Etiket arşivi: Doç. Dr. Niyazi Beki

İstikbal İslam’ındır

İslam’da Ümitsizliğe Yer Yoktur

Ümit ve ümitsizlik çok farklı etkiye sahip zıt iki kavramdır. Ümit: “yaşasın!” dediği yerde, ümitsizlik: “ölsün!” diyecektir.

Ümit yeşerten düşünceler, dünya ve ahiretin mutluluğunu sağlayan harika bir formüldür. Ümit, hayat bahşeden sihirli bir iksirdir. Ümitsizlik ise, canlı insanları birer cenaze haline getiren bir ölüm cellâdıdır. Kur’an’da “ümitsizliğin ancak inkârcılarda bulunan bir özellik olduğu” bildirilmiştir(Yusuf, 12/87).

Bediâne bir ifadeyle söylemek gerekirse; “Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır. İnsanları canlandıran emeldir(ümittir); öldüren ye’stir/ümitsizliktir” (Mektubat, 473 ).

İslam âleminin bugünkü sıkıntılarına bakıp gelecekten ümit kesmek, iman şuuruyla bağdaşmaz. Zira bu karanlıklar, gecenin son demlerini göstermektedir. Artık bundan sonra İslam güneşi, yeniden doğacak ve ittihad-ı İslam gündüzü başlamış olacaktır.

Konuyla ilgili aşağıda mealleri verilen ayetlerin ifadesi çok açıktır:

إِنَّهُ لاَ يَيْأَسُ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

“Şüphesiz kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez”(Yusuf: 12/87)

قَالَ وَمَن يَقْنَطُ مِن رَّحْمَةِ رَبِّهِ إِلاَّ الضَّآلُّونَ

(İbrahim:) dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?(Hicr: 15/56)

Kur’an, Nihayet Zaferin İslam’ın ve Müslümanların olacağına işaret etmektedir:

سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ

أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

 ” Evet, Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılsın. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?”(Fussilet, 41/53)

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

” De ki: “Hamd O Allah’a olsun ki size er geç ayetlerini gösterecek siz de onları tanıyacaksınız.”(Neml, 27/93) mealindeki ayetlerde Kur’an’ın verdiği gaybi haberlerinin istikbalde tahakkuk edeceğine ve bu sebeple de insanlar tarafından Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğu gerçeği anlaşılacağına vurgu yapılmıştır. Genel olarak insanların bu gerçeği anlaması ise, Kur’an’ın mutlak hâkimiyetine yol açacak bir gelişme olacaktır.

1-Kur’an’dan Beşaretler

Önce şunu belirtmeliyiz ki; aşağıda takdim ettiğimiz ayetler, doğrudan değil, ama dolaylı olarak günümüze de ışık tutmakta ve müminlere teselli vermektedir.

Kur’an’da, insanlık tarihi boyunca Allah’ın vahyini tebliğ etmekle memur olan peygamberlerin başlarına gelen sıkıntı ve musibetlerden kurtulmalarından, kâfirlerin ise helak olmalarından bahsedilmesi, Hz. Peygamberi ve o günkü müminleri teselli ettiği gibi, geleceğe de ışık tutacak ve günümüz müminleri de ümitsizlikten kurtaracak niteliktedir.

Çünkü tarih tekerrür edecektir. Geçmiş zamanın sahralarında mücadele eden müminlerin zaferi ile inkârcıların hezimetinden bahseden Kur’an’ın tarihi kıssaları, istikbal dağlarında zamanla tekrarlanan aynı olaylarla karşılaşan müminlere birer müjde mahiyetindedir.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle:

“…Güya (Kur’an’da yer alan)  kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhâssa çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına gelen azablar ile baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim (A.S.) ve Musa (A.S.) gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor”(Sözler, 452)

Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatınınâyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir“(Sözler, 254). Demek ki, Kur’an geçmişte yaşanan olayları aktarmakla, geleceğe ışık tutmaktadır.

Bu kısa girişten sonra Kur’an’ın bu çerçevedeki beşaretlerine bakabiliriz.

a)Müslümanların başına gelen sıkıntılar bir imtihan vesilesidir

أم حسبتم أن تدخلوا الجنة ولما يأتكم مثل الذين خلوا من قبلكم مستهم البأساء والضراء وزلزلوا حتى يقول الرسول والذين آمنوا معه متى نصر الله ألا إن نصر الله قريب

(Ey müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah’ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.(Bakara: 2/214)

b)Sıkıntılar, samimiyeti test etmeye yöneliktir

الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ . وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ

“Elif Lam Mim. İnsanlar hiç imtihân edilmeden,  (sâdece)  “Îmân ettik!” demeleriyle  (kendi hâllerine) bırakılacaklarını mı sandılar? And olsun ki  (biz) , onlardan öncekileri de imtihan ettik; Allah (iman iddiasında) samimi olanları da muhakkak bilecek, samimi olmayan yalancıları da muhakkak bilecektir”(Ankebut, 29/1-3) mealindeki ayette sıkıntılı imtihanların, “iman ettik”diyenlerin samimi olup olmadıklarını ortaya çıkarmaya yönelik olduğunun altı çizilmiştir.

c)Sıkıntıların şiddetlenmesi ferecin habercisidir

حتى إذا استيأس الرسل وظنوا أنهم قد كُذِبوا جاءهم نصرنا فنُجي من نشاء ولا يرد بأسنا عن القوم المجرمين

” Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hâle gelip yalanlandıklarını düşündükleri sırada, onlara yardımımız geldi de, böylece dilediğimiz kimseler kurtuluşa erdirildi. Azabımız ise, suçlular topluluğundan geri çevrilmez”(Yusuf, 12/110) mealindeki ayette sıkıntıların şiddetlenmesi, yakında bir ferecin, kurtuluşun geleceğinin bir sinyali olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim gecelerin en kararan anları da artık şafağın sökeceğine bir müjde mesabesindedir.

d)Kâfirlerin akıbeti hüsrandır

إن الذين كفروا ينفقون أموالهم ليصدوا عن سبيل الله فسينفقونها ثم تكون عليهم حسرة ثم يغلبون

“Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlûp olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır.” (Enfal: 8/36)

e)İslam dininin galip olacağına Allah’ın vadi vardır

هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيداً)

“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.”(Fetih: 48/28)

f)İnkârcılara rağmen Allah nurunu tamamlayacaktır

يريدون أن يطفئوا نور الله بأفواههم ويأبى الله إلا أن يتم نوره ولو كره الكافرون

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.”(Saf: 61/8)

g)İman ve salih amel hâkimiyetin garantisidir

وعد الله الذين آمنوا منكم وعملوا الصالحات ليستخلفنهم في الأرض كما استخلف الذين من قبلهم وليمكنن لهم دينهم الذي ارتضى لهم وليبدلنهم من بعد خوفهم أمناً يعبدونني ولا يشركون بي شيئاً

“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar.”(Nur: 24/55)

ğ)Samimi müminler için Allah’ın zafer vadi vardır

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاءُوهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَانْتَقَمْنَا مِنَ الَّذِينَ أَجْرَمُوا وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِنِينَ

“Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip) günaha dalanların ise cezalarını hakkıyla vermişizdir. Müminlere yardım etmek de bize düşer.”(Rum: 30/47)

h)Allah inananlarla beraberdir

إِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللَّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

“Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.”(Tevbe:9/40)

i)Allah’ın dinine yârden yardım görür

أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَنْصُرُوا اللَّهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدامَكُمْ

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.”(Muhammed: 47/7)

 j)Peygamberlerin sonuçta galip olmaları karara bağlanmıştır

كَتَبَ اللَّهُ لَأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ

 Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.(el Mücadele: 58/21)

-devam edecek-

Doç. Dr. Niyazi Beki – nurdanhaber.com

İstişarenin Dindeki Yeri

“Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve anahtarı şûrâdır.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 61)

 Meşveretin Tarifi
Aynı kökten gelen meşveret, şûrâ, istişare, müşavere lügatlerde “danışma”, “görüşüp anlaşma”, “konuşup bir karara varma” anlamında tarif edilir. Rağıb Isfahani’ye göre, şura kelimesi: “balı peteğinden çıkarmak” veya “çiçeklerden bal toplamak”anlamına gelen “Ş-V-R” kökünden gelmektedir. Bu anlamıyla meşveret, arının çeşitli çiçeklerden malzemeyi toplayıp bal yapmasına benzer. O tatlı balı peteğinden çıkarmak için bir çaba gerektiği gibi, o şirin hakikat balını insanların akıl ve gönül çiçeklerinden veya peteklerinden çıkarmak için de “fikir teatisi” ne ihtiyaç vardır.

MEŞVERETİN HÜKMÜ:

Kur’an’da Şura/meşveretle ilgili üç ayet vardır:

a)“Anne-baba aralarında görüşüp istişare sonucunda iki yıldan önce çocuklarını sütten kesmek isterlerse, kendilerine bir vebal yoktur”(Bakara:233) mealindeki ayette ailenin maslahat gördüğü bir konuda istişare etmelerine işaret edilmiştir.

b)“Ve işlerde onlarla istişare et, bir de karar verdin mi artık Allah’a dayan. Şüphesiz Allah kendisine dayananları sever”(Al-i İmran:159) mealindeki ayette Hz. Peygambere arkadaşlarıyla istişare etmesi emredilmiştir

c) “Onlar öyle kimselerdir ki Rablerinin çağrısına kulak verip, namazı hakkıyla eda ederler. İşlerini istişare ile yürütürler, kendilerine nasip ettiğimiz imkânlardan hayırlı işlerde sarf ederler”(Şura:38) mealindeki ayette ise, müminlerin kendi aralarında işlerini hep meşveret ile yapacaklarına vurgu yapılmak suretiyle, istişare yapmaları teşvik edilmiştir.

Ali İmran suresinde yer alan ayetteki istişare emrinin, Hz. Peygambere mahsus olup olmadığı ve bunun vücup ifade edip etmediği konusunda, âlimler arasında farklı görüşler vardır.

Maliki mezhebine göre, ayetteki emir, Hz. Peygambere mahsus olmayıp, ondan sonra gelen devlet yetkililerini de kapsamakta ve vücup ifade etmektedir. Devlet reisleri ve valilerin bulundukları yerlerde din işleriyle ilgili konuları âlimlerle; savaş konusunda ordunun üst düzey komutanlarıyla, genel halkın maslahatıyla ilgili konuda halkın saygın, âkil insanlarıyla, hülasa her konuyu onun uzmanlarıyla istişare etmekle yükümlüdürler(İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Hanefi mezhebinin büyük âlimlerinden biri olan Ebubekir el-Cessas’a göre, Kur’an’da Şura/meşveretin iman ve namazla birlikte zikredilmesi(Şura:38), ümmet olarak bizlerin de istişare etmekle memur olduğumuzu belirtmektedir(Cessas, Ahkamu’l-Kur’an, 3/510).

Bu ifadeler, Hanefi mezhebinde istişare etmenin vacip olduğunu göstermektedir(İbn Aşur, a.g.y).

-Şafii âlimlerinden İmam Nevevi, Fahreddin Razi gibi ünlü alimler de istişarenin vacip olduğu kanaatindeler.

İstişare Heyetinin vasıfları:

“Müsteşar mü’temen/güvenilir kimsedir”(Tirmizi, Zuhd,39) şeklindeki nebevi düsturun ders verdiği gibi, kendileriyle istişare edilen insanların güvenilir kimseler olduklarını gösteren bazı özelliklere sahip olmaları gerekir.

Bunları şöyle sırlamak mümkündür:

a)Hayatta oldukça fazla tecrübe birikimi olup akl-ı selim sahibi olmak.

b)Takva sahibi, Allah rızasını esas maksat yapacak kadar kalbinde Allah korkusu bulunmak.

c)İnsanlara karşı hayırhâh, sevgi ve samimiyetle dolu olmak.

d)Sağlam bir fikir ve düşünceye sahip olmak.

e)İstişare edilen konuda şahsi bir maksadı ve garazı takip etmemiş olmak(el-Medhal, 4/42-43).

