muamelesi yapmazlar. Çünkü ona da delil, kendisininkine de delil derse, bu durduğu yerin neresi olduğunu netleştirmez. Kendisininkine delil onunkine şüphe diyorsa, belli ki, bu insan ehl-i sünnet âlimidir ve durduğu yer bellidir. Bediüzzaman da ‘bitarafane muhakeme’ eleştirisini yaparken aslında ehl-i sünnetin bu hassasiyetine dayanıyor.”

Kenan abi bana bu meseleyi anlatadursun, benim kafamda ampuller yanmaya, hatta patlamaya başladı kardeşlerim. İlm-i kelam ıstılahında böyle bir ayrım olduğunu, ‘şüphe’nin sadece bizim anladığımız lügavî karşılığının değil, ‘muarız düşüncenin hak verilmeyen delili’ gibi bir manaya da gelebildiğini ilk kez duyuyordum. Bu, Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yazdığı bir tefsir olan İşaratü’l-İ’caz’ın önüne neden böylesi bir not düştüğünü de bana açıklıyordu.

Demek ki; burada kastedilen, muarız düşüncenin sorusunu zikretmek değildi. Muarız düşüncenin kendisini nasıl bir delile/şüpheye dayandırdığını, kendisini neyse savunduğunu izah etmekti. Ki paragrafın tamamını hatırlayınca bu mana nasıl da cuk diye oturuyordu:  Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş; fakat mütalâacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini ve istinat noktalarını mücmel bırakmış, izah etmemiş. Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki…

İşte, Ehl-i Sünnetin mirasına, İslamî ilimlerin kavram dünyasına aşina olmamızın neden gerekli olduğuna güzel bir örnek. Yıllardır ‘soru sorulmasından’ veya ‘soruların nakledilmesinden/zikredilmesinden’ bu ifadelerden hareketle rahatsızlık duyanların da kulakları çınlasın. Bediüzzaman’ın o kadar soru/cevap yolu takip ettiği metin varken, bu metni ‘Soruları zikretmemek lazım’ şeklinde anlamayı seçenler, kötü niyetli değiller belki, ama Risale-i Nur’u besleyen/yetiştiren mirasa aşina olmadıklarını da gösteriyorlar. Ve asl-ı hakikat eksiltiyorlar. Ki ben bunu ancak Medine’de tefsir eğitimi almış bir Kenan abiden duyduklarımla farkedebiliyorum. Başkalarının böyle bir şansı da yok. Hasılı: Bediüzzaman’ın da altını çizdiği gibi, Risale-i Nur medresenin malıdır. Medrese ilimlerine aşina olmazsak onu hakkıyla anlayabilmemiz zor.

Ahmet AY – risalehaber.com

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-2

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Gelelim “delil” ile “ispat” arasındaki münasebete. İspat ameliyesinde “delil”in fonksiyon ve işlevi nedir?, Deliller sadece aklî midir?, Delil ve ispat çeşitleri nelerdir?…

Aklın ve akla getirilen delil – ispat, bürhan ve hüccetler; İman Kalesi’nin üzerine konan şüphe sinekleri, kuşku kirleri, vehim tozları ve zan paslarını silmek ve temizlemek içindir. Yani delil’in işlevi “menfî”dir, müsbet değil; yani mevcut imanımıza taş eklemez, sadece mevcut taşları tamir ve muhafaza eder.

Yani “delil ve hüccet”, İman Kalesi’ni ayakta tutan binanın kolon – kiriş ve temel gibi taşıyıcı elemanlarından değildir. Demek delil – ispat; İman Kalesi’ni çatlak ve yıkılmasına ve kirlenmesine sebep olan zararlı şeylerden koruyan bir “bekçi” konumundadır.

Yani “akıl (akletme / düşünme)” dediğimiz şey; kendisine gelen veri ve haber ve bunların delil – açıklamalarını işleyip, kâlp/b veya şuur veya ene’nin onay ve reddine sunarak; mevcut iman’ın eskime ve zayıflama ve ölümüne engel olmaya çalışır.

Halbuki “iman”ın yaşayıp, ayakta durması ve kuvvetlenip, büyümesi için, “aklî deliller”den çok daha fazla şeye ihtiyacı vardır! Yani İman Kalesi’ni tek başına entelektüel zekâya hitap eden aklî deliller taşıyamaz; yoksa o bina en hafif “vehim zelzeleleri”yle bile yıkılmaya müsait, gevşek bir zemin ve temel üzerine kurulmuş demektir! “İman” (insanın enfüs ve afakını aydınlatan ve insanın davranışlarını kalibre edip, amele sevkeden ve herşeyle yakınlık ve kardeşlik ve ünsiyet kurmasına sebep olan) öyle bir nurdur ki; onun taşıyıcı ana elemanları aklî ve naklî delillerden çok daha kuvvetli ve farklı ve fazla sayı ve çeşittedir.

Kalbî Deliller, Aklî Deliller, Vicdanî Deliller, Vehmî Deliller, Hissî Deliller, Enfüsî ve Afakî Deliller gibi; insanın maddî ve manevî her kuvve ve duyu, his ve letaif, mide ve gözü için delil ve ispat, karine ve işaret çeşitleri farklıdır. Göz Midesi’nin rızkı ve gıdası, delil ve ispatı, elemi ve hazzı, hidayet ve dalâleti farklıdır; aklın ayrı, kalbin ayrı, vicdan’ın ayrı, sır’rın ayrı; kulak’ın farklı, dili’n farklı, elin farklı ve hiçbirisi birbirinkini anlamaz ve varlıklarını hissetmez; hatta gıda ve delil olarak bile kabul etmez!…

“Deney, gözlem, ölçmeyle” keşfedilecek “varlık” ve bunlar hakkında üretilecek “bilgi” çeşidi vardır. Peki bunun dışında olan (yani epistemolojik veya ontolojik veya teknolojik, yani beşerî sınırlarımızdan dolayı hiçbir zaman keşfedemeyeceğimiz) “varlık ve bilgiler” için (en azından bunların red veya kabulü, yanlışlama veya doğrulaması veya mümkün olup olmadığı için bile olsa) hangi yöntem(ler)i kullanabiliriz? Bunun anahtar ve yöntem ve cevapları, Risale–i Nur’da!

Burada “hakikât”i arama, keşif ve tespitinden önce cevaplanması gereken öncelikli soru bence şu: Ali’yi tanımayan ve hayatında Ali’yi hiç görmemiş birisi Ali’yi ararken, kalabalık içinde karşı karşıya gelse, hatta omzu çarpsa bile Ali’yi farkedememesi gibi; “hakikât”in ne olduğunu bilmeyen birisi, “hakikât”i aramak için çıktığı yolda bulduğu veya omzuna çarpan, önüne düşen şeyin “hakikât” olup olmadığını nasıl anlayıp, karar verecek!?

Şöyle: Hayatında hiç “limon” görmemiş ve ismini bile duymamış ve tatmamış birisi, limonu gördüğünde “rengi olduğu ve bunun da sarı” olduğunu görür ve tadarak limonun “bir tadı olduğu” ve “tadının da ekşi” olduğunu hisseder. Bu örnekteki gibi; o kişinin hayatında hiç “limon”un varlık ve özelliklerini, hatta ismini bile duymamış ve görmemiş olması; limonla karşılaştığında, limonu tanıyıp – tanışmasına mâni değil başlangıçtaki bu cehaleti.

İşte başlangıçta “hakikât”i bilmeyen ve tanımayan insanın durumu da bu limon örneğindeki gibidir. “Ateşin yaktığı, suyun boğduğu” gibi hakikâtleri yaşayarak öğrenir insan. Yani hakikât veya hakikâtin yansıması o insanın fıtratında kodlu, yaratılışında başlangıçta nefsinde tanımlıdır. “Ta’lim–i Esma” konusu biraz da buna bakıyor.

Peki “bâtıl”ı hak zannedip, bilip; hakikât diye yapışanların durumunu nasıl izah edeceğiz? Şöyle: İnsan bâtıl’ın “bâtıl” tarafına yapışmıyor zaten, o bâtıldaki “hak” kısma bakarak ve cazibesine kapılarak; o kapıdan bâtıl mesleğe girip, o porttan bağlanıyor ve taraftar oluyor bâtıl’a. “Mutlak Hak(ikât)” olduğu için “Mutlak Bâtıl”ın olması zaten imkânsız! Yani tüm bâtıllar, hak’la karışık olup; ancak bu hak’la bağlantısı yoluyla nefes alıp, ayakta durabiliyor ve taraftar bulabiliyor.

(Haşa!) “Allah yok” diyen bir insan bile hakikî anlamda Cenabı Hak’kı red ve inkâr etmiş olmuyor; kendisinin tanımladığı veya batıl din – felsefelerin tanımlayıp, anlattığı veya oradan buradan yalan – yanlış duyduğu; yani aslında hiç olmamış, vehmî bir Tanrıyı reddediyor! Çünkü ve zaten Rabbimiz’i hiç tanımamış ve doğru anlatan olmamış ki O’nu red ve inkâr edebilsin!

Bu açıdan ateistin kabul etmeyip, inkâr ve reddettiği zihnindeki o sahte Tanrıyı biz de reddediyoruz ve “evet senin dediğin gibi bir Tanrı gerçekten yok, bu konuda müslüman olarak biz de sizinle aynı fikirdeyiz” diyoruz.

Burada konuyu değiştiriyoruz, münasebetini daha sonra kurarız. “Kuvvet” nedir? Rabbimiz’in ezelî ve ebedî “kudret”inin eşyada tecelli ve tezahürü olan “kuvvet” nedir? Biz “kuvvet ve enerji”yi göremeyiz. Böyle birşeyin varolduğu ve özelliklerini, eşya üzerindeki te’sir ve etkilerinden farkedebiliriz. Eşyada “şiddetli ışık, ses, patlama, parçala(n)ma” gibi tezahür ve etki, eser ve sonuçlarını görebiliriz. (Burada “bilmek ve inanmak”, “delil ve ispat” konularını hatırlamakta yarar var.) Yani “kuvvet” denilen şey; mecazî değil kelimenin tam anlamıyla “soyut ve manevî” bir varlık ve etkidir!

