Etiket arşivi: Doç. Dr. Niyazi Beki

Fatiha Suresinde Namaza Dair İncelikler

Bilindiği üzere namaz müminin miracıdır. Miracın bir zirvesi—Kab-ı Kavseyne açılan—Sidretü’l-müntehadır. Namaz burada farz kılınmıştır. Namaz miracında da bu zirve sözkonusudur. Fiilî hareketlerdeki zirve secde makamıdır. Kur’an’da “secde et ve yaklaş” (Alak, 96/19) mealindeki ayette bu zirveye işaret edildiği gibi, “Kulun Rabbine en yakın olduğu yer secde halidir” (Müslim, Salat, 215) mealindeki hadis-i şerif de aynı gerçeğe parmak basmaktadır.

Fiilî hareketlerdeki zirve, secde makamı olduğu gibi, Kıraattaki zirve de Fatiha suresindeki “İyyake”deki hitap makamıdır. İhsan makamı “İyyake”deki hitap makamı aynı zamanda ihsan makamıdır. Şuhud makamıdır. Yalnızlıktan kurtulup huzura çıkarak huzur bulma makamıdır. Kesretten vahdete (çokluktan birliğe) çıkma makamıdır. Hz. Peygamber’in (a.s.m)—mealen ifadesiyle: “İhsan : Allah’ı görür gibi ona ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan da O, her an seni görüyor” (Buharî, İman, 37).

Namaz kılan kimse biraz sonra miraca çıkacağını, değişik basamaklardan sonra varacağı Sidretü’l-münteha’da yapması gereken iki hususa yoğunlaşmalıdır.

Birincisi: Kalp ve dilin birlikteliğini sağlamaya yönelik bir fikrî çaba içerisine girmelidir. Hz. Peygamber’in (a.s.m) miraç zirvesindeki hâlini tasvir eden “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı” (Necm, 53/) mealindeki ayetin verdiği ders çerçevesinde, başta doğrudan Allah’a hitap eden “Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım isteriz” mealindeki münacat olmak üzere, namazdaki bütün kıraatleri ve tesbihleri lisanımızla okurken; kalbimiz de onların manasını takip edip tasdik etmelidir. Bu makamda kalbin masivayla meşgul olması durumunda, lisanın sözgelimi “yalnız Sana kulluk ederiz” şeklindeki yakarışı havada kalır. Kalbin lisanın dediklerini takip etmemesi, onu tekzip anlamına gelir ve işin ciddiyetini bozar.

İkincisi: Gerek baştaki gözleri, gerek kalp gözlerini kendi hedeflerine yöneltmeye gayret göstermelidir. Hz. Muhammed Aleyhisselatuvesselam’ın “gözleri ne sağa sola kaydı, ne de hedefini şaştı” (Necm, 53/17) mealindeki ayetin ders verdiği gibi, baş gözlerini seccadesinden; kalp gözlerini de kendisine secde edeceği Mabudundan başka tarafa çevirmemelidir. Böylece, biraz sonra huzuruna varacağı ve “Bizi dosdoğru yola ilet” diye kendisine yalvarıp yakaracağı Rahman ve Rahim olan “Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını müşahede imkânını elde eder” (Necm,53/18), O’nun hususî feyiz ve iltifatlarına mahzar olur. Ne mutlu, bu şekilde, kulum diyene!

Şükran Borcu Namaz, nimetleri bol olan Rahmanü’r-Rahim’e karşı bir şükrandır. Varlığımızı, hayatımızı, varlıkta kalışımızı, hayatta kalmak için muhtaç olduğumuz gıdalarımızı, sularımızı, ışıklarımızı, nefeslerimizi kendisine borçlu olduğumuz Rahman ve Rahim olan Allah’a karşı hem sözlü hem fiili, hem aklî hem de kalbî şükranlarımızı arz etmek kadar vicdanı rahatlatan bir şey yoktur. Bu açıdan bakıldığında, namazın bir fıtrat vazifesi, yaratılış hamurunda var olan bir hayat mayası olduğu anlaşılır. “Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz” münacatı, gerçekten kulun yaratıcısına karşı yapması gereken bir bir yakarış, bir yalvarıştır.

Hakiki Vuslat Namazın Arapça’daki adı olan “Salat” kelimesi—fiilleri farklı olmakla beraber—”Sıla-i rahim” dediğimiz ifadedeki “sıla” ile aynı kök harflerini paylaşmakta ve “buluşmayı, kavuşmayı” çağrıştırmaktadır. Bu ise namazın, aciz bir kul olan insanı, her şeye gücü yeten hakiki dosta; Yüce Yaratıcı’ya kavuşturan kutsal bir vesile olduğunu, hatta bizzat bir vuslat olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, “Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım isteriz” yakarışı, kulun Mabuduna açılan bir diyalog penceresidir.

