Etiket arşivi: doğu

Şarkta Din Derslerine Ehemmiyet Verilmesi Lazımdır

Şarktaki Türk unsurundan olmayan vatandaşların Türklerle kardeşliğini hissetmesi için din derslerine ehemmiyet verilmesi gerektiği ihtarını yapan Bediüzzaman‘ın şu beyanı, şayan-ı dikkattir:

Bir gün meb’uslar heyetine der:
“Bütün hayatımda bu dârülfünunu takib ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altun lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz…”

O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu meb’uslar imza etmelidirler” der. Bazı meb’uslar diyorlar ki: Yalnız sen medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.

Bedîüzzaman: O vilayat-ı şarkıye, âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünki ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garbda gelmesi gösteriyor ki; şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan müslümanlar, Türk’e hakikî kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı, teavün ve tesanüde muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatlı misal vereyim:

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: “Sâlih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben -dört sene sonra- esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben şimdi, Râfızî bir Kürd’ü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim.

Ben de: Eyvah! dedim, ne kadar bozulmuşsun? Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatlı hamiyete çevirdim.

İşte ey meb’uslar! O talebenin evvelki hali, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum… (Tarihçe-i Hayat – İLK HAYATI/Ankara’ya gidişi)

… Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher’e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı.

Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “innemel mu’minune ihvetun” Kur’anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. (Emirdağ Lâhikası II)

Kürdistan ve Kürdî Terimleri; Kürt Hoca ve Sa’îd-i Kürdî

Osmanlı döneminde doğu illerinin bir kısmına Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdî denilmekteydi. Osmanlı Devletinin fethini müteakip kurulan Diyarbekir Eyâleti başlangıçta çok geniş tutulmuştu. Sayıları 35’i geçen sancaklarını üç kısma ayırmak mümkündür.

Birinci grup sancaklar, tımar nizâmına tâbi‘ klasîk Osmanlı sancaklarıdır. Bunları şöyle toparlayabiliriz: 1- Âmid (= Kara Âmid = Kara Hamid) Sancağı (Paşa Sancağıdır); 2- Anâ Ve Hit Sancağı; 3- Arabgîr Sancağı; 4- Aşâir Ve Ulus Sancağı; 5- Birecik Sancağı; 6- Çemişkezek Sancağı; 7- Çermik Sancağı; 8- Çüngüş Sancağı (1518 tarihli tahrirde Ergani’nin nâhiyesidir); 9- Ergani Sancağı; 10- Harput Sancağı; 11- Kiğı Sancağı; 12- Mardin Sancağı; 13- Ruha (= Urfa) Sancağı; 14- Sincar Sancağı; 15- Siverek Sancaği; 16 Tercil Sancağı.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve hâs şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idâresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedânlara terkedilmiştir. Hayat boyu sancak beyi olan bu idâreciler vefât ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyinin hizmetine girmekle mükellefdirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabi‘dir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siird ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükûmet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idâre asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnameler gereğince bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dâhilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hâriçte yani askerî ve siyasî alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir Eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkâri ve Mahmudî sancakları bu mahiyette Osmanlı sancaklarıdırlar.[1]

Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bu manada Üstâd hazretleri de, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Üstâd, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle “Nursî” soyadını almış ve bunu kullanmıştır.

Maalesef günümüz Türkiye’sinde Osmanlı Modeli hem Kürtçüler ve hem de aşırı Türkçüler tarafından yanlış yorumlanıyor. Nasıl mı? İnceleyelim:

Evvela: Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idâresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idâre tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dâhil olmak üzre bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanûnî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.[2]

İkincisi; Kürtçülerin yanlış yorumladıkları ikinci ve üçüncü kısım sancakların durumudur ve özellikle de üçüncü kısma ait yorumları tamamen yanlıştır. Öncelikle şunu ifade edelim ki, yukarıda verilen bilgiden anlaşıldığı gibi, ikinci ve üçüncü kısımdaki sancaklar Diyarbekir Eyaletinin sadece % 20’sini bile teşkil etmiyordu. Üçüncü kısım ise sadece % 3’ü bile değildi. Nitekim bu manadaki sancaklar, Bitlis ve Hakkâri hâriç, bugün bile birer kaza durumundadırlar. İkinci önemli nokta burada uygulanmayan sadece Kanûn-ı Osmanî tabir edilen mahalli konulara ve özellikle de belediyeye ait Kanûnlardır. Genel hukuk sisteminde yani İslâm Hukuku konusunda tamamen devlete bağlıdırlar ve kadılar devlet tarafından tayin edilirler. Elimizde bu beyler ile alakalı beratlar mevcuttur. Bunu okuyan her tarihçi bunu rahatlıkla anlayabilir.

