Etiket arşivi: ebed

Ahiret Hakkında

Ahiret: “son, sonra olan”,“dünyadan sonraki ebedî âlem”, “dünyadan sonraki menzil” demektir. Hayat yolculuğumuzda, baba sulbü, ana rahmi, çocukluk menzillerinden geçerek bulûğa erdiğimizde, önümüze iki ayrı yol açıldı: inanmak veya inanmamak. Bu akışın bir devamı olarak, ölüm, kabir, mahşer ve mizan safhalarından sonra kendimizi iki sonsuzun kavşağında bulacağız. Ebedî cennet ve cehennem…

Zaman nehrinin sürükleyip götürdüğü bu âciz insan, dünyadan sonra bir başka âleme gitmeyeceğini nasıl iddia edebilir!? Âhirete inanmadıklarını söyleyenler, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremeyenlerdir. Onların inanmadıkları aslında ba’s yâni diriliş hâdisesidir. Yoksa, ahirete inanmamak zamanın akışına karşı durmak ve yarına inanmamak gibi bir saçmalık olur. Her insan, sekerat denilen can çekişme ameliyesi ile dünyadan sıyrılır, elbisesini soyunur. Öldüğü anda kendisini bir yeni âlemde bulur.

Mevt (ölüm), nevmin (uykunun) kardeşidir buyruluyor. İsimleri de benziyor birbirine. Her gece, ölümün küçük kardeşi olan uykuya dalan ve her sabah yeniden dirilircesine dünyaya gözünü açan insan, kıyametin ve haşrin alâmetlerini her gün seyrediyor demektir.

“bu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makûl ve lâzım ve kat’i ise haşrin sabahı da berzahın baharı da o kat’iyettedir” (Sözler )

O hayatın huzmeleri bize daima el ediyorlar. Ama önemli olan, oraya varmadan orasını kabullenmek; ilk ağartılarda güneşi seyredebilmek. Güneş doğduktan sonra, artık onu kabullenmenin bir değeri mi kalır?

O güneşin bir nuru da kendi ruh dünyamızda!.. Ebed arzusu.
Söz sultanı büyük üstad bu arzunun âhiretin varlığına ayrı bir delil olduğunu şu harika vecizeyle ifade buyurur: “eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”

Evet, bizi yaratan zât, şu âlemi seyretmemizi istemeseydi, ana rahminde bize göz takar mıydı?

Bu güzelim sesleri işittirmek dilemeseydi bize kulak verir miydi? İşte, âhiretin varlığına en büyük bir delil insan ruhuna konulan bu “ebedî yaşama” arzusu.

Bazı insanlar: “Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma” (kasas sûresi,77) Âyet-i kerimesindeki ilâhî emrin ilk şıkkını tamamen ihmal ederek bütün enerjilerini dünya hayatı için harcarlar.

Dünya; “denî”, “aşağı” mânâsına geliyor. Bütün ömrü boyunca aşağı olanı isteyen, aşağılığa alışan, aşağı işler peşinde koşan insan, artık âhiret yurdunu gözetemez olur. Yüksek idealler, ulvî sıfatlar, güzel ahlâklar ruhundan gitgide silinir. Bir de bunun zıddı var. İnsan imanda terakki ettikçe, rabbine kavuşmağa daha fazla iştiyak gösterir. Âhirete bol sermaye gönderdikçe, oraya kavuşmayı daha çok istemeye başlar. İstikbalini düşünen ve ileride kavuşacağı mevkileri dikkate alan çalışkan bir öğrencinin artık okulun bahçesine, sınıfına, kantinine, sırasına rağbet etmemesi gibi, onun kalbinde de dünya sevgisi gitgide azalır.

Bozulmamış hiçbir akıl, hayatın bu dünyada başlayıp yine bu dünyada biteceğine ihtimal veremez. Bedenindeki milyarlarca hücrenin, etrafındaki milyonlarca çeşit canlının ve nihayet semayı şenlendiren o sonsuz yıldızların sadece şu kısacık dünya hayatının başını beklediklerine hiçbir akıl “evet” diyemez.

