Etiket arşivi: dünya savaşı

Üstad Birinci Dünya Savaşında

Teşkilat’ı mahsusa’da görev verilir
Yeni cihat fetvasını hazırla denir
 
Alman’ların deniz altı gemisiyle
Savaş fetvasını dağıttı tüm ülkeye 
 
Gönüllü milis albayı Bediüzzaman
Cephede ölümsüz büyük kahramanAman Allah’ım ne büyük cesaret
Diyordu, ölüm bizim için şahadet 
Gülleler altında herkes siperde 
Molla Said dimdik at üstünde 
Rus kâfirine adeta okuyordu meydan 
Korkuyordu, milis alayından düşman 
Nam saldı, dosta düşmana keçe külahlılar 
Rus’lar duyunca bu unvanı, kaçacak yer arar
Kahramanca ölümüne en başta savaşır 
Girmez sipere avcı hattında daim dolaşır
Cephede hançerine rastlar bir mermi
Allah’tan izin olmayınca isabet eder miGüllenin biri şalvarını delip geçer
Çekilmedi geri düşmana hücum eder

Cesurdu, korkup terk etmedi avcı hattını
Parçaladı bir kurşun tütün tabakasını

Sağ omzundan cephede yaralanır
Otuz topu düşmanın elinden geri alır

Düşman korkusu, ölüm endişesiyle

Girmedi hiç bir zaman siperine 
Birden “aklına gelir ruhuna ilişir”
“Şehit olsam şu anda durumum nedir? ” 
Hakiki tam bir ihlâsla, olmak için şehit
Buna kul değil, ancak Allah olur şahitAklen kalben ikna olup girer hemen sipere
Söylediğimi yaz der, talebesi Molla Habib’e

Düşman karşısında, top gülleleri altında
Yazdı, İşârât-ül i’caz-ı, savaş meydanında

 
Bekir Özcan
www.NurNet.org

1. Dünya Savaşı (Risale-i Nur’da tarih yorumları)

Dünyayı, İslâm âlemini ve Osmanlı Devletini etkisi altına alan son yüzyılın en büyük olayı şüphesiz Birinci Dünya Savaşı’dır. Bu savaş 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan birincisidir. 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa’da başlamış ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıt’alardaki sömürgelere de yayılması dolayısıyla “Dünya Savaşı” olarak adlandırılmıştır.

Dört yıl süren savaş, 1918 yılında sona ermiştir. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da dört merkezi devlete karşı, Avrupa ve diğer kıt’alarda bulunan yirmi beş devletin bulunduğu, o tarihe kadar görülmemiş ilk dünya savaşıdır. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı ile İtilâf Devletleri diye adlandırılan Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Rusya İmparatorluğu önderliğindeki Sırbistan, Karadağ ve Belçika devletleri arasında gerçekleşmiştir. Savaşa sonradan İtilâf Devletleri tarafında İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya da katılmıştır.

Bu savaşın etkilerini anlatan yorumları Risâle-i Nur’un yüzlerce yerinden okumak mümkün. Bediüzzaman, bizzat Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinde kalmış ve savaşın dehşetli anlarını yaşamıştır. Kendi ifadesiyle, yaşadıklarının bir kısmını “Harb-i Umumîde Van şehrinin, Rus’un istilâ etmesi ve ihrak etmesiyle harâbezâr olması; ve ekser ahâlisinin şehâdet ve muhâceretle kaybolması” (Lem’alar, Fihrist, s. 403) şeklinde ifade eder. Başka bir ifadesinde ”Nev-î beşer’e gelen en büyük bir musîbet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım” (Lem’alar, Sekizinci Lem’a, s. 57) demesiyle, Ruslara esir düşmesi neticesinde yaklaşık üç yıla yakın vatanından çok uzaklarda zor şartlar altında hayatiyetini sürdürebildiğini hatırlıyoruz.

Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nın zahirî çıkış sebebini tarihçilerin ortak ifadesiyle şu sözleriyle belirtir: “Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Hâşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski Harb-i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 457) Bu tesbitlerini aşağıda aktaracağımız ansiklopedik bilgiler de teyit etmektedir:

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan ‘Princip’ tarafından öldürüldü. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsbourg Hanedanı’nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya’yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya’ya danıştı. Almanya’nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan’a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi.

