Etiket arşivi: Eğitim Sistemi

Eğitimde Kendi Modelimizi İnşa Etmek ve Müfredata Kimlik Kazandırmak

Öyle bir insan düşünün ki, bu insan, aldığı eğitimle kendi hayatını ve geleceğini kurabiliyor, kendi gözleriyle görebiliyor, kimlik ve şahsiyet kazanıyor. Eziklik ve aşağılık kompleksi gibi illetlerle malûl değil. Öyle bir eğitim ki, insanımıza büyük ve sınırsız düşünmenin yollarını açmış bulunuyor.

Nerede o eğitim? Ülkemizde mi? Eminim ki hepimiz eğitimde üst üste bunca reformlar yapılmasına rağmen, tedbirleri geçersiz kılan ve Milli Eğitimi yapboz tahtasına çeviren eğitimin asli sorununu merak ediyorsunuz? Okullarla ilgili alınan tedbirlerin meyvesini vermesi ve Milli Eğitim dünyamızın yapboz tahtasına dönüşmesi de açıkça göstermektedir ki, tüm iyi niyetlere rağmen, en üst seviyede dahi eğitim dünyamızla ilgili konularda ciddi yanlışlıklar ve yanılgılar hakim. Eğitim sorunu diye gördüklerimiz aslında gerçek ve aslî sorunlar değil, yansıma ve gölgelerdir. Öyleyse bize düşen temel yanılgılara dikkat çekmek (asıl-kök sorunları göstermek) gerçek çözümleri ele almaktır.

Peki problem nerede? Neden öğrencide ve öğretmende arzu ettiğimiz milli bir heyecan uyandıran reformları gündeme getiremiyoruz? Hatta neden öğretmenden veli-öğrenciye kadar her kesimde eğitime ve okula karşı bir küskünlük var?  Neden ülkemiz baştan sona bir sınavlar ülkesi halini aldı ve eğitim adına cevapları belli doğruların ezberletilmesinden başka bir şey yok?

Cevabı gayet basit aslında… İnsanımız kendisine, kendi değerlerine yabancı bir yapı ile karşı karşıya. Tüm ders ve süreçlerde; müfredat denilen öğretilecekler listesi dayatma şeklinde öğretmene – öğrenciye sunuluyor. Öğretmen gibi, velinin de öğrencinin de seçme hakkı yok. Özel eğitim kurumlarına bile ders ve öğretilecekler konusunda verilen inisiyatif yok aslında. Tam bir devletçi yapı hakim. Kendi değer ve inançlarımızın düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninin çok çok uzağında bir eğitim sistemimiz var. Her alanda Batı’yı referans alan ve Batı’nın ikinci sınıf karikatürü ve kötü bir taklidi olan bir eğitim yapısı bu. Hayattan ve uygulamadan kopuk devam eden bir süreçte, cevapları belli soruların ezberletilip/tekrarlatılıp durduğu bir vasatta ülkemiz insanı bilimde, sanatta ve düşüncede özgün şeyler veremiyor.

İnsanımız çocuklarımıza bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandıracak nitelikli bir eğitimin hasreti içinde. Eğitimimizin direksiyonunda hep Batılı danışmanların olduğu söylenir (bu iddianın doğru olduğuna dair hayli makale ve hatta tezler var. Meraklısına sunabilirim). Batılının amacı ise hep diğer ülkeleri sömürmek ve onları kendilerine bağımlı kılmak olmuştur. Bu amaçta en etkili vasıta olarak eğitim kullanılmaktadır. Üretemeyen ve başkasına bağlı toplumlar haline getirmek için diğer ülkelere biçilen rol, kimliği yok edici, bilgiye-sınavlara odaklı bir eğitimdir ki, ülkemizde tam anlamıyla böyle bir yapı hakimdir.