Üçüncüsü; Aşırı Türkçülerin yanlış yorumlarıdır. Onlar da bunların Kanûn-ı Osmanî dışında tutulmalarını ve yerel idâreye ait bazı yetkilerde müstakillik tanınmasını, tamamen bağımsızlık manasında bir istiklal diye anlamışlardır. Hâlbuki Kanûn-ı Osmanî sadece % 15’i bile bulmayan bazı mali, idari ve askeri konulara aittir. Asıl hukuk sistemi şer’-i şerîf tabir edilen İslâm hukukudur.

Memleketinde zaten Sa’îd-i Kürdî ünvanını kullanan Bedîüzzaman Hazretleri, İstanbul’a varmasıyla birlikte, İstanbul’daki çevreler ve özellikle basın ona Sa’îd‑i Kürdî yahut Kürd Hoca demeye başladı ve kendisi de özellikle birinci ünvanı kullandı. Sonradan Bedîüzzaman ve Bedî-i Ãlem-i İslam ünvanları kullanılmaya başlandı. Zira Osmanlı Devleti din esasına sahip bir sisteme yani Millet sistemine sahip bir devlet idi ve bütün Müslümanlar tek millet kabul ediliyordu. Mesela Lazların yaşadıkları bölgeye, o zamanlar gayet rahatlıkla, Lazistan denildiği gibi, Kürtlerin yaşadıkları şark vilâyetlerine de yine o zaman, Kürdistan denilmesinde hiç bir mahzur mülâhaza edilmemekte idi. Dolayısıyla bu bölgenin insanlarını temsilen hilâfet makâmına müracaat için giden bir insanın, herhalde kendisine Kürdî lâkabını vermesi kadar normal bir şey olmazdı. Hatta değil 1908’lerde 1918’ler ve sonrasında, İttihâd‑Terakki hükûmetlerinin sonlarında bile, millet meclisinde Lazistan mebusu Sudi Bey, yine Lazistan mebu’su Ziya Efendi[3] gibi rahatlıkla Lazistan olarak coğrafî bölgeye verilen isimden kuşkulanan kimse olmuyordu. Hatta Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde 1926 yılına kadar yine Lazistan ve Kürdistan ta’birleri çok rahatlıkla kullanılmakta idi. Böylece Kürdistan tabirinden hiç bir mahzurun mulâhazası söz konusu değildi. Dolayısıyla Kürdî lâkabı gayet normal bir şeydi. Bedîüzzaman bu lakabını Cumhuriyet döneminde Kürdî yerine Nursî diye değiştirmesine rağmen, resmî hükûmet yazışmalarında Kürdistan tabiri tedavülde devam etmekteydi.[4]

Bedîüzzaman, 1922 Kasım’ında İstanbul’dan Ankara’ya geldiği ve TBMM’yi ziyaret ettiği zaman, Meclis zabıt cerîdesi 9 Teşrin‑i sani 1338 (1922) 135. içtima tutanağında bile Üstâd’a aynı ünvân ile hoşâmedî merasimi yapıldığı gibi; Mustafa Kemâl Paşa kendisine üçyüz lira ma’âşla Kürdistan umûmî vâ’izliğini teklif etmişti.[5]

