Etiket arşivi: dil

Dilimi Değdirdiğim Yere Kalbim Yetişir mi

Korkuyorum. Dilim kolayca dolanıyor süslü kelimelere. Büyük laflar damağımın her yanına yapışmış gibi. Dudağımdan sözler yâr yüzünden düşen yaşmak gibi kayıveriyor göğe.

Göğsünde taşıdığını bilmiyor gibi, içinde büyüttüğünü tanımıyor gibi heceler. Ayrılık sözleri dilimden eksik olmuyor. Ölümü sıkça anıyorum belki.

Hasret, hüzün, keder, sızı, sancı, ağrı, ölüm, ayrılık, özlem birer kelime sadece… Dile dokunduğunda acıtmıyor, kulağa vurduğunda can yakmıyor.

Bunlar sözler, sadece sözler, sadece sözler. Ağzımda kolayca yankılanıyorlar. Birçok kulağa çarpıyorlar. Belki birkaç kalbe de iniyor. Havada asılı duruyor sesler. Harflerin zincirine tutunuyor sözler. Dört harf “ölüm” ve sadece iki hece. “Ölüm” derken, kelimenin tam ortasında dil damağa değiyor. Bitirdiğinde dudak dudağa kavuşuyor. “Ölümmmm..” Buluşuyor dil ve damak. Isınıyor dudaklar, kavuşuyor. Kolay ölüm… bu kadar kolay. Demesi kolay.. Ya olması ölümün. Ya dudakları soğutması. Eşiğinde durmak son nefesin nasıl bir tükenmişlik. Nice bir yangındır ömrün bir nefese daha yetmemesi.. Ölümün kendisini ruhunla hecelediğin oldu mu? Ayrılığı kıvrana kıvrana içtin mi hiç? Hasretin tam ortasında kala kalıp zamanın kırık cam parçaları gibi gırtlağına battığını hissettin mi?

Korkuyorum. Yalancı olmaktan korkuyorum. Dilimi değdirdiğim yerlere kalbimi yetiştirememekten korkuyorum. Dudaklarıma vuran sözlerin tenimde iz bırakmadan savrulması yalancı eder mi beni? Ya her şeyimi yitirmiş ve geriye sadece sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş sözler, süslü sözler, içinde kalp olmayan kalp sözler…

Ölümün yüzüne yüzünü değdiren ne çok yüzler oldu. Güldü mü ölüm onların yüzüne? Gözleri ölümün gözleri olunca neyi gördüler? Hangi hasretler koşuştu dudaklarına? Yarınlar var diye yarım kalmış işler, sonra söylerim diye söylenememiş sözler, sırası değil diye gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında susan dudak söyleyeceklerinin hepsini söyleyememişti. Ölümün kollarında açık kalan eller, sahip olunacakların hepsini bitirmiş miydi?

Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa gözleriyle söylüyor. Bir ölünün gözlerine yığıyor tereddütlerin hepsini. Sessizce iniveren kirpiklerin ucuna savuruyor geç kalmışlıkların hepsi. Sanki ruhunu dudakları arasındaki ince çizgiye biriktirmiş gibi ölümler, hem hiç konuşmuyor hem hep konuşuyor.

Hayat gibi değil ölüm. Az konuşuyor. Heceleri sessiz. Sözleri keskin. Benim gibi sözlere tutunma sevdası yok ölümün. Ömür boyu suskun. Bir kez konuşur ve konuştuğunda en büyük sözünü söyler. Ne kadar konuşsam ve yazsam, ancak ölümün sözünü ederim. Ölümün sözü, ölümün kendisi değil. Bir beden ki, ölümün kırık hecesidir her daim. Hücre hücre ölüme yazgılıdır içinde yürüdüğüm bu gövde. Zamanın her “tik-tak”ı uzaklıkların sinsi habercisidir; çatlaklar açar aramızda, içimizde.

Hayat, aslında hep ölümü anlatır dinleyene. Hayat ölümle berbat olsun diye değildir bu. Ölümün eşiğinde yaşanan bir hayat daha çok anlam arar kendine, daha çok heyecan bulur da o yüzden. Ölümü bilirsen çerçeve çizersin kendine. Bildiğin, beklediğin bir son varsa, hayatı som bir altın gibi işlemeye koyulursun. Ucunu açık sanırsan, oyalanmaya durursun, hoyratça savurursun, oyuna dalarsın. Rüyanın rüya olduğunu bile unutacak sahte bir uyanıklık içinde uyursun. Uyanamazsın.

