Etiket arşivi: Dr. SADULLAH NUTKU

İttihad’ın ve Yeni Asya’nın İlk Çıkışları

İttihad ve Yeni Asya gazetelerinin yaklaşık yarım asır önce ilk çıkışlarından bahseden “GAZETE KURULMA DEVRESİ” başlıklı aşağıdaki yazıda bahsedilenler halen hayatta olan bazıları tarafından bilinmekte, “Bediüzzaman’ın Doktor Talebesi Dr. Sadullah Nutku–(Hâtıralar-Yorumlar)” kitabımda yer almakta ve Abdülkadir Badıllı’nın (merhum) “Mufassal Tarihçe-i Hayat, 3. cilt (eski)” eserinde de bulunmaktadır. O yazı aynen şöyledir:

“GAZETE KURULMA DEVRESİ

1968 yılında ‘Bugün’ gazetesi gittikçe tırajını yükseltmekteydi. Bu gazetenin sahibi Şevket Eygi ise, bu muvaffakiyeti kendisinin hünerinden bilerek çeşitli siyasî girişimlerde bulunuyor ve bazı nasihat edicilere karşı sert tavırlarla onları tanımamak hâli gösteriyordu. Aynı gazetede çalışan bazı Nurcu muharrir zatlar da Şevket Eygi’den şikayetçiydiler. Nur talebelerinin neşrini istedikleri yazı ve makaleleri Şevket Eygi bazen neşrettirmiyordu.

Salih Özcan, Bugün gazetesine karşı büyük bir gazete çıkarmak istemişti; böyle bir gazetenin kat’î lüzumu üzerinde duruyor ve bununla ilgili temaslarda bulunuyordu. İstanbul’daki gazetecilik meyilleri fazla olan bazı Nurcu zatlar da, Salih Özcan’ın bu fikrine iştirak ettiler ve “Nur cemaatının da bir gazetesi yahut da yüksek trajlı kaliteli bir mecmuası olması zaruridir” dediler.

Salih Özcan kendisinin çıkarmakta olduğu “Hilal Mecmuası”ndan başka bu gazetenin de çıkmasını istiyor, bunun malî külfetinin tamamına yakın kısmını kendisi ödemeyi vaad ediyordu.

Salih Özcan’ın ortaya atmış olduğu gazete fikrini, Salih Özcan’la birlikte içinde Mustafa Polat, Avukat Bekir Berk vesaire bulunan bir heyet halinde Zübeyr Ağabey’e ilettiler. Birçok sebep ve hadiseleri ve esbab-ı mucibeleri Zübeyr Ağabey’e anlattılar. Uzun uzadıya konuşmalar oldu. Zübeyr Ağabey bu mevzuda ikna edilmeye çalışıldı.

Zübeyr Ağabey de, bunların gösterdiği kısmen haklı, kısmen mübalağalı esbab-ı mucibelerin üzerinde durdu, düşündü. Bu arada Hazreti Üstad’ın bu meseledeki söz, ihtar, davranış ve hareketlerini de göz önünde bulundurdu. Ve nihayet: Nur cemaati adına ve Nur talebelerini temsil eden bir gazetenin çıkarılmasına suret-i kat’iyede Üstad’dan bir fetva, bir izin bulmanın mümkün olmadığını bildirdi ve fakat eskiden beri gazetecilik ve dergicilikle ilgili Salih Özcan ve Mustafa Polat gibi zatların kendi namlarına müstakim, ağır başlı, Nur davasının özünü savunacak bir mecmua veya gazetenin çıkarmasına bazı şartlar çerçevesinde “evet!..”’ dedi.

Zübeyr Ağabey, Üstadımızın Nur talebeleri ve cemaati adına ve onu temsil edecek bir gazetenin çıkarılmasına dair fetvası, izni olmadığına dair açıklamasında: “Çünki bir gazete, ne olursa olsun, nihayet gazetedir. Kusurlar yapacaktır, hatalar edecektir. Hizipleştirmeyi netice verecektir..” dedi ve ağır bir şartname ile bunun temel prensiplerini ve kaidelerini yazıya döktü. “Bu kaideler dışında çıkacak bir gazetenin Risale-i Nur talebeleri tarafından hiç bir zaman tanınmayacağını” da söyledi.

GAZETE KURMA ŞARTNAMESİ ŞÖYLEYDİ

Madde-1: Salih Özcan İmtiyaz Sahibi’dir.

Madde-2: Mustafa Polat Umumî Neşriyat Müdürü’dür.

Madde-3: Gazetenin personelini tayin ve lüzumu halinde tebdil, Umumî Neşriyat Müdürü’ne aittir.

Madde-4: Gazetenin politikası; İmtiyaz Sahibi ve Umumî Neşriyat Müdürü’nün de dahil olduğu bir İstişare Heyeti tarafından tayin edilir. İstişare Heyeti’ndeki kimseler: Salih Özcan, Mustafa Polat, Abdurrahman Nuri, Halil Küçük. Ahmed Şahin, Rüştü Tafral, Mehmet Kutlular, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin Birinci’dir (Zübeyr Ağabey kendi kalemiyle Halil Küçük, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci’yi bilahere istişare heyetinden isimlerini silmiştir. Bu belge İstanbul’da bir dosyada mahfuzdur. A.B.). Karar ekseriyetle verilir.

Madde-5: Sermaye 30 Ağustos 1968’e kadar Salih Özcan tarafından temin edilecek.. Sermayenin geri alınması, intişarın altıncı ayından sonra, iki binden az, beşbinden çok olmamak üzere çekilebilecek.

Madde-6: Gazetenin İmtiyaz Sahibi (Salih Özcan) Umumî Neşriyat Müdürü gibi maaş alacak ve sermaye olarak yatırdığı parayı tamamen çektikten sonra, artık para çekemeyecektir. Kâr, gazetenin döner sermayesi olarak kalacak ve inkişafına sarf edilecektir. Gazete kapandığı takdirde, sermaye ve mal durumunda istişarenin kararına göre tasarruf edilecektir. Mukavelede değişiklik de, ancak istişarede bulunanların kararına göre olacaktır.

Madde-7: Umumî Neşriyat Müdürünün işinden çıkarılma vesaire durumları meşveretteki kimselere aittir.

