Etiket arşivi: Doğruluk

Dürüstlüğün Hayatımızdaki Tezahürleri

Dürüstlüğün Hayatımızdaki Tezahürleri

“Beni hayra, doğruluğa ve takvaya muvaffak eyle; ve yüksek cemaat ile Firdevs Cennetine yerleştir.”[1]
 
Doğru yolu tanıyan kimse, onu kendine maksad yapar ve o yolda gider. Onu tanımayan ise, ifrat ve tefritte kalır. İsraf, iktisadın zıddı olup hayatta ve amelde hadd-ı istikameti aşmaktır.[2]
 

Dürüstlük

Doğruluk, dürüstlük ve adalet prensiplerine dayalı olarak davranma durumunu ifade eder. Dürüst bir kişi, başkalarına karşı açık ve doğru olmayı, güvenilir ve adil davranmayı bir hayat prensibi haline getirmiştir. Böylece sözlerinde ve işlerinde doğruluktan sapmamayı, başkalarını kandırmamaya, aldatmamaya ve genel olarak etik/ahlâkî değerlere sadık kalmayı içerir.
Dürüstlük, kişisel ve profesyonel ilişkilerde güvenin temelini oluşturur.

Hizmette Dürüstlük

Risale-i Nur hizmetinde ve sair hizmetlerde hatta hayatın tüm sahasında insanı dürüstlükten alıkoyan şey nefsine uyuyup kural ve kaidelere göre hareket etmemesidir.
Bunu Bakın Üstad Bediüzzaman şu şekilde ifade etmektedir.
“Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işârât-ı Kur’âniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış birşey gördünüz muhakkak biliniz ki, haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.”[2]
Peki dürüst hizmet edersek ne olur?
Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.[3] 
Yani hem İslamiyeti hem de İslamiyet’e hizmeti hem de bu manalarla kendi maneviyatımıza katkı sağlayacağız.

Ticaret Ahlakı

İş dünyasında etik ve dürüstlük prensiplerine dayanan bir davranış biçimidir. Bu, ticaretteki taraflar arasında adil, şeffaf ve güvenilir ilişkiler kurma, sözleşmeleri yerine getirme, müşteri memnuniyetine odaklanma ve genel olarak dürüst ticaret uygulamalarını içerir.

Dürüst Ticaret

Etik ve ahlaki değerlere dayanan, şeffaf ve âdil ticarettir. Bu, işletmelerin müşterilere, tedarikçilere ve diğer iş ortaklarına karşı dürüst ve güvenilir olmalarını içerir.
Dürüst ticaret, sahte tanıtımlardan, hileli uygulamalardan kaçınmayı, sözleşmelere sadık kalmayı, ayıplı ve kusurlu mal veya hizmetten kaçınmayı ve iş ilişkilerinde şeffaflığı ön planda tutmayı içerir. Bu prensipler, iş dünyasında sürdürülebilir ve uzun vadeli başarı için önemlidir.
İnsan ne kadar hileli ve usulsüz hizmet veya mal sunarsa belki geçici olarak insanları aldatıp kâr edebilir ama uzun vadede zarar eder. Çünkü “Aldatan, aldanandır.”

Ticaret Ahlakı

İş dünyasında etik ve dürüstlük prensiplerine dayanan bir alışveriş, bir davranış biçimidir. Bu, ticaretteki taraflar arasında adil, şeffaf ve güvenilir ilişkiler kurma, sözleşmeleri yerine getirme, müşteri memnuniyetine odaklanma ve genel olarak dürüst ticaret uygulamalarını içerir. Dürüst ticaret anlayışına ben temiz ticaret diyorum. Çünkü daima olumlu geri dönüşler söz konusudur.
Dürüst ticaret, sahte tanıtımlardan, hileli uygulamalardan kaçınmayı, sözleşmelere sadık kalmayı ve iş ilişkilerinde şeffaflığı ön planda tutmayı içerir. Bu prensipler, iş dünyasında sürdürülebilir ve uzun vadeli başarı için önemlidir.

Ticarette Rol Modellik

İş dünyasında etik değerlere uygun davranış sergileyerek diğerlerine örnek olmayı içerir. Dürüstlük, şeffaflık, müşteri memnuniyetine odaklanma ve toplumsal sorumluluk gibi değerleri benimsemek, iş dünyasında güvenilir bir figür olmanın temelidir. Rol model bir ticaret profesyoneli, sadece başarıya değil, aynı zamanda etik standartlara da önem verir ve bu değerleri iş ilişkilerine yansıtarak sektörde olumlu bir etki oluşturur.
Kaliteli ürün ve hizmet anlayışını vizyon haline getirerek rol model olmak özelikle her Müslümanın bir hedefi olmalıdır. İslamiyeti sadece abdest ve namaza, oruç ve zekâta indirgemek aslında din düşmanlarının hedef adımlarından birisidir. Buna bir tür evangelist Müslümanlık denebilir yani nedir derseniz İslamiyetsiz Müslümanlık diyebiliriz.
Bu konuda İmam-ı Azam hazretlerinin şu kıssasını nakletmek istiyorum
İmâm-ı A’zam Hazretleri, kendisine satın alması için ipekli bir elbiselik getiren kadına malının fiyatını sormuştu. Kadın:
“Yüz dirhemdir, yâ İmâm!” deyince itiraz etti:
“Hayır, bu daha fazla eder…” buyurdu.
Kadın şaşkınlıkla yüz dirhem artırdı. İmâm-ı A’zam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem daha artırdı, sonra yüz dirhem daha… İmâm-ı A’zam:
“Hayır, bu dört yüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız:
“Yâ İmâm! Siz benimle alay mı ediyorsunuz?” demekten kendini alamadı.
Bunun üzerine İmâm, kadının, malın gerçek fiyatını öğrenmesi için işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, elbiseliğin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı A’zam onu bu fiyattan satın aldı.