Saygı Duruşu Namaz, bütün varlığımızla kendisine medyun-u şükran olduğumuz Rabbimize karşı bir saygı duruşudur. Şuurlu bir varlık olarak insanın kendi yaratıcısına karşı duyduğu sevgi ve saygıdan daha büyüğü düşünülemez. Her şeyimizle kendisine borçlu olduğumuz Rabbimize karşı medyun-u şükran olduğumuzu idrak etmekten daha değerli bir hakikat olamaz. “İnsan ihsanın kulu, kölesidir” şeklindeki kaide penceresinden insanın vicdanına baktığımız zaman, onun kendisini yaratan yüce Rabbine karşı ne kadar derin bir muhabbet ve hürmet beslediğini, ne kadar minnettar olduğunu görebiliriz. Bu açıdan “Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz” yalvarışı, kulun Mabuduna karşı samimiyetini ve her şeyiyle kendisine muhtaç olduğu yaratan Rabbine karşı sevgi ve saygısını sunmanın en veciz ve en kapsamlı bir ifadesidir.

Namaz Moral-Değer Garantisidir Hiç şüphe yok ki; manevî (ruhî), aklî, vicdanî yönden bir moral-değer garantisi ve cennetin bir anahtarı hükmünde olan namaz ibadetini yerine getiren bir insanın, halis bir niyetle dünyevî işleri de ibadet hükmüne geçer. Yeter ki cami içerisinde, seccade üzerinde Allah’ın rızasını gözeten kulluk ahlâkı, hayat mescidindeki sosyal hayatta da gözetilsin. Allah’a ve ahiret hayatına iman eden bir kimsenin hayatında namazın ne kadar önemli olduğunu şöyle bir misalle ortaya koymak mümkündür: Günde sekiz saat aynı işte çalışan iki kişiden namaz ve ibadetini yapan kimse, normal maddî ücretini dünyada almakla beraber, Cennet gibi ebedi bir saadeti de kazanmış olur. Allah’a karşı görevini yerine getirmeyen kimse ise, ibadet etmemekle fazla bir maddî kazancı elde etmeyeceği gibi, cennet gibi bir serveti kaybetme riskiyle de karşı karşıyadır. Mülk Suresi’nin başında ifade edildiği üzere, Yüce Allah yapılan işin fazlalığına değil, koyduğu değer ölçülerine göre kaliteli olup olmadığına bakar. Namaz ise, bu kaliteyi sağlayan en önemli değer ölçüsü ve sağlam bir kalite kontrol mekanizmasıdır. Namaz kılanın “Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz” yakarışı, eğer sosyal hayat denilen içtimaî mescitte de yansımalarını gösterirse, “toplam kalite” formatında bir sinerji oluşturacaktır.

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

Bir İmtihan Sırrı

İmtihan sözcüğü mihnet kökünden gelir. Adı üstünde imtihan bir mihnettir. Bu mihnetin biri ceza ve kefaret, diğeri mükâfat ve terakki kapısını aralamaya yönelik iki gayesi vardır.

Musibet ve sıkıntıların günahlara kefaret olduğu yönü malumdur. Biz bu yazımızda bu imtihanın ikinci gayesi üzerinde duracak, bela ve musibetin peygamberlere, velilere ve salih insanların başına da gelmesinin bir hikmetini açıklamaya çalışacağız.

Bilindiği üzere, bir hadis-i şerifte Peygamberimiz; “İnsanlardan en çok bela ve musibete uğrayanlar peygamberler, veliler ve–sırasıyla–onlara yakın olanlar” olduğunu ifade etmiştir.

Hadiste yer alan “Bela” kelimesi, “imtihan etmek, test etmek, denemek, sınamak” anlamına gelir. En büyük insanlara en büyük testlerin uygulanmasının bir sırrı şudur ki; insanların kalbi, aklı, duyguları, latifeleri, hatta hayallerinin pekçok mertebe ve dereceleri vardır. Bir incir çekirdeğinden bir incir ağacına kadar, bir atom sisteminden bir güneş sistemine kadar, bir hücreden bir insana kadar dereceleri vardır. Bu derecelerin kat edilmesi ise, yapılan testlerde ortaya çıkan negatif veya pozitif olguların varlığına bağlıdır. Örneğin, bir kan testinde bir virüsün tespit edilmesi pozitif, olmaması ise negatif olarak değerlendirilir. Fakat bazı testlerde ortaya çıkmayan bir takım mikroplar daha derinlemesine yapılan testlerde ortaya çıkabiliyor. Keza, sözgelimi, röntgenle görüntülenen akciğerdeki bir arızanın tam teşhis edilmesi, arızanın olup olmadığının tam olarak görüntülenmesi için yüzeyden derinliğe doğru ilgili organ sathı santim santim, milim milim röntgenle test edilir. Çünkü, yüzeylerde bulunmadığı halde organın iç yüzeylerinde bir arızanın, bir virüsün olması mümkündür.

Bu kural psikolojik tedavide de geçerlidir. İlk etapta görünmeyen bazı psikolojik arızalar, şuur altı bazı olumsuz düşünceler ancak belli bir terapiyle ortaya çıkarılıp tedavi edilebiliyor. Deyim yerindeyse, yüzeysel şuura yönelik testlerle ortaya çıkmayan hastalıklar, derinlemesine doğru şuuraltına yönelik testler sayesinde ortaya çıkabiliyor.

