Etiket arşivi: dindarlık

Adaletsiz takvâ mümkün müdür?

Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.

Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.

Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde, tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)

Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.

Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.

Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkar karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.

Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.

Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.

Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.

Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)

Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.

Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.

O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…

Metin KARABAŞOĞLU – Risale Haber

İradeyi Güçlendirmenin Yolları Nelerdir?

Bir gemi için dümen ne ise, insan için irade odur. İnsan irade ile devamlı beyne mesajlar gönderir. Beyin net mesajlar ister. Kararsızlık insanı ruhen zayıflatır.

Bir ordu komutanı askerlerine, “Şöyle yapsanız herhalde iyi olur.” ; “Sanıyorum şöyle yapmanız gerekiyor” gibi ifadeler kullansa kimseyi harekete geçiremez.

Başarılı bir komutan, net ifadelerle emir ve direktiflerini verir. Onun gibi, “Bugün şu kitabı okusam herhalde iyi olur.” “Sanıyorum ders çalışmam gerekiyor”tarzında kararlar alan birisi hedefe varamaz. “Mutlaka okumalıyım, çalışmalıyım”diyen birisi ise, adım adım hedefine ulaşır.

İnsanın fiilleri meyillerden doğar. Meyiller ise; akıl, duyu organları ve latifelerle beslenir. İnsandan güzel fiillerin meydana gelmesi, bütün bunların irade dümeni ile güzel şeylere yönlendirilmesiyle mümkündür. Mesela, diğer gün zor bir imtihanı olan talebe, “mutlaka başarmalıyım” diye başarıya doğru meyleder. Bu meyil, onu çalışmaya sevk eder. Kendisi ders çalışırken dışarıda oyun oynayan arkadaşlarını görse bile, iradesi buna engel olur, oyunu en azından imtihan sonrasına erteletir.
“Sabah saat beşte uyanmalıyım” diyen birisi, saatini kurmasa bile o vakitte uyanır. Saatini sabah beşe kuran, fakat iradesini buna yönlendirmeyen ise, çalan saati duymayacaktır.
Kuvvetli bir evlenme isteği içinde olan bir genç, aklının öne sürdüğü “bak, daha okuyorsun. Bir ev geçindiremezsin” gibi gerekçeleri dinler, evliliğini tehir eder. İmanlı birisiyse, nefse hakimiyet için oruç tutar, hayalen dahi olsa, müstehcen görüntülerden kaçınır. Eğer dini bir terbiye almamışsa, o kuvvetli evlenme meyli, onu gayr-i meşru yollara sevk eder.
Alışkanlıklar zamanla insan kalbinin derinliklerine kök salar. Öyle ki, kişi istese bile iradesini isteği dışında kullanır.
İlim zekaya, amel iradeye bakar. Sadece ilmi terbiye gören birisi, amelde çok falso yapabilir. Sözgelimi, sigara içen hemen herkes bunun zararlı olduğunu bilir. Fakat o sigarayı bırakmak, sadece ilim işi olmadığından, ancak kuvvetli bir irade gösterebilenler bırakmakta başarılı olurlar.
, sadece ilmin yetmediğini beyan sadedinde şunu ders verir:
“Onlara o herifin kıssasını oku ki, ona ayetlerimizi sunmuştuk da, o onlardan sıyrıldı çıktı. Derken onu şeytan arkasına taktı da, sapkınlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o ayetlerle yükseltirdik. Lakin o, yere (süfli şeylere) saplandı ve hevasının ardına düştü. Artık onun meseli, o köpeğin meseline benzer ki, üzerine varsan dilini sarkıtır solur, bıraksan yine dilini sarkıtır, solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kimselerin meselidir.” (A’raf Suresi, 7/175,176)
Ayet, ilminin hilafına amel eden kötü alimi anlatmaktadır. Böylelerinin dalalete düşmesi bilmemekten değil, irade terbiyesinin olmayışındandır.
İslamiyet, insanları başıboş bırakmaz, onları yönlendirir. “Şu haramdır, uzak dur! Bu helaldir, istifade et!” der. Bu yönden baktığımızda, irade eğitiminin esasının dindarlık olduğunu söyleyebiliriz. Dine kuvvetli inanan birisi, iradesini dinin gösterdiği esaslar doğrultusunda kullanır, haramdan kaçar, helalden yararlanır. Dini bir terbiye almayan birisi ise, iradesinin dizginini nefis ve şeytana verir. Nefis ve şeytan, böyle kişilerin iradelerini şehvet tarlalarına, isyan bataklıklarına yönlendirir.
AA

Dindarlık, “dinî darlık” ve “bağnazlık” değildir!

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, son günlerde kamuoyu gündemini meşgul eden ‘dindarlık‘ tartışmaları ile ilgili sosyal paylaşım sitesi Twitter’dan açıklamalar yaptı.