İş ahlakı

İş ahlakı, bir işletmenin veya bireyin iş dünyasındaki etik davranış standartlarına uymasıyla ilgili prensipleri ifade eder. Bu, dürüstlük, şeffaflık, adalet, güvenilirlik ve sorumluluk gibi değerlere dayalı olarak iş yapma şeklini kapsar.
İş ahlakı, işletmelerin çalışanlarına, müşterilere ve topluma karşı sorumlu ve adil bir şekilde davranmalarını teşvik eder.
İş ahlakı prensiplerine uyum, uzun vadeli başarı, sürdürülebilirlik ve güvenilirlik açısından önemlidir.
İş ahlakında işletme sahipleri müşteri memnuniyetini ne kadar arttırmak istiyorsa çalışanlarının haklarına da en az o derece dikkat etmelidir. İşçilerini ihmal eden, haklarını gözetmeyen, gasp eden bir işletmecinin karşılaşacağı şey hiç şüphesiz ki düşük motiveli çalışan temposu olacaktır. Bu da hem ürün ve hizmete hem de kasaya yansıyacaktır.
“Sattığı zaman kolaylık gösteren, satın aldığı zaman kolaylık gösteren ve hakkını isterken kolaylık gösteren kula Allah merhamet eylesin.” [5]
İşin özü “Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.” [3]
S- Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C- Doğruluk.
S- Daha?
C- Yalan söylememek.
S- Sonra?
C- Sıdk, sadakat, ihlas, sebat, tesanüddür.
S- Neden?
C- Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.[7]

Dürüst Ticaretle Alakalı Bazı Hadisler.

“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi maldır.”
Tirmîzî, Zühd, (19)
“Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini / karnını topraktan başka bir şey dolduramaz.”
Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, (116)
Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Kusurunu açıkça söylemeden, bir Müslümanın diğerine herhangi bir ayıplı malı satması helâl değildir. Hadisi Şerif-İbn Mâce, Ticâret, 45
Ey insanlar! Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. Hiç kimse (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkı —geç de olsa— elde etmeden ölmeyecektir. Öyleyse Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. Helâl olanı alın, haram olanı terk edin!
Hadisi Şerif-İbn Mâce, Ticâret, 2
“Altın ve gümüş paranın, kibir ve gurur taşıyan elbisenin kulu olan helak olsun!.. Çıkar düşkünü (muhteris) kişiye (dilediği) verilirse memnun olur, verilmez ise razı olmaz (ilâhî taksim ve takdire isyan eder).”
Buhârî, Rikak,10; Cihad, 70; İbn Mâce, Zühd, (8)
“Allah, sizin namazlarınıza, oruçlarınıza değil, para münâsebetlerinize bakar.” buyurmuştur. (bk. Kenzul-Ummal, h. no: (8435, 8436)
“Alışverişte vukû bulan lüzumsuz sözler ve yemînler olur; işe şeytan ve günâh karışır. Ticâretinizi sadaka ile karıştırınız (temizleyiniz)!”
Ebu Davud, Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)
“Tüccârlar kıyâmet günü fâcirler olacaklardır. Ancak dürüst ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ…” (Tirmizî, Büyû , 4; İbn Mace, Ticârât, 3)
“Malı piyasaya süren kazanmış, pahalıya satmak için bekleten ise, Allah’ın lânetine uğramıştır.”
 (İbn Mace, Ticârât, 6)
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap da vardır.”
ifadelerini üç defa tekrarladığını işiten Ebû Zerr -radıyAllahü anh-:
“Adları batsın, umduklarına ermesinler ve hüsrâna uğrasınlar, kimlerdir onlar yâ Rasûlallah!” diye sordu.
Rasûlullah -sallAllahu aleyhi ve sellem-:
“Elbisesini (kibir ve gururundan dolayı kurula kurula) sürüyen, verdiğini başa kakan ve yalan yeminle malını pazarlayan!” buyurdu.
(Müslim, İman, 171)
Bu konuda bir çok kutsi kaynağımız var son olarak bir ayet-i kerime meali nakletmek istiyorum
“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve harâm yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin! Ve kendinizi öldürmeyin! Allah size karşı pek merhametlidir.”
(Nisâ. 4/29)

Dürüstlükle alakalı meşhurlardan sözler

“Dürüstlük her zaman en iyi politikadır.” – George Washington
“Dürüstlük, zenginlikten daha değerli bir mirastır.” – Frank Sonnenberg
“Dürüstlük, en kârlı yatırımdır.” – Bernard M. Baruch
“Bir şeyi asla değiştirmem gerekmiyorsa, o da dürüstlüktür.” – Mark Twain
“Dürüstlük, karakterin anahtarıdır.” – Unknown
“Dürüstlük, güvenin temel taşıdır.” – Joel Osteen
“Dürüstlük, yaşamın en iyi politikasıdır, çünkü insanın kendisiyle barışık olmasını sağlar.” – Zig Ziglar
“İnsanların sizi hatırlamasını istiyorsanız, dürüst olun.” – Warren Buffett
“Dürüstlük, en karanlık gecede dahi bir yıldız gibi parlar.” – Elizabeth Barrett Browning
“Dürüstlük, en değerli varlıktır; çünkü onu kaybettiğinizde, her şey kaybolur.” – Anonymous
“Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir.” – Bediüzzaman Said Nursi
Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Dipnotlar

