Etiket arşivi: Doç. Dr. Niyazi Beki

Radikal dini akımlara karşı Bediüzzaman’ın çözüm önerileri -1

 Konumuzun başında şu noktayı vurgulamak gerekir ki; Radikal kavramı, yıllarca İslam’ın aslına dönmeyi, hurafelerden ve modern görünümlü yanlışlardan uzak durmayı ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak bu kavram, son zamanlarda din adına yapılan yanlış yorumların, anarşi, terör gibi gayr-ı insani ve gayr-ı ahlaki olan menfi akımların unvanı olmuştur.

İşte bizim bu yazımızda söz konusu ettiğimiz “radikal akımlar” dan maksat, bu negatif psikolojiyi seslendiren menfi cereyanlardır. İslam dinin imajını zedelemekten başka İslam’a ve Müslümanlara hiçbir hizmetleri olmayan bu hasta ruhların bir tek hedefleri vardır; insanlara karşı kin ve nefreti körükleyen “menfi hareket” le barış ortamını zedelemek ve bu uğurda her türlü gayr-ı meşru araçları meşru görmektir.

Buna mukabil, Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca, “müspet hareket” i esas almıştır. Bunu kendi şahsında tatbik ettiği gibi, Nur talebelerine de bunu hararetle tavsiye etmiştir. Ona göre, müspet hareket, Kur’an’ın emridir. İslam dininin en fazla kötülediği şeyler arasında, fitne, fesat, anarşi, asayişi ihlal etmek gibi sosyal çalkantılara ve keşmekeşlere sebebiyet veren menfi hareketlerdir. Bediüzzaman’ın iman şuurundan fikir ve gönül aynasına yansıyan hakikatlerin başında, Hakk’ın rızası ve halkın dünya ve ahiret mutluluğu gelir.

“Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cem’iyetin, (yirmibeş milyon Türk cem’iyetinin) imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünki vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur”(1) şeklindeki sözleri onun “Hakk’ın rızası ve halkın dünya ve ahiret mutluluğu” konusundaki engin ve eşsiz feragatinin göstergesidir.

Bu kısa girişten sonra, Bediüzzaman’ın “Radikal Dini Akımlara” karşı ortaya koyduğu çözüm önerilerini şöyle sırlamak mümkündür:

1-İslam dininin mesajlarını doğru okumak:

İslam dininin mesajlarını doğru okumak için ehl-i sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnetten istinbat ettiği yorumlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü İslam ümmetinin sevad-ı azam denilen büyük çoğunluğunu ehl-i sünnet teşkil etmektedir. Bu sebeple ehl-i sünnet ve cemaatin üzerinde birleştiği bilgilerin prensip olarak doğruluğu hadisin garantisi altındadır.

Heysemi, Taberanî’nin “Ümmetim dalalette asla birleşmeyecektir. Onun için cemaatte yer almaya çalışın. Çünkü Allah’ın eli cemaatin üzerindedir”manasındaki hadisin iki rivayetinden birinin(2) sahih olduğunu belirtmiştir.(3)

Rivayete göre, Ehl-i sünnet ve cemaat, Hz. Peygamber tarafından “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu çizgiyi takip edenler” olarak tanımlanmıştır.(4)

Bediüzzaman’ın “İslam’ı doğru anlama” nın önemine işaret eden ifadeleri şöyledir: “Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyan-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc (İslam’a)dâhil olacaklardır.“(5)

2.Ferdi ve sosyal hayatı sadakat ve doğruluk mihverine oturtmak

Toplumların en çok muhtaç olduğu unsurlardan biri karşılıklı güven ortamının tesisidir. Bu güvenin baş düşmanı ikiyüzlülük ve yalancılıktır.

Dürüst olmak, ikiyüzlü olmamak bir insanlık erdemi olduğu gibi, İslam’ın da asli bir unsurudur. İslam dini doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tövbe Suresi, 9/119) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

Bilindiği üzere, yalan güveni sarsan bir lafza-i kâfiredir. Yalancılık ve takıyye ifsat komitelerinin en büyük silahıdır. Ulvi duyguları törpüleyen yalan, insanın olduğu gibi görünmesine/veya göründüğü gibi olmasına imkân vermez. Bu sebeple de insanlık onurunu kırar, değerini düşürür, insan olma şeref ve haysiyetinin unutulmasına ve ikiyüzlülük utanmazlığının yeşermesine vesile olur. Yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren kimse, farklı zaman, mekân ve muhataplara göre uygun bir maske takar. Asli hüviyetini bulmak zorlaşır.

“Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkalamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün enva’ıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Hâlbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.”(6)

-devam edecek-

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Dipnotlar

1-Nursi, Tarihçe-i Hayat, s: 630.

2-Taberani/Kebir, 12 /447.

3-Heysemi, Zevaid, 5/218.

4-Mecmau’z-Zevaid,1/189.

5-Münazarat, s: 45-46.

6-Hutbe-i Şamiye, s:45-46.

Geleceğin İnşasında İslamî Bakış (Müslümanların Zaafı ve Çareleri..)

İnsanların yakın ve uzak olmak üzere, iki geleceği vardır. Yakın ve fani olan, dünya hayatının geleceğidir. Uzak ve baki olan ise, ahiret hayatının geleceğidir. Dengeli bir bakış açısının gereği, bu her iki hayatı da dengede tutmaktır; burada da iyilik istemek, orada da iyilik istemektir.

Ancak eğer ikisinden birini tercih etmek zorunluluğu hâsıl olursa, baki olanı fani olana tercih etmek aklın gereğidir.

Aşağıdaki hadis-i şerifte bu hakikatin altı çizilmiştir:

Dünyasını sevenler ahiretine zarar verir. Ahiretini sevenler de dünyasına zarar verir. Sizsiz olun, baki olanı fani olan tercih edin”(Mecmau’z-Zevaid, h.no:17825).

Bu konuda önemli bir rehberimiz Hz. İbrahim’dir. O göklerin melekutunu tarassut ederken, gördüğü güzel bir yıldızı sevgiye değer bulmuştu. Fakat onun batıp kaybolduğunu görünce, o faniye fena halde takmış, fanilik damgasını vurmuş ve onun sevgisini hemen kalbinden silivermiştir. “Gece karanlığı kendisini basınca, bir yıldız gördü. Ve “Rabbim budur” dedi; yıldız batınca da; “ben batanları sevmem” dedi”(Enam:76) mealindeki ayette onun bu izzetli ve de akıllıca tavrına dikkat çekilmiştir.

Bediüzzaman hazretleri bu ayetin bir nevi tefsiri mahiyetinde bu gerçeği şöyle seslendirmiştir: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.“(Sözler, 221 )

Dünya sevgisi hataların başıdır

İçinde bulunduğumuz dünyanın iç yüzünün üç yüzü vardır:

Bir yüzü Allah’ın isim ve sıfatlarının bir aynasıdır, onları ders veren bir kitaptır.

İkinci yüzü ahiretin tarlasıdır. Burada ekip orada biçmek için güzel bir ticaretgâh, bir ahiret pazardır.

Üçüncü yüzü ise, ahirete zıt olan fani yüzüdür.