Özetle müsteşar/kendisiyle istişare edilen kimsenin emin, dirayetli, mütefekkir, müstakim, faziletli, insan psikolojisinden anlayan, sabırlı, teenniyle hareket eden, İstişarede hakkın ortaya çıkmasından başak bir maksat takip etmeyen, Allah rızasını esas alan takva sahibi olmalıdır(krş. El-Mevsuatu’l-Fıkhıye,el-Kuveytiye, .

Hz. Peygamberin vefatından sonra onun raşid halifeleri de ihtiyaç duydukları konularda Müslümanlarla her zaman istişare etmişlerdir.

Allah’ın ilk insanı yaratacağı zaman, -hiç ihtiyacı olmadığı halde- meleklerle bir nevi istişare etmesi(Bakara:30), yaratılan insanların fıtratında meşveret duygusunun varlığına ve önemli bir ihtiyaç olduğuna bir işaret olduğu gibi, insanların kendi aralarında istişare etmelerine de zımni bir emirdir(a.g.y).

-Firavun’un Hz. Musa’ya karşı alçağı tedbir konusunda belli bazı kimselerle istişare etmesi(Araf:110), Belkıs’ın Hz. Süleyman’a karşı tavrını belirlemek için çevresindeki yetkililerle meşveret etmesi(Neml:32) istişarenin genel olarak insanlık camiasında eskiden beri var olan bir gelenek ve kültür olduğunu, tek kişinin fikrinden ibaret olan istibdadın  insanın fıtratına aykırı olduğunu göstermektedir(İbn Aşur, a.g.y).

İslam Şurası ile Demokratik Şura Arasındaki Fark

İslam’da şuranın uyması gereken prensipler Allah tarafından vahyedilen emir ve yasaklardan ibarettir. Allah’ın indirdiği bu hükümlerin kapalı olan taraflarını ortaya çıkarmak için şura heyetinin başında, ictihad yapabilene âlimler yer alır. Demokratik şurada ise, insanlar tarafından nizamın sağlanması adına ortaya konulan kanunlar esastır.

İstişarenin bağlayıcılığı

İstişarenin bağlayıcı olup olmadığı konusundan iki görüş vardır.

Birincisi: İmam Nevevi, İbn Atıye, İbn Huveyz Mendad ve Fahreddin Razi’nin başını çektiği görüştür. Bunlara göre,  Şura suresinde “Onlarla istişare et!” emri, Hz. Peygambere ve ona ona tabi olan Müslümanlara vacip olduğunu gösterdiği gibi, Al-i İmran suresinde yer alan “onların işleri istişare iledir” mealindeki ayetin ifadesi de Müslümanların kendi aralarında ihtiyaç duydukları konularda istişare etmelerinin vacip olduğunu göstermektedir.

İkinci görüş sahiplerine göre İstişare sünnettir. Hz. Peygamberin müslümöanların gönlünü hoş tutmak için onlarla isitşare edilmesi emredilmiştir. Onun için bu emir vacip değil sünnet kabilindendir. Bu görüş, Katade, İbn İshak, Şafii ve Rabi’a nispet edilir.(el-Mevsuatu’l-Fıkhıye, el-Kuveytiye, 26/279-280)

Özetlersek, İslam âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, İstişarede alınan karalar bağlayıcıdır, herkesi bağlar. Aksi takdirde Kur’an’da emredilen ve yapılması özellikle vurgulanan istişarenin bir önemi kalmaz. (bk. el-Mevsuatu’l-Fıkhıye, el-Kuveytiye, 26/281-282; V. Zuhali, el-Fıkhu’l-İslami, 6/715-717). Aşağıdaki  hadislerden de bu gerçeği anlamak mümkündür:

-“Biliniz ki, Allah da Resulü de müşavereden/istişareden müstağnidir. Ancak Allah Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse hayırdan mahrum olmaz, her kim de onu terk ederse hatadan kurtulmaz”(Beyhaki, Şuab, 10/41; ed-Durru’l-Mensur, 2/359).

Hz. Peygamber (sav.) ümmetini istişareye teşvik etmiş; kendisi de her konuda onlarla müşavere etmiştir. Meselâ; Bedir Savaşında Mekke müşriklerinin geldiğini haber alan Peygamber Efendimiz (sav.) bu konuda ne gibi tedbir alınacağı hususunda Ensar’la meşveret etmiştir. Ayrıca muharebeden sonra da Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye’de, Taif Seferinde, ezan konusunda ve daha birçok meselede ashabıyla istişare etmiştir(Zuhayli, 6/713-714). Bunun içindir ki, Ebû Hureyre şöyle demiştir: “Ben Rasûlullah’tan daha çok, ashabıyla istişare eden kimse görmedim”( ed-Durru’l-Mensur, 2/359).

 “İstihare eden zarar etmez, istişare eden pişman olmaz, iktisat eden geçim sıkıntısını çekmez”(Mecmau’z-Zevaid, h.no:3670) manasındaki hadiste de istişarenin önemine işaret edilmiştir.

İbn Hacer’in –Hz. Ömer’in davranışına dayanarak-bildirdiğine göre, eğer meşverette, sonuç itibariyle farklı görüşlerin olması durumunda, en fazla tecrübeli olan çoğunluğun sesine kulak verilir(İbn Hacer/Fethu’l-Bari, 10/190).

Son olarak, Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine de kulak vermekte yarar olduğunu düşünüyoruz:

“.. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder;  taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder: (…) Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz…” (Hutbe-i Şamiye, 61-62).

Doç. Dr. Niyazi Beki – nurdanhaber.com

Bediüzzaman’ın gözüyle ANALİTİK DÜŞÜNCENİN ANALİZİ

Herhangi bir konuyu doğru bir şekilde ortaya çıkarmak için analitik bir düşünceye başvurmak gerekir. Çünkü araştırmaya muhtaç olan bir meselenin doğruluğu ancak objektif bir analizle mümkündür. Ancak bu analizin doğru yapılması, analitik düşüncenin doğru kullanılması da büyük önem arz etmektedir.

