Etiket arşivi: Doktor Şifa

Özgüvenim var ama yüzüm kızarıyor

Çevremde hep özgüvenli olarak tanınırım. İnsanlarla hoş sohbet, sosyal diye gösterilirim. Ama son zamanlarda benim de anlam veremediğim bir yüz kızarmasıyla karşı karşıyayım. Şimdi soracaksınız bir şey mi oldu psikolojini bozan; hayır her şey gayet normal. Nedenini çözemedim. Topluluk önünde konuşmak benim için sorun değil ama yüzüm kızarınca söylediklerimin etkisi kaybolur diye bazen konuşmuyorum. Yüzüm kızarmasa hiçbir sorun olmadan konuşabilirim. Kendimce kararlar aldım. Bunu yeneceğim diye. Sakız çiğnemeye başladım dershanedeyken. Sonra insanlarla doğal halimden daha rahat konuşmaya çalıştım ve oldu da.. Son derece umursamaz ve rahat konuşabiliyorum ama yüzüm bütün karizmayı çiziyor bazen. Bende ilk defa olan bir şey, hiç heyecanlanmadığım yerde kızarması beni çıldırtıyor. Heyecanlanmadığım halde neden kızarıyorsun diyorum. Eğer bu sorunumu giderirseniz gelecekte çok ünlü bir oyuncu, hatip olacağıma dair söz veriyorum.

CEVAP: KARAKTERİN ZAMANLA OTURDUKÇA, BEDENİN DE BU OTURMUŞLUĞA EŞLİK EDECEKTİR

Genç Arkadaşım, İNSAN çok acaip ve karmaşık bir varlık. Bedenimiz bizim zannediyoruz, onu istediğimiz gibi kullanabileceğimizi düşünüyoruz. Ama basit bir yüz kızarmasına bile çözüm bulamayıp bundan son derece mutsuz olabiliyoruz bazen. Bedenimizin denetleyemediğimiz o kadar çok detayı var ki! Herhalde ”yaratılmış olmak” böyle bir şey. Bu yüzden, ”insanlık hali” denilen kavramı çok iyi anlamalıyız. Öyle şeyler olur ki, insan öyle hallere girer ki, kendisi bile anlamaz ne olduğunu çoğu zaman. Sanırım, burada biraz hepimizin yaratılmış olduğumuzu ve nasıl yaratıldıysak o şekilde bir parça kendimizi kabul etmemiz gerektiğini hatırlamamız yerinde olur kanaatindeyim. Anlattıklarına gelince: Yüzünün kızarmaması senin için çok önemli. Çünkü neredeyse bütün hayat planların veya hayallerin buna bağlı gibi görünüyor. (Ama burada hayallerin ile yüz kızarması arasında hakikaten birebir etkileşim söz konusu mu? Buna sonra değineceğim.) Üstelik, çevrenin seni kendine güvenli olarak tanıdığını söylüyorsun. Sen de zaten öyle olmak istiyorsun ve öyle olduğunu düşünüyorsun. Fakat şu yüz kızarması, hem senin kendine ait hislerini hem de başkalarının senin hakkında düşündüklerini ezip geçiyor. En azından görüntü olarak, yüzü kızaran biri olarak, kendine güvenen birisi değilmişsin gibi bir imaj sergiliyorsun. Bu da iç dünyanda ciddi bir çatışma ortaya çıkarıyor. Hatta belki de bu çatışma yüzünden, yüzün daha fazla kızarıyor. Bana göre ”insanlarla konuşurken rahat davranma” isteğin de ayrı bir sıkıntı kaynağı. Çünkü bunu hiç kimse her zaman başaramaz. Sana ters gelebilir ama bazen kişi içindeki rahatsızlığıyla da barışık olmalıdır. Örneğin, o sırada rahat hareket edemiyorsun. O zaman rahat hareket etme. Zaten istesen de rahat hareket edemeyeceksin. Neden o sırada bu ”insanlık hali”ni kabul etmeyi denemiyorsun bir kere de? Acaba başkalarının gözünde ve kendi hayallerinde kendine ”yüksek bir pozisyon” belirlemenin bu olanlara katkısı yüzde kaç? Bunu hiç düşündün mü? İstediğin pozisyonda olamadığın her seferinde rahatlığın kaybolup gitmeyecek mi? Ne dersin? Unutma, gerçek rahatlık ve huzur, insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmesindedir. Sonuçlar üzerinde ipotek koymaya çalışmasında değil! Kişi kendisindeki yüksek meziyetleri görebildiği gibi, zaaflarıyla da barışık olabilmelidir.

