Etiket arşivi: devlet

Kırkıncı Ağabey: Vatan Sevgisi İmandandır

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Mehmed Kırkıncı Hocaefendi’nin kendi sitesinde yayımlanan ve “Muhabbet Fedaileri” başlığını taşıyan yazısı sanki bugün için yazılmış gibi.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) hayatından ve hadislerinden, islam alimlerinin hayatlarından ve  Said Nursi’nin hayatından verdiği örneklerle Müslüman’ın Vatan anlayışını ve Müslüman bir vatandaşın olması gereken duruşunu tanımlayan Kırkıncı Ağabey’in yazısı şöyle:

Muhabbet Fedaileri

Son zamanlarda, bazı dış mihrakların milletimizin birlik ve beraberliğini bozmak ve milletimizin bir kesimini devletle karşı karşıya getirmek gibi dehşetli bir plan kurduklarına ve bunu kademeli olarak uygulamaya koyduklarına şahit oluyoruz.

Milletimizi birbirine düşman etmek ve ülkemizi yıllarca geri götürmek emeliyle hazırlanan bu oyuna gelinmemesi için “ittihat, asayişi muhafaza ve devlete itaat” konularında bazı hakikatleri hatırlamamız bir zaruret haline gelmiştir.

Konuya Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu cümlesi ile başlamak istiyorum:

Bizler muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yoktur. ”[1]

Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî, hayat da gider.[2] buyuran Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca daima âlem-i İslâm’ın ittihadına, milletin birlik ve beraberliğinin muhafazasına çalışmış, her zaman asayiş ve huzurdan yana olmuş, talebelerini; “Asayişin manevî bekçileri” olarak tavsif etmiş, onlara her zaman sabrı ve müspet hareketi tavsiye etmiştir.Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından kısa bir zaman önce umum Nur Talebelerine vermiş olduğu, kendisinin de hayatı boyunca titizlikle tatbik ettiği en son dersi ‘Müspet Hareket.’ olmuştur. Üstad, bu dersiyle Nur Talebeleri’nin her türlü menfi cereyanlardan şiddetle kaçınmalarını tavsiye etmiştir.

Üstad Hazretleri bir vasiyetname mahiyetinde olan bu en son dersinde şöyle buyurmaktadır:

“Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde; her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz… 

… Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. 

… Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-cocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariç’teki cihad başka, dahilde cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda, dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azimdir. 

… Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. 

… Hem dahildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok!… ”

Bediüzzaman Hazretleri hem küfür ve dalalete, hem de her türlü bozgunculuğa, anarşiye ve bölücülüğe karşı ilmî ve fikrî bir mücadele vermiş, iman ve Kur’an hizmetini her şeyin fevkinde görmüş, davası uğrunda yirmi sekiz sene hapis yatmış, defalarca zehirlenmiş, bütün bunlara rağmen “Saçlarım kadar başlarım olsa, hergün birini kesseniz hakaik-i Kur’aniyeye feda olan bu baş, zınkıya boyun eğmeyecek”diyerek davasındaki kararlılığını ortaya koymuştur. Bununla beraber, talebelerini, devlete ve hükümete karşı fiilî mücadeleden şiddetle men etmiş, hakkını daima kanuni yollardan müdafaa yoluna gitmiştir. Nitekim âdil hâkimler her seferinde onun ve talebelerinin masumiyetlerini tescil etmişler, hizmetinin devlete ve millete hiçbir zararının olmadığını, bilakis asayişin teminine büyük faydası dokunduğunu kaziyye-i muhkeme hâlinde tespit etmişlerdir.

Bilindiği gibi, devlet bir şahs-ı manevidir. Şüphesiz en kötü bir devlet, devletsizlikten binler kat daha iyidir. Devleti olmayan ve başka devletlerin esareti altında inleyen milletlerin perişan ve sefil halleri herkesin malumudur.

Vatanı olmayanın evi, barkı ve mülkü olmaz, namusu tarumar olur. Millet ile vatan, ruh ve ceset gibidir. Devletsiz, vatansız bir millet yetim; milletsiz vatan da harabe bir ev gibidir. İnsanın en esaslı vazifelerinden birisi de vatanını sevip sevdirmesi ve ona gereken hizmeti yapmasıdır. Çünkü devlet ve vatan, Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği büyük nimetlerdir.

Vatanı sevmenin sayısız sebepleri vardır. O, bizim şefkatli ve sevgili validemiz, bizler onun kıymetini bilen ve ona can feda eden hürmetkâr evlatlarıyız. Din, can, mal, namus ve evlat vatan ile muhafaza olunur. Kendi menfaatlerini vatanın ve milletin menfaatine tercih eden bir kimse vatan ve milletine ihanet etmiş olur.

Vatan; tahassungâhımızdır, evimizdir ve ibadethanemizdir. Bu dünyanın nimetlerini o hanede kazandığımız gibi, cenneti ve ebedî saadetimizi de yine orada kazanacağız. Vatan cennetin bir salonudur. Bunun içindir ki, “Vatan sevgisi imandandır. denilmiştir.