Hatta “kuvvet’ denilen şey (eğer varsa); enerji ve maddeyi zorlayıcı yaptırım sahibi başlıbaşına bir varlık ve etki mi; yoksa eşyanın uyduğu kural / programlardan biz mi “bir kuvvet ve enerji var” zannına kapılıyoruz!?” gibi bir soru ve haklı bir şüphemiz de var ve saklı tutuyoruz!

Mes’elâ; bir bilgisayar simülâsyon / oyun / programında, “havaya atılan taş, devamlı yukarıdan aşağı düşsün” diye bir program / kural / kod / algoritma yazmış olsak; burada taşın düşmesinin sebebi; o bilgisayardaki taşın “kütlesi” ve bilgisayardaki yerin “çekim kuvveti” mi!? Hayır, o oyunda böyle bir “çekim” ve “kuvvet”i yok, taşın da “kütlesi” yok! Yani taşın düşmesinin tek ve yegâne ve asıl sebebi: Bilgisayarda yazdığımız o “program / kod / komut / emir / kanun;” yani bizim istek ve irademiz ve böyle bir tercihte bulunmamız.

Bunun gibi; reel evrenimizde de taş, herhangi bir “kuvvet / enerji” sebebiyle değil de; Rabbimiz’in yazdığı ve uyguladığı bir program ve kural, kanun ve irade, iş ve emir sebebiyle hep yere düşüyor olamaz mı!? Yani biz bu program ve irade, emir ve komut gibi soyut ve manevî yaptırım ve emirleri göremediğimizden; “yerin ve kütlelerin itme – çekme kuvveti var; taşlar bu sebeple yere düşüyor, gezegenler bu sebepten düşmüyor” gibi yanlış bir akıl yürütme ve delil – ispat, neticelendirme üretmiş olamaz mıyız!? Yani yaptığımız bu gözlemleri, yanlış bir neden – sonuç ilişki ve etkileşimi olduğu inancına oturtarak; yanlış yorumlamış ve açıklamış olamaz mıyız!?

Reel Evren’imizi Sanal Bilgisayar Evreni’ne kıyaslama ve benzetmenin, yanlış ve abartılı bir benzetme olduğu düşünülebilir. Ama gerçek evrenimizde de, yapısal olarak ve hammaddeleri de aynı olan atomların, (sadece proton – elektron ağırlık / sayı ve uzayda dizilişleri farklı 100 küsur element / atomun;) bir bilgisayar komutu gibi çalışarak, değişik varyasyonlarla biraraya gelerek; Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden farklı ve ayrı, hatta zıt özellik ve mahiyette varlıklar ortaya çıkmasına bakarsak; “Gerçek Evren – Sanal Evren” benzetme ve kıyasının abartılı olduğunu düşünmüyoruz; yanlış olduğunu ise hiç düşünmüyoruz!

Önceki haftalarda; yanıcı ve yakıcı ve patlayıcı ve doğada normâlde gaz hâlinde bulunan oksijen ve hidrojenin, Mikro’da biraraya gelerek, Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden ayrı ve farklı, hatta zıt özelliklerde (yani sıvı ve soğuk ve söndürücü ve harareti giderici) “su” meydana getirmesi gibi “bileşik”ler, buna örnek olarak verilmişti. Bütün’ün, parçası’na indirgenememesi nedeniyle; aralarındaki ilişki ve sonucun mantıksal tabana oturmaması ve su’yun inşa ve yapıtaşı nedeni ile varlık nedeni ayrımının yapılması gereği konularını önceki haftalarda yazmıştık.

Hatta mevcut evrenimizde; gayet yanlış ve eksik bir ifadeyle “fizik – kimya kanunları, tabiât yasaları” dediğimiz bu “İlâhî Kural / Kanun, yani Emirler”in; bilgisayar komut ve programlarından fazla bir farkları yok. “Kütle” gibi madde’nin bazı özellikleri dahi (görünmeyen anlamında) maddî ve fiziksel özellik ve somut nesneler değil…

Sonuç: Demek sadece “madde”yi konusu olarak kabul edip, maddî varlık ve süreçleri açıklamak için “manevî ve soyut varlıkları” ve “bunların işlev ve rollerini” kabul etmeyen, hatta reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi; bu ateist ve materyalist inancının sonucu olarak herşeyi madde’ye irca ve indirgemeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekli ve zorunlu…

Elhasıl biz “kuvvet”i ve kainatta uyduğu “kanunlar”ın varlığını; Rabbimiz’in “ilim – irade – kudreti”ni beraber tazammun eden “kün” emrinin eşyanın alıcı ve verici mahiyetinde olan “melekûtî yön / vechesi”nin imtisaliyle; eşyanın maddî ve fiziksel, yani “mülk” boyutunun da ister istemez o “melekûtî” boyutunun emrine uymasını gözleyerek biliyor ve anlıyoruz.

buz dagiÖrneğin: Suya “don” emrini “soğuk”un lisanıyla emrediyor ve vahyediyor Rabbimiz. Kâinatta geçerli carî “kanunlar”; itibarî ve vehmî ve zihnî olup, haricî vücud / mevcudiyetleri yoktur; dolayısıyle “kuvvet ve enerjileri” de yoktur. O hâlde bu “kanunlar”ın; madde’yi belli hareketlere zorlayan ve belli yönlere sevkeden, madde’nin özellik ve mahiyetini belirleyen “sebep ve etken” olarak kabul edilmeleri mantıksal olarak yanlış ve saçmadır!

O itibarî kanunlara had ve sınır çizen; yani mevcut kuvvetlerin o kanunlara uymasını sağlayan ve eşyayı da o kuvvetlere uymaya zorlayan; kuvvetlerin hamele ve taşıyıcı ve iletici, alıcı – vericileri; hatta bazen o kuvvetlerin bizzat kendileri “melekler”dir. Yani Arş’tan ferşe, semâdan arza; eşyaya uymaya zorunlu oldukları emir ve vahiylerin tebliğ ve nakli de “melekler” vasıtasıyla olmaktadır. Yani kâinattaki kuvvet ve enerjileri, belli kaide / kanun / program / demiryollarına uymaya sevkeden ve zorlayan ve o kuvvetlerin taşıyıcı ve hamele, nazır ve ileticileri ve bazen de bizzat kendileri; meleklerdir! Zaten “melek” kelimesinin etimolojik kökeni de; onların bu nezaret ve görevlerine imâ ve işaret, bu rollerini ihsas ediyor.

Peki kâinattaki her nevi “kuvvet ve enerji”nin kaynağı nedir; “madde” midir? Hayır. Rabbimiz’in “kudreti”nin eşyada tezahür ve tecellisine “kuvvet” diyoruz biz.

“Kanun” ve “melekler”den konu açılmışken; o “kanun” ve “melekler”in kardeşi olan ve “emir, kanun, irade” cinsinden olan “ruh”tan bahsetmemek olmaz. Kâinatta hareket ve bir nev’i canlılık ve şuur’u sağlayan “melekler” gibi; ruh’ta aynı görevi bedenimizin hareket ve canlılık ve şuur’unu sağlayarak yapıyor. Cansız yaprağın veya atomun hareket etmesi ve zikri; “rüzgâr” gibi, “melekler” gibi dışarıdan bir etkiyle sağlanması gibi biyolojik bedenimizin hareket etme ve canlılığı da (ama bu sefer içeriden) ruh’la sağlanıyor. (Ayrıca “vahiy” kelimesinin etimolojisinin de “hayat” ve “ruh”la bağlantılı olduğunu not edelim.)

Âyette geçen ifadesiyle; ruh’un “Rabbimiz’in emir’lerinden” olması; yani ruh’umuzun “irade, emir, kanun, program, kuvvet” cinsinden olması; sanki ruh’un bir bilgisayar komut ve programı gibi (harddiskteki programların diskin ağırlık ve hacim ve kütlesini arttırmadan, diskte çalışması gibi; yani bilgisayardaki yazılımın yer kaplamayan, bir nevi zamansız ve mekânsız olması gibi;) ruh’ta fiziksel bedenimizde yer kaplamayarak (yani o da bir nevi zamansız ve mekânsız) sanki vücudumuzun canlılık ve hayatîyetini ve şuurunu sağlayan bir nevi program ve ana işletim sistemine benzemekte. Âyette ruh’a “emir” denmesi; bende bilgisayar komut ve programlarını benzediği işareti oluşturuyor.

Bu arada ruh’un etimolojik olarak “rüzgâr”la aynı kökten geldiğini de not edelim. İnsana ruh üflenerek canlanması, İsa Âleyhisselâm’ın çamurdan yaptığı kuşlara üfleyerek kuşların canlanması mu’cizelerini de buna ekleyelim. Ayrıca “konuşma” ve “kelâm etme”nin de bir nevi üfleme cinsinden olduğunu da unutmamak gerek.

Biz konuşmamızla muhatabımıza emir ve komut vermemiz veya etki edip, birşeylere ikna etmeye çalışmamız veya sözlerimizin te’siriyle düşünce ve duygu ve davranışlarında değişiklik meydana getirmeye çalışmamız; yani irademizle muhatabımızın iradesinde değişiklik meydana getirmek için; muhatabımıza doğru yönelerek, ona doğru konuşmak; konuşarak havada belli dalgalanma ve ihtizazlar meydana getirmemiz, hep bir nevi “emir, irade, üfleme”ye girer.