Bununla birlikte, ben şahsen ”yüz kızarması”nın ciddi bir zaaf olduğu kanaatinde de değilim. Mesela, hatip olma isteğini ele alalım. İyi bir hatibin özellikleri nelerdir? Yüzünün kızarmaması mı, yoksa söyleyecek bir şeyi olup bunu samimiyetle ve etkileyici biçimde söyleyebilmesi mi? Ve karşısında oturan insanların bu söylenenlere ihtiyacı olması mı? Üniversitede Amerikalı bir hocamız vardı. Politics 301 kodlu derste, ne yüz kızarması, adam sucuk gibi terlerdi. Arkasını döndüğünde gömleğinin terden ıpıslak olduğunu görürdük. Her derste bir selpak bitirirdi. Ama Eflatunun metinlerini sanki kutsal bir metinmiş gibi o kadar aşkla okur ve sınıfa anlatırdı ki, etkilenmemek mümkün değildi. Hatta o hocanın terlemesini, biz bir zaaf olarak değil, samimiyetinin bir parçası olarak değerlendirirdik. İnan, ben öğrencilik hayatım boyunca onun kadar iyi bir hatip öğretmen hatırlamıyorum. Demek, hatip olmanın başka esaslı ilkeleri var. öyle değil mi? Biliyorum, epey aykırı bir yerden cevap veriyorum anlattıklarına. Ama insanların bu tarz meselelere bu açıdan da bakabilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, fiziksel özelliklerimize veya ”zaaflarımıza” çok fazla mahkum olup soluğu ya kozmetikte ya hekimde alıyoruz. Onlar da zaten reklamlar sayesinde bu yaraları durmadan kaşıyıp duruyorlar. Buna da direnç göstermemiz gerekmez mi? Son olarak, bu tarz sorunların genelde gençlikle ilgili olduğunu da bilmemiz lazım. İlerleyen yıllarda, duyguların ve düşüncelerin oturdukça, bedeninin de bu oturmuşluğa eşlik edeceğini ve belki de istesen de yüzünün kızarmayabileceğini bilmeni isterim. öyle bir çağdayız ki, insanın yüzünün kızarması belki de bir meziyet olacak.

DOKTOR ŞİFA

Zafer dergisi / Nisan 2009

Gençler soruyor “Ben Kendim Olamıyorum!”

Umarım, soruma bir cevap verirsiniz. Aslında nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Bir genç olarak bir kararsızlık içindeyim. Nerede nasıl davranacağımı bilemiyorum. Arkadaş çevresinde başka, evde başka birisi gibi davranıyorum. Böyle davrandığımın farkındayım aslında. Ama kendime engel olamıyorum. Kendim olamadığımı hissediyorum. Bu halim beni çok rahatsız ediyor. Bana yardımcı olur musunuz lütfen?

“KENDİNE KARŞI HOŞGÖRÜLÜ OL!” SEVGİLİ genç kardeşim, Gençlik yıllarında bu tarz kararsızlıkların, gelgitlerin yaşanması doğaldır. Zamanla kişiliğin oturdukça, bu konuda daha bir istikrar yakalayacağını sana şimdiden müjdelemek isterim. Zaten yaşadıklarından rahatsızlık hissediyor olman, şahsiyet noktasında bir istikrar arayışı içine girdiğinin bir alâmeti. Her tohum kendini çatlatırken sancı yaşar. Şimdilik bu sancının ne işe yaradığını göremeyip kızıyorsun. Ama o vicdanî ses, esasında kendin olmak yolunda sana en büyük yardımı yapacak bir rehberdir. Düşünsene, eğer insanlar içinde bulunduğu halden rahatsızlık duymasalardı, kendilerini değiştirmeye ihtiyaç hissederler miydi?