[1] Celcelutiye 82. Beyit
[2] Esasat-ı Nuriye (89)
[3] Tarihçe-i Hayat (82)
[4] Sözler (651)
[5] Hadisi Şerif-İbn Mâce, Ticaret, 28
[6] Tarihçe-i Hayat (85)
[7] Hutbe-i Şamiye (45)
Kaynak: Risale Haber

İstikametin Ehemmiyeti

Ahlak-ı hasenenin en önemli şubelerinden biri olan istikamet; doğruluk, aşırılığın her çeşidinden, yani ifrat ve tefritten uzak durup, her işte itidal üzerine bulunmak, din ve akıl dairesinde yürümek manalarına gelir.

İslâm dinine göre istikamet, Allah-ü Teâla Hazretlerinin varlık ve birliğiyle beraber esma ve sıfatlarına iman edip, O’na şerik koşmamak ve O’nun emirlerini yapıp, nehyettiği şeylerden kaçınmaktır. Fert ve cemiyetin hukukunu muhafaza edip, Peygamber Efendimizin (sav.) sünnetine tabi oluk, özünde, sözünde ve fiilinde İslâmiyet’i hayatına tatbik etmektir. Allah’a verilen ahdi yerine getirmektir. Her an O’nun murakabe ve nezaretinde olduğunu bilmektir.

Hazret-i Osman (ra.) “İstikamet, bütün amellerde ihlasa dikkat etmektir.” diye buyurmuştur.

Akıl ve İslâmiyet dairesinde yürüyen, dünyevi ve uhrevi vazifelerini İslâmiyet’e göre yapan bir Müslüman sırat-ı müstakim üzeredir. İstikamet üzere olan bir insan toplumun en şuurlu ve en değerli bir ferdidir.

İstikamet üzere yaşayan kişinin en önemli bir özelliği sadakattir. Sadakat, insanın sözünde, fiilinde ve itikadında doğru olmasıdır. Sadakat, dinin direği, edebin rüknü, mürüvvetin aslıdır. Sadakat, bütün meziyetlerin ve güzel sıfatların kaynağı, insaniyetin şerefi ve ahlâk-ı hasenenin ziynetidir. Marifet-i ilâhiyenin reisi iman, amel-i salihin ki ise istikamettir.

Bediüzzaman Hazretleri de sıdkın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

Bütün hayatımdaki tahkikatımla, ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasiyle hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: SIDK, İslâmiyet’in üssülesasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise: Hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla mânevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk, tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık,muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür; bütün envâiyle kizbdir, yalancılıktır. İman sıdkdır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zâlim propaganda, birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.”

“Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetülvüska, sıdkdır. Yâni en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.”1

Evet, insanda esas olan doğruluk ve nezahettir. Şer ve günahlar ise arızîdir, gelip geçici hallerdir. Yaratılış itibariyle insan, berrak bir su gibidir; latif ve temizdir. Bu temizlik, onun iradesini yanlış kullanması sebebiyle kirlenir ve bozulur.

Bütün hareketlerinde istikamet üzere olan ve sadakati kendisine temel prensip yapan bir kimse, hayatını daima huzur ve saadet içinde geçirir. Zira, her türlü saadet ve huzurun kaynağı ve bütün güzel meziyetlerin temeli istikamettir.

Sözün doğrusu dururken onun hilafını söylemek, insana, özellikle de bir mümine asla yakışmaz. Fakat, doğru olmak demek sadece doğru sözlü olmak demek değildir. Kişi, her halinde, her hareketinde ve her fiilinde doğru olmalıdır. Doğru olanı ve hakkı söyleyeni herkes sever ve takdir eder. Hıfz- İlahi doğruların melceidir. Doğru olanın ve doğru söyleyenin hiçbir hileye ihtiyacı yoktur.

Evet, kalbi münevver, aklı kâmil olan doğru sözlü kimse, hiçbir zaman sıkılmaz, sıkıntıya düşüp huzursuz olmaz. O daima vicdanı müsterih ve kalbi huzurlu bir şekilde yaşar. İslâm dinine muhalif söz ve fiillerden son derece sakınır ve bu gibi hallerden hacalet duyar. Çünkü fıtrat-ı insaniyede asıl olan doğruluk, sadakat, istikamet ve nezahettir. Doğru olmayanlar ise, her türlü hile ve yalan peşindedirler. Böyle kimseler ise, vicdanları daima muzdarip olarak azap içinde kıvranıp dururlar.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Münâfık’ın alâmetleri üçtür: Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği vakit sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet eder.”

Bir başka hadisleri ise şöyledir:

“Bir kişinin kalbinde imanla küfür, doğrulukla yalan, emanetle hıyanet birlikte bulunmaz.”2

İstikametin zıddı hıyanettir. Hain insanlar Allah’tan korkmadıkları gibi, hiç kimseden de haya etmezler.