Peygamber Efendimiz (sav.) vatanını pek ziyade severdi. Düşmanları kendisini Mekke-i Mükerreme’den çıkarttıkları gün; “Ne yapayım? Ben seni çok seviyorum, ama düşmanlarım beni senden çıkarttılar. ” diye teessürünü ifade etmiştir. Hz. Peygamber’in (sav.) yanında vatandan bahsedildiğinde mübarek gözleri yaşla dolardı.

Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “… Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. ”[3] Bu hane içinde büyümüş, ilim ve irfandan nasibini almış vatanperver, şuurlu bir insanın hayatı boyunca bu nimete karşı şükretmesi dinî ve vicdanî bir borçtur. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır. ”[4]

Topraklarımızın her karışı binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. “Bastığımız yerleri toprak diyerek geçmememiz, altında binlerce kefensiz yatanı düşünmemiz gerekir. ” Evet, vatan muhabbeti ve onu muhafaza gayreti olmasa, memleketler harap olur, viraneye inkılap eder. Milleti ise esarete mahkûm olur. Vatanlarını muhafaza edemeyen milletler tarihten silinmişlerdir.

Hamiyetperver her bir insan, vatanına, milletine, devletine faydalı bir fert olmak için gayret etmekten büyük bir zevk alır. Vatan ve milletini ve onun ihtiva ettiği ulvi değerleri, kara sevdalı bir âşık gibi sevmeyen bir insan veya bir millet izmihlale mahkûm olur.

Bir insanın ailesine karşı fedakârlığı bir ise, devletine ve milletine karşı bin olmalıdır. Evet, “… Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir. ”[5]

Büyük bir âlicenaplık ve fedakârlık yaparak bize meziyetli bir tarih ve eşsiz bir miras bırakan necip ecdadımızı tazim etmek ve onlara layık bir nesil olmak vicdanî borçlarımızdan biridir.

Asırlarca cihana medeniyette örnek olan, cesur, dirayetli, metanetli ve adaletli bir milletin gençlerini cehalet, cebanet, sefahet gibi ahlak-ı rezileden muhafaza etmek, onları millî ve manevi değerlerine bağlı, vatanperver, âlicenap, şecaatli ve edepli olarak yetiştirmek elzemdir.

Dinimizde vatana hıyanet etmek, devlete karşı ayaklanmak ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır. Bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “Fitne katlden daha şiddetlidir. ”[6]

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri, hâlâ (Allah’ın hükmüne boyun eğmeyip) ötekine saldırırsa, Allah‘ın emrine dönünceye kadar (bu) saldıran tarafla savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. ”[7]

Bu ayette geçen “baği” kelimesi, anarşi çıkarmak, isyan etmek ve haddi tecavüz anlamlarına gelmektedir. Ancak, devlet yöneticilerinden farklı düşündüğü hâlde isyana teşebbüs etmeyen kimseye dokunulmaz. Çünkü “İtaat etmemek başkadır, isyan etmek daha başkadır. ”

Başta Peygamber Efendimiz (sav.) olmak üzere, bütün ehl-i sünnet âlimleri, devlete itaat edilmesi üzerinde ısrarla durmuş ve isyanı kesin olarak yasaklamışlardır. Peygamber Efendimiz (sav.) adaletle hükmetmeyen devlet reislerine dahi isyan etmeyi yasaklamıştır.

Devlet idarecilerine itaatin ehemmiyeti mükerreren teyit edilmiş, milletin birlik ve beraberliğini bozacak her türlü faaliyet İslam dininde men edilmiştir. Vatanın ve milletin muhafazası, namus ve iffetin hıfzı, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile kaim olduğu için, Hz. Peygamber (sav.) itaatin ehemmiyeti üzerinde ısrarla durmuş, Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, nifak ve şikaktan şiddetle men etmiştir. İtaatteki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenab-ı Hakk’ın en büyük ihsanlarından biri olan “devlet” nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bütünlüklerini, istiklaliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Tarih bunun acı misalleriyle doludur.

Bunun içindir ki, Müslümanların birlik ve beraberliği yolunda, vatanın ve milletin bekası uğrunda feda-yı can eden, ittihad-ı İslam’ın öncüsü ve sevdalısı olan Yavuz Sultan Selim Han şöyle der:

İhtilâf ü tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;

İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni… ”[8]

Bugün bütün âlem-i İslam’ın kalbini derinden yaralayan ve vicdanlarını sızlatan Filistin, Suriye ve Mısır’da yaşanan elim hadiseler hep ihtilaf ve tefrikanın neticesidir.

Peygamber Efendimiz (sav) müminlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumi asayişin devam etmesi için, devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetinin isyan etmeyip, tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir. Hz. Huzeyfe’den nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav.) “Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.” buyurdular.

Bunun üzerine sahabeden biri: “Ben buna yetişirsem ne yapayım, ya Resulallah?” diye sordu.

Allah Resulü (sav. ): “Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile dinle ve itaat et”,diye buyurdular. [9]

Resulullah Efendimizin (sav.) ümmetine, devleti idare edenlerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan yoluyla, devlet ve milletin bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir.

Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan, Peygamber Efendimizin (sav.), zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak değil, zulmün büyümesine mani olmak şeklinde anlamak lazımdır. Bu emir, zulmün def’ine çalışmamak şeklinde de telakki edilmemelidir. Zira, zulmü giderecek çeşitli fırsatlar ve uygun yollar itaat içinde de bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, meşru bir çare bulunmazsa cüz’i ve şahsi hukukunu umumun selametine, ammenin menfaatine feda etmek idrak sahibi her Müslüman’dan beklenen olgun bir davranıştır.

İbn-i Abbas’dan (ra. ) rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Bir kimse herhangi bir emirin yapmış olduğu zararlı bir şeyi görürse sabretsin (isyan etmesin). Çünkü her kim devlet başkanından (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyet ölümü ile ölür. ”

 Hadis Profesörü Kâmil Miras bu hadisi şöyle açıklamaktadır: “Vahiy ile müeyyet olan Peygamberimiz (sav.) amme velayetini taşıyan bir kısım amirlerin gayr-i meşru hareketlerde bulunacaklarını nübüvvet nuruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu. ”

Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa ona kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir. ”

Bu hadis-i şerif Feteva-i Hindiye’de şöyle izah edilmiştir: Bir kötülüğü kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir. Zira kuvvet kullanmak salahiyeti ferdin değil, devletindir. Dil ile düzeltmek, yani tebliğ vazifesini yapıp insanları irşat etmek âlimlerin vazifesi, kalben buğz etmek de avam-ı nasın görevidir.

İslâm dini, sultana, devlet reisine ve idarecilere itaati emretmekle beraber, bu itaati mutlak da bırakmamıştır. İtaat ancak “Allah’ın emirlerine isyanı gerektirmeyen konularda” söz konusudur. Bu hususta pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarını takdim edelim:

Übade bin Sâmit, Resulüllah’ın (sav. ) kendilerini davet ederek şu manada biat aldığını haber vermektedir:“Emirlerinize (idarecilerinize, kumandanlarınıza) hem neş’eli, hem de kederli zamanlarınızda, hatta emirleriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında yanlarınızda Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması hâlinde, onları dinlemeyeceksiniz”[10]

Nevevî bu hadisi şerh ederken şöyle der:“Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa etmeyiniz. Ve onlara o konuda itiraz etmeyiniz. Ancak onlardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz bunu inkâr ediniz. Yâni, kabul etmeyiniz ve hakkı, münasip bir dil ile söyleyiniz. Fasık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemanın icmaı ile haramdır. ”

Evet münkeri işleyen bir idareciye hakkı söylemek bir vazife olduğu gibi; onlara karşı ayaklanmamak da vatan ve millet namına en mühim bir vazifedir. Zira böyle bir isyan hareketinden ancak iç ve dış düşmanlar fayda görecekler, birçok masumların kanı dökülecektir.

Devletin Nizam ve İntizamı İtaate Bağlıdır

Mazide yaşanan elim hadiseler, istikbale ışık tutan parlak bir aynadır. Tarihte cereyan eden olaylardan milletlerin alacakları pek çok ibretli dersler vardır. Yarınlara hazırlanırken, geçmiş tecrübelerden mutlaka yararlanmak, geçmişte düşülen hataları yapmamaya çalışmak elzemdir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş!…. .[11]

Cenab-ı Hak bu gibi ayetlerle geçmiş kavimlerin başına gelen elim hadiselerden ve tarihî olaylardan ders almamızı emretmektedir. Vatanperver her insan geçmişte yaşanan üzücü hadiselerden ders almalı, onları hiçbir zaman hatırından çıkarmamalı, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar verecek her türlü tutum ve davranışlardan hassasiyetle kaçınmalıdır.

Evet, dünyanın nizam ve intizamı itaate bağlıdır. Zira itaat, nizam ve intizamın temelidir; feyiz ve bereketin, huzur ve sükûnun, birlik ve beraberliğin esasıdır.

Tarihe ibretle göz gezdirdiğimiz zaman, ecdadımızın birlik ve beraberlik içinde olduğu dönemlerde dünyanın en güçlü devletine sahip olduklarını, insanlığa ilim, medeniyet, fazilet dersi öğrettiklerini görürüz. Dâhilî kargaşa ve fitnelerin çıktığı, devlete isyan ve tuğyanların başladığı zamanlarda ise ülkenin kan gölüne döndüğünü, düşman istilasına maruz kaldığını, istiklaliyet ve hürriyetini kaybettiğini esefle müşahede ederiz.

Acaba ne oldu da bir taraftan Viyana’ya, diğer taraftan Mısır ve Şam’a, diğer yandan Umman Denizi’ne, beri taraftan Hind’e kadar uzanan bu muhteşem saltanat yıkılmaktan kurtulamadı. Evet bunun sebebi ve kökü pek derindir. Cehalet, sefahat ve tefrika gibi içimizi kemiren, kanımızı cevelandan, dimağımızı hareketten alıkoyan ruhi ve manevi hastalıklardır. Bu tür hastalıklara duçar olan fert ve cemiyetlerin kendilerini toparlaması çok müşküldür. Bunlardan kurtulmanın yegâne çaresi İslam’ın ulvi hakikatlerini hayatımıza tatbik etmek, Müslümanlar arasındaki uhuvvet, muhabbet, samimiyet, birlik ve beraberliğin te’minini esas almak, tefrikayı netice verecek fitne ve fesadın, nifak ve şikakın kapısını kapamaktır.