Görmez, “Dindarlık, başkasını aşağı, hor, hakir görmek değildir. Dindarlık, dinî darlık, bağnazlık, ötekini tanımamak hiç değildir.” diye yazdı. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Twitter’dan yaptığı açıklamada, dindarlık tanımlarına yer verdi. Görmez, “Dindarlık, Yaratıcı’ya saygılı, yaratıklara şefkatli ve merhametli olmaktır. Dindarlık; tevazudur, muhabbettir; husumet ve kibir değildir.” dedi.

Görmez’in, dindarlığı tanımladığı diğer tweetleri ise şöyle: “Dindarlık, herkesin iman, hikmet ve hakikat denizinden avuçlayıp içebildiğidir. Ummânın kendisi değildir. Dinin bizatihi kendisi hiç değildir. Dindarlık; Yaratıcı’ya, kendimize, bütün insanlara ve bütün evrene karşı dürüst, adil, ahlaklı ve samimi olmaktır. Dindarlık, başkasını aşağı, hor, hakir görmek değildir. Dindarlık, dinî darlık, bağnazlık, ötekini tanımamak hiç değildir. Dindarlığın en temel ilkesi, içtenlik ve samimiyettir. Sanal, görsel ve gösterişçi dindarlık, gerçek dindarlık değildir. Dindarlık, Yaratıcı’ya saygılı, yaratıklara şefkatli ve merhametli olmaktır. Dindarlık; tevazudur, muhabbettir; husumet ve kibir değildir.

Pınar Kaman /ANKARA / Zaman Gazetesi

Dindar Gençlerde Ergenlik Sorunları

      Gençlik dönemi ergenlik dönemi ile başlar.Bu dönem 14-25 yaş aralığıdır.Ergenlik dönemine geçen çocuklarda hem fiziki hem de ruhi değişimler yaşanır.Çocukta meydana gelen bu fiziki değişim -özellikle bu kızlarda daha fazladır-Bazen ruhi sorunlara da neden olur.Bu dönemde gençler duygularıyla hareket eder.Akıl ikinci plandadır.

Ergenlikte  gençler de özellikle karşı cins tarafından beğenilme kaygısı ağır basar.Anne ve Babalar bu dönemde çok dikkatli hareket etmeli çocuklara bu dönemde değer vermelidir.Çünkü bu dönemde çocuk Anne ve Babadan  sevgi ve ilgi bekler.

Bizim gibi feodal kültürün ağır bastığı doğu toplumlarında maalesef  bu ilgi ve sevgi çok az görülmektedir.Geleneklerden dolayı çocuğa olan sevgi ve şefkati özellikle baba esirgemektedir.Çocuk baba sevgisinden ve şefkatinden yoksun büyümektedir.Bu durum kız çocuklarında daha büyük sorunlara neden olmaktadır.Genç kızlar babadan göremediği sevgiyi kendisine değer veren ilk erkekte bulmaya çalışmaktadır.Bazı kötü niyetli kişiler genç kızların bu zayıf yönünü kötüye kulanıp gençlerin ruhunda onarılmayacak sonuçların çıkmasına neden olur.Kısacası bu kızlar sevgi eksikliğinden dolayı bazen babası yaşındaki kişilere gönlünü kaptırmakta ve saf duyguları  bu kişiler tarafından suistimal edilmektedir.Bu durum bazen gençlerin intihar sebebi bile olabilmektedir.

Yöremizde muhafazakar ailelerin çocuklarında  durum daha da vahimdir.Aileler gençlerin çevresinde olup biten olaylara gözünü kapamasını ve tamamen dış dünyayla bağlantısını kesmesini isterler.Bu durum gençlerde çok büyük psıkolojik baskıya sebep olur.Gençler bu baskını altında ezilirler.Çocuk bazen namaz kılmazsa bile sırf ailesinin baskısı ile namaz kılar gibi gözükür.Yani kısacası ailesini aldatır.Ailesinin beklentisinin tam tersine ahlaki yönden daha da yanlış işler yapar.Bazen ailenin yasakladığı şeyler çocukta daha ilgi çekici olur.Ailesinin isteği dışında bu yasakları çiğner, duygularının esiri olur.

Yukarıdaki aktardıklarımı destekler yaşanmış bir olayı  Yazar Cemil  TOKPINAR’ın bir kitabından  aktaralım.

“Çok değerli Cemil Ağabey! Son zamanlarda evlilik, cinsellik ve gençlik üzerine kaliteli çalışmalar yapıyorsunuz. Ben de bir genç olarak yarama parmak bastığınız için bu yazıyı yazmak ihtiyacı duydum.