İnsan sadakatle haysiyet ve şerefini muhafaza ettiği gibi, zillete düşmekten de kurtulur. İnsan için özellikle mümin için istikamet temel bir şarttır. Çünkü iman istikameti icap eder. Peygamber Efendimiz (sav.) istikametin ehemmiyetini vurgulamak için “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” 3 ayetinden dolayı “Hud suresi beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur.

Sadakat büyük bir fazilettir. Cenab-ı Hak istikametle yaşayanları şu ayet ile müjdelemektedir:

“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip; ‘Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!’derler.”4

Evet, necat ve selamet, itimat ve emniyet doğruluktadır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve hep doğru söz söyleyin ki, Allah da işlerinizi ve hallerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın.”5

Peygamber Efendimiz de (sav) “Kurtuluş sıdktadır.” buyurmuşlardır. Çünkü doğrunun yardımcısı Allah’tır. Yüce makam ve ali derece ancak sadakatle mümkündür. Sadık bir insan, zarar bile görse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz.

Şairin de dediği gibi;

“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”

Her güzel haslette olduğu gibi, istikamette de örnek ve rehber Peygamber Efendimiz’dir (sav.). Hz. Peygamber (sav.), son derece vefalı, sözünde ve vadinde sadık idi. Bu bakımdan o (sav.), kendisine daha peygamberlik verilmeden evvel “Muhammed’ül Emin” olarak anılırdı. Allah Resulü, birine söz verdiğinde şartlar ne olursa olsun mutlaka onu yerine getirirdi. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa (r.a.) şöyle anlatıyor:

Henüz Peygamberlik verilmeden önce Hz. Muhammed (sav.) ile bir yerde buluşmaya karar verdik, fakat ben verdiğim sözü unuttum. Aradan üç gün geçtikten sonra hatırladım ve buluşacağımız yere gittim ki, Hz. Muhammed (sav.) hâlâ orada bekliyor. Yanına yaklaştığımda bana şöyle dedi:

“Abdullah nerede kaldın, bak bana eziyet ettin; üç gündür seni burada bekliyorum.”

Hz. Peygamber üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip o kişiyi beklemiştir. İşte Resûl-i Ekrem’e (sav.) “El Emin” lâkabı bu çağında verildi. Evet O (sav.), sözüne, şahâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine en azılı düşmanları da dahil, herkesin kesin olarak inandığı ve taktir ettiği emsalsiz bir zattı.

İstikametli kişilere herkes emniyet ve itimat eder. Kâinatın Fahr-i Ebedîsi,“El-Emin” sıfatına sahip, en kâmil, en akıllı ve güzel ahlâkında herkesin birleştiği peygamberler peygamberidir. O’nun doğru sözlü olduğunu, en azılı düşmanı olan müşrikler de çok iyi biliyorlardı. O sırada henüz Müslüman olmayan Ebu Süfyan’a, Bizans hükümdarı Hirakl’in: “Siz o kimseyi peygamberlik iddia etmeden önce hiç yalanla itham etmiş miydiniz?” diye sorunca, Ebu Süfyan: “Hayır” cevabını verir. Daha sonra da: “Şayet yalan söylemekten korkmasaydım, o zaman yalan söylerdim.” demiştir. Görüldüğü gibi, Allah Resûlünün (sav.) doğruluğu, kendisine peygamberlik verilmezden evvel de tescil edilmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Mu’cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (A.S.M.). … Bütün ümmet hatta düşmanları da dâhil olduğu halde icma’ etmişler ki, bütün ahlak-ı haseneye câmi’dir. Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercümen olan ‘Muhammed-ül Emin’ ünvanıyla iştihar etmiştir…” 6

Necip Fazıl, Peygamber Efendimiz’in (sav.) hayatını anlattığı “Çöle İnen Nur”adlı harika eserinde şöyle der:

“O, doğruların doğrusu… Herkes yalan söyleyebilir. O söyleyemez.Bir boş bulunma, nefse kapılma ânı O’na hulûl edemez. Bu hâl, O’nun seciyesinde muhâl… İşte bu seciyenin teşekkül yaşına doğru yol almakta… O, genç adam namzedi Nur Çocuk…O, henüz, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkası bulunmadığı demlerde bile, küfür ve cahiliyet nefesini hiçbir suretle pâk çehresinde hissetmedi. O, ne teklif, en memuriyet, hiçbir ilâhî emre mazhar bulunmadığı çığırlarda da düpedüz ve tabiî hali ile insanoğlunun, ruh, selim akıl ve ahlâk bakımından en üstünü oldu.”

Kuran-ı Kerim’in feyzine mazhar olan, Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrisinde yetişen, her meselede onu (sav.) kendilerine rehber edinen sahabeler de birer sadakat timsali idiler.

Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden, a’lâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm’ı a’lâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.”

“İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara-âlûd müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i âliyesinde en revaçlı bulunan ve şaşaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şübhesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.”7

Elbette ki, bu hidayet yıldızlarının da kendi aralarında derece farklılığı vardır. Onların en başında, Hz. Ebu Bekir (r.a.) olmak üzere dört halife gelir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) nebîlerden sonra insanların en hayırlısıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle,

 “Peygamberler müstesna, güneş ondan daha üstün bir baş üzerine ışığını saçmamıştır.”