Madde-8: Gazete Risale-i Nur’a aykırı neşriyat yaptığında, istişaredeki kimselerin kararıyla kapatılır. İmtiyaz Sahibi ve Umumî Neşriyat Müdürü bu isimle bir gazete çıkaramaz.

Madde-9: Kitap tanıtma işi, istişare kararıyla yapılır.

Madde-10: Gazetedeki neşriyatta, hâlde ve mazide Risale-i Nur’un aleyhindeki kimselerin yazıları neşredilmez.

Madde-11: Risale-i Nur’u devamlı mütalaa ile meşgul olup Risale-i Nur’un meslek ve meşrebiyle hâlen ve kalen yaşayan bir Nur talebesi, herhangi bir husus hakkında, Risale-i Nur’dan ve Üstadımızdan me’haz göstererek tenvir ve ikaz edici bir şey söylerse, istişaredekiler onu kemal-i hürmetle dinleyecek ve nazara alacaktır.

Madde-12: Risale-i Nur parası, sermayesi elinde toplanan herhangi bir Nur talebesi veya Nur naşiri gerek re’sen, gerek dolayısıyla gazeteye ortak olamaz.

Madde-13: İstişaredeki kimselerden sahip, müdür ve orada memur olarak çalışandan başka biri, istişaredeki kimselerin izni olmadan gazetede maaşlı olarak çalışamayacak. Bu şahısların gazeteden maddeten istifadeleri hiçbir çeşit ve surette olmayacaktır.

Madde-14: İstişaredeki kimseler, burada (İstanbul’da) her zaman hazır oldukları için tercih edilmiştir. Bu itibarla Risale-i Nur’dan ve Üstad’dan ve geçmiş hadisattan me’hazler gösteren herhangi bir Nur talebesi ile istişare edilebilir; onun tenvirkâr fikirleri kemal-i hürmetle nazara alınır.

Madde-15: İstişarenin adâbına son derece riayetkâr olunacaktır. Müdavele-i efkâr ve istişare esasında cahillerin sıfatı olan laftan kuşkulanma, alınma, evham etme, kızıp tehevvüre gelme, bağırıp çağırma gibi amiyane şeylerden son derecede içtinab edilecektir. Kanaatlara hürmet, muhabbet ve müsamaha bu kimselerin şiarı olacaktır.

Madde-16: İstişaredeki kimseler namına, onlardan habersiz olarak, istişareye dahil bir kimse, başkalarınca sorulacak herhangi bir şeye, tek başına cevab vermeyecek, not alıp sorup gelerek istişare edecektir.

Madde-17: İstişaredeki reyler arz ve izhar edilirken, indî, şahsî veya sair meslek, meşreb ve cereyanlardan mülhem şeyler söylenmekten kaçınılarak delil ve me’hazden, Risale-i Nur’un meslek, meşreb ve tarzından ilham alınmaya çalışılacak ve rızay-ı ilahi ile hareket edilecektir.

Madde-18: Dine hizmet gayesiyle olanlarla görüşme ve konuşmalara, başka cereyanlarda görünen iftira ve ittihamlar, şöhretperestlik ve maddî menfaatlar gibi gayet çirkin manâlar verilmeyecektir. Mesleğimiz hüsn-ü zandır. Biz Müslümanız aldanırız, aldatmayız.

Madde-19: Gazetenin istişaredeki kimselerin re’yi ile çıkarıldığı halka; Mustafa Polat, Salih Özcan ve sairleri tarafından suret-i kat’iyede söylenmeyecektir. Çünki hem gazeteye, hem hizmete darbeler gelir.

Görüldüğü üzere, şartname veya taahhütnamedeki en çok mühim görülen ve gösterilen dört şeydir:

1- Gazetenin Salih Özcan’ın namına olması ve adına çıkarılması.. Yine gazeteci olan Mustafa Polat’ın neşriyat müdürü gösterilmesiyle; Nur cemaati adına olmadığına (yani zahir nazarda) önem verilmiştir.

2- Her şeyin mutlaka istişare ile karara bağlanması.. Bu istişarede mutlaka Risale-i Nur’dan ilham alınan ve Hazret-i Üstad’ın meslek ve meşrebini rencide etmeyen, bil’akis savunan ve yaşayan fikirler çerçevesinde olmasına dikkat çekilmiştir.

3- Sair ehl-i imanla münakaşaya, polemiğe girmemek, girilse de hiç bir zaman sair gazeteler gibi iftira, yalan ve karalamalarla kişilerin veya cemaatlerin çürütülmesine çalışılmamasına önemle dikkat çekilmiştir.

4- Hâlde ve geçmişte Risale-i Nur aleyhinde bulunmuş ve bulunan kişi ve kişilerin herhangi bir sözü, yorumu veya siyasî sözlerinin bu gazetede neşredilmemesine lüzumu derecesinde tenbihatta bulunulmuştur.

Zübeyr Ağabey’in üzerinde ehemmiyetle titreyerek durduğu dört hususa, gazetenin hâlen yapmakta olduğu neşriyatta uyulmakta mıdır?

Merhum Zübeyr Ağabey’in, şartnameden hülâsa edilen dört mühim husustan üçüncüsünün lüzum ve ehemmiyetini, 1970’li yıllarda neşretmiş olduğu şu yazısında da belirtmektedir:

‘Risale-i Nurun neşrinde kimseyi tefrik etmemek, icbar da etmemek, mülayemet ile muamele etmek.

Bu hizmette metod: Müsbet hakikatleri ders verip, din düşmanları ile ne sözle, ne fikirle ve ne de zihnen meşgul olmamak.

Risale-i Nur’a bilmeyerek itiraz eden ehl-i imana adavet etmeden ikaz.. Ve bütün kalbleri La ilahe illallah Muhammedün Resulullah üzerine tevhid.. Hattâ Allah ve Peygamberine inanan, fırâk-ı dalle bile olsa veya âhiret gününe inanan ehl-i kitap biri ise onunla münazaradan çekinmek..

Ehl-i dünya ve ehl-i siyasete vesvese ve korku verecek her türlü tezahürden kaçınmak..