Bedîüzzaman, eski Sa’îd döneminde milliyetçilik veya menfi ırkçılık anlamında değil, doğduğu yere atfen Kürdî lakabını kullanmışlardır. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bedîüzzaman’ın menfi milliyetçilikten dolayı bu lakabı kullanmadığına, bütün eserleri şahittir. Fakat Cumhuriyetten sonra, bu gibi tabirlerin ve lakapların kullanımının Kanûnen yasaklanmasından dolayı ve bazı alanlarda bazı art niyetli insanların bunu menfi olarak kullanabilme ihtimalinden dolayı, bu lakab yerine, yine doğduğu yere atfen, Nursî soyadını almıştır. Bundan böyle eski ve yeni tüm eserlerinde bu imzayı kullanmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, Yeni Said döneminde eski eserlerini neşrederken kendi eliyle Kürdistan ifadelerini Vilâyât-ı Şarkıye şeklinde değiştirmiştir. Bu tabirin İttihad Terakki Partisinin bazı Türkçü fertleri tarafından ihdas edilip kullanıldığı şeklindeki iddiayı teyid edecek, Osmanlı Arşivinde bir tek belge bulunmamaktadır ve tamamen Üstâd’a aittir.

Bedîüzzaman’ın bu meselede temel prensibi şudur:

Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.[6]

Tekrar ifade edelim ki, bizim için esas olan İslâmiyet noktasıdır. Milliyet ise Kur’an’ın ifadesiyle tanışıp kaynaşmamız noktasından bizim isteğimizin dışında Rabbimizin bize bahşettiği bir husustur. Osmanlı döneminde doğu illerine Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdi denilmekteydi. Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konyevi, Bursevi gibi… Bu manada Bedîüzzaman da, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Bedîüzzaman Cumhuriyet döneminde, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle Nursî soyadını almış ve bunu kullanmıştır. Ancak bazı resim kayıtlarda Üstâdın soyadının Okur olarak geçtiği de bilinmektedir.

İşte Bedîüzzaman Hazretleri hiç bir ırkî tefrika niyeti taşımadan, zaman ve mekânca da normal karşılanan o ta’biri rahatlıkla kullanmıştır. Bunun sebebi ise, Padişah’ın, bilâhare de İttihâd ve Terakki hükûmetinin nazar‑ı dikkatini şark Vilâyetlerindeki, perişanlık ve cehâlet içinde biribirini kırmakta olan milletin hali üzerine çekmenin ve ona dair teşhis koyup reçetesini yazdığı ve o reçeteye göre ilaçları Padişah’ın ve hükûmetin desteğiyle te’min etmenin hikmet ve gayesini taşıyordu. Bundan dolayı Üstâd Bedîüzzaman eski kitap ve makalelerinde o unvanı hep kullanmaktaydı.[7]

Hasan Feyzi Ağabeyin şu istihrâcı da önemlidir.

Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmâm-ı Ali’de (R.A.) görülen يَا مُدْرِكًا  kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” îma ve işâretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini îcab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zâtın Risâlet-ün Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ü ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerîfeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havâlide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.[8]

ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE İLMİ ŞAHSİYETİ, cilt. 1

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

[1]    BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), TTD, NO: 64; Göyünç, 31-32; Bâyezid Veliyyüddin, No:1969, Vrk.118/a-l; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanûnnameleri ve Hukuki Tahlilleri, c. III, Diyarbekir Eyâleti Kanûnnameleri.

[2]  Kodaman, 12 vd.

[3]    Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi Dar’ül-Hikmet‑il İslâmiye, sh. 29‑55.

[4]  Bu konuda bkz. BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), Kürdistan’da Cezire Kazası sabık Müdürü Abdürezzak Efendi’nin zimmetine dair Kürdistan Vâlîsinin müzekkiresi. (6. Anadolu), MVL, No: 588/16, 07/M /1276 (Hicrî).

[5]    TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. III,  Sh. 55/2.

[6]    Mektûbât, sh. 326.

[7]    Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 189.

[8] Emirdağ Lahikası, c. I, sh. 85.

 

Haydi, Barış ve Huzur İçin Eller Semaya!

eller.semayaOtuz beş seneden beri Türkiye’de devam eden çatışmaların neticesinde, 35 binden fazla insan ölmüştür. Bu mücadele uğruna milyar dolarlar sarf edilmiş, başta işsizlik, sanayi ve tarım sektöründe birçok kayıplar olmuş, kayıp edilen insan ve ekonomi gücün tamamı millete mal olmuştur. Bu millet artık akan kanın durdurmasını istiyor. Ölen askerin de PKK’nın de ardından yanan bir yürek var! O da anne yüreği, bütün anneler bizim, artık ağlamasın yüreklerimiz.