Rabbimiz’n “kün, kûl” gibi emirleri de bir çeşit konuşma / kelâm ile gerçekleşmekte olup; bu emir ve iradenin sonucu olarak “havada, atomda, esirde, eşyada” hareket ve ihtizaz ve dalgalanmalar meydana gelmektedir. Televizyonumuzun kumandasının tuşlarına basarak (elektromagnetik dalgalar, wifi, bluetooth, infrared vs.) cansız televizyona bir takım emirler vermemiz ve yaptırmamız da; “ruh, irade, emir, komut, konuşma, rüzgâr, elektomagnetik rüzgâr, dalgalanma, melekler, kanun, ilim – irade – kudret, kuvvet, enerji, madde, canlılık, hareket, zikir” gibi konular bağlamında ele alınabilir…

Tekrar konuyu değiştiriyoruz, birbirleriyle ilgisiz ve kopuk görünen bu konuları sonradan bir üst kümede bağlayabiliriz. Hz. Âdem (Â.S.)’ın zelle / hatası affedildi ama davranışının sonucu ve fıtratında yaptığı tahribat veya değişiklik aynı kaldı ve ihrac edildiği konum ve makama tekrar idhal ve iade edilmedi. Eski hâline iade için dünyada çalışması istendi. Buradan çıkan sonuçlardan biri: Yani Rabbimiz biz insanların hata – günahlarını (pişman olup, tevbe – istiğfar edersek) affedip, amel defterinden silebiliyor ve siliyor ama bu günahın fıtrat ve kaderimizde yaptığı değişikliğin tamir ve bakımı için ayrıca çalışmamız gerekiyor! Demek iyi – kötü her amel ve davranışımızın dünyada da mükâfat veya cezası var!

Demek ki her türlü amel ve davranış, sevap ve günahların tek karşılığı sadece kabir ve ahirette değil; dünyada da sonuç ve karşılıkları var. Hatta en basit görünen davranış ve amellerimizin bile; gelecek neslimiz ve şu ân içinde yaşadığımız topluma da yansıyan sonuç ve karşılık, yankı ve etki, yansıma ve izdüşümleri var!

Tamam kimse kimsenin günahını yüklenmiyor ama “maddî özellik, kusur ve zaafların” DNA’yla gelecek nesillere aktarılması gibi; “manevî özellik ve fazlalık – eksiklikler” de aktarılıyor. Yani imtihan sorularımız ve avantaj – dezavantajlarımız, imkân ve risklerimiz; geldiğimiz nesille ve içine doğduğumuz toplumla belirleniyor. Cinsiyet, milliyet, maddî–manevî artı ve eksiler, zenginlik, göz rengi, zekâ gibi.

İrademiz dışı geldiğimiz soy ve içine doğduğumuz aile ve toplumla belirlenen bu imkân – risk ve sorularda; bizim irade alanımız içerisinde olan, sadece vereceğimiz cevaplar, verdiğimiz tepkiler! Yani göreceğimiz müfredat ve dersler ve imtihan sorularını biz seçmiyoruz ama vereceğimiz yanıtlar; doğru veya yanlış cevap vermek irade alanımız içerisinde.

Gene başka ama ilgili bir konu: Rabbimiz’in bize irade ve ihtiyar vermesinin en büyük hikmetlerinden biri, bence: O irademizi gene kendi irademizle O’na teslim ve iade etmektir! Burada, O’nun emir – yasaklarına uymaktan daha üst bir aşamayı kastediyorum.

Böyle bir insan anlar ki: O’nun cebir ve emir ve zorlamaları, kendi tercih ve istek ve hürriyetimizden çok daha hayırlı ve faydalıdır! Yoksa iş bize kalsa, ne isteyeceğimizi bile bilemezdik! Hatta başlangıçta, yani Daire–i İlim’de olduğumuz zamanlarda; yaratılmayı bile isteyemezdik! Çünkü ilim dışında vücud giyip, mevcud olmamıştıkki!

Bu âlemde böyle bir soruya faraza cevap verebilsek bile; doğru cevap vereceğimiz şüpheli; çünkü “vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyaya hem de insan olarak gönderilmek ister misin?” sorusuna yanlış bile olsa bir cevap verebilmek için; “haricî vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyanın nasıl bir yer olduğu ve insan olmanın nasıl birşey olduğu ve bütün bunların getirdiği imkân ve risk, zorunluluk ve sorumluluklar” gibi konularda bir bilgi, en azından bir tahmin ve fikrimiz olmalı ki kendimiz için en doğru cevabı verebilelim.

Yeri gelmişken, bu konuyla bağlantılı olarak: Rabbimiz sonsuz bir dünyada sonsuz yaşasak ve her çeşit sonsuz sınavlardan geçsek; hangi cevapları vereceğimizi, hangi davranışlarda bulunacağımızı, hangi sınavlardan geçer veya kalır not alacağımızı; yani olasılık ve ihtimâlleri “olmuş kesinliğinde” biliyor, bu bilgi ilminde saklı. Emin değilim ama, belki Rabbimiz bize, bu dünya ve ahirette; bizim sonsuzda olan bu “Potansiyel Davranış Motifi” ve “Amel Terkibimiz”e, Sonsuz’da oluşan bu “Girişim Deseni”mize göre muâmele ediyor ve edecek ve buna göre Cennet veya Cehennem ve derecelerine yerleştirilecek olabiliriz!

Yani Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, “Sonsuz Ayhan Davranışları”nın terkip ve karşılık ve sonucu olarak, ahirette ve dünyada en münasip karşılıkları alıyor ve alacak olabiliriz! Dünyada başımıza gelenler ve kabir ve ahirette alacağımız ceza ve mükâfatlar, sadece bu dünyadaki 50 – 60 senede yaptığımız sınırlı davranışların karşılık ve sonucu olmayabilir. Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, Sonsuz Ayhanlar’ın, Sonsuz Adl–i İlâhî’de yaptığı etki veya sonuca göre; bize dünyada ve ahirette karşılık verilip, muâmele ediliyor / edilecek olabilir. Hem belki, öbür âlemde ebedî yaşayacak olmamızın ve alacağımız ceza ve mükâfatın da ebedî olmasının bir sırrı hikmeti de belki budur!

Zaten zaman ve mekândan münezzeh, ezelî ve ebedî olan Rabbimiz’in mahlûkatına nazar ve muâmelesi; bizim “dünya”da ve “şimdiki zaman–mekân”la sınırlı ve sonlu mevcudiyet ve davranışımıza bakarak olması mümkün değil! Biz bile geçmişten beri tanıdıklarımıza o geçmişte yaşadıklarımızı hafızada tutarak davranıyoruz; o tanıdığımıza davranış ve tutum ve hislerimizi, şu ândaki sohbetimizdeki davranışlarıyla belirlemiyoruz yani.

Bu ihtimâlin doğru olması tahminimiz eğer doğruysa; buradan “Kader ve Kaza, Hayır ve Şer” gibi konulara bir açılım çıkabilir. Hatta “Kötülük / Teodise (Şer) Problemi”ne de belki bir çözüm ve açıklama çıkabilir. Mes’elâ ma’sum bir bebeğin gördüğü fecî zulüm; o bebeğin (eğer ölmeyip) Sonsuz Yaşasaydı ve Sonsuz Çeşitte İmtihanlar’dan geçseydi çıkan sonuca göre; Rabbimiz’in Adalet ve Hikmet ve Rahmetiyle o bebeğe “şimdi”de uygun gördüğü en hayırlı “karşılık” veya “ceza” ve belki o bebek ölmeyip, yaşasaydı; küfre girip, Cehennem’e gitmesine engel olan bir “mükâfat” bile olabilir!

Kameramızla dünyanın şimdisi’nde yakın çekimde yaptığımız bir filmde; bir adamın koşarak olanca gücüyle başka bir adamı itip, önündeki çukura attığını gördüğümüz sahnede, zulüm ve şer olarak algıladığımız bu olay; kameranın açısını genişletip, sahnenin devamını izlediğimizde; o kişinin o kişiyi olanca gücüyle çukura itmekle, halbuki o insanı yukarıdan aşağıya düşen bir piyanodan veya çarpmakta olan bir otomobilden kurtarmaya çalıştığını göreceğiz. Elhasıl sonsuzda nasıl bir iz bıraktığımızı bilmiyoruz.

Burada anlattıklarımıza hem bir delil ve hem de bir örnek olarak; “Hızır Âleyhisselâm’ın ma’sum bebeği öldürme hâdisesi”ni verebiliriz. Bu hâdise; “gelecekte olacak bir hâdisenin, geçmişe etki ederek, olmasının önüne geçilmesi” olarakta okunabilir veya “Rabbimiz’in ilminde bulunup ama dünyada bilfiil gerçekleşmemiş bir davranışın, karşılığının verilmesi” olarakta okunabilir… (Doğrusunu Rabbimiz bilir.)

“İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın üçüncü ve son kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu / 29.Ocak.2016

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-1

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Birkaç hafta sürecek bu çalışmamızda Bilim’in en temel yöntem ve ayırtedici tanım ve ta’rifini ifade eden “Bilimsel(lik) İnancı”nın yapısını anlatmaya çalışacağız. Böylelikle “akıl mı – inanç ve iman mı, bilim mi – din mi, bilgi mi – inanç mı öncelikli ve asıl?” gibi soruların da yanlış ve eksiklik ve mantıksızlığı görülebilir. Başka vesilelerle önceki haftalarda dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; bu sebepten önce bu yanlış soruları düzeltmek gerekiyor.

 

Konuya bu açıdan bakarsak, öncelikli olarak sorulması gereken doğru soru şu: “Bizi Bilim mi geri bıraktı!?, Zihinsel olarak (hatta alet ve teknoloji olarak) Cahiliyet Asrına gerileyişimizin ana sebebi: Pranga gibi zihnimize vurulan Bilim’in; seküler (yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) Bilimsel Yöntemi ve Bilimsellik Felsefesi mi!?”