Hakka hizmet edenleri müsbet bir şekilde, İslamiyet’e hizmette desteklemek. Risale-i Nur talebeleri, birbirlerinin kusurları olsa da tenkid etmemek..

Hiç bir zaman beddua etmemek; hidayetler için dua etmek.”

Haftalık İttihad ve günlük Yeni Asya gazetelerinin neşrine başlanmasıyla ilgili olayların bizzat içinde bulunanlardan ve şahitlerinden olunmadığı için, aynen nakletmekle iktifa edilip şahsî yorum ve değerlendirmelerde bulunulmasa bile; yukarıda nakledilen “GAZETE KURULMA DEVRESİ” başlıklı yazının “GAZETE KURMA ŞARTNAMESİ ŞÖYLEYDİ” başlıklı kısmıyla, İttihad gazetesinin 5 Mayıs 1970 tarihli sayısındaki yazılar arasındaki mutabakat ilişkisine kolaylıkla dikkat çekilebilmektedir.

Haftalık İttihad gazetesi’nin “Yıl: 3 – Sayı: 131– 5 Mayıs 1970” nüshasının birinci sayfasının 1/3’ünü kaplayacak şekilde, daha fazla dikkati çekici olması için sarı fon üzerine siyah çerçeveli manşetüstü yazısı yapılmış; büyük harf karakterlerinin bold (siyah) harfleriyle “İSLÂMİYET SELM VE MÜSÂLEMETTİR” yazısı ve onun hemen altında da ayni çerçeve içerisinde büyük puntolu kalın (bold) harflerle “Dahilde nizâ ve husumet istemez!” yazısı yer almış; ayni sayfanın orta kısmında da gene çerçeve içerisinde “Salih Özcan ayrıldı” başlığı altında, o sayıdan itibaren İttihad’ın İmtiyaz sahipliği vazifesini Mehmed Kutlular’ın deruhte etmeğe başlamış olduğu “İttihad Gazetesi Yazı Ailesi” tarafından bildirilmişti.

Yeni Asya Neşriyat’ın Osmanlıca-Türkçe Lügatında “Selm” kelimesinin Arapça’dan dilimize girmiş, gramer bakımından isim cinsinden olduğu ve “Barış, barışıklık, sulh” manâsında; “Müsâlemet” kelimesinin de Arapça’dan dilimize girmiş, “Silm” kelimesinden türetilmiş, gramer bakımından isim cinsinden ve “1-Herkesle barış içinde olma, sulh, barışıklık. 2-Durgunluk” manâsında olduğu yazılıdır.

Haftalık İttihad gazetesinin 5 Mayıs 1970 tarihli sayısında duyurulan Salih Özcan’ın İmtiyaz Sahipliğinin Mehmed Kutlular’a devrinden başka, günlük günlük Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahipliği de o tarihlerde Salih Özcan’dan Mehmed Kutlular’a devredilmişti.

Haftalık İttihad gazetesinin yukarıda bahsetmiş olduğum “Yıl: 3 – Sayı: 131– 5 Mayıs 1970” sayısındaki manşetüstü yazısının tam metnini buraya aynen naklediyorum:

 

“İSLÂMİYET SELM VE MÜSÂLEMETTİR

Müslümanlar, cemiyetin emniyet ve asayişini temin hususunda azamî dikkat ve hassasiyeti gösterirlerken kendi aralarında da manevî bağların kuvvetlenip gelişmesine dikkat eder, nifak ve tefrikadan şiddetle kaçınırlar. Düşmanlar, mü’minlerdeki bu dikkat ve hassasiyeti gayet iyi bildikleri için, mütemadiyen onların birbirleriyle olan münasebetlerini bozmaya, kardeşâne yaşayışlarını kin ve husumete çevirmeye çalışırlar. Ancak bu yolla Müslümanlarla mücadele edebileceklerine, onlara karşı gelebileceklerine inanırlar. Müslümanlık bizatihî sevgiyi, kardeşliği, sulh ve selâmeti esas aldığı, Müslümanları birbirlerinin kardeşi olarak da kabul ve ilan ettiği için, bu kuvvetli bağların zayıflaması ile düşmanlarımız hedeflerine varmış, gizli ve hain emellerine nâil olmuş olurlar.

Zamanımızda Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği, sevgi ve muhabbeti, ittihad ve kardeşliği bozmaya çalışan gizli komitelerin, fesad şebekelerinin sayıları ise bir hayli fazladır. Bunlar, doğrudan doğruya Müslümanların karşısına çıkmamakta, suret-i hakdan görünerek onların aralarına girmeye çalışmakta, bir

birleri aleyhine asılsız ve esassız itham ve isnadlar yaymak suretiyle, mâbeynlerindeki hürmet ve sevgiyi husumete çevirmek istemektedirler. Hâinane planlar ve kesif çalışmalarla devam ettirilen bu fesad hareketi karşısında Müslüman her zamankinden daha fazla dikkat ve hassasiyet göstermek, dostunu, düşmanını tam tefrik etmek mecburiyetindedir. Bilhassa bir mü’min kardeşi aleyhine sarfedilen sözleri, ileri sürülen itham ve isnadları derhal kabul etmemeli, aslını-esasını araştırmalı, doğruyu bulup ortaya çıkarmalıdır. İslâm hukukunda tarafeyni dinlemek esastır. Birisi diğerinin aleyhinde bir iddiada bulunur, bir itham ileri sürer, bir söz söylerse, aleyhinde konuşulan, yahut ithama hedef ittihaz edilen Müslümanı arayıp bulmak, mes’elenin esasını sormak, ileri sürülen ithamların vârid olup olmadığını tedkîk etmek her Müslümanın vazifesidir,

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri , “İslâmiyet selm ve müsalemettir, dahilde nizâ ve husumet istemez” demek suretiyle dinimizin daima sulh ve selamet içerisinde, kardeşâne, uhuvvetkârane bir hayatı esas aldığını, ayrılık ve gayrılıklara asla yer vermediğini, husumetin, kin ve adavetin içtima

î hayatı sarsan büyük bir tehlike olduğunu ifade etmiş bulunmaktadır.