Dünyanın fani yüzü, Allah’ı düşünmeye, ona kulluk etmeye mani olan yönüdür. Rivayetlerde “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır”(Aclunî, 1/397)denilmiştir. Onun geçici olduğunu, hiç kimseye sonuna kadar yâr olmadığını görmek, ondan vazgeçmenin bir yoludur. Ondan vazgeçmek ise, kalben sevmemektir. Yoksa, çalışmayı bırakmak demek değildir. Abdulkadir Geylanî Hazretleri “Dünyayı kalbinden çıkarıp, eline alırsan, sana zarar vermez.” der.

Dünya hayatının istikbali

– İslam âleminin en büyük düşmanı Cehalet, Zaruret/fakirlik ve İhtilaftır. Bunlarla mücadele etmek için İlim, Sanayi ve İttihat silahını kullanmak gerekir.

– İslam âlemi, istikbalde o üç düşmanına karşı mücadelesinde bu üç silaha sahip olduğu takdirde, uluslararası arenada söz sahibi olacak ve dünya barışı için bir muvazene unsuru haline gelecektir.

– İlim silahı: Maddî ve manevî /dinî ve fennî ilimlerden meydana gelir. Çünkü insanın bilge haline gelmesi için iç barışını sağlaması gerekir. İç barışı sağlamak için, iç dinamiklerin başında gelen vicdan ile aklın barışmasını sağlamak gerekir. Vicdan ile aklın barışması ise, her birinin kendi sahasında gerçeğin ışığıyla aydınlanması gerekir. Bu aydınlık yapan ışık ise, farklı ilimler ışığıdır. Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru ise Fünun-u medeniyedir. Bu ikisinden yalnız dini ilimlere sahip olan kimsede taassup başladığı gibi, yalnız fennî ilimlere sahip olan kimsede ise –din konusunda- şüpheler doğmaya başlar. Bu ikisini kendinde toplayan kişinin himmeti pervaz eder. İki kanatlı kuş gibi arş-ı kemâlata doğru kanat açar.

– Sanayı silahı: Özellikle bu asrın hayat standardını zirvelere taşıyan, ekonomi bağımsızlığı ve buna bağlı olarak siyasal bağımsızlığı kazandıran hayati öneme haiz bir unsurdur. Bu zamanda İslamî ve fennî ilimlerin tahsil edilmesi, kalem ve fikir üzerine cereyan eden manevi cihadın en büyük hedefi olan “i’la-yıkelimetullah”a yönelik hizmetlerin yapılması için maddeten terakki etmeye ve dolayısıyla da teknolojik ürünlerin unvanı olan sanayileşmeye büyük ihtiyaç vardır.

– İttihat silahı: İslam âleminin dağınıklığından, tefrikasından istifade ederek hâkimiyetini sürdürmeye çalışan düşmanların bu hâkimiyetine son verecek bir güce sahiptir. “Şüphesiz Firavun bulunduğu yerde (Mısır’da) zorbalığa kalkışıp büyüklük tasladı. Oranın halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi güçsüz kılıyordu, onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardan biriydi”(Kasas:4) mealindeki ayette işaret edildiği gibi, tarih içerisinde Firavunlar gibi zalim despotlar, hep halkın tefrikasından istifade ederek onları ezmişler ve hâkimiyetlerini, sürdürmüşlerdir.

İslam birliğini, dirliğini, kardeşliğini, ittihadını zedeleyen unsurlardan biri de dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. Bu iki duygunun kaynaklarından biri ise, iman şuurunun, din kişiliğinin, mümin kimliğinin deforme olmasıdır. İslam’ın en büyük ve en başında gelen iki rüknü Allah’a ve ahirete imandır. Allah’a iman ona güvenmeyi, ona tevekkül edip ona dayanmayı ön görür. Ahirete iman ise, insanı ölüm korkusundan kurtarır. Çünkü hakiki iman hem nurdur, hem kuvvettir. Öyle bir kuvvettir ki, bütün dünya bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmaz. Böyle bir iman, Müslümanları Allah rızası ve ahiret sevgisi potasında eritir, birleştirir, homojen hale getirir.

Güçlü bir iman şuurundan yoksun olmanın sonucunda meydana gelen aşırı dünya sevgisi ve ölüm korkusu ise tefrikacıdır, “Vah Nefsî!” cidir, ego-duygucudur, menfaatperesttir. Bu sebepledir ki, dünya sevgisi ve ölüm korkusu, İslam kardeşliğini zedeleyen, birliğini parçalayan, insanları Allah’ın rızası merkezinde oluşan fazilet duygularını törpüleyerek aslî hedeften saptıran unsurların başında gelir.

Nitekim ahir zamanda Müslümanların rezil, değersiz ve perişan bir duruma düşeceğini belirten hadis-i şeriflerde de bu iki unsurdan söz edilmiştir.

Örneğin; Hz. Sevban şunları anlatıyor: “Rasûlullâh(sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.”

Orada bulunanlardan biri: “O gün sayıca azlığımızdan mı bu durum başımıza gelecek?” diye sordu.

(Hz. Peygamber) “Hayır, bilakis o gün siz (sayıca)çok olacaksınız. Lakin sizler bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!” buyurdu.

Zaaf da nedir ey Allah’ın Rasûlü?” denildi.

“(Zaaf) Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular.” (Ebu Davud, Melahim 5/4297).

Demek ki sekülerlik düşüncesi bizi uhrevilik duygusundan uzaklaştırmış ve bizi çer-çöp haline getirmiştir. Çer-çöp dağınık bir halde olduğu gibi, Müslümanlar da birkaç asırdır böyle bir konumla karşılaşmaktadır.

Bu günkü aşağılık bir hayata mahkûm olan Müslümanların bu rezillikten kurtulmaları için, her şeyden önce Allah’ın rızasını esas yapacak, nefsani arzularınıittihad-ı İslam potasında eritmek, iman kardeşliğini imanlarının baş tacını yapmak, İslam’ın hakikatleri ile fen bilimlerinin doğrularını birlikte talim etmek, umumun menfaatini şahsi menfaatine tercih etmek gerekir.

Şerefli bir hayat için gerekli olan bağımsız bir ekonomi, bağımsız bir siyaset, bağımsız bir yönetim tarzını benimsemek şarttır. “Ey iman edenler! Allah’a ve rsulüne(yeniden) iman edin” (Nisa:136) mealindeki ayetin emrine dikkat etmek, asrın getirdiği manevi sıkıntılardan kurtulmak için tahkiki imanı elde etmek, maddi sıkıntılardan kurtulmak için de kitap ve sünnetin uhrevi ve dünyevi emir ve yasaklarına riayet etmek, ehl-i tasavvufun ifadesiyle “İbnu’l-vakt”(zamanın çocuğu) olmak gerekir.

Hülasa, meşhur haysiyet kahramanı Antere gibi:

Zilletle elde edilen bir hayat suyu cehennem gibidir/ İzzetle cehenneme girmek ise medar-ı iftiharımdır” demek lazımdır. gerektiğinde “zillet içinde yaşamaktansa, izzetle ölmeyi” tercih etmeyi bilmek, fakat bir hiç uğruna ölmeyi değil, yaşamayı ve yaşatmayı prensip haline getirmek gerekir.

Doç. Dr. Niyazi Beki

RisaleHaber

Cennet ve Cehennem Ebedi midir? Neden?