 

Bu sorunun kısa cevabı: Evet. Uzun cevabı aşağıda.

 

Önceki haftalarda bilgi” (ilim – veri – data – info – information – knowledge) ve bilim”in (science) aynı şeyler olmadığını; dolayısıyle birbirine karıştırılan bu iki kavramın ayrılması, sanki eşanlamlılarmış gibi birbirleri yerine kullanılmaması gerektiğinden bahsetmiştik.

 

Konunun devamında; objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel, inanç ve değer’den bağımsız; yani nötr “bilgi (ilim)” ve nötr “bilim (science)” olamayacağını; bunun en başta mantık ve dil açısından mümkün olmadığını belirtmiş ve birşeyi gözler ve gözlem sonuçlarımızı ifade ederken ya “Rabbi var(mış) ve fâili O(ymuş)” veya “yok(muş)” gibi Araştırma Yöntemi ve İfade Biçimi seçebileceğimizi; bunun ortası veya dışarıdan bakılacak eşit mes’âfeli başka bir orta ve dış noktası yok demiştik.

 

Bir bilgi’nin Bilimsel Yöntemle elde edilip; yani “bilimsel olup olmaması” ayrı şey, “doğru olup olmaması” ayrı şeydir; çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece, kâinattaki mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir “Bilim.”

 

Bilimsel(lik) Felsefe ve Yöntem ve Kriterlerine göre çalışan Bilim; evreni araştırma ve içindeki bilgi’yi keşfetmenin sığ ve dar, eksik ve yanlış bir türü olabilir ancak. Yani evrendeki mevcut “bilgi”nin, “bilimsellik prizma ve filtresi”nden geçmiş hâline “bilim” diyoruz biz.

 

Halbuki çoğumuz, varlık ve mahlûkatın vücud ve mevcudiyetinden bile çok daha önceye dayanan (daha doğrusu ezelî ve ebedî olan) “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)” ile 1800’lü yıllarda sistemleşip, yöntem ve tanımları şekillenmeye başlayan “bilim (science)”ın aynı şeyler olduğunu; birbirinin müteradifi olduğunu zannediyoruz!

 

Mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir; fakat “bilim” değildir. Bu gözlem / ölçüm / ham data / veri; “Bilim”in “Bilimsellik” filtresinden geçip, diğer verilerle harmanlanıp, işlenerek “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşüyor.

 

Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri’ne göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş “filtreli bilgi”ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, ateizm ve materyalizm’e kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz! Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim”; evrendeki bilgi’nin dar ve eksik, yanlış ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

 

Bu açıdan “Bilimsellik” denilen şey; “ateizm ve materyalizm’e meşruiyet ve onay oluşturma; bu inancın delil – ispatını keşfedip, üretmeye çalışma ve bu inanç ve önvarsayım doğru ve gözlenebiliyormuş gibi” yayın ve ifadelerde bulunmanın aldatıcı ve gizli bir yöntemi olmaktadır! Bu tanımıyla “bilimsellik”; kâinat ve içindeki eşya ve biz insanların, Rabbimizle aramızdaki bağlantı ve münasebetleri, zihin ve hayâl ve vehimde karartıp, örtme veya kopartıp, kesmenin adı olmaktadır!

 

Elhasıl evrenin gözlem, deney ve ölçümü sonucu elde edilen ham veri / bilgi / data, Bilim’in ateist ve materyalist, natüralist ve determinist Bilimsel(lik) Filtreleri’nden geçerek “bilim (science)”e dönüşür. Bu filtreleme ve istihâle neticesinde; eksik ve yanlış ve sahte bir kâinat kurgu ve anlayışı zihne ilka ve inşa edilir. Bu sahte ve sanal kurgu; kâinattaki varlık ve hâdiselere Rabbi’nden bağımsız ve ilgisiz ve kopukmuş; yani “yok(muş!)” gibi bakmaya ve öyle algılama ve anlamlandırmaya zihni yönlendirir ve programlar! Zihnimize yüklenen bu Program neticesinde; çevremizden duyularımıza gelen bilgi / veri / info (data – information – knowledge) ve gözlemlerimiz, güya tarafsız ve olgusal, güya objektif ve nötr “bilimsel” ifadelere dönüşür!

 

Burada sorun; Bilimsel Bilim’in bir yöntem olarak kullandığı gözlem – ölçme / deney ve bunlardan elde ettiği ham veri / data / bilgi’lerde (knowledge) değil. Sorun: Bilim’in bu bilgi parçalarını birleştirip, işlerken, Bilimsel İfadelerini, kendi ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefesinin, inanç / değer / tarafının rengine boyamasında!

 

Yani gözlem ve ölçüm, isimlendirme ve ifadelerini “Rabbimiz yok(muş), varsa bile kâinattaki varlık ve işleyişine karışmıyor(muş)!” gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen “bilim (science)” ile “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)”ı ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli.

 

Bilgi ve Bilim’in eşanlamlı zannedilmesi örneğinde olduğu gibi, düştüğümüz başka bir zihinsel tuzakta; “bilgi ve inanç”, “epistemoloji ve ontoloji”, “maddî ve manevî”, “fizik ve metafizik” gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmaların da, yapay ve aldatıcı ve zihni çeldirici olduğunu unutmamız oluyor.

 

Önceki haftalarda “Bilgi ve İnanç arasındaki İlişki / Etkileşim: Bilgi ve İnanç arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” isimli Yazımızda; “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrımın da yapay ve aldatıcı olduğunu söylemiştik.

 

Doğruluk ve kesinliğinden emin olduğumuz ve aksinden şüphe duymadığımız haber ve veriye “bilgi” isim ve etiketi veriyoruz. Yani işitip – okuyarak öğrendiğimiz herhangi bir veri / haber’i, önvarsayım olarak, bir şekilde doğru ve kesin olduğuna inanmaya meyilliyiz ve inanıyoruz. Bu önvarsayımın sonucu olarak; öğrendiğimiz veri / data’ya, (aksine bir ihtimâl ve delil yoksa) hemen “bilgi / doğru bilgi” etiket  ve değer’i atıyoruz.

 

Mes’elâ “suyun 100 oC’de kaynadığınaklî haber / verisi’nin, “bilgi / doğru bilgi ve ölçüm” olduğuna şüphesiz inanıyor; bu inancımız sebebiyle bu “haber / bilgi”nin kesinlik ve doğruluğunu bizzat test etmeye; yani aynelyakîn görme ve şahid olmaya ihtiyaç duymuyoruz.

 

Bu örnekteki gibi; “doğruluğunu araştırmadan doğruluğundan emin olduğumuz” okuduğumuz veya işittiğimiz her naklî bilgi / haber’de, aslında “görmeden doğruluğuna inanılan” ve “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Bununla birlikte; “delil – ispat süreciyle doğruluğundan emin olduğumuz” her naklî bilgi / haber’de de, “görmeden doğruluğuna inanılan” veya “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Yani sadece bizzat tanığı olup, görüp – algıladığımız ve ölçtüğümüz şeylerin “delil – ispat”a ihtiyacı yoktur. Yani “Big Bang’in olduğu” duyumu veya “suyun 100 derecede kaynadığı” haberi ile bizim bizzat algılayıp, şahid olduğumuz “2 kulağımız olduğu” gözlemi arasında, inanç ve bilgi ve derece farkı vardır. Çünkü 2 kulağımız olduğu hakkında delil – ispat gerekmiyor, çünkü olayın bizzat tanığı, hatta yaşayanıyız! Fakat bizim yaşamadığımız geçmiş zamanlarda “Big Bang”in olduğu konusunda; eğer bilimadamıysak “ışığın kızıla kayması, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delillerden bu sonuca ulaşıyoruz.

 

Eğer bilimadamı değilsek; bilim kitaplarında okudumuz haberlerden, uzmanların “biz bu bilimsel gözlem – deney – ölçümleri yaptık, evrenin Big Bang’le başladığını bulduk” sözlerini delil kabul edip, gerçekten bu bilimsel deney – gözlemlerin yapıldığı ve Big Bang sonucuna ulaşıldığına inanıyoruz. Nitekim aynı gözlem – deneyleri biz de yaparsak, bizim de aynı sonuca ulaşacağımıza inanıyor ve bundan eminiz.

 

Yani “Big Bang, suyun kaynama derecesi” gibi haberlerin “doğru” ve “bilimsel bilgi” olduğuna, aksine bir ihtimâl yoksa, delil aramamayı, uzmanlara güven temeline dayalı, onlara delilsiz (taklîden) inanmayı tercih ediyoruz.

 

Buradan “bilmek” ile “inanmak” arasındaki tanım ve ayrımın yapay ve aldatıcı ve flû olduğu sonucu çıkıyor. Demek bazı naklî (işiterek, okuyarak) öğrendiğimiz “haber(ler)”in doğru olduğuna inanıyor ve bundan eminsek bu haber’e “bilgi / doğru bilgi” ismini veriyoruz; yanlış olduğuna inanıyorsak “yalan / yanlış bilgi” ismi veriyoruz. Yani “bilgi” atomunu mikroskopla büyüttüğümüzde; “veri, haber, yorum ve zan, vehim, şüphe, inanç, kesinlik derecesi” gibi altparçalardan müteşekkil olduğu görülüyor.

 

Buradan “delil ve ispat, bilgi ve inanç” arasındaki bağlantı ve etkileşimlerinden gelmek istediğimiz nokta: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir.

 

Biz ise o bilimadamının (veya insanının) o yaptığını söylediği ve şöyle şöyle sonuçlar aldığını belirttiği o delil – ispat sürecini ve sonucunu bile görmeden inanıyoruz “bu haberin doğruluğuna” ve “doğru bilgi olduğuna bu haberin!”