Zira o, Allah ve İslâm yolunda maddî ve manevî bütün varlığını, hatta hayatını feda eden, kendi nefsine hiçbir şey bırakmayan, eşsiz sadakat, sonsuz merhamet ve deryalar gibi zengin anlayışıyla temeyyüz etmiş bir ali-i irfandır. Hz. Ebu Bekir (ra.) “Teslimiyet sırrının en büyük dehası,” sadakat, rikkat, rahmet ve ilâhi sırlara vukufiyette en ileri, Allah Resûlü’nün en yakın dostu ve en sevgili yar-ı vefakârı idi.

Bir ayet-i kerimede,

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”8

Bu âyette sıddıklar buyrulmakla, Hz. Ebû Bekir Efendimize, şehitler buyrulmakla da diğer üç halife efendileri­mize işaret edildiği belirtilmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınanların, Hz. Peygamber (sav.)’in sünnetlerini kendilerine rehber edinenlerin, peygamberler, sadıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacağı ifade edilmiştir. Ayette sıdıkların, şehitlerden ve salihlerden önce zikredilmesi de sıdkın ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet Hz. Ebu Bekir’in (r.a) meziyetlerini saymakla bitiremeyiz. Zira, Peygamber Efendimiz’in (sav.) risaletini bir mucize istemeden o tasdik etti, ilk Müslümanlardan olma şerefine mazhar oldu ve İslâmiyet’in ikinci adamı oldu. Artık o her zaman ikinciydi. Sevr mağarasında da ikinciydi; hicrette de ikinciydi, sadakatta, ihlâsta ve fedakârlıkta da ikinciydi. Sadakat ve sahavet timsali olan Hz. Ebu Bekir(r.a.), başta Hz. Bilal olmak üzere bir çok köleyi satın alıp azat etmiştir.

Hicret esnasında mağarada hayatını en sevdiği cananı için tehlikeye atması, Hz. Ebû Bekir’in (r.a) ne derece fedakâr olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. Ebu Bekir Efendimize “Sıddîk” unvanını kazandıran da onun üstün imanı idi. Peygamber Efendimiz (sav.) mirâçtan teşrif ettiklerinde, müşrikler bu hâdiseyi kabul etmediler ve kendi akıllarınca büyük bir delil bulduklarını zannettiler. Ebu Cehil, “Ebu Bekir çok akıllı biridir, kesinlikle bu hadiseye inanmaz.” düşüncesiyle derhal Hz. Ebû Bekir Efendimizin yanına koştu ve;“İşittin mi Muhammed şimdi ne söylüyor? Mirâca çıktığından, bütün mahlûkatı gerilerde bırakarak Kavseyn ma­kamına erdiğinden ve Allah ile bizzat görüştüğünden bahsediyor.” Bu sözler karşısında Hz. Ebû Bekir (r.a) Ebu Cehil’e:“Bunu Hz. Muhammed mi (sav.) söylüyor?” diye sordu. Onun; “Evet,” demesi üzerene Ebu Bekir Efendimiz (r.a); “O söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’ndan (sav.) asla yalan sâdır olmaz.” bu­yurdular.

İşte, zahirde bir tek cümle gibi görünen bu hüküm, hakikatte Allah ve Resulüne karşı sonsuz bir imanın tercümanı olmuş ve bu hâdise üzerine kendisi “Sıddîk” unvanına kavuşmuştur. Bunun içindir ki, Cenab-ı Hak bazı âyetleriyle kendisini şereflendirmiş ve izzetlendirmiştir. Hz. Ali Efendimiz (r.a) yemin ederek:

“Sıdkı getirene ve O’nu tasdik edenlere gelince, işte onlar takvaya erenlerin tâ kendileridir.”9

âyet-i kerîmesinin Hz. Ebû Bekir hakkında na­zil olduğunu ifade etmiştir.

Said İbn-i Cübeyr (r.a) de:

Ey iman edenler, Allah’dan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.”10

âyet-i kerîmesinin Hz. Sıddîk ve Hz. Ömer hakkında nazil olduğunu beyan etmiş ve “Çünkü hakiki sıddîklar bun­lardır.” buyurmuştur.

Bu meziyetlerinden dolayıdır ki, Hz. Ebu Bekir (r.a), bir gün Hz. Peygamber’in (sav.) yanında iken Cebrail (a.s) gelir ve şöyle der:

Yâ Ebu Bekir! Allah’ın sana selamı var. Git Ebu Bekir’e söyle, acaba o benden razı mıdır?”

İşte Hz. Ebu Bekir Efendimizin Cenab-ı Hakk’ın yanındaki itibarı, şerefi ve izzeti.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Nursî B.S, Tarihçe-i Hayat.
2 Ahmed İbn Hanbel, 2/349.
3 Hud Suresi, 11/112.
4 Fussilet Suresi 41/30.
5 Ahzap Suresi 33/70-71.
6 Nursî, B.S, Âsâr-ı Bediyye.
7 Nursî, B.S Sözler (27. Sözler).
8 Nisa Suresi 4/69.
9 Zümer Suresi 39/33.
10 Tevbe Suresi 9/119.

Şam’ın büyük velisi Bilal bin Saad’dan önemli örnekler!

Hicri 130’da Şam’da vefat eden Tabiin’in ileri gelen ilim ve tasavvuf büyüğü Bilâl bin Saad’dan bazı önemli örnekleri takdim etmek istiyorum bugün sizlere.