          ***

Bütün müçtehitler, mücedditler ve diğer İslam âlimleri itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalaa etmişler, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber katiyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilakis müminleri isyandan menetmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememiş ve bu vadide bütün Müslümanlara, hâlleriyle örnek olmuşlardır. İslam tarihi bunun misalleriyle doludur. Biz bunlardan sadece birkaç numune nakledeceğiz.

Mesela, İmam-ı Azam Hazretleri hem Emeviler hem de Abbasiler zamanında halifelerin kadılık tekliflerini reddetti. Bu reddin sebebi, onların zulümlerine destek olmakla Allah’a asi olma endişesiydi. Bu endişe için hayatı pahasına onların tekliflerini kabul etmedi. Ve Mansur zamanında zulmen atıldığı hapishanede şehit oldu. Kendisine yapılan bütün baskı ve işkencelere karşı hiçbir zaman Müslümanları devlete isyana teşvik etmedi, aksine onları teskin için büyük gayret gösterdi. Hâlbuki İmam-ı Azam dilese, bütün Müslümanları bir anda ayaklandırabilirdi Fakat o, bir masumun dahi olsa, kanının dökülmemesi için, bu işkencelere sabır ile katlandı.

Bu mevzuda diğer bir ibret levhası da İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin zamanın halifesi Mu’tasım Billah’a karşı davranışıdır. Halife, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif olan Mutezile mezhebine mensuptu. Bu sapık mezhebin mensupları Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanırlardı. Halife, İmam Ahmed b. HanbelHazretleri’ni Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanmaya ve bu hususta fetva vermeye zorlamış, lakin o büyük imam, Halife’nin bu sözüne itaat etmeyerek teklifini reddetmişti. Sonunda kendisine vurulan sopalar neticesinde zulmen şehit edilmiştir. O zaman onunla birlikte ehl-i sünnete mensup birçok âlim de şehit edilmiştir. Bununla beraber ne İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, ne de ona tâbi olan âlimler, halkın üzerindeki büyük nüfuzlarına rağmen onları isyana teşvik edici hiçbir beyanda bulunmamışlardır.

Hem mesela, ehl-i sünnet itikadının düşmanlarından olan Ekber Şah, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddidi, senelerce hapsettirdiği hâlde, o büyük insan, Ekber Şaha karşı ayaklanma hazırlığı yapan oğlu Selim Şah’ın yardım talebini reddetmiş ve onu babasına karşı isyan etmekten vaz geçirmiştir.

Bu konuda çok önemli bir örnek de Bediüzzaman hazretleridir. Senelerce akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı hâlde, daima müspet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket sayan, hatta kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden asrın büyük müceddidi Bediüzzaman Hazretleri devlete itaat etmenin ehemmiyetini şu ifadesiyle ortaya koyar: “Beni tevkif için gelen jandarmaya kemal-i itaatle ellerimi uzatır, önlerine düşer giderim. ”

Maruz kaldığı o kadar zulüm ve işkencelere rağmen, Bediüzzaman hiçbir zaman devlete zarar verecek en ufak bir harekette bulunmamış, menfi hareket düşüncesinde olanlara da her zaman karşı çıkmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri 1910 yılında Osmanlı Devleti’ne isyan etmek isteyen bazı aşiret reislerine hitaben şöyle diyordu:

Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur, itaatimizle göstereceğiz. İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir. ”[12]

Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart hadisesinde (1909) de devlete isyan eden askerlere karşı yaptığı konuşmada huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin ancak itaat ile olabileceğini şöyle ifade etmişlerdir:

“Şeriatla, Kur’ânla, hadisle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabib; bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i harbe âşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşrû hareketi için itaatinize hâlel vermekle, Osmanlılara, İslamlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî, sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de, itaat ve intizamdır. ”[13]

Bediüüzaman Hazretleri bu harika konuşmasıyla sekiz tabur askeri isyandan vazgeçirip, itaate getirmiştir.

1925 yılında devlete karşı ayaklanan Şeyh Said, Van’daki Erek Dağı’nda bulunan Bediüzzaman Hazretlerine bir mektup yazar ve Kör Hüseyin Paşa ile gönderir. Mektubunda; “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu hareketimize iştirak buyurur, yardım ederseniz galip oluruz. ” diyen Şeyh Said’e, Bediüzzaman Hazretleri şu cevabî mektubu yazmıştır.

Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardaşız. Kardaşı kardaşla çarptıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana çekilir. Dahilde kılıç çekilmez. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz Kur’an, iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç canî yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olur. ”

Kör Hüseyin Paşa, birkaç gün sonra tekrar Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına gelmiş; “Üstadım bu bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırmayalım. ”demiş, Üstad Hazretleri, ihtilalin zararlarını ve devlete isyan etmenin büyük mesuliyet olduğunu uzunca anlatmış ve onu da devlete karşı güç kullanmaktan ve ihtilalden vazgeçirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri Şeyh Said’in hareketinin yanlış olduğunu ifade edip, birlikte hareket edelim teklifini reddettiği gibi, Doğu’daki aşiret reislerini Van’daki Nurşin Camii’nde toplamış, onlara meseleyi anlatmış ve onların da hadiseye karışmasına mani olmuştur. Daha sonra onlar; “Bizi ihtilale karışmaktan alıkoyan Bediüzzaman Hazretleri oldu. Allah ondan razı olsun.” diyerek onu her zaman hayırla yâd etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin irşat metodu, hadiseler karşısındaki tutum ve davranışları geçmiş asırlardaki kutupların, gavsların, mürşit ve mücedditlerin görüş ve davranışlarıyla aynıdır. Üstad Bediüzzaman kendisine zulmedenlere afv ile mukabele etti. O, yalnız Allah’ın rızasına talip oldu. Allah için yaşadı, Allah için sevdi, Allah için buğz etti ve Allah için manevi cihad etti, kendine zulmedenleri bile affetti.

“Benim ve Risale-i Nur‘un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fasık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim hâlde, değil maddi belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için, o dört-beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helal ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat’iyyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirtleri manevi bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar. “ [14]

İtaat konusunda Elmalılı Hamdi Efendi’nin Görüşü

Hem ilimde, hem de fikirde misli az bulunan ve bu asrın bütün âlimlerinin itimadına mazhar olan büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi itaat ve isyan mevzuunu şöyle beyan etmektedir: “Müminlerden olmayan ululemirlere itaat dinen vacip kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir ahde riayet mevzubahis olacaktır. Fakat taatin vacip olmayışından isyanın vacip olması gerekmediğinden, itaat mecburiyetinin bulunmamakla isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-i mümin bir muhitte bulunan müminlerin şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaziyetinde telakki edilmemeleri, belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten içtinap ve aynı zamanda kendilerinden olan ululemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir. ”

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, gayr-ı müslim muhitte yaşayan Müslümanların kendilerinden olmayan ululemre itaatleri vacip değildir. Ancak müminlerin o devlete verdikleri ahde uymaları söz konusudur. Bununla beraber onlara itaatin vacip olmayışını, isyanın vacip olması lazım geldiği şeklinde anlamamak icap eder. Onların Allah’a isyanı gerektiren emirlerine uymamak o müminlerin hakkıdır. Lakin isyankâr bir ihtilalci olmakla da vazifeli değillerdir. Müslümanlar her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten (günahlardan) kaçınmakla, kendilerinden olan ululemre itaat etmekle ve Allah’a isyana zorlandıkları takdirde boyun eğmemekle mükelleftirler.

Görüldüğü gibi, Hamdi Efendi de itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden ayrı tutmuş, gayrımüslimlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bile devlete isyan etmelerinin vacip olmadığını beyan etmiştir.

20.02.2014
Mehmed KIRKINCI


[1] Nursî, B. S Tarihçe-i Hayat
[2] Nursî, B. S Barla Lahikası
[3] Nursî, B. S Şualar
[4] Nursî, B. S Emirdağ Lahikası
[5] Nursî, B. S Hutbe-i Şamiye
[6] Bakara Suresi, 2/191
[7] Hucurat Suresi 49/9
[8] Nursi, B. S. Tarihçe-i Hayat.
[9] Tac Tercümesi, 3. cilt sayfa, 44-45
[10] Müslim
[11] Rum Suresi 30/42
[12] Nursî B. S, Asar-ı Bediiye
[13] Nursî, B. S. Tarihçe-i Hayat
[14] Nursî, B. S Şualar (14. Şua)