Müslüman olarak gerek İslâmî hizmetin devamını arzu ediyor ve gerekse mü’minler arasında birlik ve beraberliğin teessüsü için hassasiyet gösteriyorsak, buna bilhassa dikkat etmeli, ortaya atılan iddiaların aslını esasını araştırmadan, doğruluk derecesini tesbit etmeden inanmamalı ve böylece uhuvvet ve muhabbetin her zamankinden daha fazla kalbimizde, kafamızda, ruhumuzda, aklımızda, aile efradımız arasında ve cemiyet hayatı içerisinde yerleşmesine, kök salmasına, neşv-ü nemâ bulmasına dikkat etmeliyiz.

İslâm’a hizmet edenler yahut İslâm’a hizmet ettiğini iddia edenler, bilhassa bu ölçüleri hatırdan çıkarmamalıdırlar.”

 

Prof. Dr. Mustafa Nutku

 

14 Mart Tıp Bayramı

14 Mart 1827’de, II. Mahmut döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet’in önerisiyle ilk cerrahhanenin, Şehzadebaşı’daki Tulumbacıbaşı Konağı’nda “Tıphane-i Âmire ve Cerrahhane-i Âmire” adıyla kurulması, Türkiye’de modern tıp eğitiminin başladığı gün olduğundan, 14 Mart “Tıp Bayramı” sayılmıştır.
Bediüzzaman, meslekler arasında en çok öğretmenlere, daha sonra da tıp doktorlarına ehemmiyet verdiğini söylemiştir; çünkü bunlar insanın eğitimi ve insan için en kıymetli nimet olan hayatına hizmet ile alâkalı mesleklerdir.
İnsanlar laik eğitim sisteminde kendilerine ekseriya açıkça bahsedilmediği için, o eğitimlerinde tabiat nizamının sebebler perdesinde takılmadan o perdenin ötesine de geçerek, “müsebbibü’l-esbâbı” (sebebleri yapan ve çalıştıran Allah’ı) eserleriyle tanımayı başarabilmeli; bunu bizzat yapamıyorsa, ona bu mevzuda destekte ve yardımda bulunabilecek öğretmenlerden, diğer insanlardan ve kaynak eserlerden istifadeyi asla ihmal etmemelidirler.
“İnsan hayatına hizmet” denilince de, Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde çok defa dikkat çekildiği gibi, “Asıl hayatın ebedî âhiret hayatı olduğu” gerçeğine uygun olarak; insanların sadece bu fanî, geçici, ardında her insan için mutlak bir ölümün olduğu dünya hayatlarına değil; onu takib edecek ve ölümsüz olan âhiret hayatlarına da hizmet anlaşılmalıdır. Bediüzzaman, kendisinin doktor talebelerinden Dr.Ali Kemal Durakoğlu’na yazdığı ve Risale-i Nur Külliyâtından Barla Lâhikası’nda yer alan meşhur mektubunda buna dikkati çekmektedir.
Ceddimle övünerek ondan kendime pay çıkarmak için değil; fakat, 14 Mart Tıp Bayramı’yla ilgili bir yazıda bahsedilmesinde fayda olabileceği için, Bediüzzaman’ın doktor talebelerinden olan babam Dr.Sadullah Nutku ile ilgili olarak 16,5×23,5 cm ebadında 504 sayfalık biyografi-hâtıralar-yorumlar kitabımı elhamdülillah tamamlayıp şahsî yayınım olarak Aralık 2017’de yayınlamayı Allah (c.c.) bana nasip etti. Facebook sayfamla ve e-posta listemdekilere kendim de duyurarak, 8 Mart 2018 Perşembe günü saat 18.00’de Cağaloğlu Kâzım İsmail Gürkan Caddesi No.6’daki “Bâb-ı Âli Sohbetleri” toplantısında o kitabımın tanıtımını yaptım. O kitabımın başlangıç kısmında şunları yazmıştım.
İSLÂM İMANINA SAHİP BİR DOKTOR OLMAK
Bediüzzaman’ın doktor talebesi Dr.Sadullah Nutku, sadece dahiliye mütehassısı bir doktor değil; ayni zamanda iyi bir Müslümandı. Onun bu vasfı üzerinde düşünürken, içinde bulunduğumuz iletişim çağında şahsen bu mevzuda da iyi bir iletişim yapabilmek maksadıyla, Bediüzzaman’ın ilk doktor talebelerinden Ali Kemal Durakoğlu’na yazdığı ve Barla Lâhikasında bulunan mektubundaki bazı cümlelerle, aşağıdaki mesajımı e-posta grubumdakilere göndermiştim.
“Birçok gencin kendileri ile ilgili ve birçoklarının ebeveynlerinin de çocuklarıyla ilgili istek ve ideallerinde doktorluk mesleği vardır. Çok küçük yaşlardan itibaren bu ideali gerçekleştirmek için çalışılır. Yapılan anketlere göre bu idealin temelinde, doktorluk mesleğinin cemiyet içinde en itibarlı meslek oluşunun ve yüksek maddî gelir imkânının rolü olabilirse de, bu mesleğin kazanılması hem zordur ve hem de doğrudan insan hayatıyla ilgili olması sebebiyle mesuliyeti de büyüktür.
           
Aslında sadece doktor (tabib) olmak -birçok insanın düşüncesinin aksine- çok önemli değildir; ‘Mü’min bir doktor olmak’ çok önemlidir. Çünkü bütün varlık âlemi içinde en kıymetli olan hayattır. Bütün varlıkların içinde en kıymetlisi de, insandır. Doktorluk (hekimlik, tabiblik, tıp mesleği), insanların hayatlarıyla doğrudan ilgili, onların hastalıklarını önlemek, iyileştirmek veya hafifletmek maksadıyla kullanılan ilim, sanat ve teknik çalışmalarını ifade ettiği için, bu meslekle insanların hem dünya hayatlarına ve hem de -bununla birlikte yapılabilirse- âhiret hayatlarına hizmet etmek, çok önemlidir.
           