AYRICA bu zamanda kendin olabilmenin hakikaten çok zor olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Baskıcı bir toplum içinde yaşıyoruz. Herkes, seni kendisine benzetmek istiyor. Farklı olana tahammül, az bulunur bir fazilet oldu. Bu şartlarda bir hareket yaparken, kendi iç dünyana kulak vermek yerine, etrafa kulak kesilmek zorunda kalıyorsun. Evde “babana göre” okulda “öğretmene göre” sokakta “arkadaşa göre” hareketlerini ayarlıyorsun. Zamanla bu o raddeye varıyor ki, “Ben bu hayatın neresindeyim?” “Ben kimim?” sorusunu sormak zorunda kalıyorsun. Bir tür kaybolma duygusu nefesini kesiyor ve kalbini bunaltıyor. Her şeye rağmen, bu kuşatmayı kaldırmak senin elinde. Sen ortaya “şahsiyetini” koyabilirsen, etraftan yönelen baskıları belli bir mesafeye itebilirsin. Çünkü karşı tarafta bir saygı uyandırırsın. Yani sorun, bir “şahsiyet sorunu.” Ne demek bu? İnsanlar senin hakkında belli kanaatlere sahip olmalı. Onlara bu kanaati verecek bir istikrar sergilemelisin. Diyebilmeliler ki, Ahmet dürüst biridir, ne kadar zor koşullarda olsa da yalan söylemez. Ahmet, izzetli birisidir; küçük bir menfaat için kimseye yaltaklanmaz. Ahmetin kendi prensipleri vardır, onlardan kolay kolay ödün vermez. Ahmet, sorumluluklarını bilir; başka birisinin ona sorumluluklarını hatırlatmasına ihtiyaç yoktur. Ahmet akıllı birisidir; onu kandırmak hiç de kolay değildir. Ahmet yardımseverdir; gerektiğinde kendi işini bırakır sana yardımcı olur; vs. İşte böyle bir şahsiyet profili ortaya koyabildiğin anda, etrafındaki kişilerin senin üzerinde baskıları azalacak ve sana olan saygıları artacaktır. Böylece sen onlara göre hareket etmek yerine, belki de onlar sana göre hareket etmeye başlayacaktır. En azından, senin varlığın ve tercihlerini hesaba almaya başlayacaklardır. Eğer iç dünyanda anlamlı ve istikrarlı bir yapı kuramazsan, dış dünyada esen rüzgarlar seni biçimlendirmeye devam eder ve daha kötüsü, bunu yapmaya kendilerinde hak bulurlar. Çünkü karşılarında, kendi iradesiyle hayatına bir düzen getirememiş birisi durmaktadır. İç dünyanın inşasına gelince, aslında hayat boyu süren bir çabadan söz ediyoruz. Ama yine de, binanın temelleri gençlik yıllarında atılır. Tüm mesele şu: Nefsinin istek ve arzuları peşinden mi gideceksin; yoksa kalbinin ihtiyaçlarını rehber edinip ve kendini bir parça zorlayıp ahlâkî faziletleri (yukarıda altını çizdiğim şahsiyet özelliklerini hatırla!) nefsine benimsetmeye mi çalışacaksın? Bana göre şahsiyetin yolu, ikincisinden geçiyor. Ve bu yolu tercih edersen, zaman ve mekânı aşan saygıdeğer bir şahsiyet sahibi olursun diye düşünüyorum.