 

Yani bu Bilimsel Bilgilerin doğruluk ve kesinliğine görmeden, bizzat gözlemlemeden inanıyoruz. Bilimadamıysak elde ettiğimiz gözlem – delil – deney – ispatlarla; bilimadamı değilsek bu bilimadamının yaptığını söylediği, “bu gözlem – deney – ölçümleri ve delil – ispatları yaptık; sonuç olarak şunu gözledik, bunu bulduk ve ispat ettik” gibi sözlerine inanmamızla “haberdar oluyoruz bu bilgi’den” veya “doğru, kanıtlanmış bilgi olduğuna inanıyoruz bu haberin.

 

Elhasıl görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. Daha doğrusu “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup; dışarıda bu kavram ve isimlendirmelere birebir karşılık gelen ve örtüşen bir nesne veya süreç yoktur. Bu, insan zihin ve algısını bozan ve zihnindeki bilgi’yi de manipüle edip, bozan sahte bir ayrım, bir yanılsamadır. Tıpkı “evsahibi – kiracı” ayrım / isimlendirmesinin; evin sahibinin de aslında kalıcı olmayıp “kiracı” olduğunu şuurumuzdan saklayıp, hatırlatmaması gibi…

 

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan sonuçlardan birincisi: “Bilgi” ve “inanç” arasında mahiyet farkı yoktur; sadece derece farkı vardır; eminlik ve kesinlik derecesi. Ve birşeyin “bilgi / doğru bilgi / haber” olup olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verip, inanma ve emin olmamız gibi; bir “inanç”ın da bilgi / doğru bilgi / haber olup – olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verir ve inanırız. Bu bilgi ve haberin doğruluğundan emin oluruz. Yani doğru veya yanlış her bilgi “inançsız”; doğru veya yanlış her inançta “bilgisiz” olmaz; bilgisiz inanç, inançsız bilgi ol(a)maz.

 

Bu açıdan “bilgi / bilmek” dediğimiz şey, “inanç / inanmak”ın bir alt kümesi olup; “inanç”ın alt parçasını oluşturmaktadır. Neye “doğru ve / veya yanlış bilgi” diyeceğimize, önceki mevcut inançlarımızla karar veriyoruz. Neye inandığımız, neye “bilgi / doğru veya yanlış bilgi” diyeceğimizi belirliyor.

 

Bu açıdan; “Ay’a çıkıldığı haberi” ile “Mi’rac’a çıkıldığı haberi” arasında veya kitaplardan okuduğumuz “hidrojen’deki elektron – proton sayıları haberi” ile gene başka bir Kitap’tan okuduğumuz “7 semânın olduğu haberi” veya “tanımadığımız, hatta diplomasını bile sorgulamadığımız ve görmediğimiz doktorlara ameliyatta bedenimizi emanet etmemiz ve verdiği reçete ve ilâçları gönül rahatlığıyla kullanmamız” ile “Peygamber’e güven” arasında kategorik veya yapısal bir fark olup olmadığı sorulabilir. Direkt veya indirekt yollarla bile deney – gözlem – ölçüm yapılamayan, belki ancak matematikî yöntem veya teorik model / modellemelerle olduğu varsayılan “Paralel Evrenler, Sicim Teorisi, Atomaltı Parçacıklar” gibi Bilim’in bir nev’i metafiziği diyebileceğimiz haberleri ile “Cin, Melek, Arş” gibi haberlerin de zihnimizde karşılıkları sorgulanmalı…

 

Sonuçlardan ikincisi: Yani öyle zannedildiği gibi; “inanç”, “bilgi”den ileriye, bilginin ulaşamadığı ve dolduramadığı alanların boşluğundan karşıya bir atlayış ve sıçrayış değil; “bilgi”nin bizi getirip tam önüne bıraktığı bir kapı ve yol ayrımıdır. Yani “bilgi” ile “inanç” arasında; aklın ayaklarını yerden kesip, sıçramasını gerektirecek bir boşluk yoktur.

 

Bununla birlikte; Hür İrademiz’in inanıp – inanmama serbestiyetini kaybetmemesi ve hiçbir zorlama ve mecburiyet altında kalmadan tercihte bulunmasını sağlamak için; yani Hür İrademiz’in kendi seçim ve tercihiyle adım atabilmesi için “bilgi” ile “inanç” arasında bir adım atma boşluğu, adım atma mes’âfesi bırakıldığı konular da vardır.

 

İrademize inanıp – inanmama konusunda adım atma ortamı sağlayan bu boşluklar sayesinde; bazı konularda inanıp – inanmama yönüne bir adım atması ve tercih yapabilmesi mümkün olabiliyor irademizin.

 

Konuyla bağlantılı olarak; doğru olan bir mes’elede irade ve ihtiyarımızın inanmama yönünde tercihte bulunabilmesi için o konuda cehalet veya yanlış bilgimiz olması yeterlidir. Yani o konuya inanmamak için, o mes’ele hakkında hiçbir şey duymamış olmak yeter. Veya duysak bile; hakkındaki delili bilmemek veya anlamamaktan veya % 0,1 bile ihtimâl olmayan (yani vehmî ve zannî ve hayalî) ihtimâllere ihtimâl verebilme evham ve zülûmatı gibi sebepler ve hissî nedenlerden gene de inanmamayı seçmiş olabiliriz.

 

Yani doğru bir mes’eleye inanmak için hakkında bir duyum ve haber ve yanlış bile olsa bir delil vardır. Ama inanmamak ve kabul etmemek, hatta red ve inkâr etmek için; konu hakkında herhangi bir haber ulaşmamış olmak veya ulaşsa bile doğruluğuna bir delil ulaşmamak veya o delil(ler)i bilmemek veya anlamamak yeterlidir…

 

Bilgi / bilmek ile inanç / inanmak ve objektif bilgi ile subjektif inanç gibi ayrım ve kavramsallaştırmalar yapay ve aldatıcıdır diyorduk. Bilimsel Bilim’in “deneyselleme, tekrarlama” ve “ölçme” dediği Ampirik Bilimsel Yöntem; mes’elâ “Big Bang” ve “Yerçekimi / kütleçekimi” için mümkün değil. “Kızıla Kayma, Kozmik Fon Işıması” gibi delil ve gözlemlerle; zamanın bile olmadığı bir geçmişte olduğu söylenen “Big Bang”in, aynı şartlarda bugün deneysellenip, tekrarlanması mümkün değildir veya zamanda yolculuk yapıp geçmişteki o olayı aynelyakîn gözlemekte mümkün değildir. Yani bu örnekteki gibi, Bilimsel Bilim’in çoğu şeyi nazarî ve teoriktir, şuhudî değil gaybîdir.

 

Yani Bilim’in delil – ispat süreciyle yaptığı keşif ve gözlem, ölçüm ve izahları; nazarî ve teorik olup; bütün bu tasvir ve açıklamaları “görmeden inanma” ve “görmeden bilmeye” denk gelir. Direkt gözlem yapamadığı atomaltı parçalar, hatta atom vs. hep böyle direkt gözlem ve incelemenin yapılamayıp; indirekt yollarla varlık ve özellik ve etkileri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Yani Bilim’in % 1’i doğrudan gözlem ve ölçme; kalan % 99’u dolaylı ve indirekt gözlem ve yorum, teori ve modellemedir! Başka bir açıdan; Bilim’in %1’i gözlem ve ölçüm, %99’u yorumlama ve modelleme, isimlendirme ve sınıflandırmadır.

 

Örneğin: “Evrendeki kütlelerin birbirine doğru çekildiği” gözlemini nedensellemek ve nasıllayıp, açıklamak için; “yerçekimi / kütleçekimi” diye bir “kuvvet”in olması gerektiği sonucuna varan Bilim için; eğer böyle bir “kuvvet” varsa (ki mes’elâ Einstein’ın Relâtivite Teorisi’ne göre; kütlelerin birbirine çekilmesinin nedeni “çekim kuvveti” değil, uzay – zaman’ın bükülme ve çökmesidir), ne direkt ve ne de dolaylı yoldan gözlenememekte ve görülmemektedir!

 

Bilgi / bilmek” ile “inanç / inanmak” arasındaki ilişki ve etkileşim ve aralarındaki ayrımın yapay ve aldatıcı olduğu konusundan bahsederken; maddî ve fiziksel duyularımızla müşahede edilemeyen ve algılanamayan anlamında (şuhud’un zıttı) “gayb/p” konusuna girmemek olmaz.

 

Bedî’üzzaman Hazretleri’nin (R.Â.) “gayb” tanım ve ta’rifine göre; “şimdiki ân / mekân” (yani “bu ân / bu yer”) haricinde olan tüm “geçmiş ve gelecek zaman ve yerler” (duyu ve algı, görüş ve şuhud alanımızın dışında olduğundan) “gaybî” olup, “gayb”a dahildir. Buradaki “gayb” tanım ve ta’rifinde; gayb’ın epistemolojik veya ontolojik nedenlerle mutlak veya izafî olup olmamasının herhangi bir farkı yoktur.

 

Elhasıl “Big Bang” gibi geçmişten bahseden “fizik, astronomi” veya eski zamanlardan bahseden “tarih” ve diğer “sosyoloji, psikoloji” vs. disiplinler; hatta “suyun 100’de kaynaması deney – gözlem – ölçümünün sonucunun tümevarımla genelleştirilmesi” gibi; Bilim’in tüm dene(ye)meyip – gözle(ye)mediği tüm zaman – yer ve nesneler hakkındaki bilgi ve haber ve yorumlarıgörmeden inanma ve kabul etme ve bundan emin olmaya”, yani “gayb”a tekabül eder.