Çünkü insanların hayatları onların sadece bu dünyadaki geçici fanî hayatlarından ibaret değildir. İnsanların hayatlarına hizmetlerin en kıymetlisi de, bu dünyadaki fanî hayatlarının erken veya geç, mukadder ve kaçınılamaz olarak sona ermesiyle başlayacak ebedî hayatları için çalışmaktır. İnsanların bu dünyadaki fanî hayatlarının bütün kıymeti ve ehemmiyeti, dünyadaki ölümlerinin sonrasında başlayacak ebedî hayatlarına çekirdek, başlangıç ve kaynak olması bakımındandır. Bir Hadis-i Şerifte ‘Dünya âhiretin tarlasıdır’; bir atasözümüzde de ‘Ne ekersen, onu biçersin’ denilmektedir. İnsanların, ebedî hayatlarını zehirleyecek ve bozacak şekilde sadece dünya hayatlarını düşünmeleri, ‘anî bir şimşeği ebedî bir güneşe tercih etmeleri’ gibi bir deliliktir!
             
Doktorların insan hayatına hizmetleri, onların sadece dünyadaki hayatlarına hizmetten ibaret olmamalıdır. Şuarâ Sûresi 26:80. âyetinin, Hz.İbrahim’in (A.S.) dilinden naklen bildirilen bir hakikat olarak ‘Hastalandığım vakit de bana O şifa verir’ mealinde dikkat çekildiği gibi, hastalığı da onun şifasını da veren Allah’tır; doktorlar, hastalığı veren Allah’ın o hastada Şâfî (şifa veren) ismini tecelli ettirerek şifayı vermesine ancak vasıta olurlar. Hastalığının şifa bulması için doktora müracaat etmek, ‘Allah’ın Şâfî isminin kendisinde tecelli etmesi için fiilî duada bulunmak’ manâsında olmalıdır. Ve bu fiilî duanın, sözlü duayla birlikte yapılması, hastalar ve onların yakınları tarafından ihmal edilmemelidir. Bunun aksine, doktorların kendilerini veya hastaların ve hasta yakınlarının doktorları ‘şifa verici’ olarak görmelerinde, en büyük günah olan ‘şirk’ (Allah ‘a ortak koşmak) kokusu bulunur. Maalesef bu mühim gerçeğe cehaletle veya inançsızlıkla aykırı davranarak bazı doktorlar kendilerini, bazı hastalar ve hasta yakınları da doktorları ‘hakikî şifa verici’ (!) olarak görmek gaflet ve dalaleti içine girerler.
Doktorlar, Allah’ın en mükemmel olarak yarattığı varlık olan insanın anatomisini, fizyolojisini diğer meslektekilere göre çok daha iyi öğrenmeleri sebebiyle Allah’a imanlarının diğer meslekteki insanlara nisbeten çok daha fazla olması gerekirken, bunun tam aksinin örneğini veren bazı doktorların da oluşu, asıl hakikat karşısında herkesten çok, bu neviden maddiyatçı ve gafil doktorların hasta olduklarını gösterir. Böyleleri, Kur’an’ın kudsî eczanesinden İslâm imanına ait ilaçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını ve hem de insanların maddî hastalıklarının yanında onların manevî hastalıklarını da tedavi edebilirler.
İnsanların asıl ihtiyacı olan doktorlar, böyle mü’min doktorlardır. Kendisi doktor olmak isteyenler doktorluk mesleğinde kendilerine böyle bir hedef seçmeliler; çocuklarının doktor olmasını isteyenler de, çocuklarını doktorlukla ilgili böyle bir hedefe göre yetiştirmelidirler.”
O kitabımda Dr.Sadullah Nutku’nun doktorluğu ve beşerî münasebetlerinden çok geniş bir şekilde bahsederken, üzerinde durduğum sağlıkla ilgili olumsuz manâdaki istismarların çok sayıdaki misalleri maalesef çok üzücüdür; fakat bunlar, hem günlük hayatlarda ve hem de medyada yaşanmaktadır.
5 Mart 2018 tarihli bir İstanbul gazetesinin manşet yazısı şöyleydi:
 ÖLÜYE İLAÇ- SGK, sağlıkta devleti 24 milyon lira dolandıranları tesbit etti: Ölüye bile tedavi faturası çıkarmışlar”.
Ayni gazetenin manşetinden sonraki haber metninin, gazetenin birinci sayfasındaki diğer cümlelerinde ise şöyle deniliyordu:
 
RİSK ANALİZİNDE: Hastane, eczane ve medikal firmaların 24,2 milyon lirayı bulan vurgunu, SGK’nın risk analiziyle çapraz kontrollerde ortaya çıktı. 3 bin 415 sigortalının ölümünden sonra 1,2 milyon liralık tedavi-reçete faturası gönderildiği, doğum iznindeki hekimler bin 615 kişiyi tedavi etmiş gibi 6 milyon liralık fatura çıktığı belirlendi.
VE ÖLÜ HEKİMLER: Vurgunda diğer kalemler. *Vefat eden hekimlerin 45 hastayı tedavi ettiğine dair fatura ile 24 bin 739 reçete ve işlem bildirildi. Bedeli: 4,1 milyon lira. *Hastanelerde başta kemoterapi ilaçları, çeşitli tedavilerle ilgili haksız faturalandırmanın bedeli: 11,2 milyon lira.*Haksız malul aylığının faturası da 1,5 milyon lira.”
O gazetenin birinci sayfasında manşet altındaki bu yazılar, 4. sayfasında da “DOLANDIRICI HASTANELER RİSK ANALİZİNE YAKALANDI ‘Ölü hekim tedavi etti’ başlıklarıyla çift sütun halinde devam etmekteydi.  
Burada sadece bir tanesindan bahsedilen bu haber, başka gazetelerde de mühim bir haber olarak verilmiştir.
“-Bu haberde bahsedilen konuda köklü çözüm nedir?” sorusunun cevabı ise, çok kısa olarak şöyledir:
“-Bunun köklü çözümü, çok iyi bir ahlâkî eğitimdir; İslâm ahlâkıdır.”
Ancak, o kitabımda da bahsettiğim gibi, sağlık sektörümüzde iyi örnekler de çoktur.
Çünkü bu dünya bazı dükkan tabelası yazılarındaki gibi “(falan veya filan) dünyası” değil; insanların Allah tarafından verilmiş akılları ve cüzî iradeleriyle, yaşadıkları süre boyunca içinde bulundukları bir “imtihan dünyası”dır. Risale-i Nur Külliyâtı’ndan Asâ-yı Mûsâ adlı eserde, Birinci Kısım/Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası’nda denildiği gibi:
“…bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziyâ-zulmet, harâret-burûdet, güzellik-çirkinlik, hidâyet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa, hayır bilinmez; elem olmazsa,  lezzet anlaşılmaz; zulmetsiz, ziyâ, ehemmiyeti olmaz; soğukla, harâretin dereceleri tahakkuk eder; çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikati bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur; Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyâsen, her şey bir cihette zıddıyla bilinebilir ve bir tek hakikat, sünbül verip çok hakikatler olur.”
Her hafta, çeşitli kuruluşlardan bana birkaç tane toplantı davetiyesi gelmektedir ve bu toplantılara nadiren katılmaktayım. 9 Mart 2018’de, irtibatlı olduğum ÜNDER (Üniversite öğretim Üyeleri Derneği) bana e-posta ile, 10 Mart Cumartesi günü (ertesi gün) İstanbul, Fatih’te, Ali Emirî Kültür Merkezi’nde, 11 kuruluşun desteğiyle, saat 9.00-18.00 arasında “Sağlıkta Ahlâk Sempozyumu- Sağlığın İlacı Ahlâk” adlı bir sempozyuma davetini gönderince, buna tümüyle katılmaya karar verdim ve katıldım. Bu sempozyumun programından, oturum başkanlarından, konuşmacılarından, onların konuşma konularından burada bahsetmeye imkân olamasa da, o sempozyumun sadece isminden bahsetmiş oluşum bile mahiyetini tahmine kâfi gelebilir.
 