Çünkü Bilal’in babası Saad sahabedendi. Efendimiz (sas) Hazretleri baba Saad’ın başını okşamış, dua etmişti. Bu yüzden oğul Bilal’in davranışları değer kazanmış, ‘Şam’ın Hasan Basri’si‘ unvanına dahi layık görülmüştü.

Bu sebeple önce, büyük velinin dost tarifine bir göz atalım isterseniz. Bakalım onun dost anlayışı bizim de dikkatimizi çekecek farklılıkta mı bir görelim. Şöyle tarif ediyordu gerçek dostu:

– Her karşılaştığında avucuna bir altın koyan gerçek dost değildir. Gerçek dost, her karşılaştığında senin dindarlığını bir kat daha yükselten dosttur!.

Evet, gerçek dostu böyle tarif ediyor ve gerekçesini açıklarken de şöyle diyordu:

– Dünyada avucuna konan altın, ahirette geçer akçe değildir. Ama dostunun sana kazandırdığı dindarlık ahirette geçer akçedir. Orada seni kurtaracak olan dindarlığındır. Öyle ise diyordu, dindarlığınızı kuvvetlendiren dostlar edinin, faydaları ahirete kadar uzanan dostları geriye bırakmayıp öne alın, onlarla dindarlığınızı kuvvetlendirmeyi sürdürün!.

Ne dersiniz büyük velinin bu gerçek dost tarifine? Bizim de dindarlığımızı kuvvetlendiren dostları öne almamız gerekir mi? Bu konudaki hassasiyetimiz zayıf değil mi?

Küçük günahlara nasıl bakılmalı?

Günahları büyük-küçük diye ikiye ayıran bir zat, küçük günahları mühimsemeyip basite almış, küçükler önemli değil, demek istemişti.

Şam’ın Hasan Basri’si basit görülen küçük günahlara bakışını şöyle ifade etti:

– Sen günahın küçüklüğüne bakma, günah kendisine karşı işlenen Zât’ın büyüklüğünü düşün! O zaman küçük gördüğün günahlar da gözünde büyür, işlemeye cesaret edemez hale gelirsin..

Demek, bazı günahların küçüklüğüne değil, günah kendisine karşı işlenen Zât’ın büyüklüğüne bakılmalı, ona göre o günahı düşünmeli.. Gizli kalan günahların ilan edilmemesi konusunda da ikazları vardı. Şöyle diyordu:

– Sakın günahları ilân etmeyin. Zira ifşâ edilmeyen günahlar, her zaman tövbe edilerek affedilmeye aday günahlardır. Ama onu ilân ederseniz, artık dönüş yolunu kapamış olursunuz. Allah bildikten sonra kuldan niye saklayayım, diyerek günah şahidinizi çoğaltmayın sakın! Çünkü siz tövbe edersiniz Allah tövbenizi bilir affeder, kullar tövbenizi bilmez, size günahkâr diye bakmaya devam ederler.

En büyük hak, kul hakkı!..

Çevresine hep, ‘En büyük hak kul hakkı‘ diyor, bu konuda maruz kaldığı bir kul hakkı örneğini de şöyle veriyordu:

İstanbul’un fethi için yola çıkan ilk cihat ordusunun içinde oğlu da vardı. Dönüşte ise oğlunun şehit olduğu haberi geldi. Taziye için her taraftan akın edip gelenler oldu. Kendisinde ise teessür işareti görülmüyor, ‘Şükürler olsun, ahirete biz de bir şefaatçi göndermiş olduk.‘ diye söyleniyordu. Taziye için gelenlerin içinde bir kişinin ayrı bir isteği vardı. Şöyle diyordu:

– Oğlunuzun bana borcu vardı, onu istemek için gelmiştim.

Hiç tanımadığı bu adama sordu:

– Şahidin var mı oğlumun sana borcu olduğu konusunda?

– Hayır, dedi meçhul adam.

– Senedin var mı? Ona da hayır, diye karşılık verdi.

– Peki yemin eder misin? deyince, evet ederim, diye cevap verdi.

Bunun üzerine meçhul adama istediği parayı hemen verirken konuyu şöyle bağladı:

Eğer doğru söylemişsen istediğin parayı verip oğlumu kul hakkından kurtardım, şükürler olsun. Şayet yalan söylemişsen, şunu iyi bil ki, senin Allah huzuruna kul hakkıyla gitmene gönlüm razı olmaz. Aldığın bu parayı şimdiden tümüyle helâl ediyorum. Çünkü ahirete kul hakkıyla gitmek başka haklara benzemez! Kul hakkını Rabb’im şehitlerden bile kaldırmaz. Tek çaresi hak sahibiyle helalleşmektir. Yoksa mirasçısına ödeme yapmaktır. O da yoksa bir yoksula hibe etmektir!.

Ne dersiniz, bu tarif ve tespitlerden bizlere de uyarılar var mı?

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Asrın en büyük ihtiyacı: Doğruluk

Şu an İslâm âleminin çözmesi gereken en önemli problem nedir? Bu problem aslında 1900’lerin başında tam da dünyanın önemli bir yol ayrımına geldiği noktada Bediüzzaman tarafından Şam Hutbesinde dile getirilmiş. İlginç bir şekilde üzerine vurgu yapılan önemli nokta doğruluk. Bu emrolunduğu gibi dosdoğru olması emrinin ardından saçları ağaran Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) asra ulaşan bir mesaj ve aynı ruh halinin asrın temsilcisi tarafından dile getirilmesi olsa gerek. 