Buraya yazıyorum: en güzel, en içten yazımı öldüğümde yazmış olacağım.. En sahici nasihatimi, en umulmadık haykırışımı cenazem söyleyecek sana. Hayata nokta koyduğumda yüreğine çelikten sözler dikmiş olacağım. Çelikten sözler.. Ezsen de unutkanlığınla, kalbinin odacıklarında bir yerde suskun bir tohum gibi patlamayı bekleyecek. Hiç beklemediğin anda çiçekler açacak, buruk meyveler sunacak.

Sen sus ey ölüm. Ben sana hece hece yaklaştıkça, sen bigâne kal. Ben kelimelerle yoluna tuzak kurdukça, sen suskunlukların ardına kaç. Ben ele avuca sığdırmaya çalıştıkça seni, sen perdeler ardına saklan. Sen sus ki, bana söz söylemek kalsın. Yalan sözler. Kuru sözler. Ağız dolusu. Dil bulaşığı. Yüreksiz sözler. Sözler kalsın.

Yalanı dilimden uzak eyle Rabbim!

Senai Demirci

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Dile Nasıl Hizmet Edilir?

Risale-i Nur’un dil özelliklerinden biri de şudur:

Okuyucunun İslam kültürüyle irtibatını devamlı nazara almış ve sağlam tutmuştur. Bilindiği gibi, bir dil, bir kültürün neticesidir veya bir kültürle bağlıdır. Bugün bir Alman dili Alman edebiyatıyla ve Alman kültürüyle bağlıdır. İngilizce, Anglosakson kültürüyle bağlantılıdır. Keza Fransızca Latin ve Fransız kültürüyle bağlantılıdır. Arapça geniş şekilde bir edebiyat dili ve İslam kültürüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu diller daha çok o konularda ortaya çıkmış ve kullanılmış bir vasıtadır. Farsça edebiyat dilidir v.s. Buna benzer diğer misaller de verilebilir.

Risale-i Nur’un kullandığı dil ise, İslam kültürü ile Kur’an hükümleriyle, hadislerin mana ve muhtevasıyla sıkı bağlantılıdır. Bu özelliği söylüyoruz:

Türkçe’de yaklaşık 80 yıldır meydana getirilen veya getirilmek istenen tahribat çok büyüktür. Türkçe’deki Arapça ve Farsça kelimeler, ıstılahlar, dini ibareler sökülüp atılmak suretiyle Türkçe fakirleştirilmiş ve yozlaştırılmıştır. Bu sebeple uydurma Türkçe dediğimiz bir Türkçe ortaya çıkmaktadır ki, bu Türkçe’de asla İslami bir kültür, asla İslami bir mana yoktur ve böyle bir irtibat kullanmak da, bulmak da mümkün olmamaktadır.

Risale-i Nur’da kullanılan dil ise, özellikleri bir İslam kültürüne doğru gidişi, herhalde bir hadisin mana ve muhtevasına sevkedici, herhalde Rabbani hikmetleri anlamaya götüren bir özellik halinde kendini göstermektedir.

Bu konuda daha önce de, haftalık bir gazetede (İttihad) bir makale yazmıştım. Ve Risale-i Nur’un Türk diline yapmış olduğu hizmetlerin büyük olduğunu, bu konuda eşsiz bir eser olduğunu belirtmiştim. Çünkü çoğu defa mühim âlimler, İslam âlimleri, hatta İslam hukuku konusunda yazanlar dahi ya uydurma Türkçe kullanmakta ya da muhtevası çok zayıf, gramer kaidelerine uymayan bir metin halinde o ulvi hakikatleri dile getirmektedirlerdir ki, bu yanlış bir metoddur.

Çünkü o ulvi hakikatlar layıkı vechiyle ifade edilememektedir. Risale-i Nur ise, İslam kültürünü ihtiva eden bir dil ile yazılmıştır, mevzuun yüceliğini ortaya koyan ve o mevzua uygun kelimelerle ve İslamî muhteva ve manada bir istikamet vererek okuyucuya hizmet etmekte ve dolayısı ile Türk diline hizmet etmektedir. Bu sebeble diyebiliriz ki, Risale-i Nur’lar, bu açıdan hiçbir zaman diğer eserlerle karşılaştırılamaz.

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN

Risale-i Nur’un dili ve üslûbu

Risale-i Nur’un dili, tarihimizin, kültürümüzün, irfanımızın, edebiyatımızın dilidir. Bu bakımdan çok ehemmiyetlidir. Çünkü bir milleti ayakta tutan, onun dini, irfanı, tarihi, kültürü ve millî düşünceleridir.