I.  Cennet ve Cehennemin Ebedi olmadığına dayanak olarak kullanılan Kasas suresinin 88. ayetinin tahlili:

Ayetin meali: “Allah ile birlikte başka şeylere ibadet etmeyin, Ondan başka ilah yoktur. Onun Zat-ı Akdesinden başka her şey hâliktir(yok olmaya mahkûmdur). Hüküm yalnız onundur. Ve siz ancak ona döneceksiniz.”

Kur’an’ın geniş kapsamını gösteren bu ayetin önemli birkaç manası vardır.

a) Vacibu’l-vücud ve Mümkinu’l-vücudun tanıtılması

Ayette vücud mertebeleri itibariyle Allah’ın varlığı ile ma sivanın (yaratıkların) varlığı hakkında bir tanımlama söz konusudur.  Bu tanımlamada Allah’ın varlığı vücup mertebesinde, yaratıkların varlığı ise imkân mertebesinde olduğuna işaret edilmiştir.

Ayetin “Allah ile birlikte başka şeylere ibadet etmeyin, ondan başka ilah yoktur” mealindeki ilk cümlesinde kulluk yapılacak yegâne mabudun yalnız Allah olduğuna işaret edilmiştir.

Ardından gelen “Onun Zat-ı Akdesinden başka her şey hâliktir” mealindeki ifadeyle her şeyin zatında fani olduğu gibi, netice itibariyle de ölüme mahkûm olduğuna vurgu yapılmıştır.

Arkasından gelen “Hüküm yalnız onun elindedir” mealindeki ifadeyle kâinatta hükümran ve hükümdarın yalnız Allah olduğuna dikkat çekildikten sonra “Ve siz ancak ona döneceksiniz” mealindeki son cümle ile de öldükten sonra insanların yeniden diriltilip alem-i bekaya/ölümsüz aleme, onun huzuruna varacaklarına ve hesap vereceklerine işaret edilmiştir.

Bu açıdan bakıldığında özetle denilebilir ki; ayette faniden bakiye, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için “Allah’tan başka her şey fanidir, hâliktir, yok hükmündedir. Baki ise yalnız Zat-ı akdestir” gerçeğine vurgu yapılmıştır.

-Allah’ın varlığı bağımsızdır, başkasına muhtaç değildir, ezelidir, vücup mertebesindedir. Allah mevcud-u bâkidir. Allah’tan başka bütün varlıkların varlığı bir yaratıcının varlığına, onları var etmesine, varlıkta durdurmasına muhtaçtır. Kayyum-u bâki olan Allah’ın varlığı bütün varlıkların yegâne kaynağı ve dayanağıdır. Öyle ki Allah’ın sırr-ı kayyumiyeti bir an kâinattan yüzünü çevirse her şey bir anda yok olmaya mahkûm olur. 

Bu gerçeği seslendirmek için ehl-i tasavvuftan bazıları “la mevcude illa hu” (Gerçek anlamda Allah’tan başa bir varlık yoktur) derken, diğer bazıları ise, “la meşhude illa hu” (Allah’tan başka görünen hiçbir şey yoktur. Çünkü görünen her şey Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi ve fillerinin tezahürüdür) demişlerdir.

– Bu açıdan bakıldığında ayette adeta insanlar, Hz. İbrahim gibi “ben bir an var olup bir an yok olanları sevmem. Zira bu gibi fani olan şeyler dertlerime derman olamaz ve kalbin alakasına değmez” diyerek aklen, fikren ve zikren bu gerçeği özümsemeye ve: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” (Sözler,  221 – 222) hakikatini terennüm etmeye davet edilmiştir.

b) Hak ile batılın karşılaştırılması

İnsanlar tarafından yapılan işler, Allah’ın rızasına uygun ise haktır ve baki olan Hak ismine mazhardır. Eğer yapılan işler Allah’ın rızasına aykırı ise batıldır; her batıl ise boştur, fanidir, hâliktir.

Buna göre ayette vurgulanan husus şudur:

İslam dinine uygun yapılan her iş salih ameldir, buna aykırı olan her iş batıldır ve yok olmaya mahkûmdur. “Mal mülk, çoluk çocuk… Bütün bunlar dünya hayatının süsleridir. Ama baki kalacak yararlı işler (salih ameller) ise Rabbinin katında, hem mükâfat yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır”(Kehf, 18/46) mealindeki ayette de hak ile batıla, salih amellerin ebediliği ile kötü işlerin faniliğine işaret edilmiştir.

– Bediüzzaman’ın –özetle- ifade ettiği gibi, varlıkta bulunan her şey, mana-yı ismiyle/kendine bakan yönüyle bir hiçtir. Kendi zâtında müstakil ve bizâtihî sabit bir vücudu olmadığı gibi, kendi başına kaim/ayakta duran bir hakikati de yoktur. Buna mukabil her şey, mana-yı harfiyle/ Cenab-ı Hakk’a bakan yönü itibariyle bir hiç değil, ebedi bir varlığa sahiptir; çünkü bu yönüyle her varlıkta cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Böyle bir varlık yok olmaz; çünkü sermedî bir vücudun/varlığın gölgesini taşıyor. Bu boyutuyla her varlığın sabit  ve yüksek bir hakikati vardır;  çünkü bu yönüyle her varlık mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. (bk. Mektubat/15. Mektup/59 – 60)

c)  Allah için olanla Allah için olmayanların karşılaştırılması

Ayette yer alan  “her şey hâliktir/yok olmaya mahkûmdur” mealindeki ifadenin en önemli  bir hedefi de insanın yüzünü dünyanın fani yüzüyle yüzleştirmek,  masivadan (Allah’tan başka bütün varlıklardan) elini çektirmek,  Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmayan fâni şeylere karşı –Allah’ı sevmekle yükümlü olan- kalbin alâkasını kesmek ve kalbin yüzünü baki olan Allah’a ve onun rızası dairesinde olmakla bakileşen şeylere çevirmektir.

Demek ki, Allah hesabına olsa, Allah için olsa, onun rızası dairesinde olsa, hiçbir şey masivaya (Allah’tan başkası olan varlık sınıfına) girmez ki “her şey hâliktir/yok olmaya mahkûmdur mealindeki fermanın kılıcıyla başı kesilsin. (bk. Mektubat/15. Mektup/59 – 60).

d) Alem-i Beka ile Alem-i Fenanın karşılaştırılması

Ayette yer alan “her şey hâliktir/yok olacaktır” mealindeki ifadeyle âlem-i fena olan bu dünyanın kıyametin kopması anında yok olacağına işaret edilmiştir. Ayetin sonunda ise “Ve siz ancak ona döneceksiniz” mealindeki ifadeyle bu kâinatın, özellikle de insanın yeniden diriltileceğine ve âlem-i bekada bekaya mazhar olacağına işaret edilmiştir.

“Yerin üstünde olan herkes fanidir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zatı baki kalır” (Rahman, 55/26-27) mealindeki ayetlerde de bu hakikat çok açık olarak ifade edilmiştir.