“Ne olacak bu Müslümanların hali?” sorusu sıklıkla dile getirilirken akla gelen çözümler ekonomik açıdan güçlenme, nükleer silâhlar edinilmesi, güçlü İslâm orduları gibi daha makro planda ortaya konabiliyor. Oysa Bediüzzaman Şam’da tüm İslâm âlemine hitap ederken çok daha basit ve uygulanması çok kolay olan bir çözüm yolu ortaya koyuyor. Doğru olmak, yalan söylememek, güvenilir olmak… Bunun için maddî güç, ekonomik güç ve savaşmak gerekmiyor. Uygulanması çok kolay ve etkileri de çok kuşatıcı olabilecek bu yaklaşım pratik hayata en zor yansıyan durumlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. “Ne olacak Müslümanların hali?” sorusu ferdin dünyasında “Ne olacak benim halim?” mânâsına dönüştüğünde belki tüm dünyanın çözüm yolu daha kolaylaşacak.

 1994 yılında psikiyatri stajı için İngiltere’ye gitmiştik. Birlikte olduğumuz iki Hindistanlı doktor arkadaşın tebliğ cemaatı ile irtibatı vardı. Londra’da Merkez Camii’nde (Central Mosque) gideceğimiz şehre ulaşmadan önce dört gün kaldık. Bu esnada camide faaliyet gösteren tebliğ cemaati ile tanışma ve hizmet tarzlarını görme imkânı bulduk. Çoğunlukla İngiltere’de yaşayan Pakistanve Hindistan asıllı vatandaşlara yönelik bir gayret içindeydiler. Cemaatin önde gelenlerine İngiliz vatandaşlarına yönelik bir planları olup olmadığını sordum. Cevap çok ilginç ve etkileyiciydi: “İngilizlere gittiğimiz zaman ‘bizler gibi olun’ diyebilmeliyiz, bunu diyebilmek için Müslüman toplumun en azından yarısı davranış ve yaşantısında İslâma ve Kur’ân ahlâkına örnek olmalı. Oysa şu anki Müslüman topluluk bu halden çok uzak. O yüzden öncelikle Müslümanlara yönelik çalışıyoruz.”

 Bu aslında bütün dünya açısından üzerine odaklanmamız gereken noktayı da ortaya koyan bir yaklaşım. Şu an İslâm âleminin en büyük ihtiyacı İslâm ahlâkı ile ahlâklanmak olmalı. Bunun da merkezini sırat-ı müstakim ve emrolunduğu gibi dosdoğru olmak teşkil ediyor. Bu sonucun elde edilmesi için ne para, ne siyasî ve ekonomik güç ne de silâh ihtiyacı var. Kendini ila-yı kelimetullah ve İslâm dâvâsının yükselmesi konusuna adayan herkesin bu noktaya ağırlık vermesi durumunda doğacak sonuç ise para, siyaset ve silâhla elde edileceklerden çok daha fazla ve çok daha etkili olacak. Aslında o kadar basit ki, bir Müslümanın İslâma en büyük hizmeti doğru, sözünde duran ve ticaretinden emin olunan bir insan olmak. Müslümanın maddî güç elde etmesi gereği ve bu şekilde İslâm dünyasının güçleneceği tezinden hareketle yapılan ahlâkî ve ticarî yanlışların İslâm anlayışına ve Müslüman imajına ne kadar derin ve tedavisi güç yaralar açtığı ortada.

 Asr-ı Saadetin en büyük farklılığı belki de bu. O dönemin anlayışı ve Müslüman algısı her Müslümanın potansiyel doğruluğuna işaret ediyor olmalıydı. Müslüman kavramının doğruluğa işaret etmemesi bile çok acı bir halken yalancılıkla ve güvensizliğin alâmeti olarak algılanması nasıl kabullenilebilir. “Sakallı ile, hacı-hoca ile iş yapmayacaksın” türünden sözlerin söylenmesine zemin hazırlayan uygulamalar hangi toprakların elde edilmesi, hangi ekonomik güç ve hangi nükleer silahla düzeltilebilir?

 Artık gideceğimiz yönü ve hedeflerimizi doğru belirlemenin zamanı geldi. Duyguların hakim olacağı önümüzdeki asırda en çok ihtiyaç duyulacak güven duygusu doğruluğun üretileceği zemin İslâm coğrafyası olmalı. Bunun da başlangıcı her ferdin kendi hayatında ciddî bir adım ile kıldığı namazların her rekatında dile getirdiği sırat-ı müstakim mânâsını yaşamak duâsı ve ciddî gayreti olmalı. “Ben İslâma hizmet etmek istiyorum, ne yapmalıyım?” diyen birine ve kendime şunları söylemeliyim diye düşünüyorum:

 1- Kesinlikle ve hiçbir şekilde yalan söyleme.

 2- Verdiğin sözü yerine getirmek hayatının en önemli maksadı olsun.

 3- Borcunu zamanında öde ve alacaklıyı istemek zorunda bırakma.

 4- Duyguların ve davranışların örtüşsün. Basit hedefler için tebessümün safiyetini içtenliğini heba etme.

 5- Her işinde samimiyet ve ihlâs esas olsun.

 6- Bunları sağlayamadığın durumda Müslüman kimliği ile ortaya çıkma.