“onlar kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah gökleri ve yeri ve onların arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattı. İnsanların birçoğu rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr edicidirler” (rum, 8)

Mi’ractan sonra, şanlı peygamberimiz (a.s.m.), âhiret âlemini ashabına şöyle anlatmıştı: “ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ve ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir.”Cennet bundan daha iyi anlatılamaz. Çünkü bu tarif cenneti görenin tarifidir.

Üstad Bediüzzaman’ın: “bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, membalarını göster” duasını şöyle anlayamaz mıyız? Dünya ancak sûretler ve gölgeler âlemi. İnsanın fotoğrafı kendisinden ne kadar geri ise, cennetteki hâli de bu dünyadakinden o kadar ileri. Ağacı söz dinleyen cennetin, insanı lâf anlamayan bu dünyadan ne kadar ileri olduğu az çok hissediliyor.

Kaldı ki, akıl da “bunun böyle olması lâzım” diyor. İnsan birkaç kilometre yürüdü mü birkaç saat dinlenme ihtiyacı duyuyor ve söyleniyor kendi kendine: Nasip olur da cennete gidersem, bu ayaklarla gitmemeliyim. Bana o sonsuz âlemde, yorulmayan ayak gerek.

Bir sohbet ne kadar tatlı olursa olsun, birkaç saat sürdü mü zihin yorulmaya, dikkat dağılmaya başlıyor. Demek ki, bu dimağla da cennete gidilmez. Bize dinledikçe hazzı artan, yorulmak nedir bilmeyen, usanmayı tanımayan bir dimağ lâzım…

Otobüs, taksi, uçak, bunlar bizi zamanla yarıştıran, arzumuza tez elden kavuşmamıza yardım eden vasıtalar. Bu dünya âhirete nispeten gölge makamında kalacağına göre, oradaki sürat da bunların hiçbiriyle kıyaslanacak gibi olmasa gerek. Orada madde zamanın üstüne çıkacak. Gemi deryayı yutacak. Uzak yakın farkı kalkacak ortadan. İnsan, dilediği makamda ânında bulunacak. Daha ilerisi, insan bir anda birçok yerlerde bulunabilecek.

Orası asıllar âlemi. Bu dünyada gaybî olarak inandığımız iman hakikatlerini orada müşahede edeceğiz. Şu anda peygamberlerle (a.s.) görüşmemiz ancak hayâlen olabiliyor; gölgeden ileri geçemiyor. Orada bütün muazzez zevatla bizzat görüşeceğiz. Mazhar olacağımız bu şerefler silsilesi, “rü’yetullah” ile en ileri seviyesine ulaşacak…

Yürümenin ardında yorgunluğun saklandığı, tebessümlerin riyaya büründüğü, yemenin doyma ile sınırlandığı, elemlerle sevinçlerin gece ile gündüz gibi birbirini durmadan kovaladığı bu sûretler âlemine aldanmayanlar, asıla kavuşacaklar. Gerçek saadeti orada bulacaklar. “Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir” hadis-i şerifinden güç alarak, rabbimizin lütfuna itimaden, hep cennetten söz ettik. Cehennem de asıllar âleminden bir başka köşe. Elemin, ıstırabın, pişmanlığın, hüznün, ahın, eyvahın da aslı orada.

Buradakiler onlara göre gölge ve resim kabilinden. Onlardan o kadar zayıf, o kadar geri… Elbette böyle bir azaba ebediyen duçar olacak bir insan da bu dünyadakinden farklı bir yaratılışa sahip olmalı. Nitekim öyle de… Cehennem ateşinde yanıp kavrulan bir âsinin bedeni, ânında yeniden yerine gelecek ve azap böylece aralıksız sürüp gidecek…