“Ben erkeklerle hiçbir zaman muhatap olmadım. Lisede hocalarımla bile konuşurken başımı öne eğer, edep ve saygıyla onlarla konuşurdum. Hayatımda erkek olarak sadece babam ve ağabeyim vardı. Üniversiteye geldiğimde dindar, müsbet ve İslâmî bir bölümde okuyan bir beyle tanıştım. Ciddi olarak görüşüyorduk. Bu görüşmeler sırasında ben, kendi hayamla oturmaya, kalkmaya ve konuşmaya dikkat ederdim. Bildiğim dinî ve imanî hakikatları açıklamaya çalışırdım. Sonuçta muhatabım, sadece iman hakikatlarından haberdardı, ama içli dışlı değildi. Evliliğimizi, ileride nasıl bir hayat kuracağımızı, dünya ve ahiret saadetini, kısacası her şeyi meşru daire içinde konuşmuştuk. Bu görüşmeler sıklaşınca işin içine ister istemez nefis ve şeytan karışmıştı. Ben ise ona, bazı tutum ve davranışlarının yanlış olduğunu, yapmaması gerektiğini, meşru olmayan lezzetlerin haram olduğunu, branşı gereği bunları asıl kendisinin anlatması gerektiğini ifade etmeye çalıştımsa da, nafile… Sonunda bir nefis taşıdığım için ben de bu havaya kapılmıştım. İş ciddiye dönüşünce ailesinden sorun çıktı. Böylece bütün söylemler suya düştü. Yaptığım hatalar, günahlar, haram lezzetler bana kaldı.

“Olayın üzerinden uzun bir zaman geçmesine rağmen ben sürekli vicdan azabı duyuyorum, her zaman, her namazda tevbe ediyorum. Ağlamadığım gün ve gece yoktur. Ben kendimi affedemediğim halde Rabbim beni nasıl affedecek, onu düşünüyorum; düşündükçe kahroluyorum. Üzüldüğüm şey, dinî ve imanî hakikatlardan haberdar olan birisi olmama rağmen nasıl oluyor da, bu tür şeyleri yapmışım? Benim gibi olan yüzlerce kız var. Size anlatamayacağım hüzün ve pişmanlıklar içerisindeyim. Bunu Cenab-ı Haktan başka kimse bilemez herhalde.

“Benim suçum, ciddi olarak evliliği düşünmemdi. Benim suçum dindar, dinî hakikatlardan haberdar bir insana güvenmekti. Suçum, Doğu kökenli olup, ailesinin beni kabul etmemesiydi. Suçum, dünya ve ahiret saadetini sağlamayı düşünmem, lüks ve şatafatlı bir hayatı istemememdi. Suç üstüne suç sayabilirsiniz…

“Bu olaydan sonra dindar bile olsa erkeklerden nefret etmeye başladım. İçimde onlara karşı kin ve düşmanlık vardı. Evliliğe kapalı kalmıştım.

“Ben artık şefkat tokatlarını yemiştim, aklım başıma gelmişti. Bu mektubu gençlere örnek olsun diye yazıyorum. Hiç kimse, ‘Benim konuştuğum, görüştüğüm kişi temizdir, dürüsttür, dindardır, güvenilirdir, muhafazakârdır’ deyip, kendini kaptırmasın. Çünkü olaylar başka mecralara kayıyor. İnsan geçmişine dönüp baktığında ahlar, hüzünler, senelerce unutulmayacak izler, gözyaşları ve günahların kara lekesi belleğinde kalacaktır.

“Bu musibet bana ne kadar aciz, zayıf ve çaresiz olduğumu, dünyanın gayri meşru lezzetlerinin bir yedirip bin tokat vurdurduğunu, bir an bile nefis ve şeytanla baş başa kalmanın ne büyük yaralar açtığını öğretti. Belâ ve musibetlere karşı sürekli istiğfar etmek gerektiğini, tevbe kapısının açık olduğunu, her şeyde bir hayır ve hikmet bulunduğunu, esma-i hüsnadan birinin de Tevvab olduğunu, hata işleyip nefis muhasebesi yapmakla Hz Yunus’un (a.s.), sabrederek Hz. Eyyub’un (a.s.) meyvelerine ulaştığımı gösterdi.

“Bunları hiç kimseye anlatmış değilim. Siz gençlik sorunlarıyla ilgilendiğiniz için, gençlerin ibret alması niyetiyle yazıyorum.”

Bu mektup gösteriyor ki dindar aileler, çocuklarını yetiştirirken çok dikkatli davranmalı.Özellikle örnek dini yaşantıyı gençlerden beklerken bu gençlerin duygusal yönlerini de göz önünde bulundurmalıdır.Onların hem ruhi hem de nefsani yönlerini dikkate almalıdır.

Hamit Derman

www.NurNet.org