 15.01.2007

 Dr. Hakan YALMAN

Kim Dost? Kim Düşman?

Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklar: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınma haliniz müstesnadır. Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş Allah’adır.” (Âli İmrân, 3/28)

Din düşmanlarını sevmek ve onlara dost olmak, hiçbir mümine yakışmaz, zaten onlar da müminleri sevmezler ve dost olmazlar. Zira Kuran-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (c.c.): “Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş (dost) edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık.” (Âli İmrân:118)

Başka bir Ayeti Kerimede de: “Kâfirler de birbirlerinin velileridir. (dostlarıdır) Eğer siz bunların gereğini yapmazsanız yeryüzünde bir karışıklık ve büyük bir bozulma olur.” (El-Enfâl:73) buyurmaktadır.

Dostluklar ancak Allah (c.c.) içindir. Allah rızası için ve hiçbir menfaat beklemeksizin olursa devamlı olur. Bir müminin bütün müminlere dostluk göstermesi sünnettir. Müminlerin birbirini sevmesi ve birlikte hareket etmeleri mecburidir. Cemaat, Allah’ın rahmet ve bereketine, rızasına, af ve mağfiretine, iki dünya mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, Allah’ın azabını, çağrıştırır.

Kim ki bir insanı makam, rütbe, zenginlik, güzellik, şan ve şöhret için seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızası için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler.

Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri gider” buyurmuştur.

Bir Müslüman, kimle dostluk kurabilir, kime dost olabilir? Hakikaten bu benim dostumdur diye kim veya kimleri tercih edebilir? Kuran-ı Kerim, bu konuya açıklık getirmektedir. Hakiki dostun Allah olduğunu ve bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tanımlanmıştır: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostudurlar.” (Et-Tevbe:71) Dostluk, ancak Allah içindir. İslâm dışı bir gaye için dostluk kurulmaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyururlar: “Amellerin en faziletlisi, sevdiğini Allah (c.c.) için sevmek, sevmediğine de Allah (c.c.) için düşman olmaktır.”

Bilindiği üzere insanoğlu, dünyaya ağlayarak geliyor ve beşikle tabut arasındaki upuzun bir yolculuk onu beklemektedir. Bu yolculuk her ne kadar uzun gibi görünse de aslında çok kısacık bir ömürden ibarettir. İşte insan kendisine takdir edilen bu kısacık ömrünü doldurup kabir denilen amel çukuruna girerken eğer gülebiliyorsa ve geride kalanları ardından ağlıyorlarsa asıl o zaman mutludur.

O halde asıl maksat, dünyaya gelirken değil giderken gülebilmektir. Buna layık olabilmek için de hayatımız müddetince Hak yoldan ayrılmamak mecburiyetindeyiz. İşte bu mecburiyet şuuru ile Müslümanların dikkat edecekleri en önemli hususlardan biri, dostunu – düşmanını gayet iyi tanımaları, dostlarına karşı sevgi ve muhabbet göstermeleri, düşmanlarına karşı da daima tedbirli olmalarıdır.
Şimdi düşünelim, bakalım kim dost, kim düşman?

İSLAMA GÖRE MÜSLÜMANIN DOSTU:

Allah’tır,
Rasulullah’tır,
Kitabullah’tır,
Beytullah’tır,
Sünnet-i Rasulullah’tır,
Ashab-ı Habibullah’tır,
İmandır,
Ameldir,
Ahlaktır,
Doğruluktur,
İyiliktir,
Hayırdır,
Haktır,
Hakikattir,
Şefkattir,
Merhamettir,
Fazilettir,
Adalettir,
Camidir,
Cemaattir,
İlimdir,
Çalışmaktır,
Helal Kazançtır,
Edeptir,
Hayâdır,
Temizliktir,
Ahde vefadır,
Kendi Din Kardeşidir.
MÜSLÜMANIN DÜŞMANLARINI DA ŞÖYLE SIRALAYABİLİRİZ:

Allah’ın emirlerine karşı gelendir,
Rasulullah’ı sevmeyendir,
Kitabullah’ı saymayandır,
Ashab-ı Habibullah’ı tanımayandır,
Veliyullah’ı görmeyendir,
Hak ve Hakikati duymayandır,
İmansızlıktır,
Amelsizliktir,
Ahlaksızlıktır,
Yalancılıktır,
Kötülüktür,
İftiracılıktır,
Vicdansızlıktır,
İnsafsızlıktır,
Merhametsizliktir,
Adaletsizliktir,
Cami ve Cemaatten uzaklaşmaktır,
Cehalettir,
Hıyanettir,
Tembelliktir,
Haram Kazançtır,
Edepsizliktir,
Hayâsızlıktır,
Ahde Vefasızlıktır,
Din Kardeşini Sevmeyenlerdir,
Gıybettir,
Dedikoduculuktur,
Şeytandır,
Fitneciliktir,
Fesatçılıktır,
Faizciliktir,
Tefeciliktir.

O halde Dostlarım! Dostlarımızı ve düşmanlarımızı iyi bilelim. Her zaman pusuda bekleyen düşmanlarımıza karşı tedbirli olalım. Allah (c.c.)’nün dininden ve Rasulullah(s.a.v.)’ın sünnetinden uzak yaşamayalım. Unutmayalım ki: “ALLAH (C.C.), DOSTLARIYLA BERABERDİR” Vesselam…

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org