Gerçekten de bu eğitim tezgahından geçen insanımız kendine güvenini kaybetmekte; öğrenilmiş çaresizliğin girdabına düşmektedir. Hep cevabı belli sorular ezberletildiğinden, hayata dair (cevabı belli-açık olmayan) gerçek sorular ve sorunlar karşısında acziyet hissetmekte ve çözümü hep başkalarından bekleyen zihin yapısına sahip olmaktadır. Bu atmosfer derin güçlerce çok iyi değerlendirilmektedir. Batıdan gelenler kutsal emir ve vahiy gibi algılanmakta ve uygulanmaktadır. Bu yüzden de kurumlarımız ve yetkililer millî kaynaklı çözüm odaklı projeler geliştirememektedir. Ya da kendi değerlerimize sahip çıkma cesareti gösterememektedir.  

Ülkemiz, sürekli birilerine (Batıya) bakarak hizaya gelmeye çalıştı. Hala da kurtuluşu Batı modellerinde arıyor; Batılı danışmanların arka planda sinsice dayattığı şekilsel dönüşümlerden medet umuyor. Geçmişe baktığımızda eğitime ruh ve kimlik kazandıracak projeler hiç gündemde olmadı. Hep şekilsel şeyler önümüze sunuldu. Bir proje-reform başlıyor. Onun daha neticelerinin görmeden, ikincisi gündeme geliyor. Onun rüzgarı ile bir süre oyalanıyorsunuz. Sonra başka bir sözde reform ve dönüşüm hikayeleri gündeminizi işgal etmeye başlıyor. Eğitim bu yüzden yapboz tahtası olmaktan kurtulamıyor.

Çünkü siz daha işin başında yanlış yapıyorsunuz. Kendi referanslarınızla yola çıkmıyorsunuz. Siz Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i, Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirvelerini tanıtabilir misiniz?

Öncelikli sorunun eğitimde kimlik bunalımı ve ahlaki yozlaşma olduğunun farkına varacağız. Eğitimdeki kimlik sorunu bağlamında Yusuf Kaplan’ın tesbitleri ne kadar yerinde:

“Şu temel gerçeği kavramamız gerekiyor artık: Eğitim meselesi, bir medeniyet meselesidir: Her medeniyet, kendi Yaratıcı, insan ve âlem tasavvuru doğrultusunda kendine özgü bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idraki üzerinde/n kendi insan tipini ve bu insan tipinin hem varolduğu hem de var ettiği hayatı ve hayat tarzını, vasat’ı ve vasıta’ları inşa eder.

Hiç kimse, medeniyet meselesini kavramadan eğitim meselesini hâl yoluna koyabileceğimizi düşünmesin. Yine hiç kimse, Türkiye’nin eğitim sisteminin, Batı uygarlığının eğitim anlayışını, sorunlarını kavramaktan bir hayli uzak, devşirdiği Batılı eğitim sisteminin değerlerini de deforme eden çarpık bir eğitim sistemi olduğu yakıcı gerçeğini gözardı etmeye kalkışmasın.

Ayrıca hiç kimse, Türkiye’deki eğitim meselesini tartışırken, -bizim eğitim sistemimizin kötü bir kopyesi olduğu- Batı’daki eğitim sisteminin bizatihî kendisinin çöktüğünü, bunun temel nedeninin Batı uygarlığının yaşadığı köklü varoluşsal / felsefî bunalım olduğunu unutmasın.

(…)

Türkiye’de, eğitim sorunlarının sığ ve dayanaksız temeller üzerinden, kısır ve zihnimizi kısırlaştırıcı bir çerçevede tartışıldığı bir zaman diliminde, Sezai Karakoç’un da, Nurettin Topçu’nun da, Bediüzzaman’ın da yaptıkları tespitlerin ve tekliflerin hiçbir şekilde gündeme gelmemesi, getirilmemesi, açıkçası, eğitim meselesinde daha çok işimiz olduğunu gösteriyor.