İşte bunun gibi, yukarıda saydığımız insanların manevî donanımlarında da bazı arızalar, bazı virüsler olabilir. Manevî bünyenin sağlamlığı nispetinde bu virüsler yüzeylerde bulunmadığı halde daha derinliklerde bulunup bulunmadığını tespit etmek için ilgili manevî sathın–yüzeyden derinlemesine doğru–santim santim, milim milim teste tâbi tutulması gerekir.

Mesela kalpte var olan Allah sevgisinin alabildiğine boy göstermesine mani olan virüslerin olup olmadığını tespit etmek için bazı testlerin uygulanması gerekir. “Her şey zıddıyla bilinir” kuralı gereğince, nefsin hoşuna gitmeyen bazı testlerin uygulanması icap eder. Bazı kimseler var ki, bir gramlık bir hoşnutsuzluktan ötürü ilahî sevgiyi rafa kaldırdığı halde, bazı kimseler de batmanlar ağırlığındaki hoşnutsuzluklara karşı dahi bu sevginin zerresinden kaybetmezler. İşte bu kimselerin herhangi bir tarafında bu sevgiye mani bir virüsün bulunup bulunmadığını, kalplerinin en ücra bir köşesinde bu sıkıntılara karşı hafif nazlanabilecek bir tavrın olup olmadığını görmek için, onlar en ağır testlere tâbi tutulurlar.

Şu ayet, imtihanın bu sırrına işaret etmektedir: “Müminler sadece ‘iman ettik’ demekle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Hiç kuşkusuz, biz kendilerinden önce yaşamış olanları test edip denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, bu iddiasında samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebut, 13)

Başta Hz. Eyyub aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberler bu ağır testlerden geçmiş ve manevî bünyelerinde Allah’a olan sevgilerini azaltacak hiçbir olgu bulunamamıştır. Ve hepsinin ruh cevheri itibariyle saf altın oldukları ortaya çıkmıştır. İşte “büyüklerin imtihanlarının da büyük olması” gerçeğinin temel dayanağı bu sonucun alınmasına yönelik testlerdir.

Ateşe atılırken bile şikayet etmeyen ve  “Madem Rabbim halimi görüyor, derdimi O’na açmaya ihtiyaç bırakmıyor..” diyen Hz. İbrahim; en sevdiği oğlunun kurt tarafından parçalandığını işittiğinde “Bana düşen güzelce sabır göstermektir… Ben üzüntümü sadece Allah’a arzediyorum..” diyen Hz. Yakub; Mekke’de gördüğü gayr-ı insanî muamelelerden sıkılıp, bir ümit kapısı olarak gördüğü Taif’te de kendini bilmez zavallılar tarafından yara-bere içerisinde bırakıldığı halde “Allah’ım! Eğer bütün bu başıma gelenler, senin bana gücendiğinden dolayı değilse, varsın olsun.. Ben her şeye rağmen seni hoşnut etmek için hayatım boyunca çırpınıp duracağım” diyen Hz. Muhammed’in bu ifadeleri peygamberlerin birer saf altın ayarında olduklarının göstergesidir.

İbn Farıd’ın “Allah’ım! Eğer senden başkası–benim irademle–kalbimde yer alsa kendimi mürtet sayarım” şeklindeki ifadeleri; İbrahim Hakkı’nın “Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler” şeklindeki sözleri; Yunus Emre’nin “Hoştur bana senden gelen.. Kahrın da hoş lütfun da hoş” şeklindeki terennümleri, üst düzey bir imtihanın, bir testin sonucunu seslendirmektedir.

Her insan büyük bir veli olmayabilir, ama kendi kabiliyeti nispetinde kendisi için hazırlanan zirveye çıkabilir. Bu sebeple, görünürde ilmi, irfanı olmayan âmî bir erkek veya kadının bu âmiyâne haline bakarak, bunların imtihanlarını terakki rotasının dışında tasavvur edip manasız görmemek gerekir. Zira onların–delilsiz bir şekilde–sağlam bir imanla iman ettikleri Allah’a karşı öyle teslimiyetleri var ki, bazen bir tek imtihanda bile o zirve noktaya ulaşabilirler.

Bir dakika zarfında canını Allah yoluna adayan ve Allah’a teslim olan bir şehit, yıllarca çalışarak ancak ulaşılan bir velayet mertebesine ulaşır. Bazen bir tek musibet çok kısa bir zamanda kişiyi bir velayet dercesine çıkarır. Bazen bir sabır, bir tevekkül, bir teslimiyet insanı salih kimseler zümresine ilhak eder.

Ayette imtihanın mutlu sonlarına işaret edilmektedir: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sabredenleri müjdele! Bunlar öyle kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde ‘Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 155-156)

Doç. Dr. Niyazi Beki/ Zafer Dergisi