Ülkemizde 150.000 tane kadar doktor, daha çok sayıda diğer sağlık personeli, üniversitelerimizin tıp fakültelerinde ve diğer sağlık meslekleri eğitim kurumlarında çok sayıda öğrenciler bulunmaktadır. Tüm sağlık sektörü çalışanlarımızdan bu sektörde yüksek ahlâkı yaşayarak ve başkalarına da bu konuda örnek olmaları sonucunda, insanlarımızın hem fanî dünya hayatlarına ve hem de asıl ve ebedî olan âhiret hayatlarına hizmet edenlerinin çok artmasıyla, daha mühim tıp bayramları yaşamamız dua ve temennilerimle 14 Mart 2018 Tıp Bayramını kutlarım. 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Helal Gıda Hatıraları – 2

Üniversitedeki kimya tahsilimde, Milletlerarası Teknik Stajyer Öğrenci Mübadele Birliği (İngilizcesinin kısa adı: IAESTE) vasıtası ile bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.

Bunu, o üniversite öğrenciliği yıllarımda bana gelen bir ilham sebebiyle yapmıyordum; içinde yaşadığım cemiyette ve hatta kendi akrabalarım arasında bile, benim dikkatimi çeken ve bu mevzuda hassasiyete sevkeden mühim misallerin İslâmî ölçülere göre değerlendirilmesi bana dehşet veriyor; beni bu mevzu üzerinde ibretle ve teyakkuzla düşünmeğe sevk ediyordu.

Tanzimat dönemindeki yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanlarından saydığım, yurt dışına eğitim için gönderilmiş fakat orada batının sadece bizden daha iyi seviyedeki fennini almakla kalmayıp bizden daha kötü seviyedeki ferdî yaşayış tarzını da almış, helal-haram tefrikini hiç düşünmeden ve bununla ilgili tercihlerini ve seçimlerini yapmadan ömrünü belli bir sona doğru tüketen insanlara bilhassa İstanbul gibi büyük şehirlerde o zaman da çok rastlanıyordu. Şimdi de buna çok rastlanmaktadır ve insanlar arasındaki bu tercih ve yaşayış farklılığı, iman ve küfür gibi, belki kıyamete kadar devam edecektir.

Bahsini ettiğim Tanzimat devrinin “Batılılaşma” felaketinin manevî kurbanlarından bir akrabam, babamın doktor ve dahiliye mütehassısı olmasına rağmen gittikçe kendisinin dinî hayatı yaşamağa daha çok ehemmiyet verir oluşunu daima yadırgar; babamın o halini her görüşmemizde tenkid eder;

“-Sakın siz de babanız gibi olmayın!”

gibi sözlerle, güya yaşça büyüğün yaşça küçüklere gerekli bir nasihatini yaptığını zannederdi.

O akrabam, babamın tıp mesleğinde başarılı birkaç lisanı değişik seviyelerde bilen, kendi kendine öğrendiği Almancasıyla o devrin dahiliye hastalıkları mevzuunda en mühim temel kitabı kabul edilen Almanca bin sayfalık bir kitabı gündüz resmî görevi ve özel muayenehanesinde çalışması yanında gece mesaisiyle iki yılda tercüme edip bizzat yayınlamış  dahiliye mütehassısı bir doktor olarak nasıl dinî hayata öncelik vermek hayat seyri içine girdiğini hiç anlayamazdı.

O akrabam babamı dünyada ayakları yere basmayan veya başka bir gezegenden gelmiş bir canlı gibi görürdü. Hayat sanki sadece dünya hayatından ibaretmiş gibi, o akrabam  babamın ahirete ciddî hazırlanmak gayretlerini kendi kendine izaha çalışırken kırk yaşından sonra bazı insanlarda mühim değişiklikler olabileceğinden de bahsederdi.

Aslında, belki de bu mevzuda bir hadis duymuş da onu kendine göre tevile çalışıyor da olabilirdi:

“Kırk yaşına geldiği halde, sevabı günahından fazla olmayan kendini ateşe hazırlasın.”

Kırk yaş, elbette mühim bir yaştı, fakat o akrabamın kendine göre tevile çalıştığı gibi değildi. Peygamberimize de (Sallallahu aleyhi ve sellem) âhirzaman peygamberliği vazifesi de kırk yaşında verilmişti.

Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden kişi olarak batılı kaynaklarca laik eğitim sistemimizde de kabul ettirilmeğe çalışılan, fakat İslâmî kaynaklarımızın bu propagandanın asılsızlığını gösterdiği  Pasteur adlı Fransız  doktor ile babam arasında, o akrabamız bir kıyas-ı maal fârık (geçersiz, yanlış bir kıyas) da yapar ve:

“- Babanız, başarılı bir doktordu; Pasteur gibi olabilirdi; fakat böyle oldu..”