TABİ bir de, “Ben kendim olamıyorum” derken, kullandığın cümleye dikkatini çekerim. Bir “ben” ve bir “kendim”den bahsediyorsun. Yani, kendini gözleyen ve değerlendiren bir ben’in var. O gözleyici ve şuurlu ben, “kendim” dediğin şeyden memnun değil. Tüm sorun da burada. O zaman şu soruyu sormak icap ediyor: “Sen” nasıl bir “kendin” olmak istiyorsun? Başka bir ifadeyle, şu dünyada nasıl biri olmak istiyorsun? Ne yaparsan, hayatının anlam kazanacağını düşünüyorsun? Şahsiyeti oluşturan önemli bir unsur da işte bu sorulara vereceğin cevaplarla ortaya çıkacak. Meselâ kendine kimi örnek alıyorsun? Bu soruya vereceğin cevap çok önemli. Yanlış kişiyi örnek alırsan, hiçbir zaman seni mutlu edecek bir şahsiyet oluşturamayabilirsin. Yanlış örnek, yanlış bir hayata malolabilir çünkü. DOĞRU örnek ise, uğruna hayatını adayabileceğin sağlam bir hedef anlamına gelir. Böyle bir hedef, şahsiyetini toparladığı gibi enerjini doğru yerde harcamanı sağlar. Ama bir insanın kendi olabilmesinde en yüksek makam, hiç şüphesiz, Allah’a layıkınca abd olmuş bir insandır. Düşünüş ve davranışında kişinin, ancak Allah’a hesap verme gibi bir yüksekliğe erişmesi ve O’ndan başka mutlak otorite tanımaması, esas “kendin olma”nın yolunu açar. Gerçek şahsiyetin kapı eşiği de bu noktadır. Sana kendin olabildiğin bir hayat diliyorum.

Doktor Şifa

Mayıs 2008 / Zafer Dergisi

İnanmak Neleri Değiştirir?

Allah’a inanan insan, her şeyin dizgininin Onun elinde, her şeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, her şeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır. İnsana gerçek şahsiyet kazandırır.

İçinde yaşadığımız asır, sunduğu maddî-manevî bütün imkânlarıyla insanlığa mutluluk vaat etmektedir. Ancak mutluluk arayışına bir cevap olarak sunulan şeylere ve elindeki tüm imkânlara rağmen çağımız insanının mutlu olduğu, maddenin onu mesut ve bahtiyar ettiği de söylenemez. Bunun en önemli göstergesi, ruhsal bunalımların ve intihar vakalarının yoğun biçimde yaşanmasıdır. Hatta ilginçtir ki bu gerçekle, gelişmiş olarak nitelenen, maddi refah seviyesi yüksek ülkelerde daha çok karşılaşılmaktadır.

İnsan hayatının düzenli biçimde akışını tehdit eden birtakım unsurlar vardır. Bunlar ya insanın kendinden/iç dünyasından ya da başkasından/dış dünyadan kaynaklanır. İnsanın ruhsal ve bedensel sağlığının bozulması, arzularını tatmin edememenin verdiği çöküntü, sapkın inanç ve ideallerinin etkisine açık olma, bunalımın iç dünyadan kaynaklanan sebeplerdendir.

Allah’a iman etmek, O’na bağlanmak ve güvenmek, Ondan sakınıp çekinmek, insan hayatını olumlu yönde etkileyen en güçlü dinamiktir. Buna ilaveten dünyada yaptıklarının melekler tarafından kaydedilip ahirette bütün gizli yönleriyle ortaya konacağına ve iyi ya da kötü, bunların karşılıklarını göreceğine inanma, öncelikle istenmeyen durumlara düşmeyi ve kötülükleri önlemede en önemli destek noktasıdır.

İman insanda yaşama sevgisi, hayata bağlanma duygusu meydana getirir. İman eden insan, hayata ve varlığa hoş bakar, hayatın Allah’ın bir lûtfu olduğuna inanır, dahası sosyal ve tabiî çevresini Allah’ın sanat eserleri ve kendini de onları bütünleyen bir parça gibi görür. Dolayısıyla vazifesi bitinceye kadar hayatına devam etmeyi bir görev sayar ve hayatta kalmanın mücadelesini verir.

Müslüman toplumda hayatı düzenleyen en önemli manevî temellerden biri yine imandır. Allah’ın emir ve yasakları, iman eden insanda makes bulur.

Allah’a îman eden kimse ise, yalnızlıktan kurtulur; her an Onun sonsuz rahmeti, ilmi, hikmeti, koruması ve gözetimi altında olduğunu bilir. Her an Ona sığınır, Ondan yardım bekler, kolaylık görür. Hareketlerini kontrol altında tutar, daima iyiye, doğruya, mükemmele yönelir; kötülüklerden uzaklaşır.

