Etiket arşivi: Din Birliği

Din Stratejileri – Din Birliği ve Küresel Barış

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Arabistan yarımadasında doğmaya başlayan İslam Güneşi, Hz. Ömer devrinde Ortaasya ve Kafkaslardan Bizans hudutlarına kadar çok büyük bir alanı aydınlatıyordu. Onlarca Arap olmayan kavim İslam dairesine girmiş Muhammedî hakikati ikrar etmekteydi.

Hz. Ali’nin Halifeliğine, iktidar hırsı yanında, aşiret ve kavmiyet taassubuyla karşı çıkılmasıyla başlayan fitne, “ittihad-ı İslam”ı parçalamaya başladı. Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ve Hz. Hüseyin’in şehâdeti ile zirveye ulaştı.

Kutlu Nebi’nin beyanı ile İslam hilafeti 30 yılı zor da olsa tamamladı ve “ittihad-ı İslam” da unutulmaya başlandı.

Abbasi Halifesi Kâim Biemrillah’in çağrısı üzerine 15 Aralık 1055’te Bağdat’a girerek. Halife üzerindeki baskıyı kaldırıp, Büveyhoğulları’nın zulmünü sona erdiren Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin, İslam’ın Sancağı’nı eline alarak başlattığı İslam’ın Sancaktarlığı görevi yaklaşık 900 yıl sürdü.

16. yüz yıla geldiğimizde, İstanbul’daki medreselerde, bundan daha büyük, daha güçlü daha zengin devlet yok. İlimde, sanatta ve medeniyette daha büyüğü nasıl olabilir? “Bundan sonra okumaya ne gerek var” mantığı ortaya çıkmaya başladı. Süleymaniye ve Selimiye’nin yapıldığı sıralarda, “Medrese”lerde “geometri okumaya gerek yok” gibi, tartışmalar başladı.

Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’l Hak” adlı kitabında eleştirdiği tartışmalarla başlayan ilimde gerilemeler, fen alanında da kendisini gösterdi. Asıl gerileme ilim ve fende oldu.

Bir zamanlar Haçlı Seferleri’nde başarılı olamayanlar, zenginliğini kaybetmeye başlayan Müslümanlardan yandaşlar, destekçiler bulmaya başladı.

Hırsız içerden olunca, öküz bacadan bile çıktı. Etnik milliyetçi, ırkçı düşünceler yanında farklı Müslümanlık anlayışları arttı ve batı Hıristiyan dünyasından bulduğu desteklerle güç kazandı.

Osmanlı küçülmeye başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde, “bu kötü gidişe nasıl dur diyebileceğimiz”, soruları aklımıza geldi. İşte “ittihad-ı İslam” yani “İslam Birliği” fikri de bu arayışlardan biridir ve doğru bir taleptir.

Bu günlerde “üç kıtada toprakları bulunan son hükümdar” olarak anılan Sultan Abdülhamid Han “İttihad-ı İslam” için en çok çalışan ve bu fikri savunanlara en fazla destek vermiş “Hakan”dı.

İslam birliği konusunda Üstad Said Nursi’nin sözlerini hatırlayalım:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnâmesi” ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerreme’dir; ve dürret-i beyzâsı Ravza-i Mutahhara’dır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Arap’tır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye’dir.

Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâm’ın taşını ve nakşını istersen, işte bak! …”[2]

Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedî’nin cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de Îman’dır. Müntesibîni umum müminlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediye’dir. Kanunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibadettir. İhfa, havf; riyadandır. Farzda riyâ yoktur.

Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır.

İttihad–ı İslâm’ın bütün müminlere şâmil olduğunu, bunun tahsis ve tahdit kabul etmediğini ısrarla anlatan Bediuzzaman, Yavuz Sultan Selim’in, Arabistan’ı Osmanlı topraklarına katmasını bu mânâdaki İttihad–ı İslâmı hedef alıp tesis etme amacına yönelik bir çalışma olduğunu ve kendisinin de buna ittibâ ettiğini beyan eder.

19. asrın son çeyreğinde başlayan siyasi partiler serüveni, meşrutiyet ve Cumhuriyet’le devam etti. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra özellikle batıda yaygınlaştığını gördüğümüz demokrasi ve insan hakları uygulama ve iddiası İslam milletlerinin yaşadığı coğrafyaya ya eksik geldi, ya da hiç uğramadı.

Aslında bu iki kavram da Müslümanlara aitti. Kur’an ve Sünnet bunu tevsik etmekte; Veda Hutbesi tescil etmekte; “Raşit Halife”lerin seçimleri bunu tasdik etmekte iken bunları kaybettiğimiz veya unuttuğumuzu bile hatırlayamadık.

İsyana kalkışan Şeyh Said’e; “İttihad-ı İslam”ın yaşandığı 900 yıllık geçmişi hatırlayarak, “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vaz geçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir”[3] diye mektup yazmıştı.

Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed ve O’nun ümmetinin yaşadığı bölgelere bol bol lütuf ve ihsanı olarak görülen yer altı kaynakları, özellikle petrol bulunduran bölgeler başta olmak üzere, küresel emperyalizmin ana hedefi olmaya başladı ve devam ediyor.

Halen yaşamakta olduğumuz 21. yüzyılın başında küresel emperyalizm, bizim dünyamızda, Müslümanlar arasında çatışmalar ve savaşlar çıkartma peşindedir.

Böyle bir zamanda “İttihad-ı İslam” yani İslam Birliğini konu alan bu toplantı, inşallah önce bizim, sonra da bütün İslam dünyasının uyanışına vesile olur.

İlk yıllarında siyasete olumlu bakan Bediuzzaman, daha sonra bu görüşünü değiştirir ve “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”[4] der. Nur Allah’ın nuru’dur. Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’dır, İslam’dır.

Ancak batı destekli güzel süslenmiş yalan ve maddi menfaatle kamufle edilmiş sapık fikirler; ırkçı görüşler ve ayrılıkçı düşünceler ortalığı kaplamış; siyaset, dinin önüne geçmiştir.

Hâlbuki “siyaset bir nur değil, aksine bir topuzdur”. “Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.

“Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz”[5] diyor.

Üstad gibi birinin yapamayacağını kim veya kimler başarır veya başarmaktadır?

Günümüzde en fazla üzerinde durulması gereken “imanî hakikat” budur.

Buraya bir bal mumu yapıştırarak meselenin günümüzle ilgili boyutuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

George Walker Bush’un Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olduğu 20 Ocak 2001 tarihinden sonra geliştirdiği ve ABD tarafından halen uygulanmakta olan bir anlayış ve siyaset var.

Bu siyaset, Haçlı zihniyetinin çağdaş versiyonu ve/ya bilimsel olanıdır denilebilir bir stratejidir.

Beyaz Saray çevresindeki uzmanlar, dünyanın en büyük ve güçlü devleti ABD olduğundan, dünyanın tek hâkiminin Tanrı gibi algılanması gerekir. Bunun için de Tanrı dünyayı ve insanları ne ile nasıl idare ediyorsa, ABD başkanının da öyle idare etmesi gerektiği şeklinde bir algıyı bilim ve strateji dünyasına ve ABD politikalarına taşıdı.

Sırf bu amaçla geliştirilen “strategy of Religion” Din Stratejisi, “strategy God ”Tanrı Stratejisi” çalışmaları, asıl hedefin, sömürülecek ve kullanılacak ana kitlenin Müslümanlar olduğunu ortaya koydu. Bu defa Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki menfaatlerini koruyabilmek ve geliştirebilmek adına, İslam’ı nerede, kime karşı, nasıl kullanacağı araştırmalarına yönelmiş ve böylece “strategy of İslam” orta çıkmıştır.
Bu konuda ABD’de onlarla kitap ve makale yayınlanmıştır.

İslam’ın hangi mezhebini, hangi tarikatını, hangi cemaatini, ne zaman, kime karşı, nasıl kullanacağını ortaya koyan çalışmalardan İslam dünyasında kaç kişi haberdardır?

Unutmayalım ki, Küresel emperyalizmin hedefi, Müslümanların yaşadığı “İslam Dünyası”dır.

Küresel emperyalizm, tıpkı Sovyetlerin çöküşünün, bir tek mantar tabancası patlatılmadan başarılması gibi, -hiç masraf etmeden- Müslümanı Müslüman’a kırdırarak amacını gerçekleştirmek istemektedirler.

Bunu ortaya atanlara göre İslam aşırı, marjinal, anarşi ve terörü besleyen bir dindir. Onun için de bunun terbiye edilmesi ve aşırılıklarının törpülenmesi gereklidir.

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu için icad edilip uygulamaya konulan ILIMLI İSLAM bu stratejinin en önemli uygulama bölümüdür.

21. yüzyılın başında içinde yaşadığımız tarih diliminde, İslam dünyasında çıkartılmak istenen Şii- Sünni ihtilafı veya çatışmasının kaynağı da aynı stratejidir.

– Çağın ilmini, fennini, sosyal, kültürel, siyasi ve diğer alanlardaki gelişmelerini bilmeden “ittihad-ı İslam” demekle bu birlik gerçekleşseydi, yaklaşık iki yüz yıldır çoktan gerçekleşmez miydi?

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını
Veriniz mesainize hem de son sür’atını

– Diyen Mehmet Akif’i can-ı gönülden dinlemiş ve yeteri kadar çalışmış olsaydık, bu durumlara düşer miydik?

2006 sonu haccıydı. Mekke’de, Türkçe adı ile ”Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı”nda, Vakfın o zamanki başkanı, Ummü-l Kura Üniversitesi Hukuk Profesörü Seyyid Abdullah ATTAS ile üç yarım gün süren “Ehlibeyt Sevgisinin, İslam kardeşliğinin ve İslam dünyasının güçlenmesindeki rolü” konulu konuşmamız sırasında demişti ki;

“- Şu anda reel olarak bir İslam dünyasından bahsedemeyiz. İslam ülkeleri gibi görülen devletler, emperyalizm denizine batmışlardır, sadece Türkiye’nin başı emperyalizmin dışındadır. Onun da bedeni emperyalizme batmış görünüyor.