şeklinde çok haksız, tehlikeli ve zararlı küçümseme ifadeleri bile kullanırdı.

Onun bu sözleri çok haksız, tehlikeli ve zararlıydı; çünkü, kâinatta en yüksek hakikat ve en büyük mertebe Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı Peygamberi (s.a.s.) ve kitabıyla bildirdiklerine inanmaktı. Pasteur’un şahsı ve mahiyetini iyi bilmediğimiz imanı bir yana,  “Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden olmak” sıfatının hakikî sahibi olduğu farzedilse bile bu sıfat, babamın o zamanki İslâm imanını taşımak ve yaşamağa çalışmak sıfatına asla üstün tutulamazdı.

Babamın çocukları olarak bizim de babamız gibi olmamamız için, o akrabam erken yaşlarda Batı ülkelerine gitmemizi ve Batılıların yaşayışını görmemizi çok defa bize tavsiye ederdi.

Sevabı ile günahıyla âhirete gitmiş olan o akrabamın kendisi hakkında elbette nihaî hüküm ifade eden sözler söyleyemeyiz; bu mevzuda hüküm Allah’a (c.c.) aittir. Fakat buna benzer sözler sarfeden başkaları da bu devirde çok olabildiği için, kendisinin bazı yanlış sözlerinin tahlilini burada yapmakta ve doğrusuna dikkat çekmekte mahzur yoktur. Hem de, helal gıda ile alâkası da bulunan bu mevzuda yapılacak böyle kısa bir tahlilde lüzum ve fayda vardır:

Tıp bilimi, değişik kilolardaki insanlara göre sayısı farklı olmakla birlikte, insan vücudunda ortalama yüz trilyon hücre bulunduğunu ve bunların çeşitli doku ve organlardaki ömürleri ve yenilenme süreleri farklı olsa da, ortalama bir insan ömründe hücrelerinin yaklaşık olarak ikiyüz defa yenilenebileceğini bildirmektedir.

İnsan vücudunu meydana getiren hücrelerin yenilenmesi, alınan gıdalardan gelen moleküllerin yapı taşı olarak kullanılması suretiyle olur. Helal gıda  almağa dikkat etmeden yenilir ve içilirse, haram gıdalardan gelen moleküllerle insan vücudunun hücreleri yenilenir ve insan bedeni helal maddelerden mamül halde  değil; haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden olur. Haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden ise, başka haramlarla da kolayca ünsiyet eder ve bu hal insanın tüm yaşayışına akisleriyle kendini gösterir.

Mezaristana göçmüş, daha niceleri gibi Tanzimatın yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanı saydığım o akrabamın, güya bizim iyiliğimiz için nasihat etmek makamında söylediği o yanlış sözleri sebebiyle Allah (c.c.) taksiratını affetsin; fakat o hali, yaşayış tarzı ve sözleri ile bana helal gıda almanın ehemmiyeti mevzuuna, onunkinin zıddına dikkat çekici ve yönlendirici  çok mühim ve müşahhas bir hal dersi verdiğini söyleyebilirim.

Çünkü, “Her şey bir cihette zıddıyla bilinir ve daha iyi anlaşılabilir” ; karanlık olmasa, biz ışığın ne olduğunu bilmezdik; küfür, fısk ve dalâlet ehlinin hali de, imanın ve İslâm’a uygun yaşayışın lüzumunu ve ehemmiyetini bize ders verir.

O akrabamın aramızdaki konuşmalarda sarfettiği başka yanlış cümleleri, “Bâtıl şeyleri iyice tasvir edip safî zihinleri idlâl” etmemek için nakletmeğe lüzum görmüyorum; fakat onun yanlış sözlerinin tepkisinin de, benim bu mevzuda doğruyu aramak ve yaşamak meylime kuvvet  vermek tesirinin olduğunu zannediyorum.

İşte, o akrabamın kendi maksadıyla uyumlu olmayan şekilde de olsa, ondan aldığım helal gıdanın ehemmiyeti hakkındaki, zıddıyla hal dersi sebebiyle (başlangıçta kullandığım cümleyi tekrar ile bağlantısını kurmak icabederse) “bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.”

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Nûr Kahramanları

Gençlik yıllarımdan başlayarak Nur hizmeti içinde şahit olduğum bazı hususları okurlarla paylaşmak istedim. Tarih sırasına göre anlatacağım. Hatıra kahramanları, hayatları ibretlerle dolu şahsiyetlerdir.

Şehit MEHMET OĞUZ

Din düşmanı bir komiserin karakola çağırıp kafasını duvara vura vura ve insafsızca döverek öldürdüğü Nazilli’nin hizmet şehidi, ihlâs sembolü, Nûr ağabeylerden Mehmet Oğuz’u ilkokul yıllarımda tanımıştım. İşte gözümün önünde canlanan örnek bir davranışı:

Nazilli’nin merkez camii olan Koca Cami’ye namaza geldiği zamanlarda, ezana biraz vakit var ise, elinde küçük bir Risale olduğu halde cami avlusunda bir ileri bir geri yürüyerek okumakla vaktini değerlendirir, gören cemaate örnek olurdu. Tepeden tırnağa nur gibi bir şahsiyetti…

Hastane morgundan çıkarıldığı zaman birkaç ağabeyle birlikte ben de oradaydım. Yüzündeki örtüyü açtıklarında, hafif çiseleyen yağmur nur yüzünü okşuyor, şehadetini ağlayarak tebrik ediyor gibiydi… Öyle bir yüz ki; tebessüm eden, canlı ve pırıl pırıl aydınlık. Şehadet şerbetini içtiği belli oluyordu. Allah rahmet eylesin!

AHMET FEYZİ KUL

Ortaokul ve lise yıllarımda Üstad Bediüzzaman’ın değerli ve yakın talebelerinden Ahmet Feyzi Ağabey ara sıra Nazilli’ye uğradığında akşam derslerinde görürdüm. Hattâ bir gece evimizde misafir kalmıştı.