Allah’a inanan insan, her şeyin dizgininin Onun elinde, her şeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, her şeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır. İnsana gerçek şahsiyet kazandırır.

İnsan, âciz ve zayıf bir varlıktır, ihtiyaçları sonsuzdur. Sonsuza dek yaşamak ister. Bu ihtiyaçlarını karşılayacak, arzularını yerine getirecek sonsuz bir kuvvet, kudret, ikram sahibi birine mutlaka iman etmesi gerekir. Aksi halde sıkıntılardan ve taşkınlıklardan kurtulamaz.

Allah’a inanan kimse onun bütün sıfatlarına da inanmış demektir. Onun her sıfatının hayatımıza bakan yönleri vardır. Bu nedenle Allah’ın her sıfatına ve her ismine inanmak, mümine ayrı bir saadet ve huzur verecektir.

Örneğin Beka sıfatına inanan bir kimse, kendisinin de Onun beka vermesiyle, baki ve ebedi olacağını düşünür, ölümden korkmaz ve yok olma endişesi taşımaz.

Zulme uğrayan bir kimse Allah’ın Adil ismine yapışır ve kendine yapılan zulmün karşılığını alacağını, zalimin de cezasını çekeceğini bilir.

Bunun gibi hayatımızın her safhasında Allah’ın sıfatlarının ve ismlerinin tesirini görmek mümkündür.

Nitekim, Allah`a inanan ve O`na sevgiyle bağlanan insanın mânevî ufku kâinat kadar geniş, huzûru ve neş`esi Cennet bahçesi gibi daima taze ve ölümsüzür. Gözlerinde îman nuru parlar, sözlerinde hakikat, sevgi ve neş`e çağlar. İş ve hareketlerinde ahlâk, vekar ve isabet göze çarpar. O, insanları hilkat itibariyle kardeşi bilir, onlara lütuf ve merhamet gözüyle bakar. Şefkatlidir, insanların dertlerine bir karşılık beklemeden koşar. Boynu büküklerin gönlünü alır, yetimleri bağrına basar. Kâinatla ve içindeki varlıklarla ünsiyet içindedir. Tanış gibidir. Hiçbir hâdise, onu korkutmaz, gözünü yıldırmaz. Kalbindeki îman kuvveti ile kâinata bile meydan okuyabilir. Allah`ın kendisine bahşettiği nimetlerden O`nun iradesine uygun şekilde faydalanır ve tadar.

Ölümden korkmaz. Zira, ölümü bir hiçlik ve yokluk kuyusu değil, hakikî hayatın ve ebedî saadetin başlangıç kapısı kabûl eder. Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah`ın rızâsı ve izni dairesinde yer, içer ve rahatla yaşar. Misafirlik müddeti bitince de bu misafirhaneden huzurla ayrılıp ebedî mekânına gider. Allah`a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse, inançsızlığın verdiği korkunç ızdırap ve elemlerden kurtulur.

Allah`a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına da hiçbir zararı dokunmaz. Kanunun olmadığı yerlerde bile Allah`ın onu her an gördüğü inancı, işlediği kötülüklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kötülüklerden alıkor. Değil kötülük, bil`akis elinden geldiğince herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya çalışır. Ruhunu iyi düşüncelerle doldurur, yüksek ahlâka erer, içinden kötü hisleri kovar. Allah`a inanmak ve O`na bağlanmak, insanı aynı zamanda gerçek hürriyetine kavuşturur. Zira her şey`in Allah tarafından yaratıldığını bilen insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil, Hâlıkdan korkar. Yalnız Allah`a güvenir, dayanır, O`ndan ister, O`na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye el açıp dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.

Allah’a inanan bir insan aynı zamanda, hayatın bir imtihan, karşılaştığı sıkıntıların da bu imtihanın bir parçası olduğuna inanır ve bu noktada sıkıntılara göğüs germeyi, acı veren durumlara karşı sabretmeyi, hayatın zorluklarına karşı mücadele etmeyi temel karakteri haline getirir. Zira bunlar, Allah’a tam olarak inanmanın ve güvenmenin en önemli alametidir.