Sırbistan bu notaya—Rusya’nın desteğiyle— kaçamak cevaplar verdi. Bunun üzerine Avusturya, 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan’a savaş ilân etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz’da genel seferberlik ilân etti. Daha önceden Rus Seferberliği’ni savaş ilânı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya, 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilân etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu ‘Schlieffen Planı’na uygun olarak, Fransa’yı hemen ezip seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya’ya sonra dönmek istediğinden, Fransa’ya saldırıda en kolay yol olan ‘Flander Düzlükleri’nden ordusunu geçirmek istedi ve bunun için Belçika’ya ‘Zararsız Geçiş Hakkı’ için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere’ye danıştıktan sonra Almanya’nın teklifini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika’ya saldırdı ve İngiltere de Almanya’ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi.

Risâle-i Nur’un değişik yerlerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına ilişkin yorumlara da rastlamak mümkün. İşte o yorumlardan bazı örnekler:

* Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfî milliyetin nev-î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 311)

* Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmi’den istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş. (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 353)

* Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-î insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınâya ve paraya istinad ederek firavunâne bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-î beşeri mesul ediyor, diye “insan” ism-i umumîsiyle tabir edilmiş. (Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 596)

Bediüzzaman’ın iktibas ettiğimiz bu ifadeleri ile tarihçilerin tesbitleri birebir örtüşmektedir. Ancak Bediüzzaman, işin özünü ifade etmiş olup, ayrıntılara girmemiştir. İşte tarihçilerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları ile ilgili tesbitlerinden bazıları.

* Avrupa’daki mevcut dengeler değişti.

* Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmış; Çarlık Rusya’sı yıkılmıştır.

* Barış Antlaşmalarında milliyetçilik prensibine dikkat edilmemesi azınlık sorununun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

* Komünizm, Faşizm, Nazizm gibi, demokratik olmayan, totaliter rejimler ortaya çıkmıştır.

* Milliyetçilik güçlendi ve ulusal devletlerin kuruluşu hızlandı.

Bediüzzaman’ın “insanlığın en büyük musîbeti” diye nitelediği Birinci Cihan Harbi’nden, Risâle-i Nur perspektifinden çıkarılacak derslerin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu konuda uzman kalemlere büyük görevler düşmektedir. Bu gerçekleştirildiği takdirde, Risâle-i Nur’un müsbet ilimlere bakış açısı gözler önüne serilmiş olacaktır.

Kaynak : MEHMET SELİM MARDİN / www.saidnursi.de

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Milliyetçilik

İslam tarihinde bilindiği gibi ilk milleyitçilik hareketi Emeviler döneminde başlamış ve çok acı neticeler verdirmiştir. Fakat; asıl meselemizi ilgilendiren milleyetçilik ise, 1719 Fransız ihtilali ile başlamıştır. Ve Avrupa’da dalga dalga yayılıp, Avrupa devletlerinde uzun süre savaşlara neden olup 1. dünya savaşı gibi umumi bir felakete sebep olmuştur. Hoşgörü ve adaletin hakim olduğu Osmanlı Devleti 30 civarında milleti 6 asır bünyesinde barındırmış ve idare etmiştir. Avrupa’nın dessas zalimleri dışardan bir türlü yıkamadıkları Osmanlı Devleti’ni ırkçılık taunuyla zamanla yıkmayı başarmışlardır.

İlim ve irfan abidesi olan Bediüzzüman bütün ömrü boyunca asrımızdaki iman hastalığının tedavisi için çalıştığı gibi bu milliyetçilik illetinin de çaresi için müminler arasında uhuvvet ve muhabbetin tesisine bütün ruh-u canıyla çalışmış ve birliğimizi bozan milliyetçilik fikrinin Avrupa’dan geldiğini şöyle ifade eder:

“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan Avrupa dessas zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar. Ta ki parçalayıp onları yutsunlar.” (Mektubat 298)

Ve demiş ki: “Ben, ‘El islamiyetu cebetil asabiyetel cahiliyete’ ferman-ı kat’isiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyet perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa o Frenk illitini İslam içine atmış; ta tefrika versin, parçalansın, yutmasına hazır olsun.” (Mektubat 59).

Kısacası, ırkçılık bütün güzel hasletleri yıkar, muzır hasletlerin türemesine sebep olur. Bediüzzaman, tüm milliyetçilik hareketlerine karşı sergilediği temel ilke, İslam toplumunun birliği, beraberliği ve rahatıdır. Ve hayatı boyunca müsbet hareket tarzıyla buna çalışmıştır. Yanlış olarak gördüğü idarecileri de ikaz etmiştir. Dahilde silahla mücadele yolunu kapatıp anarşiye sebebiyet verecek her türlü yolu engelleyip asayişi muhafazaya çalışmıştır.