Oysa gerek Sezai Karakoç’un, gerek Nurettin Topçu’nun, gerekse Bediüzzaman’ın sahip oldukları kuşatıcı, ihata edici medeniyet perspektifi, yalnızca eğitim meselesinde değil, her alanda bize taptaze ve imajinatif ufuklar sunacak bir perspektiftir.” (Yusuf KAPLAN, Yeni Şafak, 12.3.2012)

İmanın ve kendi değerlerinizle teçhiz olmanın kazandırdığı manevi gücün yerini hiçbir şey doldurmayacaktır. Bu güçle kendinizi yeterli hissediyor; her türlü eziklik ve komplekslik duygularından sıyrılıyorsunuz. Yine bu manevi güç size fedakarlık ve hamiyet duyguları aşılıyor. Yeni bir medeniyet kurma, insanlığı yeniden inşa etme ve yeni bir dünya kurma inanç ve hayaline sahipseniz; idealinizi gerçekleştirmek için içinizde doğan ateş başarı yolunda en büyük itici gücünüz oluyor. Sistem anlayışı ve ekip ruhu (takip-organize) ile hareket etmeyi, eğitimi teknoloji ve yeniliklerle birleştirmeyle ilgili hususları çabuk kavrıyorsunuz.

Bu süreçte, çok geçmeden, tahkik ve tefekkürü esas yapan zihinsel dönüşüm sürecinde ortak aklı hakim kılmayı, eğitim, beyin-öğrenme ve motivasyon gerçeklerini öğreniyorsunuz. Esasen Arşimet dayanak noktasını bulmuş ve fıtrata, hakka dayanıyorsanız sizi tutacak bir güç yoktur. Hakkı ve sevgiyi rehber yapmışsanız elinizde güzel aletleriniz olmasa da çok güzel işler başarabiliyorsunuz. İmkansızlıklar içinde imkanlar oluşturuyorsunuz.

Yapacağımız şey basit. Kaybettiğimiz güvenimizi ve ümidimizi kendi değerlerimizle yeniden kazanmak. Ne kadar basit olursa olsun kendi geliştireceğimiz ve pilot uygulamaları ile başarılarını göreceğimiz eğitim modellerini hayata geçirmek. İşgal altında kalan müfredatı/bilimi kendi kimliğimize ve ülkemizin hedefleri/öncelikleri/faydası doğrultusunda bir medeniyet anlayışı ile yeniden inşa etmek…

Kendimizin ürettiği milli karekterli modeller insanımızın vicdanında ma’kes bulacak ve umumi bir heyecan ortaya çıkacaktır. Eksiklikler zamanla telafi edilecek, mükemmele doğru bir gelişim süreci başlayacaktır.

Prof. Dr. Osman Çakmak

www.Ulegder.net

Okullardaki Değerler Eğitiminin Önündeki Engeller – Çözümler

İnsanlar birlikte yaşamaya ve ihtiyaçlarını gidermek için birbiriyle alış-veriş yapmaya muhtaçtırlar. İnsan önce ve en çok kendini sever ve menfaatine düşkündür. Bazen küçük bir menfaat için başkalarının büyük zarar görmesine bile razı olur. Sosyal hayatta barış ve huzurun temini adaletle olur. Ama kişilerin aklı çok defa menfaatin hizmetine girer ve kendi menfaatine taraf olacağı için adalet edemez. O yüzden genel bir akla ve ona dayanan kanun ve kurallara ihtiyaç vardır. Adaleti temin ve toplumsal huzuru tesis için genel akla dayanarak toplum ve iş hayatındaki davranışları düzenlemeye yönelik kural ve kaidelere “etik değerler” veya “ahlaki değerler” denir.

İnsan; insan olması hasebiyle, şefkat vasıtasıyla, başkalarının sevinciyle sevinir ve onların elemiyle üzülür. Yardımlaşma gibi vicdana dayanan ve adaleti aşıp ihsan boyutuna ulaşan davranışlara da “insani değerler” denir. Tüm araştırmaların gösterdiği gibi, etik veya ahlaki değerlerin en büyük, en yaygın ve en etkin kaynağı dindir. Eskiden din kurumu tek başına bu değerleri sağlamaya ve canlı tutmaya yeterli idi. Ancak modernitenin yükselmesiyle din geri planda kaldı ve ortak ahlaki değerlerde oluşan boşluğu seküler eğitimle doldurma ihtiyacı doğdu.