Âhiret için “kudret âlemi” tabiri kullanılıyor. Orada her şey zamansız, ânında vücut bulacak. Ama kudretin bu zamansız tasarrufu da yine hikmet üzere yürüyecek. Cennet ve cehennem, mizandan sonra. O halde, bu âlemlerdeki bütün icraatlar ölçülü ve mizanlı olacak. Mizanda zerre mıskal hayır da şer de tartıldığı gibi, cennetteki haz da cehennemdeki azap da çok ince bir adaletle taksim edilecek. Herkes sevabınca lezzet alacak ve günahınca elem çekecek…

Yavaş yavaş olan hızla da olur. Safha safha meydana gelen bir anda da vücut bulabilir. Kanunu koyan kaldırabilir veya değiştirebilir. Hayâlimiz dünyanın öte ucuna bir anda gidiyor, ayaklarımız ise seyrini adım adım yürütüyor. Âhirette ayaklarımıza hayal kanunu uygulansa buna kim mâni olabilir? Nitekim öyle de olacak. Kaldı ki, yavaş gitmemiz de Allah’ın kudretiyle, hızlı gitmemiz de… Bizim işin içinde neyimiz var?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Kâinatın Yaratıcısı’nı Tanıma

Bir varlığın veya bir şeyin bilinmesi tanımıyla mümkündür.  Bütün bilimlerin temelini tanımlar teşkil eder.  Tanımlar bir takım kurallara göre yapılır.  Matematikte de doğruluğu sorgulanmadan kabul edilen bazı gerçekler vardır ve bunlara “aksiyom” adı verilir.  Aksiyomların doğruluğu tartışılmaz ve olduğu gibi kabul edilir.  Mesela, “sonsuz “ ve  “sıfır” matematikte birer kabuldür.  Matematikte bütün tanım ve problemler bu kabuller üzerine bina edilir. Eğer bunlar sorgulanır ve olduğu gibi kabul edilmezlerse,  o zaman matematikte işlem yapmak mümkün olmaz.

İşte en yüksek ve en dakik ilim iman ilmidir ve en geniş ve nurani fen ise, Marifetullah’tır. Yani, her şeyin yaratıcısı, ilim, irade ve kudret gibi sonsuz sıfatları olan Allah’ın bilinmesidir.

Her şeyin bir tanımı olduğu gibi, elbette Allah’ın da bir tanımı olmalıdır. Bu tanımlama öyle doğru bir şekilde yapılmalıdır ki, “Efradına cami, ağyarına mani” olmalıdır. Yani, bu yapılan tarif ile tanımlanan zatın, diğer bütün varlıklardan ayrı, kendisine has özellikleri ve sıfatlarının yanında, başka varlıkların sıfatlarıyla karıştırılmayacak şekilde ortaya konması gerekir.

Allah Kendisini Kur’an’da Tarif Etmektedir.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de kendisini bize şöyle tanıtmaktadır:

Cenabı hak ezelidir, ebedidir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihet ne zatında, ne sıfatında, ne işlerinde benzeri, dengi, şebihi, misli, misali, yoktur.  Sıfatları zatındandır. Her şeyi O yaratmıştır. Kendisi yaratılmamıştır.  Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Mekândan münezzehtir. Yani bir yerle kayıtlı değildir. Her yerdedir. Her şeye, her şeyden daha yakındır, her şey ondan sonsuz uzaktır. Allah’ın sıfatlarını biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

1-Allah Ezelî’dir

Her şeyden önce Allah(c.c.) ezelidir, kadimdir, varlığının başlangıcı yoktur. Evveli olmayana ezelî, kadim, sonradan meydana gelene de hâdis denir.

Allah kadim’dir, sonradan var olan şeyler İlâh olamaz. Yüce Allah’tan başka ne varsa, bunların hepsi hâdistir, yani sonradan olmuşlardır. Bunlar Allah’ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus ezeli sıfatını taşıyamazlar. O’nun ezeli varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur. Âlemler sonradan yaratılmıştır. Öyle ise yaratıcı yaratılmış olamaz. Allah’ı (hâşâ) kimin yarattığını sormak da Allah’ı bilmemekten ileri geliyor. Çünkü yaratılmış olarak ne düşünülürse, o mahlûktur, İlâh olamaz .