risale haber

Risale-i Nur’un Devlet Tekeline Girdiği İddiası Doğru Değil

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, Risale-i Nurların devlet tekeline alındığı iddialarını yalanladı.
Son günlerde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin müellifi bulunduğu Risale-i Nur Külliyatı’nın basımının engellendiği veya devlet tekeline alındığı yönünde bazı basın ve yayın organlarında çeşitli iddiaların yer aldığını belirten Çelik, “Öncelikle şunun altını çizmek isterim ki, Risale-i Nur’ların basım ve yayımının zorlaştırıldığı, engellendiği veya devlet tekeline alındığı iddiaları kesinlikle doğru değildir” dedi.
Risale-i Nur’un basımı ile ilgili problemin nasıl aşılmaya çalışıldığını kamuoyu ile paylaşmak istediğini ifade eden Çelik, açıklamasını maddeler halinde sıraladı:
BEDİÜZZAMAN TALEBELERİNİ ATANMIŞ VARİS TAYİN ETMİŞTİR
1-Kanunen bir müellifin vefatından sonra basılı eserler 70 yıl boyunca koruma altındadır. Yani bir müellifin atanmış veya sıhri (akrabalıktan kaynaklanan) varislerinin izni olmadan 3. Şahıslar bu eserleri basamazlar.
2- Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatının üzerinden 54 yıl geçmiştir ve daha 16 yıl boyunca bu eserler koruma altında olacaktır.
3- Daha önce bandrol alıp Külliyatı basan birçok yayınevi koruma süresinin dolduğunu beyan etmiş ve ilgililer de beyana itibar ederek işlem yapmışlardır. Herhangi bir itiraz olmadığı için de her isteyene bandrol verilmiştir.
4-Bediüzzaman Hazretleri, sağlığında 10’dan fazla talebesini atanmış varis tayin etmiş ve eserlerinin basımını onlara havale etmiştir.
GEREKSİZ SADELEŞTİRME ÜZERİNE TALEBELERİ MAHKEMEYE MÜRACAAT ETTİ
5- Son yıllarda Risale-i Nur eserlerinde bazı gereksiz sadeleştirmeler ve tahrifatlar yapılınca hayatta bulunan atanmış varis olan talebeler, mahkemeye müracaat etmişlerdir. Bu müracaat üzerine, Risalelerin kanunlara aykırı şekilde basıldığı ortaya çıkmıştır.
6-Atanmış varislerin elindeki belgeler, noter tasdikli olmadığı için mahkeme ilk etapta, söz konusu şahısların Bediüzzaman’ın atanmış varisleri olduğunu kabul etmemiştir. Mahkeme süreci halen devam etmektedir. Dolayısıyla şu aşamada “Ağabeyler” denen varislerin birilerine basım için muvafakat vermeleri mümkün değildir.
7- Bunun dışında Bediüzzaman Hazretleri’nin 4 kanuni varisi vardır. Merhum Abdülmecid Ünlükul ‘un kızı Saadet Hanım ile Merhum Suat Ünlükul’un üç evladı. Bu varislerden dördünün birden bir yetki belgesini imzalamaması halinde işlem yapmak kanunen mümkün değildir. Saadet Hanım, hiç kimseye muvafakat vermeme konusunda kararlılığını sürdürmektedir.
BAŞBAKAN ÇÖZÜM İÇİN TALİMAT VERDİ
8-Her iki yol ve koldan konu çözülemediği için mevzu Sayın Başbakan’a intikal etmiş ve Sayın Başbakan Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ömer Çelik’e meseleyle ilgili bir çözüm üretmek üzere talimat vermiştir.
9- Torba Kanun kapsamında yapılan düzenleme ile koruma süresi dolmadan eserlerin kamuya mal edilmesi, dolayısıyla basılıp yayımlanması mümkün kılınmaktadır.
10- “Eskiden herkes istediği gibi basıyordu” diyenler çıkacaktır. Şu anda mahkemede devam eden davadan dolayı eskinin sürdürülmesi mümkün değildir.
İŞARAT’ÜL İ’CAZ’I BASAN İKTİDAR ZORLAŞTIRMAZ
11- İşaratül-İ’caz’ı Diyanet eliyle basıp dağıtan iktidarın Risale-i Nurların neşrine mani olmak veya zorlaştırmak gibi bir tavrı olamaz.
12- Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Ağabeyler” denen talebeleri Kültür Bakanı’nı ziyaret ederek gündemdeki düzenleme ile ilgili muvafakatlarını ve memnuniyetlerini bildirmişlerdir.
İTİRAZI OLANLARIN ALTERNATİF ÇÖZÜM ÖNERİSİ BİLE YOK
13-Başta Sayın Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik olmak üzere, konuyla ilgili tüm bürokratlarla yaptığım görüşmelerde, hepsinin bu problemi çözme yönünde son derece iyi niyetli çabalar içerisinde olduklarını gördüm.
14- Ayrıca gündemdeki yasal düzenlemeye yönelik itirazları olanlar, bugüne kadar alternatif bir çözüm önerisi getirmemişlerdir.
Risale Haber

Devlet Milletine Güven Verirse, Millet İtaatkâr Olur

İnsan sosyal bir varlık olduğu için toplum içinde hayatını devam ettirme mecburiyetindedir. Bir arada yaşam mücadelesini sürdüren toplumun sosyal ve içtimai hayat düzeni ise ancak bir devletin oluşumu ve o devletin nezdinde belirli kural ve kanunlarla tanzim edilebilir. Toplum içerisinde kural ve kanunlar olmasa, insanlar arasında kargaşa ve düzensizlik başlar, güçlü zayıfı yutmakla meşgul olur, dolayısıyla hayat adeta bir zindana döner.

İşte devlet topluma sağlık, eğitim, yol, su gibi hizmetleri karşılamak; adalet, hak,  hürriyet ve manevi değerlere saygılı, fikir ve inanç yaşamasına imkân vermekle yükümlü ve görevlidir; Millet ise devletiyle barışık,  sadık, sadakatli, emre amade, devletin bekası ve idamesi için malından ve kazancından vergisini ödeyen, hatta gerektiği takdirde kard-ı hasen borç para bile vermekle vatandaşlık mükellefiyetini canıyla-maliyle yerine getirmesidir.

Devlet; vatandaşından topladığı vergileri, yurt içinden yurt dışından elde edilen gelir kaynaklarını çarçur ve israf etmeden hizmet olarak milletine dönüştüren bir organizasyondur.  Hazırladığı bütçelerle memleketin her köşesine adil bir şekilde hizmet götürme mükellefiyetindedir. Bu mükellefiyeti temsil ve icra eden de millettin hizmetkârları, yani memurlardır.