 

Yani “tümevarımsal” olarak genelleştirmeler yaptığı tüm deney – gözlem – ölçümler (hatta mantık kuralı olarak “tümevarım”ın kendisi bile) görmeden / gözlem yapmadan “gayba inanç / inanmaya” denk gelir! Çünkü deney – gözlem sayı ve çeşitlerinin arttırılarak hep aynı sonucun bulunması, gelecekteki gözlem – ölçümlerimizde de aynı sonucu bulacağımızı garanti etmez. Yani “tümevarım” denilen genelleştirme mantığı, “doğrulamalar”la ispat edilemez; sadece doğruluğunun delilleri arttırılabilir ve bu da o deney / konu hakkında yakîn ve zannımızı arttırmaya yarar. Olay gene gayb kapsamındadır yani. (“Delil” ve “ispat” arasındaki ayrımı önceki haftalarda yazmıştık.)

 

Zaten suyla yapılan 1000 deneyden çıkan olgusal ve nesnel somut sonuç: “Yapılmış o 1000 deneyde, o suyun 100 derecede kaynadığını tespit ve gözlem ve ölçümü” iken; “aynı şartlarda yapılacak 1001 veya 10000. deneylerde de o suyun ve başka suların gene 100 derecede kaynamaya başladığını görürüz / göreceğiz” gibi; gelecek hakkında yaptığımız tüm öngörü ve tümevarım ve genellemeler nazarî ve teorik ve aklî bir sonuçtur, yani “inançtır!” Gelmemiş gelecek hakkında yaptığımız bu öngörü ve tahmin, vardığımız bu aklî sonuç ve evrenselleştirmeler “görmeden inanma” ve “görmeden bilme” kapsamındadır. Yani “suların gelecekte yapacağımız deneylerde de 100’de kaynadığını göreceğimiz düşüncesi”; ampirik (deneysel) bir bilgi ve gözlem değil; “geçmiş ve şimdi”de yapılmış deney – gözlem ve ölçümlerden, “gelecekte (yani yapılmamış)” deney – gözlemlere aklın bir sıçramasıdır!

 

Bilim Kitaplarında geçen; “o Bilimsel deney, gözlem ve ölçümün yapılıp, hep aynı sonuçların alındığı” haber / bilgi / verisi; o deney – gözlemi şahsen biz de yapmadığımız veya yapılırken şahid olup, görmediğimiz sürece; o kitaplarda geçen ve “bilimsel” ve “doğru” olduğu söylenen haber / bilgiler; biz okuyucular için (o deney – ölçüm ve haber’in doğru veya yanlış olmasından bağımsız olarak;) “taklidî ve naklî bilgi ve haber ve bunun doğruluğuna duyulan inanç ve güven” olmaya devam edecektir.

 

O kitapların yazdığı ve bizim deney yapmadan okuyup – işiterek öğrendiğimiz ve doğru olduğuna inandığımız için, doğruluğundan şüphe ederek aynı deney – gözlemi bizim de yapmaya çalışmamızın saçmalık olduğunu düşündüğümüz o naklî bilgi ve haberler; (onların doğruluk – yanlışlığından bağımsız olarak) bizim için “gayb’a iman / inanç” kapsam ve kategorisindedir. Yani o deney – gözlem – ölçümleri şahsen biz yaparak, doğrulamadığımız veya yapılırken gözlemci ve şahid olmadığımız sürece; o “bilimsel ve doğru bilgi olduğu” söylenen o gözlem ve ölçüm, sonuç ve keşifler, biz okuyucular için “gaybî” ve “metafizik”tir!…

 

Bu açıdan “bilgi” ve “inanç” arasında zıtlık ve uzaklık yok; içiçe geçmiş çift yönlü bir etkileşim ve besleme var. Yani bildiğimiz her bilgiye eşlik eden; bu bilginin doğruluğundan “eminlik” ve “eminlik derecemiz” var. Hatta “inanç”; neye “bilgi” ismi vermeyeceğimizi bile belirleyen bir etki ve öneme sahip bilgi üzerinde! Yani “inanç”, “bilgi ve haber”in doğru veya yanlış olduğunu belirleyen bir değer; hatta gelen malûmatın “bilgi” olup olmadığını tanımlayan, etiketleyen ve sıfatlayan asıl temel olarak; neyin bilgi olup olmadığına karar verdiğimiz bir “ana değer, algoritma ve kod”dur. Bu açıdan; “bilgi’den önce gelir ve bilgi’nin nedenidir ‘inanç” diyebiliriz.

 

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın ikinci kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

Eşyayı Gösteren Rabbimiz’in Varlığı, O Eşyadan Daha Zahir ve Kesin

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilimsel Bilim’in doğruluk veya yanlışlığı delil – ispatlandırılamaz en temel inancı veya inançla bağlı olduğu en temel önvarsayım ve kabullerinden biri: “Zihnimiz dışında bir eşya; varlık ve evren olduğu” inancıdır! Daha açık ifadeyle: “Zihin ve duyularımız haricinde eşyanın var olduğu ve bu eşyanın da, duyularımızın gösterdiği (algıladığımız) şekil ve özelliklerde olduğu” inancıdır!

Aslında sadece Bilim’in değil; tüm insanların ortak inancıdır bu! Duyularımızın dışında; ki buna aslında “duyularımızı” da katabiliriz; o zaman doğru ifade şöyle olur: “Zihin ve algılarımızın dışında; duyularımızla algıladığımız gibi maddî bir evren olduğu” inancı; tüm “biliyorum” deyip, bildiklerimiz ve emin olduklarımızın üzerine temellendiği en temel inançtır. Doğru olduğu önvarsayılan ve buna inanılan; fakat doğru – yanlışlığı ispatlanamaz bir aksiyom, bir postulattır bu.

Bizdeki hemen hemen tüm kesinlik ve eminlik ve bilme hisleri, en temelde bu inanç ve önkabüle yaslanır. Demek daha başlangıçta; dil ve mantık kurallarını oluştururken, yaptığımız “bilgi / bilmek” ve “inanç / inanmak” arasındaki ayrım yapay ve aldatıcı! Bununla bağlantılı olarak; “fizik – metafizik” ayrımının da yapay ve aldatıcı olduğu anlaşılabilir.

Dünyaya gelirken içine doğdumuz, bize hazır verili bu dünyanın; gerçekten zihin ve algılarımız dışında da olduğuna inanmamamız için bir sebep ve haklı bir kuşku ve gerekçe yoksa; bu dünyanın var olduğuna inanmayı seçeriz. Zaten fıtraten, default / önvarsayım olarak; bize gelen ve duyularımıza yansıyan herhangi bir bilgi ve haberin doğru olmadığına aksi bir delil yoksa; bunu o şeyin doğruluğuna yeterli bir delil ve karine ve haklı bir gerekçe sayarız.

Belki de bu sebepten; rü’yalarımızda rü’yada olduğumuzu farketmiyoruz; yani içine doğduğumuz gerçekliğin gerçekliğinden (daha doğrusu “gerçeklik sınıf ve derecesi”nden) şüphe duymayıp, bunu sorgulamadığımızdan!

Eşyaya dokunduğumuzda bizde oluşan o dokunma hissi, gerçekten o dokunduğumuzu zannettiğimiz eşyadan mı kaynaklanıyor!? Yoksa rü’yalarımızda olduğu gibi; bizim fizikî bedenimiz de dahil olmak üzere; dışarıda görüp – dokunduğumuzu zannettiğimiz o maddî sandalye ve bizde oluşan o hisler; dışsal karşılıkları (dışarıda hiçbir nesnel karşılıkları) olmayan salt algılardan ibaret olabilir mi!?

Peki bizdeki o algı ve hislerin, dışarıdaki o eşyanın birebir yansıması olduğunu nasıl anlayabiliriz? Örneğin: Dünya “kürevî / geoid” olduğu için mi kürevî algılıyoruz; yoksa bizim göz – zihin yapımız ve bizde kayıtlı veritabanı dünyayı ancak bu şekilde algılamaya elverişli olduğu için; yani bize gelen veriyi kendi algı / anlam kodlarımıza encode ettiğimiz için mi “dünya kürevîdir” diyoruz!? Diğer deyişle: Dünya “yuvarlak olduğu için mi” onu yuvarlak algılıyoruz; yoksa “yuvarlak algıladığımız için mi” dünyayı yuvarlak zannediyor / görüyoruz!?

Yani “dünya” pekalâ 11 – 12 boyut ve şekilli olup; bizde bu boyut / kodlar tanımlı olmadığı ve göz (ve zihin) yapımız da buna uygun olmadığı için, yani bizim aynamız çok boyutlu olmadığı için; zihnimize sadece dünyanın 3 – 4 boyutlu resmini çekebiliyorsak, bizdeki bu resim / algıya göre dünyayı kürevî görüyor olabiliriz! Bunun gibi; baktığımız herşeyi kendi kodlarımıza indirgeyerek, bozup eksilterek (yani görüp – işittiğimizi değiştirerek) algılıyor olabiliriz! Tıpkı en – boy olarak 2 boyutlu bir dünyada yaşayan ve “yükseklik” kavramını bilmeyen, “hacim”i tasavvur ve tahayyül bile edemeyen resim insanların, dünyalarına temas eden 3 boyutlu bir kürenin ancak dairesel izdüşümünü görüp, algılamaları gibi…

Yukarıda; “dünyaya gelirken içine doğdumuz, bize hazır verili bu dünyanın; gerçekten zihin ve algılarımız dışında da olduğuna inanmamamız için bir neden ve haklı bir gerekçe (yani ma’kûl bir şüphe) yoksa; bu dünyanın var olduğuna inanmayı seçeriz” demiştik.

Kendi fiziksel vücudumuz ve yaşadığımız bu hayat ve içinde bulunduğumuz bu maddî ve somut evrenin, gerçekten maddî ve fiziksel ve somut olduğuna inanmamız ve düşünmemiz ve bundan şüphe duymamamızda bir problem yok. Yani bunun doğruluk ve kesinliğine inanmayı tercih etmemiz gayet ma’kûl ve mantıklı, normâl ve olması gereken insan davranışı. Yoksa durup dururken agnostizm ve septizme kaymaya, çeşitli evhamlarla kendimizi zehirlemeye gerek yok!