Allah’ın ezeliyetini kabul etmeyen veya aklına sığıştıramayanlar, maddeye ezeliyet vererek, atomlar adedince İlâhları kabul etmeye mecbur kalıyorlar.

2-Allah Bâki’dir

Allah ebedîdir, sermedidir. Ebediyet sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “fani’’ sonu olmayana da “bâki’’ denir.

Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü ebedîdir, bakidir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı hiçbir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat yüce Allah, Bâkidir, değişiklikten ve yok olmaktan uzaktır.  Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudret eseri ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Her şey yok olmaya mahkûmdur, ancak azmet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir. Öyle ise değişime uğrayan İlâh olamaz. Değişmezlik gerçek yaratıcının en önemli bir özelliğidir.

3- Allah Yaratılmış Şeylerin Hiçbirine, Hiçbir Yönden Benzemez

Allah’ın sıfatlarından birisi de her cihetçe sonuz mükemmellikte olmasıdır. Sonradan yaratılan hiçbir şeye benzerliği olmamasıdır.  O hatırlara gelen her şeyden başkadır.

Şu kâinatta mümkinat, yani yaratılan ve yaratılabilen dediğimiz her şey değişir, başkalaşır, birbirine benzeyebilir, doğar, doğrulur, büyür, sonunda ölür ve yok olur. Bütün bunlar bir ihtiyaçtan gelir. Allah ise,  ne bunlara ne başka şeylere hiçbir şeye muhtaç değildir.

İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekâna, zamana, yiyip içmeye, gezip dolaşmaya, yaratılmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Bunlar yok iken,  o yine vardı. Her şeyi yoktan O var etti. O madde dediğimiz nesnelerin hiçbir özelliği ile mukayese edilemez. O’nu, bilinen mümkinat dediğimiz yaratılmış varlıklarla karşılaştırmaya çalışan çok büyük hata eder. Çünkü O “leyse kemuslihi şeyün’’ dür. Yani ne zatında, ne sıfatında ne işlerinde benzeri yoktur. Misli olamaz, ortağı bulunmaz.

Evet, bütün kainatı, bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i  Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde, kemal-i intizam ile tedbir, idare ve terbiye  eden bir Zat-ı Akdes’e, misil ve mesil ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet,  O öyle bir Zattır ki, O’na yıldızların icadı zerreler kadar kolay gelir.. O’nun kudreti karşısında, en büyük şey ile en küçük şey birdir.  Hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaz.  Hadsiz fertler, bir fert gibi nazarında hazırdır.  Bütün sesleri birden işitir.  Umumun hadsiz ihtiyaçlarını birden yapabilir.  Kâinattaki bütün varlıkların intizamlı ve ölçülü yaratılışları,  hiçbir şeyin O’nun idare ve tedbirinin ve dilemesinin haricinde olmadığını gösterir. Hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazırdır. Her şey O’ndan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise her şeye nihayet derecede yakındır. İşte böyle bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir .

Güneş misali ile bunları akla bir derece yakınlaştırabiliriz. Mesela güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi ile bütün eşyaya yakındır.  Bütün varlıklar ondan kilometrelerce uzaktır.  Bir an için güneş akıllı ve şuurlu kabul edilse, onun yedi renginin her birisini de bir sıfatı olarak dikkate alınsa, mesela yeşil rengi görmesi, sarı rengi işitmesi, mavi rengi konuşması gibi farz edilse, yeryüzündeki bütün varlıklarla bir anda görüşebilir. Bütün mahlûkatın sesinin bir anda işitir. Biri diğerine mani olmazdı. Hem her varlığın yanında olduğu halde, onlardan kilometrelerce uzak bulunurdu. İşte Cenab-ı Hak da, sonsuz nuraniyete sahip olduğundan bir anda her yerde bulunabilir, her şeyi bizzat kendisi idare eder, bir iş bir işe mani olmaz.