Yıllardan beri devam eden bu çatışmalar elbette bir gün barışla son bulacak, umarım ki, daha insan kaybı verdirmeden, o gün yakın bir gün ola, çünkü bu millet barıştan yana, bu millet sulhtan yana, kardeşçe yaşamaktan yana, son zamanlarda şanlı devletin ve hükümetin Sulh-u umumiyi temin etmek için atığı adımlar vatandaşların özlem duyduğu bir hasrettir.

Otuz beş seneden sonra yakalanan bu barış sürecine taraflar “hükümet, İmralı ve Kandil” inisiyatif kullanarak halkın barış özlemi ve hasreti baltalanmasın.”Yurtta sulh cihanda sulh” patenti ile cihana “sulh” ilan eden bu devlet-i aliye kendi yurdunda da barış müzakeresi için tahriklere kapılmadan ve hak ihlali yapmadan sonuna varmaktır.

Cenab-ı Allah (cc) Ayet-ı Kerimede şöyle buyurur: “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir cezadır. Ama kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.”

İnsanları cezalandırmaktansa, affedici olanların ve barışa vesile olanların yüksek mükâfatı Allah’a aittir.  Daima yapıcı ve uzlaştırıcı olmak lazımdır. Ortaya çıkan bireysel ve toplumsal problemler her zaman müdahalelerle çözüme kavuşturmuştur. Artık toplumun muzdarip olduğu bu ateşin söndürülmesi için her kesimin fiili ve kavli duada bulunma zamanıdır.  

Münasebetle alakalı bir hadise: Kubâ halkı arasında kavga çıkmış olay büyümeye başladığı sırada, Durumdan haberdar olan Peygamberimiz (asm) “Bizi oraya götürün de aralarını düzeltip onları barıştıralım.” Buyurmuş,

Bütün insanlara rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) günümüz insanına ne güzel bir mesaj vermiştir. Kişi eviyle, komşusuyla, mahallesiyle, kazasıyla, bölgesiyle, halkıyla hatta memleketiyle alakadardır. Bu alakadarlıkla birinin rahatsızlığı ile başka bireylerin rahatsız olması İslami ve insani bir şiardır. Başka bir hadiste de, Peygamberimiz (asm) en güzel amel “sulh sağlamak” olduğunu emir buyurmuştur.

Kur’an’ın delalı, Risale-i nurun müellifi, Bediüzzaman Hazretleri sulh ile ilgili münazarat eserinde şöyle diyor:

“Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır. Rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”2 

Gene, başka bir eserinde: …”Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddî kılıç kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin bârika-âsâ elmas kılıcı çıktı; kalbleri, akılları fethetti. Musalâha münasebetiyle birbiriyle ihtilât ettiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur’âniye, inat ve taassubât-ı kavmiye perdelerini yırtarak hükmünü icra ettiler.” Buyurmaktadır..3 

Görüldüğü üzere İslamiyet’ten evvel insanların hak ve hukuktan uzak olduğu ve cehaletin hâkim olduğu bir dönemde Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (asm) yaydığı İslamiyet’le gelen güzellikler ve Kur’an’ın nuru insanların inat ve taassupları kaldırmış, kalplere hidayet verilmiştir. Örf ve adetlerinde inatçı olan Araplar, İslam’ın nuru ile inatlarını bırakıp, barış ve huzurun muallimleri,  insanlığın medar-i iftiharı olmuşlar,

Netice itibariyle İslamiyet ruhu ile yaşayan bizler, yani Türk ve Kürtler iki millet’te olsalar, gene ayrılmaz bir vücutturlar. Bin seneden beri beraber yaşamış ve yaşamaya da devam edecekler. Çünkü  bu halkın başka yakını yok, başka seveni yoktur….    Haydi, barış ve huzur için eller semaya!

Ya İlahi ve Ya Rabbi! İslam ülkeleri ve Türkiye’nin de yaşadığı sıkıntılardan kurtulmak için bir sulh-u umumi nasip eyle, barış ve huzur için semaya kaldıran elleri boş çevirme, barışın temini için yapılan ve yapılacak müzakereler tüm halkımız için hayırlara vesile olmasını Rahmetinden niyaz ediyoruz. Amin….

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

KAYNAK

1-Şura/40

2-münazarat

3-Lem’alar, 7.ci lem’a