Emperyalizmden kurtulma umudu olan tek İslam ülkesi Türkiye’dir.

– Bir Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun, kendisini koruyacağına inandığı bir güç olmasa, yüksek sesle ne “Müslüman’ım” diyebilir, ne de “Kelime-i Şahadet” veya “Kelime-i Tevhid”i okuyabilir. Mesela biz, Mekke’de, Kâbe’nin yanında bile bunu söyleyemeyiz. Emperyalizm bu derece etkilidir” dediğinde,

– Peki bu güç nedir, kimdir, bölgesel mi, küresel mi, diye heyecanlanmıştım. Cevap verdi:

– Bu güç sadece bir tanedir. Gücü, tarihi ve kültürel geçmişinden geliyor, dedi. Adı var mı diye sordum.

70 yaşındaki Seyyid cevap verdi:

– “Bu gücün adı, “ceyşu-l etrak” Türk Ordusu’dur. Kadere bakınız ki, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller!

O, Hakk’a erdi.

Son din ve son peygamber, “”güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“[6]

Ahlâk, Yaradan’dan başlayarak yaratılanı da sevmeyle başlayan, davranışlar bütünüdür.

Müslüman olarak diğer Müslümanları ne kadar seviyoruz?

Kutlu Peygamberin Eşi Hz. Marya Validemizin akrabaları olan Çingeneleri, Nakşilerle aynı silsileleri paylaşan Alevileri, en az bin yıldır beraber olduğumuz ve bölgede kurulmuş Türk devletlerinin vatandaşları olmuş Kürtleri, Arapları, Zencileri, Aptalları ve İslam’ın Sancaktarı olan büyük Türk Milletini ne kadar seviyoruz?

Sevgi olmadan birlik, ittihad, ne diyorsak, o nasıl olacak?

Şimdi, günümüzde, din adamları başta olmak üzere, hepimiz ahlâki problemler yaşamıyor muyuz?

Şimdi küresel emperyalizm, Müslümanlar arasında teslim alamadığı kaç şahıs ve organizasyon kalmışsa, onların peşinde koşmuyor mu?

– Müslüman olarak, diğer Müslüman’ın aleyhinde bulunmayı en önemli “tebliğ” zannedenlerimiz yok mu?

Mü’minler kesinlikle kardeştirler, (kardeşler arasında ihtilaf olduğunda) kardeşlerinizin arasını bulun, barıştırın, uzlaştırın onları. Ve Allah’tan çekinin ki, merhamet olunanlardan olun”[7] (Hucûrat:10). Ayetini başımız derde girmeden, toplumsal facialar ortaya çıkmadan hatırlıyor muyuz?

Kur’an Müslümanların temel kitabıdır ve Ahlâk, Kur’an ve Kutlu Nebi Hz. Muhammed’in örnek ahlâkı ile tamamlanmıştır.

Kendisini, misafir olarak hacca davet etmek için görevli olarak gittiğim bir Alevi vatandaş bana sordu:

– Davetinizi kabul edersem, bana harcayacağınız para, bana helal para mıdır? Helal değilse ve gitmeye karar verirsek, son kuruşuna kadar bütün paramızı ödemek şartıyla bizi misafir sayar mısınız?

Hacca misafir olarak davet edilmiş binlerce insan içinde, sadece bir kişinin sorduğu ve sorulanı donduran bu soruyu, her yediğimiz lokmada, hepimiz sorduğumuzda, İslam birliği kendiliğinden kurulacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.

Bu ahlaki olgunluğa ulaşmak için, nefsimizden başlayarak, “Allah” diyen, “lailahe illallah” diyen, “Muhammedün Rasulullah” diyen herkesle barışmadan; paraya, ideolojiye; siyasete ve güce karşı zaaflarla “ittihad-ı İslam” lafta kalmaya mahkûmdur.

İslam’ı, elinde tutuyor gibi göstererek siyaset yapanlara ve İslâmî hassasiyetleri olanları da içlerine katmaya çalışanlara, hep birlikte Bediuzzaman gibi seslenmeliyiz:

İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!”[8] demeliyiz.

Bunu diyebiliyorsa, mesele yok.

Hayır, bir elimle “nur”u, diğeri ile de ”topuz”u tutmaya devam edeceğim, diyorsak,

Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyorsun” diyenlere, verilecek cevabımız var mı?

Euzü billahi mineşşeytani ves siyaseh”.

Dr. Abdülkadir Sezgin / Risale Akademi

________________________________________
[1] Sosyolog (Soysal yapı ve Sosyal değişme Uzmanı), Diyanet Denetim Elemanları ve Uzmanları Derneği Genel Başkanı
[2] Münâzarât, s. 113