4-Allah’ın Varlığı Kendi Zatındandır

Allah’ın ezeli ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allah Teala’ya Vacib’ul vucud, yani, varlığı kendinden dolayı gerekli denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan uzaktır.  Yaratılmış olarak düşünülen şey, ilah olamaz. Bunun için; “Allah’ı kim yarattı? Diye soru sorulmaz. Çünkü böyle bir soru, başlangıçtaki İlâh tarifindeki kabule aykırıdır.  Allah’ı tarif ederken, her şeyi O‘nun yarattığı, fakat kendisinin yaratılmadığı kabul edilmişti.

O, kendiliğinden vardır, kadimdir. O ilahi kitabında bildirdiği gibi doğmamıştır, doğrulmamıştır. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kâinat bulunurdu, ne de başka bir şey.

Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız âlemin varlığını izah etmeye imkân kalmaz. Allah’tan başka var olan ve mümkünat dediğimiz şeyler ise, hem var olmaya hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar .

Allah’ın Kudreti Zatındandır

Allah’ın sıfatları zatındandır. Yani O’nun varlığının gereğidir.  Bizim sıfatlarımız varlığımızın gereği değildir. Nefis Allah’ın sıfatlarını anlamada kendine kıyas yaptığı için, nefsin bunu anlaması biraz zordur.  Mesela, Allah’ın görme sıfatı zatındandır.  Yani, görmesi olmayan veya sınırlı olan İlâh olamaz.  Ama görmesi olmayan veya sınırlı olan yine insan tarifine dâhildir.  Aynı şekilde, kudreti olmayan veya sınırlı olan İlâh değildir.  İşitmesi sonsuz olmayan İlâh olamaz.

Allah’ın sıfatlar zatındandır. Sıfatlar zatından olunca, o sıfatın zıddı oraya giremez. Girdiği farz edilse, o zaman iki zıddın bir anda bulunması gerekir ki,  bu da mantıken mümkün değildir. Mesela, ilmin zıddı cehalettir.  Allah âlimdir. Yani sonsuz ilim sahibidir.  Aynı anda Allah hem sonsuz ilim sahibi ve hem (haşa) hiçbir şeyi bilmeyen cahil olamaz.  Aynı şekilde, hem her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi olması ve hem de (haşa) hiçbir şeye gücü yetmeyen bir acziyet içinde bulunması mantıken mümkün değildir.

Bir sıfatın zıddı olmayınca, orada derecelenme ve mertebe olmaz. Çünkü her şeyin derecelenmesi, zıtlarının varlığı sebebiyledir. Mesela, güzelliğin derecelenmesi çirkinliğin mevcudiyeti sebebiyledir. Mahlûkatta, yani yaratılan varlıklarda bu derecelenme olur. Çünkü onların var olmaları için,  sıfatları varlıklarının gereğinden değildir.  Bazı sıfatların sınırlı olması veya hiç bulunmaması, o varlıkların meydana gelmesine engel değildir. Ama Allah öyle değildir. O’nun bütün sıfatları sonsuz olmak ve mutlaka bulunmak durumundadır.

Allah’ın sıfatlarında derecelenme ve mertebe olmadığı için, az-çok, büyük-küçük O’na göre birdir.  Allah’ın bir atomu yaratmada harcadığı kudret ne ise, Cennet ve Cehennem de dâhil, bütün kâinatı yaratmada harcadığı kudret aynıdır. Hatta Allah, mevcut kâinatın sonsuz katı kadar daha kâinatları yaratacak olsa, yine bir atomu yaratmada harcadığı kudretten fazla bir kudret harcamayacaktır.

Kısaca,  büyüklük ve küçüklük, zorluk ve kolaylık insana göredir. Allah’ın sonsuz kudreti karşında az-çok, büyük-küçük birdir, fark etmez. İnsanı yanıltan da bu sırrın anlaşılamamasıdır.

Dr. İdris Görmez / NurNet.Org