Tetkik ve tahkik edilen konu ister dinle alakalı olsun, ister sosyal içerikli olaylarla ilgili olsun fark etmez.

Bediüzzaman hazretlerine göre,  analitik düşünce tarzı iki şekilde cereyan edebilir.

Birincisi: herhangi bir konunun gerçekliğini ortaya çıkarmak için yukarıdan aşağıya/ana kaynaktan tali derecedeki şubelere doğru bir inceleme metodunu kullanmaktır. Bu tarz bir araştırma ve inceleme esnasında hakikatler gittikçe parlamaya ve kesin hatlarıyla ortaya çıkmaya başlar.

İkincisi: herhangi bir konuyu aşağıdan yukarıya/tali yollardan ana caddeye, dağınık şubelerden ana kaynağa doğru bir metot takip etmektir. Bu metotla işin gerçek yüzünü bulmak zorlaşacağı gibi, farklı detayların ortaya çıkardığı değişik şekiller gittikçe hakikatin yüzünü karanlığa gömmeye başlar(bk. Asar-ı Bediiye, 589).

Meselâ: Tatlı leziz bir su var. Onun da bir menbâı, bir ana kaynağı var. O menba’dan ise, bin­ler cetveller, arklar, pınarlar çıkar. Şubeleri çok yerlerde dolaşır ve bu şubelere, bu arklara bazen ana kaynağında olmayan bazı pis maddeler bulaşabilir.

İşte eğer bir adam, bu suyun durumunu tetkik ederken, öncelikle onun asıl menbâ’ına gitse, onun su­yunu tatsa ve tatlılı olduğunu damak ve dimağının gözleriyle görse, bu kaynaktan çıkan su cetvellerinin de aynı tatlı suyu taşıdığına kesin kanaat getirir. Aksi bir delil olmadığı sürece, ilgili su arklarının temizliğine inanmaya devam eder.

Şayet kaynağının tatlı olduğunu gördüğü bir su cetvelinde, bir arkında, bir şubesinde bir farklılık/tatsızlık görse, buraya daha sonra bazı yabancı maddelerin karıştığına hükmeder. Ve bu cetvelin, bu şubenin bulanık olması asıl kaynağının temizliği konusunda zihnini bulandırmaz ve aklını vesveseler yoluyla şüpheye düşürmez.

Buna mukabil, şayet bir kimse bu su hakkında analiz yaparken, ana kaynaktan değil de, tali derecedeki şubelerden, arklardan başlasa, bu takdirde bu cetvellerden birinde bulanık veya tatsız bir su görse, suyun kaynağının da böyle olduğuna dair zihninde tereddütler belirmeye başlar. Bir de eğer birden fazla arklarda temiz su bulamazsa, tamamen zihni bulanmaya başlar ve menba’daki suyun da bu türden olduğuna kanaat getirir.

İşte bu misal gibi, İslam’ın temel kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ın kaynağındaki temel unsurlar ise, tevhit, nübüvvet ve haşirin ispatı ile adaletin tesis edilmesidir. Bu dört temel unsurun ispat ve tespiti ise, Kur’an’ın semavi kimliğinin ispatına bağlıdır. Eğer bir kimse İslam hakkında samimi olarak bir araştırmada, onun hak ve hakikat olduğuna dair bir incelemede bulunurken, işi kaynağından, yani İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Hakîmden başlasa, kırk yönden mucize olduğunu, altı yönden de  kutsi, ilahi bir kitap olduğunu idrak etse, kuvvetli bir imana sahip olur, kalbi inşirah eder, gönlü hakikatlere açılır.  Bundan sonra, feri meselelerden birini veya bir kaçının hikmetini kavramazsa, yine imanında tereddüt yaşamaz.

Buna mukabil, şayet bu adam İslam havuzunun kaynağı olan Kur’an’ın mahiyetini, semavi kimliğini öğrenmeden, detaylara dalsa, hikmetini bilmediği her mesele, kendisine şüphe yolunu açar ve imanını sarsar. Bundan sonra, İslam kaynağının şubeleri olan o feri meselelerin hikmetini öğrenmek her zaman mümkün olmayabilir. Burhan/delil her zaman kolay ele gelmez. Cahil nefsin, kör hissiyatın bu yanlışını pekiştirmek için şeytan da boş durmaz. Bu kişinin kafasını tamamen bulandırmak için ikide bir onu hikmetini bilmediği konularla yüzleştirir ve cehaletinden istifade ederek onu şüpheye düşürür. (krş. Lemaat).

Bu konuda Bediüzzaman hazretlerinin verdiği bir misali hatırlamakta fayda vardır:

“Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye(ve bunların temel kaynağı olan Kur’an-ı hakîm) o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde bir şey yoktur.” der kandırır”(Lemalar, 89).

-Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bir kimse –mesela-: Kur’an’da bildirildiği gibi, Allah’ın sonsuz merhamet ve adalet sahibi olduğunu tam öğrenip hazmetmeden, feri meselelere dalıp bu sıfatları orada –örneğin: İslam’da kölelerin durumunu, recim konusunu, Afrika’daki açların durumunu nazara alarak bu sonsuz merhamet ve adaleti arayıp bulmaya çalışması çok yanlış bir metottur. Çünkü herkesin aklı, bilgisi, feraseti her şeyin hikmetini kavramaya izin vermez. Hikmetini kavramadığı için de Allah’ın adaleti ve merhameti konusunda şüpheye düşer, imanı sarsılır. Halbuki bir insan eğer bu sıfatları Kur’an’a olan imanı çerçevesinde değerlendirip bu kaynağa bağlı olarak düşünce dünyasına yerleştirirse, sosyal olayları bu imanına göre değerlendirecek, hikmetini bilmediği hususları Allah’ın ilmine havale edecektir. Bununla beraber, sağlam bir imana sahip olan kimsenin Allah’a karşı beslediği müspet duyguları kolay kolay tersine dönmeyecektir. Çünkü kaynağa bağlı olarak gelişen iman-ı tahkiki tereddütlere mahal bırakmayacaktır.