– Bununla beraber, ehl-i tahkik âlimlerin büyük çoğunluğuna göre  ayetin “her şey hâliktir/ yok olacaktır” mealindeki ifadesi, cennet, cehennem ve şu anda da orada bulunan “melek, gilman ve huriler gibi” âlem-i beka ahalisini kapsamaz. Diğer bazı âlimlere göre kıyamet anındaki yok olma hükmü onları da kapsar, fakat onların bu yok olmaları o kadar kısa bir zaman zarfında olur ki yokluğa gidip geldiklerini hissetmeyecekler (bk. Mektubat/15. Mektup/59 – 60).

e)  Bediüzzaman hazretlerinin konuyla ilgili yorumu:

Bediüzzaman’a göre, bu ayetin zahiri ifadesine bakarak cennet-cehennem ve ahiret âleminin de sonunda yok olacağını iddia edenlerin görüşleri yanlıştır.

Çünkü Allah’ın Zât-ı Akdesi madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfât ve esması dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfât ve esması daimî ve sermedîdirler; elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fena-yı mutlaka bizzarure gidemez. Farz-ı muhal,  kıyametin kopması esnasında cennet ve cehennem de bu ayetin hükmüne dahil olup yok olsalar bile, bu yokluk mutlak yokluk değildir.

Çünkü,  Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.

Hem adem-i mutlak zâten yoktur, çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Hattâ bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik “a’yân-ı sabite” tabir etmişler.

Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u manevîye ve ilmîye girmektir. Yani hâlik ve fâni olanlar vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u manevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer. (Mektubat/15. Mektup/ 60 ). Demek ki kıyametin kopmasından sonra varlıklar tekrar ilim dairesinden kudret dairesine girer, ilmî elbise yerine haricî vücut elbisesini giyer ve ebedi olarak bu dairede devam ederler.

f) Ayetin muhtevası Ahiret diyarının ebediliğinin göstergesi

Ayetin muhtevası, onun hedefini ortaya koymaktadır. O da şudur: Allah bu ayette yalnız kendisine ibadet edilmesini, çünkü ondan başka her şeyin fena damgasını yediğini, baki olan yalnız Allah’ın Zât-ı Akdesi olduğunu, dolayısıyla insanların en son varacağı yer onun yanı olduğunu düşünmelerini ve ona göre başkasına değil yalnız ona kulluk etmeye gayret etmelerini tavsiye etmektedir.

Bu ayetin ifadesinden anlaşılan mesajın özeti şudur: “Allah’a kulluk edin, çünkü baki olan yalnız odur, dolayısıyla sizi ölümden sonra tekrar diriltip yanına alacak ve bekaya mazhar kılacak ancak odur.”

Demek ki Allah bu ayette insanlardan kendisine ibadet etmelerini istemiş ve karşılığında da ebedi bir hayatı vaat etmiştir. Bu ayetin son cümlesindeki “ Ve siz sonunda Ona döneceksiniz” mealindeki ifadesi, söz konusu“yok olmanın” kıyametin kopması zamanıyla ilgili olduğunun açık delilidir. Çünkü burada her şeyin helak olmasından sonra insanların tekrar dirilip Allah’ın huzuruna varacaklarına vurgu yapılmıştır. Bu sebeple, bu ayetin ifade ettiği “helak/yok olma” olayını kıyametin kopmasından sonraki hayata teşmil etmek ve  bundan hareketle oranın iki ebedi memleketi olan  cennet ve cehennemin yok olacağına hükmetmek ayetin sarih ifadesine terstir.

– Bu ayetten cennet ve cehennemin de sonunda yok olacağı mesajını algılayanlara göre  ayette –haşa- şöyle bir çelişki olmak durumundadır. Allah bir yandan insanlardan kendisine kulluk etmelerini istemekte, diğer taraftan onların en sonunda yok olacaklarını haber vermektedir.. Bu anlayışa göre ayeti şöyle anlamak gerekir: “Ey insanlar! Bana kulluk edin, benden başkasına ibadet etmeyin. Çünkü ben en sonunda kökünüzü kazıyacak, hepinizi yok edeceğim.” Biz, sonsuz rahmet, hikmet ve azamet sahibi olan Allah’ı böyle bir şey söylemekten bir milyon defa münezzeh, mukaddes, Müberra ve mualla olduğuna iman ediyoruz.

II. İyilerle Kötülerin Varlığı Öbür Dünyanın Ebediliğinin Delildir.

Mümin ile kâfir olanların aynı akıbeti paylaşmaları adalet anlayışına zıt olduğu gibi, Kur’an-ı Kerimin konuyla ilgili birçok ayetinin açık ifadelerine de terstir.

İman ile küfür, iyilik ile kötülük bir olamaz.

“Siz hacca gelenlere su dağıtma ve Mescid-i Haramı mâmur etme işini, Allah’a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden müminin işi ile bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah indinde eşit olmazlar. Allah o zalimler gürûhunu hidayet etmez, umduklarına eriştirmez” (Tevbe, 9/19) mealindeki ayette, müşriklerin iman etmedikleri halde Kâbe’ye yönelik yaptıkları bazı hizmetlerini müminlerin Allah yolunda yaptıkları işlerle kıyaslamalarının doğru olmadığı belirtilmiştir. İşin mahiyeti aynı olsa da imanlı olarak yapılan işlerle imansız olarak yapılan işler arasında dağlar kadar fark olduğuna işaret edilmiş ve bunların Allah katında asla eşit olmadıklarına vurgu yapılmıştır.

-Keza  ayetin son cümlesinde  meal olarak yer alan “Allah o zalimler gürûhunu hidayet etmez” ifadesiyle iman etmeyenlerin zalim olduklarına, zalim ile mazlumun aynı kefeye konulamayacağına dikkat çekilmiştir.

Halbuki cennet ve cehennemin yok edilmesi, mümin ile kâfirin, zalim ile mazlumun eşitlenmesi anlamına gelir.

Demek ki bu ayetin açık ifadesiyle cennet ve cehennem ebedidir. Ebedi kalacaklardır ki her iki tarafın ahalisi –haksız yere- eşitlenmesin.

Kör ile gören, karanlık ile aydınlık bir olamaz

“De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla aydınlık hiç bir olur mu?” (Rad, 13/16) mealindeki ayette kâfir -hakikati görmediği için- kör olarak vasıflandırılmış, mümin ise –gerçeği gördüğü için- gören kimse olarak nitelendirilmiştir. 

Keza, küfür vasfı bir cehalet ve karanlık; iman ise bir ilim ve nur/aydınlık olarak ifade edilmiştir. Bu iki farklı tarafın değerlendirilmesi yapılırken veciz bir şekilde “bunların asla eşit olmayacakları, aynı kefeye konulamayacaklarına” vurgu yapılmıştır.

Halbuki eğer ahiret yurdunda ebedi bir hayat olmazsa, bu iki taraf da “yok olmakla” aynı akıbeti paylaşmış ve eşitlenmiş olacaklardır. Bu ise ayetin açık ifadesine aykırıdır.

Mümin ile fâsık bir olamaz

“ Hiç mümin olan kimse, fâsık/yoldan çıkmış kimse gibi olur mu? Bunlar asla bir olmazlar.  İman edip, güzel ve makbul işler işleyenlere, yaptıklarına karşılık ağırlanmak üzere  Me’va cennetleri vardır. Yoldan çıkmış fâsıkların ise barınakları cehennemdir. Her ne zaman oradan çıkmak isteseler yine oraya itilirler. Onlara: ‘Cehennem azabını yalan sayıyordunuz. Tadın da görün bakalım!’ denir” (Secde, 32/18-20) mealindeki ayette şu üç noktaya dikkat çekilmiştir:

Birincisi: Mümin olan kimse ne değer bakımından ne de akıbeti itibariyle fâsık/yoldan çıkmış kâfir kimse gibi olmaz. Bu ikisini aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık olur.