Hakkında en küçük bir delil ve emare olmayan ihtimâllerle ve olması mümkün olup – olmadığı bile belli olmayan mümkün – gayrimümkün evren, farazîye ve hayâllerle, şüphe ve evham okyanuslarında kulaç atmaya gerek yok; buna ihtiyaç ve zaruret olmadığı gibi, pratik faydası da yok.

Yoksa “mümkün ki şu ân annem ölmüş olabilir, şu ân deprem olabilir, Van Gölü şu ânda yerin dibine geçmiş olabilir, Karadeniz tuz yerine şeker gibi tatlı suya dönüşmüş olabilir” gibilerinden zatî ve vehmî ve kentrilyarlarca ihtimâllere göre hayatımızı yönlendireceksek; örneğin: “şu ânda deprem olabilir ihtimâliyle” hiçbir zaman hiçbir evde oturmamamız ve oturursakta devamlı deprem korkusuyla tir tir titremememiz veya “annemin şu ânda” ölmüş olma ihtimâli var diye devamlı depresyon altında ve evhamlar içerisinde yaşamamız (daha doğrusu yaşamaya çalışmamız) gerekir!

İçinde yaşadığımız vücut ve evrenin; sadece “zihin ve duyusal algı” olarak değil; ayrıca dışımızda, haricî mevcudiyet ve gerçekliğine inanmayı tercih etmemiz ve bundan şüphe duymamamız gayet ma’kûl ve mantıklı, burada problem yok demiştik. Problem: Bu fikrin doğruluk veya yanlışlığını ispatlayamayacağımızı unutmakla başlıyor. Yani problem; bu fikrin “bilgi / kesin bilgi” olmayıp, sadece bir “inanç” ve “önvarsayım” olduğunu unutmamız ve bu varsayımı başlangıçta tercih ederek hayata başladığımızı unutmamızla başlıyor!

Evet aslında ve hakikâtte ve en temelde; zihin ve duyularımız dışında (haricî) ve nesnel ve somut ve maddî bir dünya, eşya ve işleyiş olduğu ve bu dünyayı, duyularımızın bize tıpkı bir ayna gibi aynen yansıttığı düşüncesi bir inançtır! Hem de gerek gözlem ve deney ve gerekse mantıkî olarak doğruluk veya yanlışlığı ispatlanamaz bir inançtır!

İnsanlık olarak durumumuzu kabaca (hatta yaklaşık olarak) şöyle ifade edebiliriz: Bu hâlimizle, 2 pencereli (iki gözümüze işarettir), 2 kollu, 2 ayaklı bir uzay gemisinde doğup, buradan hiç çıkmamış bir astronota benziyoruz! Geminin 2 koluyla etraftan örnekler toplayıp, çevreye dolaylı yoldan temas eden, herşeyi yarısaydam 2 cam arkasından gözleyen bir astronot! Hayatında hiç ışık girmemiş, ses duymamış; karanlık ve sessiz, ıpıssız kafatasının içinden; dış dünyadan bilgi toplamaya çalışan bir “beyin astronot!” Üstelik hiçbir astronot, birbirlerinin aracını ziyaret edipte, yanyana oturup, çay bile içemiyor; herkes kendi uzay gemisinde yalnız! (Hüseyin Rahmi GÖKTAŞ abi, kafatasının içindeki beynin durumunu “lâhit” olarak anlatır, aynı isimli kitabında.)

Elhasıl bu evren ve hayatın bir çeşit “rü’ya” olup – olmadığı ispat edilemez; çünkü getirilecek her delil gene bu hayatın içerisinden (eğer rü’yaysa gene bu rü’ya içerisinden); gene beyin ve zihin ve duyularımız vasıtasıyla elde edilecektir!

Yani eğer her insan doğduğu günden itibaren aslında kabrinden hiç çıkmamış olup; o kabirden kalkıp, haşirde diriltileceği güne kadar kollektif bir rü’yanın içerisindeyse ve ancak öldükten sonra kabrinde uyanıp, asıl âleme uyanacaksa; bu imkân ve ihtimâlin doğruluk veya yanlışlığı, hatta mümkün olup olmadığı bile; epistemolojik veya ontolojik, mantıksal veya ampirik olarak araştırılma ve çözüm yolu kapalı!

Elhasıl “biz mi bir dünya ve hayatın içinde yaşıyoruz; yoksa bu dünya ve hayatı biz mi içimizde yaşatıyoruz?” sorusu güncelliğini muhafaza ediyor. Aynı şekilde; “acaba evren gerçekten rasyonel ve mantıkî kurallara göre mi işliyor; yoksa biz o işleyişi anlamlandırabilmek için kendi mantığımıza mı uyduruyoruz? Hatta ‘bilgi ve öğrenme’ denilen şey; evren gözlemlerimizi kendi mantık ve anlayışımıza uydurma çabası mıdır sadece?” soruları da aynı derecede güncel ve önemli.

Yani “evren ve içindeki eşyanın mantıkî ve rasyonel, normâl kurallara göre işlediğine duyduğumuz güven” de bir “inanç” değil midir acaba? Çünkü bilemiyoruz ki; bu evren rasyonel kurallara göre mi işliyor; yoksa öyle evrensel bir mantık ve kuralları yokta; sadece biz bu işleyişi anlamlandırmak ve algılamak için kendi dil, mantık, anlayış ve rasyonel kalıplarımıza mı uydururuyoruz!?

Hem belki, kollektif bir rü’ya ve bir simülâsyonun içinde olup olmadığımızın da bir önemi yok. Önemi yok, çünkü “Ân’lık var – yok oluşları, ‘hareket’ olarak algılıyoruz” isimli Yazımızda dediğimiz gibi: “1 ân geçmiş ve 1 ân geleceğe gidemediğimiz için, fiziksel olarak sadece bölünemez o ‘şimdiki 1 ân / mekân’da varlık ve mevcudiyetimiz var.” Yani “şimdiki ân”dan 1 ân önce ve sonrası fizikî ve maddî olarak yok! Gelecek ânlar henüz yaratılmadı; yaratılıp “şimdi” olan ânlar da yok edildi / ediliyor!

Yani bilgisayar ekranındaki piksellerin sırayla yanıp sönmesiyle, bizde ekrandaki şekiller hareket ediyor izlenim ve algısı oluşması gibi; gerçek evrenimizde de aynı şekilde olan devamlı ânlık var – yok edilişlerle; kâinatta kesintisiz bir “varlık” ve “hareket” var(mış) algılıyoruz!

Yani “şimdiki ân / mekân”dan geçmişe geçen her ân / mekânımızın; “bir rü’ya, hafızada bir anı–hatıra ve evrende bir kayıttan” başka bir vücudu yok! Evet maddî ve somut varlık ve vücudumuz sadece “şimdiki 1 ân”da!

Sonuç? Bu yazının bir çok sonucu var veya çok yerlere bağlayabiliriz. Sonuç: Bilgi–inanç, epistemoloji–ontoloji, maddî–manevî, bilgi (knowledge)–bilim (science), fizik–metafizik gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmalar, yapay ve aldatıcı. Başka din, felsefe ve anlayışların kavram – ayrımlarıyla düşünmeye devam ederek kendi medeniyetimizi kuramayız. Bize yabancı bu dil ve düşünce aletleriyle kuracağımız medeniyet “bizim” olmaz, zaten “biz” de olmayız; başka birşey oluruz!

Sonuç: Anlam; Allah’tır! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran; hatta “şüphe” ve “inkâr”a bile anlamını veren; onlara mana kazandırıp, ruh üfleyen ve anlamlı hâle getiren Allah’tır!

Faraza eğer varsa (ki buna insan davranış ve tutumlarında çok rastlıyoruz); “absürd / saçmalık” ve “bilin(e)mezlik (agnostizm)” bile O’nunla anlam veya anlamsızlık kazanıyor. Velev zihnî ve soyut bir kavram bile olsalar; varlıkta durmak için O’na muhtaçlar! (C.C.)

Sonuç: İnsanın Rabbi’ne koşup, sığınması için önce O’na muhtaç olduğunu bilmesi gerekiyor. Çünkü susamadan suyu aramayız; bulsakta içmeyiz; içsekte lezzet almayız. Suyun önem ve değeri, bizim suya ihtiyacımızla doğru orantılı. O hâlde uçurumdan düşer gibi bir boşluğa düşmeden; tutunacak bir dalın bizim için bir kıymeti yok. O hâlde bizim uyanmamız ve sür’âtle düştüğümüzü farketmemiz gerekiyor. Belki bazı hayvanlar hissen biliyordur ama sadece insan, öleceğini bilen ve bildiğini bilen (bunun şuurunda olan) tek canlı! (Metin KARABAŞOĞLU abi, kutlanan Doğum günlerindeki tuhaflığa atıf yaparak “her sene yaşımız artmıyor, ömrümüz 1 sene daha eksiliyor!” der.)

Neyseki eşyayı gösteren Rabbimiz’in varlığı, o eşyanın varlık veya yokluğundan çok daha zahir ve kesin! Tabiri caizse; ressam – resim ilişkisi gibi; O kâinatın hem her yerinde ve hem de hiçbir yerinde!

Biz sadece kalemlerin ucu veya mürekkebi veya uzay – zamanımıza temas noktası olan atom noktalarını ve hareketlerini görüyoruz; bir de O’nun kudretinin izdüşüm ve yansıması olan kuvvet ve enerjiyi farkediyoruz. Madde içerisinde cereyan eden bu kuvvet ve enerjinin, madde ve kütleden mi kaynaklandığı; yoksa O’ndan mı geldiği ise ayrı bir inanç. Yoksa “bilgi” mi demeliydim!?