-Son olarak Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine yer vermekte fayda mülahaza ediyoruz:

“Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selamet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir. Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkiki derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risale-i Nur’un imanî ve Kur’ani derslerinde bulabilirler ve buluyorlar”(Kastamonu, 123).

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Kur’an Bize Yeter Mi? – II

Aslında bu konuda fazla söze hacet yok; aşağıda mealleri verilen ayetlerde “Hz. Peygamberin sünnetinin” önemine işaret eden ifadelere bakmak yeterlidir.

“Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir numune/örneklik vardır.” (Ahzab, 33/21) mealindeki ayette Hz. Peygamberin hayatı nazara verilmektedir. Hayatı ise özellikle sünnetin kaynağı ve hadislerin konusudur.

“Peygamber size her ne getirirse onu alın, sizi neden menederse ondan da sakının.” (Ahzab, 33/21) mealindeki ayette, Kur’an’ın dışında Hz. Peygamberin emir ve yasaklarının da bir teşri kaynağı olduğuna işaret edilmiştir.

“Kim Resûlullah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80) mealindeki ayette, Hz. Peygamberin emir ve yasaklarına riayet etmenin gereğine, onun emir ve yasaklarına riayet etmek Allah’a itaat etmekle eşdeğer olduğuna dikkat çekilmiştir.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Kur’ân’ı ve Resûlullah’ın öğütlerini işitip durduğunuz halde ondan/peygamberden yüz çevirmeyin!”(Enfâl, 8/20)mealindeki ayette Allah’a itaat etmekle resulullah’a itaat etmenin aynı değerde olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim: Allah ve resulüne itaat emredildiği halde, daha sonra “ondan yüz çevirmeyin” mealindeki ifadede yalnız Hz. Peygamber nazara verilmiştir. Bu da peygambere itaat etmek, Allah’a itaat etmek olduğunu göstermektedir.

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedir. İşte bunlar ne güzel arkadaştır!”( Nisâ, 4/69) mealindeki ayette de Allah’a ve peygambere itaat konusu aynı kefeye konulmuştur.

“Allah ve Resûlü, herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzab,33/36) mealindeki ayette -meal olarak- yer alan “Allah ve resulünün verdiği hüküm” ifadesi, Hz. Peygamberin sünnetinin de bir teşri kaynağı olduğunu göstermektedir.

“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”(Nisâ, 4/65) mealindeki ayette ise, sünnetin ikinci teşri kaynağı olduğunu tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık ifadeler kullanılmıştır.

Bütün bu ayetlerin ifadelerinde vurgulanan “resule itaat” hususu, sünnetin teşri kaynağı olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamberin söz, fiil ve takririnden(bir şeyi açıkça veya zımnen tasdik etmesinden) ibaret olan sünnetini bize kadara taşıyan kaynak ise hadislerdir. Hadisleri inkâr etmek dinin üçte birini inkâr etmek anlamına gelir.

Aşağıdaki hadislerde de sünnetin dindeki yeri ve önemi vurgulanmıştır.

“Sözlerin en hayırlısı, Allah’ın kitabı Kur’ân’dır; tutulup gidilecek yolların en hayırlısı da Muhammed’in (a.s.m) yoludur, sünnetidir. İşlerin en şerlisi de, sünnete muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at da dalâlettir.”( Müslim, Cuma 43).

“Benim sözlerimi işitip, iyice belledikten sonra başkalarına ulaştıran kimselerin Allah yüzlerini ak etsin.”(Ebu Davud, ilim, 10; Tirmizî, ilim, 7).

“Ümmetimden herkes Cennet’e girecektir, girmemekte direten müstesna.” Ashab, “Girmemekte direten kimdir yâ Resûlallah?” diye sordular. Allah Resulü de şu cevabı verdi: “Bana itaat eden Cennet’e girer; bana isyan edense Cennet’e girmemek için ayak diretmiş demektir.”( Buhârî, İ’tisâm 2).

-Dinlediğim televizyondaki zatlar, özetle dediler ki; Sünnet Hz. Peygamberin vefatından 200-250 sene sonra –yazıyla kaydedilip-tedvin edilmiştir. Delil olarak da Buhari  gibi muhaddislerin vefat tarihlerini gösterdiler.

Cevabımız:

-Bu düşüncenin yanlışlığı izaha muhtaç olmayacak kadar açıktır. Yukarıda hadislerin yazılması konusunda ifade edildiği üzere, Hadisin yazılması Hz. Peygamberin hayatında başlamıştır.

Nitekim Buharî aşağıdaki hadisi “Takyidu’l-ilm=ilmi yazıya geçirme” başlığı altında vermiştir.

“Ebû Hureyre’den rivayet edildiğine göre;

Mekke’nin fethedildiği yıl Huzaa kabilesi, öldürülen bir adamlarına karşılık olarak Benî Leys kabilesinden bir adamı öldürdüler. Bu, Hz. Peygamber’e bildirilince o bineğine bindi ve şu konuşmayı yaptı:

“Allah Mekke’den öldürülmeyi (yahut fili) alıkoydu, onlara Allah’ın elçisini ve müminleri musallat etti. Dikkat edin! Mekke benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştır, benden sonra da hiç kimseye helal kılınmamıştır. Dikkat edin! Mekke bana da yalnızca gündüzün bir anında helal kılınmıştır. Dikkat edin! İçinde bulunduğum şu anda Mekke haramdır. Onun dikeni kesilmez, ağacına balta vurulmaz. Yitiğini, sahibini aramak maksadı dışında kimse alamaz. Bir kimse Öldürüldüğünde (onun velisi) şu iki şeyden birini seçme hakkına sahiptir: Ya kendisine diyet ödenir, ya da öldürülenin yakınları kısas yaptırır”

Bunun üzerine Yemenli bir adam gelerek: Ey Allah’ın elçisi bunu (bu konuşmayı) benim için yazınız” dedi. Hz. Peygamber de “Bunu falan kimse(Ebu Şah) için yazınız” buyurdu(Buharî, ilim, 112). Bu sahih hadis rivayeti bizzat Hz. Peygamber tarafından hadislerin yazdırıldığının en açık delilidir.