Diline, kültürüne hâkim olmayan bir millet, git gide kendi kültür ve irfanında tasarruf edemez hale gelir ve söz hâkimiyetini yabancı menfaatlere devretmek vaziyetine düşer. Dil, bir milletin hissiyat ve heyecânînı, karakter ve seciye-i milliyesini, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettiren bir aynadır.

Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Milletimizin tefekküründeki, edebiyat ve san’atındaki zerafet ve bediî zevk, lisanımızın zenginliğinden kaynaklanmaktadır.

Biz, deryalar kadar engin, semalar kadar derin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyat, estetiği, tarihi, mimarisi, san’atı ve tasavvufu ile namütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı, ancak cami ve zengin bir lisanla mümkündür. Bizim lisanımız, kütüphanelerimizin şehadetiyle, engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir. Onun her bir kelime ve tabiri arkasında, bir tarih yatmaktadır. Bu lisan-ı tağyir etmek, tarihe karşı mes’uliyeti hiçe saymak demektir.

Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak ve kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri, dessasane ve plânlı bir şekilde milletimizin müşterek hafızası hükmünde olan dilimizi dejenere etmek ve zaafa uğratmak için olanca güçleriyle çalışmışlar ve el’an da çalışıyorlar. Zira onlar çok iyi biliyorlar ki, dili ihmal edilen bir milletin diniyle, tarihiyle ve kültürüyle bütün bağlantı noktaları kesilir. Artık o millet, dinî ve millî gerçeklere karşı gafil ve cahil kalır. Ruhundan, cevherinden kopar, merkezinden uzaklaşır. Bütün değer hükümlerinin yabancısı, hatta düşmanı kesilir.

Ne hazindir ki, bugün bir İngiliz genci Şekspir’in yüzyıllarca evvel kaleme aldığı bir eseri rahatlıkla anlarken, bizim gencimiz İstiklâl Marşını anlamaktan aciz kalıyor. Bu ise ancak gizli ve menhus hainlerin muvaffakiyeti demektir. Maalesef, insanımız, harici düşmanların tecavüzüne karşı gösterdiği heyecan ve hassasiyeti, bu topsuz tüfeksiz yıkılışa karşı gösterememektedir. İşte hazin olan budur.

Cenâb-ı Hakk’a nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, Risale-i Nur, dinî ve millî lisanımızı muhafaza etmekle dilimiz üzerinde oynanan bu hain planı da akim bırakmıştır.

Evet, Risale-i Nur, lisan-ı millîmizdir. Geçmişimizle geleceğimizi birbirine bağlayan bir köprüdür. O, artık bizim irfanımızın en güzel bir aynası olmuştur. Muhteşem tarihimiz ile istikbalin arasında açılan bu aşılmaz uçurumu kapatmış ve lisanımızı düştüğü rezilane vaziyetten kurtarıp, onu asaletli ve haysiyetli mevkiine iade etmekle bu memlekete en hayatî ve şerefli bir hizmet daha ifa etmiştir.

Risale-i Nur’un üslubuna gelince; onda üslûp ile mânâ tam bir ahenk halindedir. Mânânın letafeti ile üslûbun bedaati, imtizaç etmiştir. Gülün latif kokusuyla güzel renginin, çiçeğinde kaynaşması gibi.

Risale-i Nur, aile ve çok yüksek hakikatların izahı olduğundan, Bediüzzaman mevzuun ulviyetine binaen makam iktizası olarak, eserlerinde şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden “üslub-u âliye”yi ihtiyar eder. Bununla beraber, konunun hususiyetine mutabık olarak, yer yer, “üslûb-u müzeyyene” ve “üslub-u mücerred”i de ihmal etmez. Kullandığı her üslupta itidali ve muvazeneyi daima muhafaza eder. Makamın istidad ve kabiliyeti nisbetinde, teşbih ve temsile yer verir. Hisse canlılık, hayale renklilik kazandırırken hakikati merkezinden oynatmaz.

Onun üslubunun en hâkim unsuru, son derece ikna kudretine sahib olmasıdır. Pek çok edipler yeknesak bir üslubun kıskacında kıvranıp dururken, Bediüzzaman, ilim ve hikmetin, akıl ve mantığın hâkimiyetinde değişik üslublar, kullanır. Hatta mevzuya hissî bir akış, ince bir ruh, kalbî bir bakış hâkim olsa bile, yine hislerin kontrolü akıl ve mantığın elindedir.

*  *  *

Mehmed Kırkıncı