Hatta bir gün on kadar aşiret reisi Bediüzzaman’a gelerek Şeyh Said’in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve beraberliğini bozacak ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak hiçbir dahili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Ve bu tür girişimlerin arkasında ecnebi parmağının olabileceğini hatırlatmıştır. Aşiret reislerini ikna edip vazgeçirmiştir.

Yine Bediüzzaman uhuvvet risalesi adlı kitabında, mümine karşı kin ve düşmanlık yapmanın çok büyük bir zulüm olduğunu şöyle ifade eder: “Ey insafsız adam, şimdi bak ki, mümin kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen adi küçük taşları Kabeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhuttan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öylede; Kabe hürmetinde olan iman ve Cebeli Uhut azametinde olan İslamiyet gibi çok evsaf-ı islamiyeye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı iman ve İslamiyete tercih etmek o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük zulüm olduğunu aklın varsı anlarsın.” (Mektubat 65)

Evet, birlik ve beraberliğimizi iktiza eden sebepler yüzlerdir, ayrılığımıza ise birdir. Mesala, Allah’ımız bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, peygamberimiz bir, binlerce bir bir birliğimizi gerektirdiği halde, sırf unsuriyetperverlik fikriyle ona karşı cephe almak, düşman nazırıyla bakmak ne derece büyük bir zulüm olduğunu aklı olan, vicdanı sönmeyen herkes anlar.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org

 

Sosyal Hayatın Çimentosu: Muhabbete Muhabbet

Tarih boyunca insan topluluklarının büyük zaferler elde etmesinde, büyük medeniyetler kurmasında, sonraki nesillere önemli eserler bırakmasında en önemli etkenlerden bir tanesi dayanışma ve bu dayanışma sonrasında oraya koydukları başarı olmuştur. Başarıyı derinleştiren, kökleştiren, şahsilikten, heva ve hevese dayalı olmaktan çıkaran da inanç ve imani esaslar olmuştur. Son ve en mükemmel din olan İslam insanlar arasındaki, özelde iman ehli arasındaki dayanışma ve kardeşliğe çok büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu esaslarla bu durumu temellendirmiştir.

İnsanlar arasındaki dayanışma ve işbirliği maddi temellere dayandığı zaman neticesi de maddi olacaktır. Manevi dayanışma ise hem maddeyi hem de manayı biraraya getirmektedir. Manevi değerlerimizin başta gelenlerinden bir tanesi muhabbettir. Kur’an-ı Kerim’in her emrinde muhabbet ve muhabbete davet vardır. Peygamber Efendimizin gönderilişindeki, “en güzel ahlakı tekmil etme”de muhabbet vardır. Hazreti Ebubekir’in (ra) kendi vücudunun büyütülmesini, cehennemin bu şekilde doldurularak müminlerin tümümün cennete gitmesini niyaz etmede muhabbet vardır. İşte bu yüzdendir ki; Risale-i Nurda veciz bir şekilde ifadesini bulunan “muhabbete en layık şey muhabbettir” hükmü ortaya konmuştur.

Muhabbet dostluğun ilacı düşmanlığın da panzehiri olmuştur. Adavet ve düşmanlık ise muhabbetin adeta yok edicileri olmuştur. Muhabbet sosyal hayatta etkili olduğu oranda ittihat ve terakkiyi vücuda getirirken, azalmasına paralel olarak kardeşler arasında kin ve düşmanlık tohumlarının yeşermesine yol açmıştır. Kâinatın özünde var olan muhabbetin nasıl yok edildiğine, normal şartlarda karıncayı dahi incitmekten sakınan insanoğlunun en vahşi canavardan daha vahşi bir hale dönüştüğüne, iki dünya savaşından daha ibret verici bir örnek olamaz. Muhabbetin zerresinin kalmadığı bir ortamda milyonlarca insan yok edildiği gibi, asırlarca vücuda getirilen medeniyetler de yok edildi.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur, diyen Bediüzzaman, sadece müminlere değil, tecavüz etmeyen düşmanlarımızın kötü fiillerine dahi düşmanlık edilmemesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Çünkü cehennemle neticelenecek olan İlahi azap kâfidir…

Bilerek veya bilmeyerek insan gururunun, nefsinin etkisiyle iman ehline karşı haksız bir şekilde düşmanlık eder, kendini haklı zanneder. Hâlbuki husumeti değil; muhabbeti gerektiren iman ve İslamiyet yeterlidir. Buna rağmen düşmanlık beslemek bu yüce değerleri hafife almak ve değerden düşürmek anlamına gelir.