Ayrıca iman insana çok yüksek bir kanaat duygusu verir ve onun, dünya metaı ile mesafeli bir ilişki kurmasını sağlar. İmanın insanda kanaat etme duygusunu geliştirmesi, onun azla yetinmesine, ihtiyaçlarını üst seviyede olmasa bile asgari seviyede karşılamayla iktifa etmeye motive eder. Böylece kişiyi bunalıma itecek durumlara düşmekten kurtarır.

Allah’ı tanıyıp seversek, mutlu ve huzurlu oluruz. Bu da Allah’ın bizi sevmesine neden olur. Böylece içimiz rahatlar, huzur duyarız. Yüce Allah Kur’an’da Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28) buyurmaktadır.Allah’a olan sevgimizden dolayı insanları ve onun yarattığı bütün varlıkları severiz. İnsanlar da bizi sever ve sayarlar.

İçimizi dolduran Allah sevgisi, bizi daima güzel işler yapmaya yöneltir. Allah’a inanan kişi kendisini sürekli görüp gözeten bir yüce yaratıcının bulunduğunu düşünür. Yaptıklarından sorumlu olacağını ve bir gün hesap vereceğini düşünür. Bu düşünce onu kötü şeylerden uzaklaştırır. Kimsenin gönlünü kırmaz. Herkese sevgiyle yaklaşır. Kendisi için istediğini başkaları için de ister. İyiliksever, dürüst, hoşgörülü, merhametli olur. Sorumlulukların bilir, ona göre davranır. Böyle duygu ve düşüncelere sahip olan insanları herkes sever. Bu sevgi onlara huzur ve mutluluk verir.

İnsan hayatında mutlu, neşeli, sevinçli anlar olduğu gibi, huzursuz anları da vardır. İnsana bu mutluluğu Allah verdiği gibi, onu sıkıntıdan, üzüntüden kurtaracak yine Allah’tır. Allah’a inanan kimse başına bir sıkıntı geldiğinde, bunlardan kendisini kurtaracak olanın Allah olduğunu bilir ve huzurlu olur. Kendini yalnız hissetmez. Hep güven duygusu içinde yaşar. Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: Allah’a gönülden bağlanıp, ona karşı gelmekten sakınan kimseye, Yüce Allah sıkıntıdan çekip kurtaracağı bir yol gösterir. Ve onu hiç beklemediği yerden rızık ihsan eder. Çünkü kim Allah’a güvenip ona gönülden bağlanırsa Yüce Allah ona yeterlidir.(Talak, 65/2-3)

İman aynı zamanda insandaki yalnızlık duygusunu gideren bir hususiyete de sahiptir. İman vasıtasıyla Allah’ı dost edinen insan, sıkıntılı durumlarında Ona sığınarak yardımına müracaat eder. Zaten ihtiyacı olduğunda insana yardım edecek yegâne kudret sahibi, bütün varlığa hükmü geçen, biricik sığınılacak yer, Onun dergâhı değil midir? İşte imanın yalnızlık duygusunu gidermesi, onu bunalım ve intihara karşı koruyan bir unsurdur.

Salih amel ve ibadetler imanın kalbte yerleşmesiyle başlayan bir hareket, imanın bir meyvesidir, ancak kalpte imanı besleyen de bunlardır. İyilik yapmak, ibadet etmek insana huzur verir, iç dünyasındaki sıkıntıları yok eder, bunalıma düşmesini engeller. Ayrıca salih ameller insanı kötülük yapmaktan, hatta kötü işlerin içine düşmekten korur. Nitekim Allah (c.c.) Şüphesiz ki namaz fuhşiyat ve münkerattan alıkor. (Ankebut, 29/45) buyurmuştur.

Dolayısıyla salih ameller insan üzerinde, bir taraftan imanı kuvvetlendirirken, diğer taraftan kişiye huzur bahşedip, kötülüklerin içine düşmesini engelleyerek çift yönlü bir etki meydana getirirler.

Doktor Şifa / Zafer Dergisi