– Daha önce de ifade edildiği gibi, Hadislerin hıfz edilmesi ve yazılması Hz. Peygamber zamanında başlamıştı. Ancak ezber ve dağınık yazıların bir araya getirilip kitap halinde düzenlenmesinin adı olan “Tedvin” işi daha sonra olmuştur. Bu işlem bile –iddia edildiği gibi, Hz. Peygamberin vefatından sonra 200-250 senelerinde değil, hicri birinci asırda (Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık 80-90 yıl sonra)başlamıştır. Nitekim İslam kaynaklarının bildirdiğine göre, bu işi ilk defa Ömer b. Abdulaziz (ö.101/719) düşünmüş ve bütün vâli ve âlimlere mektup göndererek hadislerin yazıya geçirilmesini emretmiştir. Emrin gereğini ilk gerçekleştiren ünlü alim imam Zührî (ö.124/741) olmuştur(İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 1/208).

-Dediler ki, “Sünneti Kur’an’a arz edin…” manasında bir hadis vardır. Yani bir hadisin ifadesinin kabul edilmesi için mutlaka aynı şeyin/veya bir benzerinin Kur’an’da olması gerekir.

Cevabımız:

Alimler bu hadis rivayetinin sahih olmadığını, hatta uydurma olduğunu belirtmişlerdir:

Bu hadis rivayetinin tamamı şöyledir: “Benden size gelen şeyi, Allah’ın Kitab’ına arzedin  Ona uygunsa, onu ben söylemişimdir  Ona uygun değilse, ben onu söylemedim ”

-Beyhakî, “el-Medhal ilâ Delâili’n Nübüvve” adlı eserinde şöyle der: 
“Hadisin Kur’an’a arz edilmesinin gereğine işaret eden hadis rivayeti sahih değildir, batıldır.  Batıl olduğu, hadisin kendisinden ortaya çıkmaktadır  Çünkü Kur’an’da, sünnetin Kur’an’a arz edilmesine dair hiç bir ayet yoktur ”( bk. Suyûtî, Miftahu’l Cenne fi’l İhticâc bi’s-Sünne,1/10).

  -İmam Şafiî  konuyla ilgili şöyle der: Rasûlullah’tan (a.s.m) gelen bazı hadisleri reddeden bir kimse bana şu hadisi delil olarak gösterdi: “Benden size gelen haberi Kur’an’a arz edin  Ona uyuyorsa, onu ben demişimdir  Uymuyorsa onu ben dememişimdir.”  O kimseye şöyle dedim: “Az çok rivayeti sahîh olan (muhaddislerden) hiçbir kimse bunu rivayet etmemiştir. Bu, meçhul bir kimseden gelen munkatı’ (senedi kopuk) bir rivayettir.  Biz ise böyle rivayetleri her hangi bir konuda delil olarak kabul etmeyiz” (Şafii, er-Risale, s.224-225).

Çağımızda en büyük hadis otoritelerinden biri kabul edilen Ahmed Muhammed Şakir de  İmam Şafii’nin sözlerini teyit sadedinde  şu görüşlere yer vermiştir: “Böyle bir bilgi ne sahih ne de hasen olarak bilinen herhangi bir kaynakta yer almamıştır. Konuyla ilgili rivayetlerin hepsi ya çok zayıf veya tamamen uydurmadır”(er-Risale, a.g.y-ilgili dipnot).

Hafız Heysemî de Taberanî’nin –el-Kebir’de- konuyla ilgili sözkonusu ettiği rivayetinin münker/kabul edilemez olduğunu vurgulamıştır(Zevaid,1/170).

Aclunî de değişik hadis otoritelerinden naklen bu hadisin uydurma olduğunu belirtmiştir(Aclunî, 1/86).

Görüldüğü gibi, bir yandan “rivayetlerin sağlamlığına” çok önem verdiklerini seslendiren hadis münkirleri, diğer taraftan alimlerin ittifakıyla zayıf/veya uydurma olan bir hadisi işlerine geldiği için delil olarak göstermekten çekinmezler.. Bu çifte standart bu kimselere karşı güveni sarsmaktadır.

Nitekim Bediüzzaman hazretleri de bu kimselerin güvenilmez olduğuna işaret etmek üzere şu ifadelere yer vermiştir: “Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’malin fazilet ve sevablarından bahseden ehadîs-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına zaîf veya mevzu demişler. İmanı zaîf veenaniyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler.” (Sözler, 341 )

Aşağıda mealleri verilmiş hadis-i şeriflerde -anlayanlar için- güzel bir cevap vardır:

“Haberiniz olsun! Bana Kitab(Kur’an) verildi ve onunla birlikte onun bir misli/gibisi(sünnet) dahi verildi”(Ebu Davud, Sünnet,6).

“ Sakın herhangi birinizi –karnı tok-, koltuğuna kurulmuş olup, kendisine emir veya nehiylerimden bir şey gelip de ‘Biz, onu bilmeyiz; Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız.’ derken görmüş olmayayım”(Ebû Dâvûd, Sünnet, 6).

“Sizden koltuğuna kurulup hadislerimi reddeden kimse, Allah’ın yalnız Kitabıyla mı haramlarını bildirdiğini zannediyor! Şunu dikkatle belleyin ki, benim- vallahi- size vaaz ve nasihat ettiğim, emrettiğim yahut yasakladığım şeyler de  Kur’ân kadardır veya daha fazladır”( Ebû Dâvûd, İmare, 33).

“Şunu iyice belleyin ki, muhakkak ki Allah’ın Resulü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.”(Tirmizî, ilim, 10).

İmam Malik’e atılan iftira

-Televizyonda seyrettiğim kimseler dediler ki;  Halife Harun Reşid İmam malik’ten Muvatta adlı kitabını bütün ümmete tamim edilmesini istedi. İmam  Malik,  (özetle) “Kur’an’ın yanında benim kitabımın  lafı mı olur?” dedi. Bu da onun Kur’an’ın yanında başka bir kitabın kaynak olmasını istemediğini gösterir.