İkincisi: Müminlerin akıbeti belli olduğu gibi, kâfirlerin de akıbeti bellidir. İman edenlerin varacakları yer cennet; küfrü tercih edenlerin son durağı ise cehennemdir. Demek ki mümin kimse taşıdığı katma-değer itibariyle kâfir kimseyle aynı olmadığı gibi, onunla aynı akıbeti de paylaşmaz. Bilakis ebedi kalmak üzere, mümin cennete, kâfir ise cehenneme girecektir.

Üçüncüsü: Cennetlikler yerlerinden memnun oldukları için oradan çıkmayı düşünmezler. Fakat cehennemlikler, içinde bulundukları sıkıntıdan kurtulmak isterler, fakat buna olumlu cevap alamazlar. Bilakis, “Her ne zaman oradan çıkmak isteseler yine oraya itilirler. Onlara: ‘Cehennem azabını yalan sayıyordunuz, tadın da görün bakalım!’denir.”

Halbuki eğer cennet ve cehennem yok olurlarsa, ayette ifade edilen bu üç hakikat de altüst olur. Demek bu ayetin de açık beyanıyla ahiret yurdu ebedidir.

İman edip güzel işler yapanlar ifsat edenlerle bir olamaz

“Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları gayesiz, boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin bir zannı ve iddiasıdır. Artık o ateşten vay haline o kâfirlerin! Biz hiç, iman edip makbul ve güzel iş yapanlara, ülkede fesat çıkararak nizamı bozanlarla aynı muameleleri yapar mıyız? Yahut Allah’a saygılı olup kötülüklerden sakınanları, yoldan çıkanlarla bir tutar mıyız? (Sad,38/27-28) mealindeki ayetlerde şu üç hususun altı çizilmiştir:

Birincisi: Kâinatın varlığı ahretin varlığının delilidir. Çünkü bu harika evrenin, yer ve göğün ve ikisi arasında bulunanların boş yere yaratıldığını düşünmek, ancak kâfirlerin vesveselerinden kaynaklanan bir kuruntudur.

İkincisi: Mümin yapıcıdır, yeryüzünde daima faydalı işler yapar, onu tamir eder, halkın ve çevrenin ıslahına çalışır. Kâfir ise küfrünün gereği olarak tahribatçıdır, yeryüzünde fitne fesat çıkarır.  Bu ikisi arasında yerden göğe kadar fark vardır. Adalet ölçüsüne göre, iman edip iyi işler yapan bir kimse inkâr edip kötü işler yapan kimse ile aynı kefeye konulamaz.

Üçüncüsü: Allah’a karşı saygılı olan takva sahibi kimseleri doğru yoldan çıkmış fâsık kimselerle aynı kefeye koymak-adalet bakımından- mümkün değildir.

Halbuki  iman eden ile inkâr eden, zalim ile mazlum, itaat eden ile isyan eden kimseler bu dünyadan birlikte; hatta bir çok kâfir ve zalim izzet içinde, bir çok mümin ve mazlum ise zillet içinde ölüp gidiyorlar. 

Eğer bu ölüm her iki tarafı eşitleyecek şekilde bir akıbet (örneğin, haşir ve dirilmenin olmaması veya haşirden sonra ahiret yurdunun yok olması) söz konusu ise, -hâşâ yüz bin defa hâşâ- bu ayetlerin çok açık ve seçik olan ifadelerinin doğru olmadığına hükmetmek gerekir. Bu ise, açık-seçik bir küfürdür ve “Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 4/122) malindeki ayetin hakikatine taban tabana zıttır.

Cehennemliklerle Cennetlikler bir olamaz

“Cehennemliklerle cennetlikler elbette bir olmaz. Felah ve başarıya erenler, cennetliklerdir” (Haşir, 59/20) mealindeki ayette cehennemlik olanlarla cennetlik olanların akıbetlerinin bir olmadığı belirtilmiştir. Çünkü cennetlikler dünya-ahiret ticaret pazarında başarıya imza atmış, cenneti kazanmışken, cehennemlikler başarısız olmuş ve cenneti kaybetmişlerdir.

Halbuki, eğer cennet ebedi değil de bir gün yok olacaksa, bu takdirde cennetliklerin ne başarısından, ne kazançlarından söz edilebilir. Zira bu takdirde cennetliklerle cehennemlikler aynı akıbeti paylaşmış ve eşitlenmiş olurlar. Bu ise Allah’ın sonsuz adalet ve rahmetine aykırı olduğu gibi, bu ayetin açık ifadesine de terstir.

İtaat edenlerle isyan edenler bir olamaz

“Biz hiç, Allah’a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız?” (Kalem, 68/35) mealindeki ayette daha önce zikredilen ayetlerin hükümleri bir kez daha özetlenerek vurgulanmıştır.

Ayette önemli bir nokta “Biz hiç itaat edenlerle isyan edenleri bir tutar mıyız?” şeklindeki ifadede yer alan ve Allah’a ait bir zamir  olan “Biz” kelimesidir. Bununla adeta ayette şu ifade ediliyor: “İtaat edenlerle, isyan edenler hiçbir adalet ölçüsüne göre bir olmazken, sonsuz adalet, hikmet sahibi ‘Bizim’ böyle bir çirkinliği yapmamız mümkün mü?”

Halbuki eğer ahiret yurdunun akıbeti yok olmak ise, ayetin bu kuvvetli vurgusu –hâşâ-havada kalır. Demek ki, bütün bu ayetlerin açık-seçik ifadelerinden anlaşılıyor ki, ahiret yurdu daimidir, cennet ve cehennem bâkidir ve onların ahalisi ebedidir.

III. Huld Ve Ebed Kavramının Birlikteliği

Kur’an-ı Kerim’de ebedilik manasına gelen “Huld/Halid” ifadelerinin geçtiği pek çok ayet vardır. Bu kavramlar hakiki manası itibariyle ebediliği ifade etmekle beraber, mecaz manasıyla “uzun bir süre” anlamına da gelmektedir; dolayısıyla Cennet ve Cehennemin ebediliğine dair yanlış yorumlar yapılmaktadır.

Biz bu bölümde “Hâlidîne fîhâ ebedâ” cümlesinde ifade edildiği gibi “huld” ve “ebed” sözcüklerinin birlikte geçtiği ayetlerin üzerinde duracağız; zira bu iki kelime birlikte kullanıldığında ebedilikten başka manaya ihtimali kalmaz; yani hakiki mana kast edilir ve mecâzi manaya asla mahal bırakılmaz.

Önce Cennetin ve cennetliklerin ebediliğini bildiren ayetleri, sonra da Cehennemin ve cehennemliklerin ebediliğini vurgulayan ayetleri, Kur’an’daki tertip sırasına göre vermek istiyoruz.

Cennetliklerin ebediliğini vurgulayan ayetler

1) “Fakat iman edip güzel ve makbul işler yapanları ise, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz”(Nisa, 4/57).