Dünyada her meslek gurubunun tabi olduğu bir etik değerler kodu vardır ve bu değerlerin öğretilmesi o meslek eğitiminin bir parçasıdır. Örneğin ABD’de mühendislik programlarını akredite etmede esas alınan ABET 2000 kriterleri bu şarta şöyle vurgu yapar: “Kriter 3, Program çıktıları ve değerlendirme: Kurumlar, mühendislik programları mezunlarının: (f) Profesyonel ve etik sorumluluklar hakkında bir anlayışları olduğunu göstermek zorundadırlar.” Benzer şartlar diğer meslek guruplarında da vardır.

OKUL ÖNCESİ VE SONRASI DEĞERLER EĞİTİMİ

Eğitim, örgün (sistemli bir şekilde okullarda ve okul yaşındaki çocuklar için), yaygın (talep üzerine açılan ve yetişkinler dahil her yaş gurubuna hitap eden) ve informel (sistematik olmayan ve insanların günlük yaşam süreçleri esnasında okuyarak, gözlemliyerek, tecrübe ederek, dinliyerek veya akıl yürüterek öğrenmesi) olmak üzere üç gruba ayrılır. Araştırmalara göre, insanların sahip oldukları bilgilerin %90’ının kaynağı informel eğitimdir, yani insanın günlük yaşam esnasında “yaşam boyu öğrenim” kapsamında öğrendiği şeylerdir. O yüzden öğrenmede en büyük pay yaşam boyu öğrenmeye aittir ve bu, değerler öğretiminde de böyledir.

Değerler, davranışlarımıza rehberlik eden prensiplerdir. Değerlerin kaynağı inançlardır. İnançların da en etkini, yüksek bir otorite ile ilişkilendirilen dini inançlardır. İnançların mantıksal bir çerçeveye oturuyor olması şart değildir ve hatta mantığa tamamen zıt da olabilir. 13 sayısının uğursuz olduğuna inananların 13’ncü katta veya 13 numaralı koltuğa oturmaktan kaçınması gibi. Zihinlerin saf olduğu ve muhakemeler gelişmediği için iyi ve kötü fikirlerin zihinlerde kalıcı iz bıraktığı çocukluk yılları kalıcı değerler oluşumunda en önemli yıllardır. Bu erken yıllarda edinilen değerleri sonradan değiştirmek çok zordur. Bu yüzden okul öncesi eğitim ve takibeden ilköğretim, değerler oluşumunda en önemli safhaları oluşturur.

Çocuklar akıl yürüterek değil taklit ederek öğrenir ve gördüklerini bir fotoğraf filmi gibi alır. Çocuklar değerleri örnek alarak aldıklarından, değerleri öğretmede en etkin yol örnek olmaktır. Hatta denebilir ki bir çocuğun değer yargıları, büyük etapta anne babası, aile büyükleri, komşuları ve ilköğretimdeki öğretmen ve arkadaşlarının değer yargılarının bir bileşkesidir. Tabi bu teknoloji çağında listeye televizyon, internet ve çocuğun okuduğu yazılı malzemeler ve hatta dinlediği müzikler de eklenmelidir. Bütün bunlar, çocukların karakter oluşumunda arkadaş, kitap vs. seçiminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Cenap Şehabettin’in dediği gibi, “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez, bazıları zehirler.” Bu yaklaşım, çocukların seyrettiği diziler ve oynadıkları oyunlar için de geçerlidir. Batı ülkelerindeki yaygın hamburger kültürünün kökleri, çocukluk yıllarında seyredilen ve mutlulukla özdeşleştirilen fast food reklamlarında aranmalıdır. Ayrıca, zaman bireysellik ve hürriyet zamanıdır ve kişiliği gelişmiş olan ergenlere orta ve yüksek öğrenim dönemlerinde değer empoze etmeye kalkmak ters tepki oluşturacaktır.