Sonuç: “Fizik–Metafizik” ayrımının yapay ve aldatıcı olduğunu unutmadan; fiziksiz, metafizik olmaz. Yani fiziği bilmeden, metafiziği anlamak mümkün değil. İşi anlayınca zaten bu ayrım, kavram, isimlendirmelerin; hakikâte yaklaşmak için kolaylaştırıcı ve basitleştirici aletler olduğu anlaşılacak. Bu kelime / isimlendirmelerin geçici olup; fonksiyonunun sadece, gerçeğin eksik ve tek yönlü resmini gösteren basit bir benzetme ve temsil, misâl ve işaretler ve realiteye bakmak veya yaklaştırmak için geçici bir dürbün ve menfezler olduğu anlaşılacak.

Ama anahtar “ben(lik) / ene”de. Çünkü “ben’in kim ve ne olduğu”; varlık ve hayat ve kâinatın ne olduğunu ve bunlara karşı bakış ve davranış kodlarımızı belirler! Ve daha önemlisi: Rabbimizle münasebetimizi belirler!

Allahû Teâlâ’yı unutarak, ölümü / öleceğimizi düşünmeden yaptığımız her davranış kusurlu ve yaralı! “Allah yok(muş)” gibi yaşamaya devam edersek, (Allah korusun) öyle de inanmaya başlarız! Parttime müslüman gibi sadece belli zamanlarda belli ritüellerde hatırlamayı alışkanlık hâline getirirsek…

Kimliğimizde din kısmında “İslâm” yazıyor ya; işte bunun anlamı: “Bir müslüman olarak benim yaşam tarzımı İslâm belirliyor” demektir. Çünkü “din”; yaşam tarzı demektir ve İslâm, Rabbimiz’le yapılmış bir akid, bir sözleşme demektir.
Haftaya devam edelim inşâallah.
Ayhan KÜFLÜOĞLU / 07.Aralık.2015

Allahın Varlığını İspat Eden Deliller

Başımızı kaldırıp fen gözlüğü ile feza alemine bakalım! Dünyamızdan 1.300.000 defa daha büyük güneşi bir şeye dayandırmadan, bir şeye bağlamadan hava boşluğunda durduran, ve  güneşe bağlı olan gezegenlerle birlikte her kül burcuna doğru hareket ettiren, O Yüce Kuvvet sahibi olan Allah’tan başka kimin işi olabilir.

Milyarlarca galaksiye milyarlarca yıldızı yükleyen, döndüren, götüren getiren, Yüce Allah’tan başka, bunu kim yapabilir?

Bahsettiğim bütün bu intizamlı vaziyetler, aklını yaradılış istikametinde kullanmak isteyenlere, uyanık olanlara büyük dersler verir. Evet! Bunlar manevi duyguları dumura uğrayanlara ne verebilir ki?!! Bahsettiğim bunlar kalp gözü gürenedir gürene. Köre ne? Çünkü kâinatta mevcut bütün yaratıkların bir yaradılış hikmeti de, insanlara ders vermek için. san’ata bakınca sanatkârı gören içindir, düşünmek içindir, Bütün bu varlıkların sahibini bulmak içindir. Yerinde durmayıp ilerlemek içindir. Allaha itaat lüzumunu hissetmek içindir.

İnsanın asıl vazifesi Allaha sığınıp Ona yalvarmaktan ibarettir.Ya Rab Kudretinle tanzim ettiğin vücudumuzun minimal faaliyetlerini, Ancak Sen takip ediyorsun demeli. Önümüze serdiğin eşsiz sanat eserlerine bakıp gördüğümüz zaman  ibret almak için, Sen bize göz verdin. Mesela: Çiçeği, ağacı, ineği, sineği, ayı, güneşi, ve bunlar gibi daha bir çok mahlukları mucize vari birer sanat olarak  önümüze serdin. Ayeti kerimenle:Allahın yaptığı herhangi eserde, ” Ferciil besare hel tera min futur” (Çevir gözünü bak göre bilecen mi bir çatlak herhangi bir kusur?) (Mülk ayet 3)  bu ayetle Allah bize bakmamızı ve ibret almamızı emreder. Çünkü: sarı samandan yeşil ottan beyaz sütü yapan inek, Profesör yapamaz. Tavuğun yaptığı yumurtayı insan yapamaz, O tavuk kimya mı tahsil etti ki, o güzelim kabuğuyla “pişirirsen aş olur pişirmezsen kuş olur” yumurtanın içi teçhiz edilen harika elementlerle o güzelim yumurtaya kabuğunu   ambalaj yapmasını Allah tavuğa öğretmiş. Yarım kilo bal için 38.000 k.m yol aldıran arıya: Bir taraftan zehir taşıttırıp, diğer taraftan Bal gibi balı yaptıran Allahtan başka kim olabilir.

Ya Rab! “Bize hakkı hak olarak göster ki ona bağlanalım. Batılı batıl olarak göster ki ondan nefret edip kaçma ihtiyacını hissedelim.” Ta insana layık işleri yapmaya çaba gösterelim. İmanımızı göçleştirmek için sebepleri arayıp bulmayı, şartlarına uymayı, kolaylaştır ki, helak olmayalım.

Elinde Kur’an-ı Kerim gibi eşsiz bir kitapla, alemlere rahmet olarak gönderdiğin  Peygamberimiz a.s.m. ın buyurduklarına hiç şüphe etmeden boyun eğip uyalım. Uymaya ihtiyaç duyalım.

Bu nankör insan! Ancak bir sebep olan annesini babasını çok sever. Mahalle muhtarını tanır. Belediye başkanını tanır. Patronunun ismi sorulduğu zaman hiç düşünmeden cevap verir. Başbakanın ismini sorsan, bakanların isimleriyle söyler de. Kendini yoktan var eden Allahın varlığına inanmazsa, Onun sıfatlarını bilmezse, böyle kudreti sonsuz olan bir Yaratıcının varlığına inanıp kabul etmezse? Allahın mucize olarak yarattığı mahlukatını tabiata veya tesadüfe havale ederse. O insan birkaç fakülte bitirse de, insanı insan eden ilimlerden hiç bir şey öğrenmemiş demektir. Yani o ilimlerden nasibini alamamıştır, hakikati görememiştir. Kendini mutlu edecek gerçek sebebi bulamamıştır. Ufak tefek ibadetleri yapmamak için nefis ve şeytanın desiselerine uyup  inkara sapan o kişi Allahın indinde  ancak bir zavallıdır.

Evet kardeşim! Bu gibiler çok acınacak haldedirler Çünkü önünde dimdik dikilen ölüm o insanı rahat bırakamaz. Devamlı korkutur. İçinden ya Müslümanların dediği gibi ölümden sonra tekrar dirilme olursa? Hayatın hesabını vermek gibi bir hadise karşımda durursa? Günahkarları yakmak için cehennem kurulursa halim ne olur. demez mi sanıyorsunuz.

İnkarcıların bu sorulardan kurtulma imkanı yoktur. Akıl ile inkar etmeye çalıştıkları şeyler, vicdanları onları daima azap içinde bırakır.

Asrımızda maddecilik  ve tabiatçılık fikri, eğitim sistemimiz olan okullarımızı etkisi altına almış, insanlara Allah’ı ve Ahireti unutturmak için ve insanları cehennem yolcusu yapmak için çalışmış, bir iki nesli imansız bırakıp, böylece yakıp kavurmuştur. Fakat Allah’ımıza ne kadar şükretsek azdır ki: Mevcut iktidar, bu olumsuz eğitim sistemini kaldırıp, hakikati ortaya serme çabasındadır Elhamdülil-lah. Bu hakikatin en iyisi Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri olan Risale-i nurlarda mevcut. Bunun için:

Allah’a ne kadar şükretsek azdır ki,her kışın bir baharı, her gecenin bir nehari (gündüzü) olduğu gibi Allah Nurunu tamamlamak maksadı ile, insanları inkardan kurtarmak için bize, Bediüzzaman gibi bir zatı gönderdi. Hapishanede sürgünlerde, yanında Kur’anı Kerimden başka kaynak kitabı olmadığı halde, Risale-i Nur eserleri gibi 14 cilt kitap yazmış. O eserler sayesinde yalınız tahsilsizler değil, entelektüel tabakada, çok Profesörler de imanlarını kurtardılar. Bu eserleri okuyanlar, dünya ile beraber ahiret için de çalışıp iki hayatın mutluluğunu yakaladılar. Bu sebepten Saygıdeğer  Başbakanımız Tayyip Erdoğan da bir konuşmasında: “Bediüzzaman Said Nursi olmasa idi Türkiye’miz maneviyatta geri kalırdı.” Dedi. Şimdi bu kitaplar yalnız Türkiye’de değil, dünyanın 60 diline tercüme edilip o milletlerde okuyorlar. Çünkü fen hakim olduğu devirde, nakiller değil ispat konuşur. Bu eserler de 2×2=4 eder derece o ispat vazifesini yapıyorlar.  İmanı  ispat ettikleri için yalınız Müslümanlar değil çeşitli dinlere mensup kişiler de okuyup Müslüman oluyorlar.Elhamdülil-lah.

Evet! Ölümle idam  edilme korkusundan kurtulup, iman hakikatine kavuşmak için her insanı onun aklı ve vicdanı zorlayacaktır. Bu hakikati arama hadisesi, her insan için geçerli olduğu gibi, bilhassa her biri bir şehit torunu olan vatandaşım için daha önemlidir. Çünkü ecdadımız asırlarca İslam’ın bayraktarlığını yaptığı için, onların torunları olan bu millet bu hususta daha uyanık davranmalı. bu sebepten benim vatandaşım dinine sahip çıkıp yolunu bulması lazım. Aksi taktirde onlar diğer insanlardan daha şiddetli azapla karşı karşıya kalkacaklarını  unutmasınlar.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org