Oysa devletin temsil memurları, devletin gücüne dayanarak kendilerini devletin asıl sahibi, vatandaşı ise teba görmekte,  yani raiye, aşağılayıcı, eğitimsiz, görgüsüz, zevali ve kafası çalışmayan bir kesim görüyor.

Bediüzzaman Hutbe-i şamiye eserinde şöyle diyor: “Sigar-ı nefs tekebbürün menbaıdır.” Sigar zelil ve hakir manasında kullanılmaktadır, kıymete değmeyenler noksanlıklarını gururları ile kapatarak, büyük olmadığı halde büyük görünmek isterler. İşte devletin kudretini ve büyüklüğünü şahsında gören bir kısım memurlar da nefsin hayaliyle kendini büyük görür, vatandaş üzerinde tekebbür etmeye başlar.

Memurun nezdinde kendini teba gören vatandaş ise devletin malını mubah görüp vergisini ödemez, elektrik ve suyu kaçak kullanır, eli nereye yetişebildiyse o kadarını gasp etmeye çalışır, Osmanlı döneminde devletin bütçesine yardım için bağışlanan vakıf arazilerinden, han, hamam, dükkân vs. yerlerden elde edilen gelirlerin tamamı vakfın malı, beyt’ül mal sayılırdı, vatandaş vakıf malını korur, vergisini ödemede inanç ve itikatları sağlamdı, bir milletin devlete bağlı olmanın başında inanç ve itimat gelir. Vakıf ağacından bir dal kesilmezdi, büyüklerimizin “aman, aman! Ziyaret çarpar” tembihi ise üzerimizde eksik olmazdı,

Devlet Milletine ne kadar İtimat ve Güven Verirse, Millette O nispette itaatkâr olur.

Vatandaşı rahatsız eden bir diğer husus ise devletin kurumları arasında ki koordinasyon kopukluğu, bazen bir yazının cevabı haftalar sürmekte, git-yarın gel, evrakın ikmalinden, işin takibinden usanan vatandaş bu sefer torpil, tavassut ve rüşvet gibi usulsüz yollarla işini takibe alır, Siyasetin de bürokrasiye en alt seviyelere kadar ve sürekli müdahalesi, memur ile vatandaşı rahatsız etmektedir.

İmamı Gazali Hazretlerine göre “muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlakına bağlıdır.” İnsanlar evvela kendi nefislerinde adaleti kurmadıkça topluma da adaleti kurmak mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretleri de şöyle diyor: “Müsavatsız adalet, adalet değildir.” Yani eşitlik olmadan adalet olmaz.

Netice itibariyle vatandaş mecbur kalmadıkça resmi dairelere gitmek istemiyor. Örneğin: Bir üretici yani çiftçi ürettiği bir mahsulünü, hayvanını, sütünü ve benzeri mamulünü devletin herhangi bir kuruluşuna götürüp mubayaa etmek istemiyor. Çünkü: Bürokratik işlemlerden git gelmelerden ve meşru olmayan muamelelerden sıkılan vatandaş devlet müessesesini ikinci tercih olarak kullanmaktadır.

Devlet; vatandaşın emrinde bir hizmetkâr olarak çalıştırmak üzere memuru kendi kurumlarında iskân eder. Memur da devletin kanun ve emirlerini samimi bir şekilde uygulama mükellefiyetinde olmalıdır. Kanun uygulayıcı olan memurlar, kanun ve kuvvetteki kuralları birbiri ile uyumlu ve birbirini desteklemelidir. Yoksa kanunu kuvvette dayandırılarak memur keyfi muameleye girmemelidir.

Allame-i zaman Bediüzzaman, “kuvvet kanunda olmalıdır.”diyor.

Memur, üstünlükten vazgeçerek, vatandaşın hizmetkârı olduğunu kabullenebilirse, devlet ve vatandaş arasında o zaman güçlü bir ittihat sağlanmış olur. “İnsanı yücelt ki devlet yücelsin” düsturu ile hareket edilmeli… Vesselam.

Rüstem Garzanlı /Diyarbakır

Millet Devlete Nasıl İtaatkar Olur?

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Beşinci Vecih’te hayat-ı içtimaiye ile ilgili açıklaması şöyle:

Beşinci Vecih: Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.  “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” el-Aclûnî, Denilmiş. Eğer denilse, ihtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.”

İnat ve tarafgirliğin zararlı olduğu var sayıldıktan sonra arkasından taraf tutmanın faydalı olabileceği hallerinde var olduğu, hadisin işaretinden anlaşılmaktadır. İnat ve tarafgirliğin sosyal hayatta bazı şartlarla faydalı ve gerekli olabileceği ele alınmıştır.

Kuvvet sahiplerinin birleşmesiyle kuvvetin kontrolsüz bir güce dönüşebileceği işaret edilmektedir. Bu nedenle kuvvetin bölünmesinde adalet ve rahmet vardır. Örneğin, büyüyen ve gelişen aileler ve cemaatler aynı ortamda kalmaları halinde zamanla fikir ayrılıklarından doğan ihtilaflar, sosyal ve içtimai hayatın idamesinde oluşan ve gelişen şartlar geçimsizliğe, itirazlara neden olmaktadır.