2) “İman edip makbul ve güzel işler yapanları, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah’ın gerçek vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”(Nisa, 4/122).

3) “Bu gün o gündür ki, doğruların doğruluğu kendilerine fayda verir. Onlara içinden ırmaklar akan cennetler var. Orada ebedî kalırlar. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte büyük başarı ve mutluluk budur!”(Maide, 5/119).

4) “Onların Rabbi kendilerinin, katından bir rahmete, bir rıdvana ve içinde daimi nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler. Onlar o cennetlerde ebedi olarak kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah’ın yanındadır”(Tevbe, 9/21-22).

5) “İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oraya ebedi kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!”(Tevbe, 9/100).

6) “Gün gelir, Allah hepinizi en büyük toplantı günü olan mahşerde bir araya getirir. İşte o gün aldanma günüdür(aldanışların ortaya çıktığı gündür). Kim Allah’a iman eder, makbul ve güzel işler yaparsa, Allah onun fenalıklarını, günahlarını siler ve içinden ırmaklar akan cennetlere, hem de ebedi kalmak üzere yerleştirir. İşte en büyük başarı, en büyük mutluluk budur”(Teğabun, 64/9)

7) “Allah onlar(kâfirler) için âhirette de pek çetin bir azap hazırladı. Artık siz ey akıl sahipleri, ey iman etmiş kullarım! Allah’a karşı gelmekten, ileride de hep sakının ki böyle bir azaptan korunasınız. İşte Allah size gerçekleri hatırlatan bir kitap indirdi, bir Elçi gönderdi. Allahın nurlar saçan, yollar açan ayetlerini sizlere okuyor ki iman edip makbul ve güzel işler yapanları karanlıklardan aydınlığa çıkarsın. Kim Allah’a iman eder, makbul ve güzel işler yaparsa, Allah onları, hem de ebedi kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Allah böyle kuluna gerçekten pek güzel nasip ihsan eder”(Talak, 65/10-11)

8) “Ama iman edip, makbul ve güzel işler yapanlar ise bütün yaratıkların en hayırlı olanlarıdır. Bunların Rab’leri nezdindeki ödülleri, içinden ırmaklar akan hem de ebedi kalmak üzere girecekleri Adn cennetleridir. Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. İşte bu rıza makamı da Rabbine saygı duyanlarındır”(Beyyine, 98/7-8)

Cehennemliklerin ebediliğini vurgulayan ayetler

1) “İnkâr edip zulmedenleri Allah affedecek değil. Onları cehennem yolundan başka bir yola çıkaracak da değil. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır. Bu da Allah’a göre çok kolaydır”(Nisa, 4/168-169)

2) “Allah kâfirlere lânet etmiş ve onlara alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar onun içinde ebedi olarak kalacak ve kendilerini koruyan veya yardımcı olan kimse bulamayacaklardır”(Ahzab, 33/64-65).

3) “De ki: Benim vazifem sadece Allah’ın mesajlarını tebliğ etmektir. Kim Allah’a ve Elçisine isyan ederse, ona cehennem ateşi vardır, hem de ebedî kalmak üzere oraya girecektir”(Cin, 72/23).

IV. Kur’an’da huld kavramı ebediliğin ilanıdır

Kur’an’da  sadece cennetlik cehennemliklerin değil, bizzat cennet ve cehennemin de  “Huld” vasfıyla “ebediliği” ne vurgu yapılmıştır.

İlgili ayetlerin mealleri şöyledir:

Cennetle ilgili ayetin meali: “De ki: “Bu mu(cehennem mi) iyi; yoksa takva ehline söz verilen ebedî cennet mi (Cennetu’l-huld)?” Orası onlar için bir mükâfat ve pek güzel bir akıbettir” (Furkan, 25/15).

Bu ayette cennet “huld” kelimesiyle vasıflandırılmıştır. “Huld” ebediyeti ifade eden bir kavramdır. Cennetin güzel bir yönü de onun ebedi bir yurt olduğu vurgulanmakla ortaya konulmuş ve taçlandırılmıştır. Eğer bu kelimeyi lügat manasına aykırı olarak “ebedi olmayan geçici” bir süreliğine yorumlarsak, ayetin manası tamamen ortadan kalkar. Çünkü cennetin güzelliği –fanilikle değil-ebedilikle ancak ortaya çıkar.

Cehennemle ilgili ayetin meali: “(Ey inkârcılar!) Siz nasıl bugünkü buluşmayı unuttunuz ve bu unutmayı ömür boyu sürdürdüyseniz, Biz de bugün sizi unuttuk. Yaptıklarınızdan ötürü, tadın bakalım sürekli/ebedi azabı (azabe’l-huld)!” (Secde, 32/14).

Bu ayette ise, cehennem azabı, onun ebediliğini ifade eden “huld” kelimesiyle vasıflandırılmıştır. Ayetin üslubundan açıkça anlaşılıyor ki, burada cehennem azabının korkunç bir şey olduğu anlatılırken, onun bu korkunçluğunu daha da dayanılmaz hale getiren bir özelliği olan ebedilik vasfına da işaret edilmiştir.

V. Konuyla ilgili Bediüzzaman’ın yorumu:

Bu konuda son sözü hakikat-bin olan Bedüzzaman hazretlerine vermek istiyoruz. Bir münacat olarak seslendirdiği “ahiretin ebediliği”ni şu güzel sözlerle ifade etmiştir:

“Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadık-ulVa’d-il Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal!.. 

Bu kadar sadık dostlarını, bu kadar va’dlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını yalancı çıkarmak, tekzib etmek ve saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını tekzib edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının âhirete bakan hadsiz dualarını ve davalarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni va’dinde tekzib etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalaleti ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adaletini ve nihayetsiz cemalini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz..

Ve  bütün kuvvetimizle iman ederiz ki: O yüzbinler sadık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyalar, hakkal-yakîn, aynel-yakîn, ilmel-yakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin harika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattir ve işaretleri doğru ve mutabıktır ve beşaretleri sadık ve vakidir. Ve onlar bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hamisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuaı bu hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin emrin ile senin ibadına hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak talim ediyorlar… (Sözler/Onuncu Söz, 100-101).

Hülasa: Yukarıda zikredilen ilgili ayetlerin açık ifadeleri, cennet ve cehennemin ebedi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır..  Aksini düşünmek bu ayetlerin açık ifadelerine aykırı olur ve kabul edilemez. Vesselam…

Doç Dr. Niyazi Beki

Dikkat! Fitneler Kardeşliğimizi Bozmasın..

Şunu unutmayalım ki, biz şunun bunun değil, “Bilerek karıncaya ayak basmayın” diyen bir dinin ve “Kim gayr-ı müslim bir vatandaşa eziyet ederse kıyamet günü onun hasmı ben olurum” diyen Hz. Muhammed(a.s.m) gibi bir peygamberin kurduğu bir medeniyetin mensuplarıyız.

Bu günlerde yine içinde bulunduğumuz ahir zaman fitnesinin çeşitli versiyonları bir bir sahneye konuluyor.  Tefrika, alt etmenin en keskin yoludur. “Böl, parçala, küçük lokmalar haline getir ve kolayca yut!” senaryosu Mısır firavunlarından beri insanlık camiasında en fazla revaç bulan silahların başında gelir.