Değerlerin büyük oranda küçük yaşlarda şekillendiği ve insani değerlerin en etkin kaynağının din olduğu dikkate alınırsa küçük yaşlarda ve hatta okul öncesinde din eğitiminin ne kadar önemli olduğu oraya çıkar. O yüzden ilköğretim yıllarındaki din eğitimine konan engeller derhal kaldırılmalıdır. Aksi taktirde yeni neslin değerlerimizden uzaklaşma süreci hızlanarak devam edecek ve çocuklarımız bize yabancılaşacaklardır. Kaldı ki, laik olduğunu iddia eden bir devletin din eğitimi önüne engeller koyması, din eğitimini kontrol etmesi ve hatta din eğitimini kendi tekeline almaya kalkması laik devlet anlayışıyla tabana tabana zıttır. En iyi örneğini ABD’de gördüğümüz modern laiklik anlayışında, ailer çocuklarına istediği din eğitimini, istediği yerde, istediği zaman ve istediği kişi ve kurum aracılığıyla verir. Bu, temel bir insanlık hakkıdır ve devletin din ve vicdan özgürlüğü sahasına hiç bir şekilde müdahale etme hakkı yoktur. Ayrıca, Batı ülkelerinde dini, çoğulculuk anlayışı içinde cemaatler temsil eder. Örneğin Hristiyanlığın belli bir yorumunu temsil eden Katolikler dini bir camaattir ve üzerlerinde hiçbir devlet kontrolü yoktur. Dini cemaatlere yapılan bağışlar da vergiden düşülür. ABD’de ilk ve orta öğrenimin yapıldığı 97 bin devlet okulunun yanında 7400 katolik okulu da vardır ve bu okullarda papaz ve rahibeler öğrencilere din dersi de verip dini değerleri öğretirler. Aynı hak müslüman okulları için de söz konusudur. Bizde ise çocukların aynı amaç için gönderildiği İmam Hatip Okulları meslek okulu kapsamında görülmekte ve en temel bir hak olan dinini öğrenme ve öğretme hakkı ihlal edilmektedir. Modern dünyada laikliğin en katı yorumunu temsil eden Fransa’da bile isteyen aile çocuğunu ilk ve orta öğretim için dini okullara göndermekte ve bunun ücretini devlet ödemektedir.

Yine ABD’de 1 milyonu aşkın öğrenciye okullarda değer erozyonuna uğramamaları için aileleri tarafından evde eğitim verilmektedir. Ayrıca, her Pazar kiliselerde çocuklar dahil tüm aile üyelerine din dersi verilmektedir. Türkiye’de devlet daha demokratik bir açılımla bu çağdaş demokrasi çizgisini yakalamayı amaçlamalı ve camileri manevi değerler için bir yaşam ve eğitim merkezi haline dönüştürme projesini başlatmalıdır. Böylelikle ailelerin çocuklarına etkin bir değerler eğitimi vermesinin önü açılmalıdır. Örneğin hafta içi bir akşam ve/veya hafta sonu belli saatlerde imamlar camilerde çocuk ve hatta aileler için din dersi başlatabilir, aynen Türkiye’de azınlık cemaatlarinin kendi üyelerine kiliselerde din eğitimi verdikleri gibi. Bu yapılınca okullardaki zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi de tüm dinlerin ve kültürlerin ortak bir zeminde taraf olmadan öğretildiği gerçek manada bir “kültür” dersine dönüştürülebilir. İmamların mümkün olduğunca İlahiyat Fakültesi mezunu olmaları şartı aranmalı, İmam Hatip liseleri meslek okulu kategorisinden çıkarılmalıdır, aynen öğretmen liselerinin meslek okulu kategorisinden çıkarıldıkları gibi.

TEMEL ORTAK PROBLEM: DEMOKRASİ EKSİKLİĞİ

Görünüşte Türkiye’nin laiklik, Kürt ve Alevilik gibi çözümsüzlüğe mahkum edilmiş birçok sorunu var gibi görünse de aslında Türkiye’nin sadece bir tek sorunu vardır ve o da demokrasi kıtlığıdır. Dindarlarla olan problemin temelinde dine tahammülsüzlük, dini evlerde dört duvar arasına hapsetme ve dindarları inkar etme vardır. Kürtlerle olan sorunun temelinde Kürtleri inkar ve Kürtçeyi yok sayma ve Alevilerle olan sorunun temelinde de Alevileri bir inanç gurubu olarak görmezden gelmede ısrar vardır.