İman ehli olan kardeşine kin besleyen, düşmanlık eden insan, bu olumsuz duyguların tedrici olarak kalbini kararttığının farkına varmaz. Uzakta bulunan birilerine beslediği kin ve düşmanlığın bir süre sonra ailesinin içine kadar sirayet edeciğinin farkına vardığında iş işten geçmiş olur. Kin ve düşmanlığın yerleştiği, kökleştiği bir kalpte yeniden muhabbeti ihya etmek hiç de kolay değildir. Onun içindir ki, önceleri basit bir suç işleyen insanın eli titrerken bir süre sonra katil milyoneri olabilmektedir. Çünkü kin ve adavet kalbindeki muhabbetten eser bırakmamıştır. Muhabbetin galebe ettiği kalbi taşıyan insan ise hiç kimseye kin tutamaz sadece acır.

Al-İmran Suresi 3. Ayette; “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin”, buyrulmaktadır. O Yüce Peygamber ki, içlerinde hiç iman ehlinin olmadığı, kendileri davet etmiş olmalarına rağmen taş yağmuruna tuttukları Taiflilerin helakini değil bağışlanmalarını talep etmiştir. Dolayısıyla böyle bir Peygambere (asm) uymanın yolu, adavetten değil muhabbet etmekten geçer.

Risale-i Nur’da dikkat çekilen ve vurgusu yapılan önemli hususlardan bir tanesi de Hazreti Hasan’ın (ra) sadece altı ay süren halifelik müddetidir. Bu süre çok kısa olmasına rağmen çok büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü O büyük insan savaşı değil barışı, bölünmeyi değil ittifakı arzu ettiği ve istediği için halifelikten feragat etmiştir. Sıradan bir makam veya mevki bile terk edilmezken Hazreti Hasan’ın (ra) halifelikten çekilmesi büyük bir ehemmiyet arz etmiştir.

İman ehli olanlar arasında nurani bağ olan muhabbet sahibine de çok büyük faydalar sağlar. Kalbe genişlik ve ferahlık verir. İmanın kuvveti nispetinde bu genişlik artar ve manen inkişaf eder. Diğer taraftan kâinatta meydana gelen hiçbir olumsuzluktan dehşete kapılmaz. En büyük musibetlere karşı gelebilir. Ruhi ürperti duymaz. Bunun da en büyük kaynağı Allah’ı bilmek ve iman etmektir. İman şuuru; insana şu ihtarda bulunur: Senin yaratıcın bu memleketin gerçek sahibidir. Her şey onun emri dairesinde hareket eder. Her şeyin dizgini onun elindedir. Bütün bu zahiri bela ve musibetlerden kurtulmak için Yaratıcıya sığınmak ve Ona bağlanmak yeter. Ona dayandıktan sonra, insanı ağlattıran, hazin durumlara sokan şeyler adeta suret değiştirerek düşman sureti yerine dost suretine bürünürler.

Sosyal hayatta farklı guruplar arasında güçlü bağ oluşturan ve her türlü bölünmelere, ayrılıklara engel teşkil eden hususların başında iman kardeşliği gelir. Bu kardeşlik yerine menfi milliyet fikrini aşılamak sadece çatışmalara zemin oluşturur. Devlet bütünlüğünü ve milletin kaynaşmasını değil, toplumun zararında menfaatini görenlerin işine yarar. Örneğin; Kürtlük, Araplık, Türklük tesis etmek; bunun oluşmasına ve gelişmesine engel teşkil eden dini bağları zayıflatmak, sadece toplumsal barışın mahvına yarar. Kardeşin kardeşe düşmesine, muhabbetin buharlaşıp adavetin yaygınlaşmasına vesile olur. Ülkemizde değişik dönemlerde uygulamaya konulan menfi milliyet ülke menfaatine zarar verdiği gibi hiçbir kesime de yarar sağlamamıştır.

Toplumun kaynaşmasını değil ayrışmasını netice veren, ırkçı olmayanları da ırkçılığa sevk eden ve bu yolla toplumda büyük tahribatlara yol açan menfi milliyetçilik iman esaslarına taban tabana zıttır. Toplumumuzda ittifakı sağlayan nurani bağ değil, ayrılıkları netice veren zulmani bir olgudur. Irkçılık fikri müminler arasında mevcut olan nurani bağları tahrip eden en büyük felaketlerin başında gelir. Dolayısıyla iman bağı ayrılıkları değil dayanışmayı gerektirir. İman birliği kalplerin birliğini ister ve gerektirir. Aynı inanca ve iman değerlerine sahip olma da sosyal hayatta birlik ve beraberliği, kardeşliği gerektirir.