-Cevabımız:

Eğer İmam  malik, hadislerin/sünnetin Kur’an’ın  yanında bir değerinin olmadığı kanaatinde idiyse, neden Muvatta adlı hadis kitabını yazdı? Bunun cevabı şüphesiz havada kalır.

İmam Malik’in  sözleri de konuşanın iddiasını destekleyecek şekilde değiştirilmiştir:

Bu hikâyenin doğrusu şudur:  İmam malik kendisi anlatıyor: Abbasi  halifesi  Ebu Cafer el-Mensur, hac ziyareti münasebetiyle (Hicaz’a geldiğinde) beni çağırdı. Sohbet ettik, bazı sorularına cevap verdim. Sonra şunları söyledi: “Senin yazdığın kitabın(Muvatta) hakkında bir düşüncem var.  Onun çoğaltılacak nüshalarından, İslam âleminin her bir şehrine bir nüshasını  gönderip, bundan böyle Müslümanların –başka âlimlerin görüşleriyle değil- yalnız onunla amel etmelerini emretmeyi düşünüyorum, çünkü ilmin aslı ve  kaynağını Medine halkının rivayeti ve onların ilmi olduğunu görüyorum”.  Ben de (İmam Malik) cevap olarak; “Ya Emîre’l-müminin!  Böyle bir şey yapmayın. Çünkü insanlar şimdiye kadar değişik rivayetler duymuş, farklı sözler işitmiştir. Her topluluk doğruluğuna inandığı ve onunla amel ettiği bir ilim kaynağı vardır. İnsanları doğruluğuna inandığı eski itikatlarından ayırmak, farklı bir yöne sevk etmek zor ve sorunlu bir iştir” dedim. Bunun üzerine halife: “Eğer sen de razı olsaydın bu dediğimi kesin olarak yapardım” dedi”( el-Muvatta, mukaddime, 1/77).

Görüldüğü gibi, bu hikâyede hadis rivayetlerinin Kur’anla karşılaştırılmış durumundan hiç bahsedilmemiştir. Yani İmam malik, “Kur’an bize yeter” düşüncesinde olduğu için değil, -İlimde tekelcilik, başka âlimlerin hukukuna tecavüz, başka  yorum ve içtihatların hakkına saygısızlık olacağını düşündüğü için Kitabının tamimini istememiştir.

Sonuç:

Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, Sünnet teşriin ikinci kaynağıdır. Hadisler ise sünnetin birinci kaynağıdır. Hadisleri inkâr etmek, sünneti inkâr etmek anlamına gelir. Sünneti inkâr etmek ise, dinin üçte birini inkâr etmek manasına gelir. Rabbim bize hakkı hak olarak gösterip ona tabi olmayı; batılı da batıl olarak gösterip ondan uzak durmayı nasip müyesser eylesin. ÂMİN..!

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Kur’an Bize Yeter Mi? – I

(Sünnete/hadislere ihtiyaç yok mu?)

Bir televizyon kanalında seyrettiğimiz iki ilim adamının –hadisler konusunda yaptıkları- bazı değerlendirmelerini seyirciler adına tashih etmeyi uygun gördük. Maksadımız, bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek olduğundan, ilgili kanal ve şahısların isimlerini açıklamakta bir maslahat görmemekteyiz.

Asıl konuya girmeden önce şunu belirtmeliyiz ki; bu zatların ifadelerinden şunu iyice anladık ki; insanlar kendi meşreplerinin taassubundan kurtulamazlar. Kendi görüşlerini destekleyen en ufak bir emareyi bile büyük bir delil gibi kabul edip yansıtabilirler. Buna mukabil, fikirlerine ters düşen çok kuvvetli delilleri göz ardı etmekte bir sakınca görmezler. Oysa böyle bir tutum ilmî objektifliğe taban tabana zıttır.

Hatta bazen ince bir kurnazlıkla bazı âlimlerin ifadelerini esneterek kendi lehlerine olacak bir renge büründürebilirler. Bu tavır gerçekten –sadakat şuuru bakımından- dehşet vericidir.

Bir de şunu gördük ki; sünnet/hadis konusunda müspet ve menfi iki tavır vardır. Müspet tavır takınanlar, öncelikle hadislerin sahihliğini esas alır, sonra zayıf, mevzu/uydurma olanların ayıklanmasının gereğine işaret ederler. Menfi tutum içine girenler ise, sünneti-hadisleri öncelikle deforme kabul ederler, sonra da “varsa şayet sahih olanları kabul edebileceklerini” söylerler. Bu ikinci tavır, yüzlerce ilim ve takva sahibi İslam büyüklerinin kemiklerini sızlatan bir kadirbilmezliktir.

Bu kısa girişten sonra artık o kanaldaki zatların görüşlerini ve cevaplarını arz edebiliriz.

Kur’an sünnete/hadislere işaret etmektedir:

Hz. Peygamberin Kur’an vahyi ile ilgili temel iki görevinin olduğu Kur’anda beyan edilmiştir. Bunlardan birincisi Tebliğ; ikincisi ise Tebyindir.

Tebliğ: Kur’an vahyini,-ne fazla ne eksik- aldığı gibi insanlara ulaştırmaktır.

Tebyin ise: Kur’an’ın mesajını sözlü ve fiili olarak insanlara açıklamaktır.

Örneğin: “Peygamberin görevi yalnız tebliğdir”(Miade:99) mealindeki ayette tebliğ görevine vurgu yapıldığı gibi, “(Resulüm!) Sana bu zikri/Kur’an’ı indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar”(Nahl:44) mealindeki ayette de tebyin görevine işaret edilmiştir. Ayetlerin açıklaması, ya sözlü, ya fiili ya da takriri olarak yapılır. Bunlar sünnetin ta kendisidir.

Hadislerin yazılması:

Özetle şöyle dediler: “Hz. Peygamber buyurdu ki, ‘Kur’an’dan başka kimse benden bir şey yazmasın. Benden bir şey yazan varsa onu imha etsin.’  Bu hadis, İslam’da dini kaynağın yalnız Kur’an olduğunu gösteriyor.”