İşte bu büyük insan, akşam sohbetlerine şeref verdiği zamanlarda kendi mahallî konuşma tarzı ile ders yapar, açıklamalarda bulunur ve fakat –ilginçtir- bazen konuşurken uyur kalırdı… Yaşlı haliyle hizmetin çile ve yorgunluklarını sırtlamış ve belki birkaç gündür uykuya hasret bir mübarek halin tezahürüdür diye düşünürdük ve onu rahatsız etmezdik. Zaten kısa süre sonra kendisi uyanırdı.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Sanırım 1970 yılıydı. Beşiktaş dershanesinde topluluğa ders yapıyordum. Dersin yarısında, muhterem büyük insan, Zübeyir Ağabey geldiler. yorgun ve bitkin görünüyordu. Hemen kapı girişine diz çöküp oturdular. Ben; “Ağabey böyle buyurun!” dedimse de, “Hayır kardeşim, devam edin” demişti.

Aman yâ Rabbi! Bundan güzel mahviyet, ihlas ve hizmet dersi olur mu?

Fazla durmadılar, Herhalde başka bir dersi de ziyaret etmek üzere ayrıldılar.

Üstadın pervanesi olarak, hizmetin en ağır ve çileli yükünü çeken “Nur’un büyük kumandanı” Zübeyir Gündüzalp’in ortalıkta pek görünmeyişi, hastalıkların ızdırabıyla hemhal olmasındandı. Hizmet şehidi olarak 51 yaşında vefat etti. Ruhu şâd olsun !

TAHİRÎ MUTLU

Tahirî Ağabey, Üstad Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde ve ondan tam ders almış “Saff-ı evvel”lerdendir. Üstadın; “kırk evliya kuvvetinde” sözü bu değerli şahsiyet için büyük bir bahtiyarlıktır…

İstanbul’da bulunduğu 70’li yıllarda, Nûr derslerinde diz çökmüş vaziyette, başı daima öne eğik, iki büklüm oturur, lüzum gördüğü an mahalli şivesiyle, kısa açıklamalar yapardı.

Şahsımla ilgili olsa da, şahit olduğum bir kerametini söylemeden geçemeyeceğim:

Şehremini Dershanesinde cemaatle akşam namazı kılacağız. O sırada Tahirî Ağabey de orada bulunuyormuş. Kardeşler, kıraatım düzgün diye hep beni imamete geçirirlerdi. Yine öyle oldu. Ben seccadeye doğru yürürken – herhalde Üstadın talebesi var diye – acaba Üstad Hazretleri nasıl bir tarz ve üslupla Kur’an okurdu veya nasıl bir okuyuşu tasvip ederdi? gibi düşüncelerle namaza durdum. Namazın bitiminde cemaate karşı dönüp oturdum. Tahiri Ağabey hemen arkamda olduğu için yüz yüzeyiz. Tesbihatlar yapıldıktan sonra “Lâ yestevî”yi okuyup Fatiha’yı çektim. Mübarek ağabey sağ elinin şehadet parmağını bana doğru hareket ettirerek; “Hah, hah kardeşim! Üstad hazretleri aynen böyle okuyuştan hoşlanırdı.” demez mi ?

Allah Allah! Çok müstesnâ bir duygu seline kapılmam bir yana, kalbimi okuyan bir kerametini apaçık görmüştüm…

MUSTAFA SUNGUR

Üstadımızın yakın hizmetinde bulunmuş, O’ndan dersler almış bir müstesna şahsiyet de Sungur Ağabeyimizdir.

İlk öğretmenliğinin menfilik yıllarında mandolin çalıp ders verdiğinden midir, duygu ve heyecan yüklü bir fıtrata sahip olduğundan mıdır? Bilemiyorum, marş söylemeyi çok severdi. Nûr marşlarını… Gerek Av. Bekir Berk’in yazıhanesinde ve gerekse otobüsle İstanbul dışına seyahatlerde, kardeşlerle birlikte marşlar söyler ve bundan da büyük haz duyardı.

Derslerdeki konuşmalarını ve okuyuşunu zor anlardık. Meğer sonra öğrendim ki; hapiste gördüğü işkenceler yüzünden imiş!

BAYRAM YÜKSEL

Sebat ve sadakat örneği, ihlas sembolü merhum Bayram Ağabey, hizmetlerin her işinde canla başla koşturur, gurur ve enaniyetin zerresi bile üzerinde görülemezdi… Ankara Hacı Bayram Medresesinde kalırlarken, bir iki arkadaşımla bana Üstad Hazretlerinin cübbesini teberrüken giydirmişlerdi. Bu işin fayda ve maslahatını zaman içerisinde anladım…

Kore gazisi bu büyük insan, Nûr hizmetinin prensiplerine harfiyen ve âzam mertebede uymakla mükemmel ve örnek bir talebeliği yansıtıyordu…

Av. BEKİR BERK

Av. Bekir Berk, Sungur Ağabey gibi heyecanlı ve duygulu fıtratıyla marş söylemesini çok severdi! Belki de yorgunluğu böyle izale oluyor ve moral buluyordu…

Bir gün yazıhanesinde, bize bir çeyrek altını göstererek; “Bakın gençler bu, Üstadımızın gaybî altınıdır.” demişti…

Yılmamayı, yorulmamayı azim ve iradeyi ondan öğrendik. Sanki Türkiye kazan Bekir Ağabey kepçe.. Dur-durak ve yorgunluk bilmeden koşturan muhteşem bir nur avukatı. Akıllı, dirayetli, cesur, çalışkan ve prensipli…

Dr. SADULLAH NUTKU

Tevazunun zirve şahsiyetlerinden birisi de, Bediüzzaman’ın doktoru Sadullah ağabeydir. Yeni Asya gazetesinin “doktorunuz” köşesinde hasta okuyucularına verdiği cevaplarda maddi ilacın yanı sıra “Hastalar Risalesi”nden devalar da yazardı. Belediye otobüslerinde zamanını boş geçirmez, cebinden çıkardığı küçük bir risaleyi okuyarak yolculuk yapar; sarığı belinde kuşak gibi kullanır ve camide başına sararak öyle namaz kılardı… Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırken, ya da ders okunurken çok büyük bir haz duyar, adeta kendinden geçerdi.

Merhum Sadullah ağabey de ehl-i keramet, veli bir zat idi.

Mehmet Gürler

www.cevaplar.org