Risale-i Nur iman edenler arasındaki manevi ve sağlam bağları dikkate sunarken; Yaratıcımızın, Rızkımızı verenin, taptığımız Allah’ın birliğine dikkatimizi çeker. Devamında; peygamberimizin, dinimizin, kıblemizin, devletimizin, memleketimizin… Birliğine işaret eder. Dolayısıyla birlik ve beraberliği gerektiren manevi bağların sayılamayacak kadar çok olduğu ikazı yapılırken buna karşı ayrılığı ve farklılığı gerektiren şeylerin ise örümcek ağı gibi zayıf ve ehemmiyet olduğu vurgusu yapılır. Dolayısıyla müminlere, bütün bunlara rağmen kin bağlamak söz konusu manevi değerlere karşı hürmetsizlik ve münasebetsizlik olduğu açık bir şekilde ortaya çıkar. Aynı zamanda böyle bir saygısızlığın zulümle eşdeğer olduğu da ifade edilmektedir.

Bediüzzaman muhabbetin nur ve nurani olduğunu, nurani şeylerin mahiyetinde yansıma ve etkileme olduğunu kaydeder. Bu yüzdendir ki, dostumuzun dostu bize de dost olmaktadır. Muhabbet insanlar arasında iyilik ve yardımlaşmayı had safhaya çıkarırken, insanların şahsi hayatında da maddi-manevi huzuru yeşertir. Yirminci yüzyılda zirve yapan sefahat ve dalaletin Cenabı Hakkın gazabına vesile olduğu, ırkçılığı ve tarafgirliği şırınga eden cereyanların kalpleri katılaştırdığı ve akabinde meydana gelen iki dünya savaşının insanları adeta helak ettiğine şahitlik edilmiştir.

Bediüzzaman, bu olumsuz cereyanların etkisi ile imanı zayıf olan bir kısım velilerin dahi birinci sırada görmeleri gereken iman hakikatlerini ikinci, üçüncü sıraya bıraktıkları tespitini yapmaktadır. Siyasi tarafgirlik yüzünden kendi görüşlerinde olmayanları haksız bir şekilde tenkit ettiklerini, dini hisleri ve düşünceleri söz konusu olumsuz cereyanlara tabi kıldıklarını, dolayısıyla insanlar arasında muhabbet yerine tenkit ve düşmanlığın ön plana çıktığı tespitini yapmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Abdulnasır Yiner

risaleakademi.com

Dünya Savaşı’nı Gören İhtiyardır!

Balkanlarda yaşadığım bazı hadiseleri NurNet okuyucuları ile paylaşacağım:

Evet, Üstad Bediüzzaman: “Cihan Harbini Gören İhtiyardır” Demesi ile İhtiyar olduğumuzu ispat ediyor. “İhtiyarların tecrübesinden istifade etmek lazım“: Düsturunun yazımıza tevafukunu  eklersek, yaşadıklarımızdan bir şeyler anlatmak lazım.

Yazıma başlamadan: Allah memleketimizi ve âlem-i İslamı böyle durumlara düşmekten muhafaza eylesin. İkinci cihan harbini yaşayan biri olarak Balkanlarda yaşadığım bazı tecrübe ve bilgileri kardeşlerle paylaşmakta fayda görüyorum:

Her ne kadar ikinci dünya savaşı zamanında yaşım biraz küçük idi ise de, yaşlı adam gibi hadiseleri hatırlıyorum.

Alman, Bulgar ve Yugoslavya’nın partizanlarından oluşan üç düşman kuvvet, yaşadığımız kasabacığı bomba ve tüfekler ile biri diğerine saldırarak, savaşlar oluyordu. 24 saatte onlardan biri ötekileri kovalayıp kasabamızı istila ediyorlardı. En son Bulgarlar, Kasaba sakinlerini okul meydanına toplayıp insanlardan bazılarını halkın önünde öldürüyorlardı ve Bulgarca halka: “Hepinizi sabun yapacağız” diyerek halkı korkutuyordu.