“Doğrusu Firavun, ülkesinde (Mısır’da) zorbalık yaptı, büyüklük tasladı. Halkını çeşitli fırkalara ayırdı. Onlardan bir topluluğu, erkek evlatlarını kesmek, kız evlatlarını ise hayata atmak suretiyle özellikle zayıflatmak istiyordu. O, bozguncunun teki idi.” (Kasas:4) mealindeki ayette, Firavun’un bu bölüp parçalayarak yönetmek gibi zalimane taktiğine işaret edilmiştir.

Şairin dediği gibi, “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez/Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”.

Tefrikanın en kolay ve en keskin silahı ise, Hz. Peygamber tarafından lanetleniş olan menfi milliyetçilik ve ırkçılıktır. Kim olursa olsun hangi taraftan olursa olsun ırkçılık damarıyla hareket edenler, yanlarında zulüm damarını da taşıyor demektir. Çünkü bu damar daima bölücüdür. Doğrudan bölücülük yapar veya her hareketi, her davranışı kendine karşı yapılmış olduğunu düşünerek farklı bir zulüm kulvarında boy gösterir.

Menfi milliyeetçilik duygusu yerine, insanları en güzel şekilde barıştıran, birbirine karşı tahammül gücünü artıran, fitne-fesattan uzaklaştıran iman kardeşliğidir. Öyleyse Müslüman toplumlarda hamiyyet-i milliye yerine hamiyet-i İslamiye esas olmalıdır.

Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettiği gibi, menfi milliyetçilik, “şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebebdir.” (Mektubat, 322)

“Asabiyet-i cahiliye (denilen menfi milliyetçilik), birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyadır.” (Mesnevi-i Nuriye, 112 )

İslam toplumları ancak bu iman ışığıyla birbirine bağlanabilir, dayanışma gösterebilir. Milliyet duygusu birleştirici olmadığı gibi adaletten de uzaklaştırır. Çünkü “Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.” (Mektubat , 54 – 55)

“Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran,3/103) mealindeki ayetin emrini yalnız sade vatandaşın değil bütün siyasilerin, yöneticilerin de dinlemeleri, üzerinde düşünmeleri ve bunun yegâne kurtuluş reçetesi olduğunu içlerine sindirmeleri, önce kendi hayatlarında özümsemeleri sonra da bunu diğer insanlara yansıtmaları –yalnız ahret hayatı bakımından değil- toplum hayatının barış ve huzuru bakımından da büyük önem arz etmektedir.

Emin olun ki biz bu ayeti okurken sanki bu günlerde yeniden inmiş ve özellikle Türkiye’deki barış sürecinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyormuş gibi bizde bir etki meydana getirdi. Hiç şüphe yoktur ki Kur’an’ın mesajları kıyamete kadar bütün önemli olaylara projeksiyon tutacak ve insanları irşat edecektir.

Ayetin ilgili cümlelerinin mealini tekrar okuyup, tefekkür etsek, üzerinde iman şuuruyla düşünsek bu gerçeği göreceğimizden şüphemiz yoktur. İşte o cümleler:“Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size ayetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz”.

Birkaç yıldır, Allah’ın başta yöneticilerimize ve halkımıza verdiği basiretle bu ateş çukurundan uzak bir hayat yaşayan insanlarımız, bu barış sürecini büyük bir nimet ve bir kardeşlik projesi olarak değerlendirmeleri elzemdir.

-Bu fitne zamanında herkesin azami derecede dikkatli olması, konuşurken, karar alırken, nasihat yaparken sözlerini nefis ve duygularının seline bırakmaması, akıl, izan, vicdan ve iman şuuru süzgecinden geçirmesi büyük önemi haizdir.

Bu konuda birkaç hadis-i şerifi hatırlamakta fayda vardır. Ümmetine en şefkatli reis olan Hz. Peygamber(a.s.m) buyuruyor ki: “Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zuletmez, onu düşmana teslim etmez.. Kim kardeşinin bir ihtiyacını gidermeye çalışırsa Allah da onun ihtiyacını giderir.. Kim bir müslümanın bir sıkıntısını giderirse Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir.. Kim de bir müslümanın kusurunu örterse Allah da kıyamet günü onun kusurunu örter.”(Buhari, Mezalim,3)

 Demek ki müminlerin hukuku genel insan hakları içinde ayrı bir özellik ayrı bir önem arz etmektedir.

İman şuurunu taşıyan her mümin: “Kim kardeşine (kesici, ürkütücü) bir demiri doğrultsa bundan vazgeçmediği sürece (sadece bu hareketinden ötürü) melekler onu lanetleyecektir…” (Müslim, Bir,125) manasındaki hadisin ikazına elbette kulak verecektir. Değil bir mümin kardeşini öldürmek, onu şakadan korkutmaktan bile bütün kuvvetiyle sakınacaktır.

İnsanları cehenneme sürükleyen kötülüklerin başında dillerin kopardığı ürünler (kötü sözler) olduğunu belirten Hz. Peygamber: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayırlı/güzel, faydalı şeyler söylesin ya da sussun.” (Zevaid,10/299) buyurmaktadır.

Demek ki insan konuşurken söylediği sözlerin faydalı mı zararlı mı olduğunu, tamir edici mi tahrip edici mi olduğunu tartmalı ona göre söz söylemelidir.

Kur’an’da “Fitne katilden daha büyük” olduğu belirtilmiştir. (Bakara:191, 217) Bunun manası şudur: Öyle fitneler var ki bir katil değil, birçok katlin vukuuna sebep olabilir. Onun için herkesin özellikle siyasilerin, özellikle bu günlerde dillerine sahip çıkmalıdır. Şu iyi bilinmelidir ki bir söz yüzünden meydana gelen kötülükleri, cinayetlerin, fitne-fesadın ilk ortağı bu söz söyleyenlerdir. Bunun vebali çok büyüktür. Allah’a ve ahrete iman eden kimselerin hesaplı-kitaplı konuşmaya alışmalıdır.

-Sokak dilini kullanalar, sokağı kışkırtanlar, sokağı karıştıranlar, sokağın sakinleşmemesi için gayret gösterenler, sokaktan medet umarak taraftar olanlar, sokaktan siyasi veya başka bir çeşit rant elde etmeye çalışanlar, sokakta meydana gelen bütün kötülüklerin müsebbibi olarak,  kıranların,  parçalayanların,  yok edenlerin, kesenlerin, yakıcı madde atanların, yakanların, milletin ve devletin mallarına bilerek zarar verenlerin, katillerin suçlarına ve günahlarına ortak olurlar. .

Sokakların fitnesine dikkat çeken ve fitnelerin olduğu bir ortamda insanların ne kadar dikkatli olmalarının gereğine işaret eden Peygamberimiz (a.s.m)’in su  sözleri herkesin kulağına küpe olmalıdır: “Öyle fitneler olur ki, o dönemde oturan ayakta durandan daha hayırlıdır. Ayakta duran yürüyenden daha hayırlıdır. Yürüyen koşandan daha hayırlıdır..”(Müslim, Fiten,10)

 Demek ki bu gibi ortamlarda her hareket olumsuz bir hareketi tetikleyebilir.

-Önemli bir husus da “Hiç kimse başkasının suçundan dolayı suçlu sayılamaz.” (Enam:164) manasına gelen ayetin işaret ettiği gibi, “suçun şahsiliği” prensibinin unutulmamasıdır.