Cevabımız:
Evvela, bu hadisin varlığı hadisleri devre dışı bırakma çabalarına manidar bir cevap teşkil etmektedir. Çünkü eğer hadislerin yazılması gerçekten -kayıtsız ve kesin olarak- yasaklandıysa bu hadis nereden çıktı? Bununla nasıl istidlal edilebilir, nasıl delil olarak kabul edilebilir?

Bununla beraber, Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen “Benden [Kur’an’dan başka] bir şey yazmayınız! Kim benden Kur’an’dan başka bir şey yazmışsa onu imha etsin” (Müslim, Zuhd,72) mealindeki bu hadis rivayeti tartışmalı bir rivayettir. Başta Buhârî olmak üzere, bazı âlimlere göre bu hadis mevkuftur; Ebû Saîd’in kendi beyanıdır. (İbn Hacer, 1/208); dolayısıyla Peygamber’e yanlışlıkla atfedilmiştir. Fakat âlimlerin çoğunluğunun kanaati, bunun Rasûl-i Ekrem’den rivayet edilen bir hadis olduğu yönündedir.

Âlimler bu yasaklamayı ifade eden hadis rivayeti ile, hadislerin yazılmasına izin veren ve fiilen yazıldığını gösteren sahih hadis rivayetlerinin arasını bulmak için, yasak ve ruhsatın gerekçelerini şu birkaç ihtimale dayandırmışlardır:

Birincisi; yasak emri, Kur’an’ın nazil olduğu ilk döneme aittir.  Yazmaya verilen ruhsat ise, daha sonraki zamanlara aittir.

İkincisi;  Hz. Peygamberin bu yasak emri, Kur’an’la birebir aynı sahife ya da levha üzerine hiçbir şeyin yazılmamasını hedeflemektedir. Çünkü aynı sayfada satır aralarına veya kenarlara yazılacak kelime ve cümleler, insana Kur’ân-ı Kerîm’denmiş gibi bir yanlış bir algı meydana getirebilir. Ruhsat ise, Kur’an’la aynı sayfada yazılmama durumuyla ilgilidir.

Üçüncüsü; yasak, hadisleri ezberlemeden sadece yazıya dökenler içindir. O zaman hem yazı yazanlar az, hem doğru yazanlar nadir olduğu için hadisleri ezberlemeden sadece yazıyla kaydedenlerin yanlış yazacakları endişesiyle yasak konmuştur. Ruhsat ise, ezber ile yazmayı birlikte yapanlara yöneliktir.

Dördüncüsü, hikmeti ne olursa olsun, Hz. Peygamberin yasak emri önceki zamanlara aittir, daha sonra verilen ruhsatla yasak hükmü nesh edilmiş, ortadan kalkmıştır.

Şu aşağıdaki bilgiler asr-ı saadette hadislerin yazıldığının belgesidir:

İslâmî kaynakların verdiği bilgiye göre, hadisleri Hz. Peygamber’den ilk duyup hıfzeden sahâbe neslinin bir bir aradan çekildiğini ve yerlerine kendileri gibi sünneti bilen hafızların bırakılmadığını, ayrıca bid‘atlerin de yayılmaya başladığını gören halîfe Ömer b. Abdulaziz (ö.101/719), bütün vâli ve âlimlere mektup göndererek hadislerin yazıya geçirilmesini emretmiştir. Emrin gereğini ilk gerçekleştiren ünlü âlim imam Zührî (ö.124/741) olmuştur (İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 1/208).

Burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Zührî’nin gerçekleştirdiği faaliyet –devlet eliyle yaptırılan- resmi tedvîndir; daha önceleri fertler bazında gayri resmi kitabet/hadisleri yazıyla kaydetme ve tedvin etme işi hep var ola gelmiştir. Örneğin Amr b. el-‘As’ın (ö.63/682) bin hadisi ihtiva eden “es-Sahifetu’s-sâdıka”sı ile Hemmâm b. Münebbih’in (ö.101/719), hocası Ebû Hureyre’den aldığı hadisleri içeren 138 hadislik sahifesi bunlar arasında en meşhur olanlarıdır. (bk. Çakan, İsmail Lütfü, Hadis Edebiyatı, s.12)

Kaldı ki, Hz. Peygamber tarafından bizzat yazdırılmış olan bazı vesikalar, mektupların varlığı, yine –yukarıda iki örnek verildiği üzere- onun zamanında bazı sahabilerce yazılmış hadis sahifelerinin bulunduğu bu gün ilmî olarak ispatlanmış ve neşredilmiş bulunmaktadır. (bk. M. Hamidullah, el-Vesaiku’s-siyasiye; Çakan, a.g.y)

Bin hadis ihtiva eden “es-Sahifetu’s-sâdıka” sahibi Abdullah b. Amr b. As’ın anlattığı şu olay hadislerin yazıya geçirilmesine dair verilen izin bakımından manidardır:

“Resulullah’dan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş beni bundan nehyetti ve ‘Resulullah (a.s.m) hem kızgınlık hem sükunet hallerinde konuşan bir insan iken, sen ondan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın?’ dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resulullah’a arz ettim. Eliyle ağzına işaret ederek; ‘Yaz; canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz’ buyurdu.”(Ebu Davud, ilim,3)

Hz. Ebu Hureyre’nin şu ifadeleri de Hz. Peygamber zamanında hadislerin ezberlenmesi yanında yazıldığını da göstermektedir: “Resulullah’ın ashabı içinde Abdullah b. Amr hariç, benden daha fazla hadis rivayet eden kimse yoktur, Abdullah yazar, ben yazmazdım.” (Buharî, ilim, 39)

Başlangıçta –hadisin yazılması ile ilgili- görülen bazı tereddütler neticede ortadan kalkmış ve hadislerin yazıya geçirilmesinin cevazına fikir birliği sağlanmıştır. (İbn Salah, Ulumu’l-Hadis, s.161)

(Devam edecek)

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com