Onlardan bir subay Bulgaristan Türklerinden olup imanından gelen merhametle,  bize Türkçe “korkmayın, sizleri şimdi salacayız” diyerek bize gayret veriyordu. Ama onlardan çoğu Bulgar gavuru olduğu için, biz okul meydanında iken  evlerimizdeki eşyaları yağmalamışlar. Eve döndüğümüz zaman sandıklardaki eşyaları bile alıp götürmüşler. Bu sırada dellallarla evlerimizi terk etmeyi emredip evlerimizi yakacaklarını ilan ediyorlardı. Zavallı bizler canlarımızı kurtarmak için elimizde hiçbir eşya alamamak şartı ile uzak köylere gitmeye mecbur olduk. 4-5 ay dışarıda kaldıktan sonra perişan evimize döndük.

Bunu de anlatayım: Bulgarlar bize zulüm yaptılar ama Almanlar yapmadılar. Müslüman olduğumuzu öğrenince: “Müslümanlar iyi insanlardır” manasında (Muhammedan guut) diyorlardı.

Balkanlarda II. Cihan Harbinden Sonraki Hal ve Sosyalizm İdaresi

Savaştan sonra başımıza çok kurnaz Hırvat asıllı Mareşal Tito isminde bir lider geldi. Komunizmden biraz daha yumuşak bir idare olan sosyalizmi kendine idare sistemi olarak benimseyen Tito’nun idaresinde kanun, kâğıtta değil, harfiyen tatbikatta idi. Ülke 7 federalden oluşuyordu: Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ, ve Makedonyadan oluşuyordu. 12 milletten oluşan Yugoslavya devleti her millete kendi dilinde okul açmaya kadar eşitlikle idare etti. Bu sebepten dolayı, çoğu devlet Tito’yu makbul bir şahsiyet olarak biliyordu. Amma Tito, zavallı halka, özellikle genç nesillere, okul eğitiminde dinsizlik propagandası yaptı.

Kurnaz dedim, evet yaşlılara hiç dokunmadı, camileri kapamadı. Hacılar, hocalar dışarıda sarıkla geziyordu, isteyen ve parası olan hacca gidebiliyordu. Fakat 1948’de dini tedrisati yasat yerleri olan mektepleri kapadı, ta 1959’a kadar öyle devam etti. 1959’de camilerde hocalar, çocuklara kitapsız din dersi verebildi, 4-5 sene öyle devam etti. Ondan sonra: “Camilerde hocalar kitapla ders verebilir” izni devletten geldi. Öte yandan okullardaki öğretmenlere “dikkatli olun camide din dersi almaya giden çocukların notlarını kırınız” dedi ve böylece istikbalin teminati olan gençlerin manevi dünyalarına çok zarar verdi. Şöyleki:

Mareşal Tito, her zaman halka hitab edeceği sırada konuşmalarına “Genç kızlar ve genç erkekler” sözleri ile başlardı. Yani yaşlıları kale almazdı. İdareyi sağlam ele alınca “Kolektif” sistemini uygulamaya başladı, Yani halk, beraber çalışacak, tarlaları beraber ekecek, beraber biçecekler, herkese yetecek kadar buğday verilecek. Fakat bunu uygulayamadı bıraktı.

Sonra 10 hektarın üzerinde arazisi olandan alıp, daha az arazisi olana verdi ve merhametten mahrum olan, âileden kopuk asaletsiz kimseleri alıp muhtar, mahalle azası ve ispiyonluk gibi vazifeyi onlara verdi. Yani böyle şerefsiz kimseleri idare makamına yükseltmekle, şerefli insanların sesini kesti.

Sonra devletine gelir sağlamak için buğdaydan, sığır hayvanların etinden, sütünden, tavuktan, tavuğun yumurtasından vergi aldı. Halk evleri yapmak için ormanda ağaçları olandan vergi aldı. Gerçi dükkanlar çok az  değildi, ama evin ihtiyaçlarını gidermek için, memurlara “Taçka” ismi ile bir çeşit kupon, zavallı köylülere et, yumurta, buğday gibi ürünlerden alabilmeleri için “Bon” adında başka bir çeşit kupon verildi.

Evet bugün gibi hatırlıyorum, küçük bir ineğimiz vardı, 157 litre süt vergi götürmüştüm. Sıkı isen içine azıcık su kat, kendini hapishanede bulursun. Ve daha önce anlattığım, gibi savaştan çıplak çıktık. Çok zaruri ihtiyaç içindeyken, içine saman koyup bir yatak yapmak için, bir beyaz astar için 10 adet tavuk ve 60 adet yumurta vermiştim. Bu bilgiler Allah’ın verdiği bol nimetlere daha çok şükretmemize fayda sağlar tahmin ediyorum.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.Orgwww.AlbNur.com