Son sözü asrın müceddidi ve ıslahatçısı olan Bediüzzaman hazretlerine bırakıyoruz:

“Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır..

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı (Müminler ancak kardeştir)-mealindeki ayetin- kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, (Mümin müminine karşı duruşu bir binanın birbiriyle kenetlenmiş taşlarının duruşu gibidir)düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!” (Mektubat, 270)

Doç Dr. Niyazi Beki

Aile İçi Eğitimde Peygamber Metodu

Aile, toplumun sahip olduğu değerleri yansıtan küçük bir aynadır. Toplumda müspet veya menfi olarak bulunan tutum ve davranışlar, ailede yoğun bir şekilde uygulama alanı bulur. Tabir yerinde ise, aile, toplumun kan tahlilinin yapıldığı bir biyo-kimya, bir patoloji laboratuarıdır. Burada her türlü pozitif ve negatif bulguları bulmak mümkündür.

“Aile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle, “geçim sıkıntısı” ve “sarmaşık bitki” demektir. Kelimenin bu etimolojik yapısı, genel olarak ailelerde geçim derdi diye bir problemin varlığına işaret ettiği gibi, aile fertlerinin sarmaşık bitki türü gibi birbirleriyle sarmaş dolaş olmaları, karşılıklı hak-hukuk gözetmede, saygı sevgi göstermede yaprakları iç içe sarılmış bir gül-ü Muhammedi gibi sempatik bir yapıda olmalarının gereğine de işaret etmektedir.

Peygamberlerden bazılarıyla ilgili olarak Kur’an’ın yer verdiği ayetlerde aile içi eğitim örneklerini görmek mümkündür.

Meselâ, Hz. İbrahim’in, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?

Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.

Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan, Rahman’a baş kaldırmıştır.

Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın” (Meryem 41-45).

Hz. İbrahim’in babasına olan bu daveti, aile içinde “bilen”in, bilmeyene, kendinden yaşça, mevkice, makamca, rütbe ve unvanca ne kadar büyük de olsa, dinî öğretim ve telkinde bulunması gerektiğine güzel bir örnektir. Babasıyla olan münasebette Hz. İbrahim’in nazik tavrı, bu çeşit çalışmaların metodu, tarzı konusunda da ip ucu vermektedir.

Aile içi eğitimin en güzel bir örneğini de hikmet sahibi olmakla tebcil edilen (Lokman 31/12) Hz. Lokman’da buluruz. Cenab-ı Hak, bilhassa çocuk eğitiminde yer verilmesi gereken metot ve muhtevanın esaslarını, Hz. Lokman’ın oğluna nasihat suretinde, onun ağzından naklettiği cümlelerle bize ders vermektedir:

Oğulcağızım, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür.

Oğulcağızım, (yaptığın iyilik) bir hardal tanesi kadar olsa dahi bir kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir. Çünkü Allah latiftir. Hakkıyla haberdardır.

Oğulcuğum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar kati surette farz edilen umurdandır. İnsanlardan (kibirlenip) yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme, zira Allah, her kibir taslayanı, kendini beğenip öğüneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşeklerin anırışıdır” ( Lokman, 31/ 13, 16-19).

Cenab-ı Hak, yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Lokman’ın oğluna olan nasihatlerinin arasında evlatların anne-babalarına gösterecekleri saygı ve hürmetten, bunun öneminden bahsederken bu itaatin hudutlarını da belirtir. Ebeveyn-evlat münasebetlerini gösteren bu ayetlerin mealleri şöyledir:

Eğer onlar/ anne-babaların, hakkında herhangi bir ilmi delil bulunmayan bir şeyi Bana şirk koşman için seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin…” (Lokman, 31/15. ayet).

AİLE İÇİ EĞİTİMLE İLGİLİ BİR HADİS-İ ŞERİF

Aile efradının tâlim ve terbiyesinin, İslamî sistemde ne kadar önemli olduğunu gösteren bir hadis-i şerifin meali şöyledir: Müslim b. Yesâr anlatıyor:

“Resulullah Aleyhissalatu vesselam, bir seriyyeyi (askerî birlik) sefere gönderiyordu. Bir genç de ortaya atılarak, onlara katılmak istedi. Resulullah: -Ailene (nezaret edecek) bir büyük bıraktın mı? diye sordu. Genç: “Hayır!” deyince: -Ailene dön. Zira cihadın iyisi onlar içindedir” buyurdu.

Burada vurgulanması gereken incelik, Resulullah’ın sulh zamanında değil, askerî bir sefer sırasında bunu söylemiş olmasıdır. Evet bir kere daha hatırlatmanın yeridir: İslam aile içerisinde, aile efradının terbiyesine yönelik gayretleri “en büyük cihat” olarak vasıflandırmıştır.

Söz buraya gelmişken, savaşa gidildiği zaman, halkı aydınlatacak kimselerin geride kalıp ilim tahsiline devam etmelerini emreden ayet-i kerimeyi de hatırlatmamız gerekmektedir (meâlen):

Müminler toptan savaşa çıkmamalıdırlar, her topluluktan bir taifenin, dini iyi öğrenmek ve milletlerini, geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı! Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler” (Tevbe 9/122).

AHİRETE ENDEKSLİ AİLE HAYATI

İnsanın her zaman yakasına yapışan iki soru söz konusudur.

Birincisi, sıkıntı, ızdırap, musibet sorusudur. Bunların cevabı ise, sabırdır, tahammüldür, hoşgörüdür.

İkinci soru ise, sevince medar olan sağlık, bolluk, ferahlığa dair imtihan sorularıdır. Bunun cevabı ise, şükür ve memnuniyet ifadesidir.

Bu açıdan bakıldığında, insanın ruh cevherini ortaya çıkaran insanı Kabe-i kemâlâta yükselten en müsait zemin aile hayatıdır. Eğer, aile fertleri bu pencereden hayatlarına bakarlarsa çok daha toleranslı çok daha hoşgörülü davranış sergileyeceklerinde şüphe yoktur. Ancak, bu zor işi başarmanın en önemli faktörü ahirete endeksli bir hayat çizgisini takip etmektir. Çünkü, karşılıklı sevgi, saygı, samimiyet, hoşgörü, tahammül, katlanma ve tolerans kültürü, mevcut birlikteliğin uzun veya kısalığına göre değişkenlik arzedecektir. Bu sebeple, geçici, fani, muvakkat, bir perspektif üzerine kurulan bir aile hayatının samimiyeti o nispette zayıf kalır.

Pencerelerini ahirete açmış bir aile yuvası ebedi bir arkadaşlık üzerine kurulduğu için, her türlü tolerans ve tahammül kültürünün yeşermesine en uygun bir zemindir. Böyle bir zeminde oturan fertlerin karşılıklı saygı ve sevgileri, tahammül ve hoşgörüleri en zirve noktada kendini gösterir. Ne mutlu o aile fertlerine ki, birbirlerine cennet yolunu göstermekte yarışırlar. Müjdeler olsun ahirete endeksli hayata yapışan, yapmacık tavırlar yerine samimi davranışlar sergileyen aile fertlerine!..

Doç. Dr. Niyazi Beki /Zafer Dergisi