Dolayısıyla kuvvetlerin aynı ortamda beraberlikleri zorlanır ve neticede ayrılığa sebep olur. Ayrılıkta ise bireyler arasında kuvvet bağları daha sağlam ve kontrollü bir güç oluşarak eski kuvveti geçer ve idari mekanizmanın daha iyi çalıştığı ve terakki ettiği müşahede edilmektedir. İhtilaf ve ayrılıkların neticesi böylelikle bir rahmete vesile olur.

Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

Bediüzzaman, meslek ve meşrepler arasında müspet ihtilaf olabileceğini, meslek sahiplerinin mesleğinin inkişafı için çalışabileceğini belirtmiştir. Yalnız başkasının mesleğinin tahribine değil belki yardımcı olmaları gerekir. Ancak menfi ihtilafta ise garaz ve adavet ve tahrip vardır. Hadis-i şerifin nazarında da yasaktır. Çünkü birbirleriyle boğuşanlar akl-ı selim hareket edemezler.

Üç büyük düşmanımız var: Cehalet, zaruret, ihtilaf” diyen ve bunlardan ihtilaf düşmanına karşı ittifak silahıyla cihad etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman, ittihad-ı İslamı da hayatının en önemli gayelerinden biri olarak ifade etmektedir.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona (hâşâ) lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Müspet hareket etmek, bir açıdan, birbiriyle ve başkalarıyla boğuşmamak demektir. Nefis hesabına olan tarafgirlik hep kendi hesabına hareket eder, taraftarı haksız dahi olsa haklı görür ona taraf olur. Eğer mukabili melek gibi olsa da ona lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterir.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Dinsiz felsefe insanın sadece bu dünyadaki mutluluğunu veya toplumun düzenini hedef almaktadır. Dinler ise dünya ile beraber ahireti de gözetler ve neticede Cenab-ı Allah’ın rızasını kazandırır. Bugünkü dünya üzerindeki manevi buhranın en önemli sebeplerinden biri de başkalarını düşünmeden ”ben tok olayım başkası aç olsa bana ne” bencil insanların hayat anlayışı ile hareket ederek hem insanların hem de Allah’ın hakkı ihlal ediliyor.

Zalim yöneticiler kendi iktidarlarını sürdürmek için halkını ve hatta komşu ülkelerin haklarını gasp etmek için var güçleriyle sömürgeleri altına alarak zalimce istila ediyorlar. İşte hal-i âlemin yaşadığı sıkıntıların sebebi: güçlülerin, zayıfları ezmeleri, hukuku göz ardı ederek istibdat ve zulmünü icra etmeleri neticesidir. Hiç bir meşru neden yokken ”kurdun kuzu yemesi bahanesi”yle kıtalar ötesinde bulunan güçlü ve zalim bir devlet, üstünlüğünün ispatı ve dünya menfaati için savunmasız devletleri tarumar ederek, mal, can ve namusları payı mal etmeleri ne adalete ne hukuka ve ne de insanlığa sığmaz. İşte, dinsiz felsefenin dünyadaki toplumun sözde düzenini hedeflediği zalim ve zulmün mirası.

Elhasıl: “Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır.

Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek” demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Adaletin bir gereği hükmetmektir. Diğer bir niteliği ise haksızlık edene buğz etmektir. Ancak Adl isminin tecellisi olan gerçek adalet, hükmü Allah için (Onun namına) vermeyi gerektirdiği gibi buğz etmeyi de Allah için (Onun namına) yapmayı gerektirir.

“Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” düsturu ile hareket edilirse, verilen ceza suçluyu da vicdanen mahkûm eder ve ıslahına yardımcı da olur.

Bir devlet kendi toplumuna adaleti uyguladığı zaman, şefkat ve merhametle uygulaması gerekir. Eğer adalette bir adaletsizlik gösterilirse halkın kin ve nefretine neden olur, zamanla birike birike katmerleşen bu kin, adalettin bir gereği olarak devlete pahalıya döner. Memleketimizde de cereyan eden bu günkü nahoş hadiselerin sebebine bakılırsa, bu olayların evveliyatında idarecilerimizin bir kusuru neticesi olduğu görülecektir.

Bediüzzaman hutbe-i şamiye’de cezanın caydırıcı etkisini göstere bilmesi için akıl, kalp ve vicdanın harekete geçirebilmesi gerektiğini şu ifadelerle açıklamıştır: “Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden (“Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin.” Mâide Sûresi, 5.38.) ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü yalnız vehim ve fikir değil, belki manevi kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.”

Cây-ı ibret bir hadise:

Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

Evet, O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır” dedi.

İnsanların özellikle idarecilerin hava-ı nefislerine tabi olmadan hak ve hukuk adına adaletle hareket etmeleri hem sosyal hayatta düzen ve barışı sağlar hem de adalet hükümlerine uyularak Cenab-ı Allah’ın rızası kazanmış olur.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa:

Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

İşte adil bir amirin adaletle yaptığı görevinin ne kadar takdir edici olduğunu gösterilmektedir. Eğer bir memleketin idarecisi adaletle hüküm eder, halkı arasında sosyal barışı sağlar ve bunu tatbik ederse elbette o memlekette ne isyan nede terör olur. Millet de devletine muti olur.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org