Türkiye gözünü kapayarak hiçbir problemin yok olmıyacağını artık görmeli ve gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermelidr. Türkiye laikliği modern dünya gibi yorumlasa ne “irtica” tehlikesi kalır ne de “Alevilik” derdi, aynen Ortaçağ karanlıklarının yaşandığı eski kıtada demokrasinin yerleşmesiyle böyle bir derdin kalmadığı gibi. Örneğin ABD’de başörtülü bayanlar üniversiteye laikliğe rağmen değil, laikliğin gereği olarak girerler ve bir kişinin dini kisveyle üniversite girme hakkı din ve vicdan hürriyetinin bir parçasıdır.

ABD’de nüfusun %15’i İspanyol asıllıdır ve bunların bir kısmı yeterli İngilizce bilmez. Ama ABD resmi dili İngilizce olmasına rağmen İspanyolcayı tanır ve onlara kendi dillerinde eğitim, basın, yayın gibi her hakkı verir. Hatta birçok devlet kurumunun web sitesinde bir düğmeye basarak sitedeki tüm bilgilere İspanyolca olarak ulaşılabilir. Birçok firma reklamlarında “İspanyolca konuşulur” ibaresini kullanır ve böylece İngilizcesi zayıf olan müşterileri çekmeye çalışır. Bunun sonucu olarak da ABD okullarında en rağbette olan yabancı dil İspanyolcadır. Çünkü İspanyolca bilmek bilhassa Güney eyaletlerinde ve Kaliforniya’da çalışmayı düşünenlere ciddi bir avantaj sağlar. Sonunda, ABD’de kendini “Hispanik” olarak tanımlıyan 45 milyon İspanyol asıllı Amerikalı vardır, ama “İspanyol sorunu” yoktur. Acaba Türkiye bugüne kadar Kürtleri inkar ederek on binlerce gencini ve yüz milyarlarca doları telef etmekten ve bölünmenin eşiğine gelmekten başka neyi kazandı? Ve ABD’deki demokratik yaklaşımı Kürtlere gösterse (ki bizim Irak ve Yunanistan gibi komşu ülkelerdeki Türklere gösterilmesini istediğimiz yaklaşımdır) Kürtlerin Türkiye’ye bağlılığını kazanıp aidiyet duygusunu pekiştirmekten ve PKK bataklığını kurutmaktan başka neyi kaybeder?

ÖĞRETMEN ATAMALARI VE KPSS SINAVI

Çocuklara rol modelliği yapan ve davranışlarıyla binlerce öğrenciye değerler eğitimi verme konumunda olan öğretmenler, bilhassa ilkokul öğretmenleri, karakter değerlendirmesinden geçirilerek göreve alınmalıdır. Yeni atamalarda kontratlar birer yıllık olmalı ve yetersiz performans gösteren ögretmenlerin kontratları yenilenmemelidir. Unutulmamalıdır ki kurda merhamet, kuzuya zulümdür. Bu etapta, KPSS sınavı puanlarına dayalı öğretmen atama çılgınlığına son verilmelidir. Türkiye’de hayatın neredeyse her safhasını etkisi altına alan ve etkinlik ve verimliliği dibe vurduran puana dayalı değerlendirme sistemi eğitim fakültelerindeki eğitimi de olumsuz etkilemekte ve öğretmen adayları – müzik ve beden eğitimi ögretmen adayları da dahil – okulun son yıllarında kendi dersleri yerine KPSS sınavına çalışmaktadırlar. Ancak KPSS sınavının öğretmenlik mesleğiyle pek bir ilgisi yoktur ve bu sınav öğretmenlik mesleği ile alakalı hiçbir beceriyi ölçmemektedir. Hiçbir özel okul KPSS puanına dayalı olarak öğretmen almayı aklına bile getirmemektedir.

Aklı ve bilimi rehber edinen ABD’de değişik puan ve yüksek başarı sertifikaları öğretmen adaylarına sadece mülakat hakkı kazandırır. Bir komite önünde detaylı bir mülakata tabi tutulmadan hiçbir kişiye öğretmenlik teklif edilmez. Teklif edilenlere de meslek ehliyetini ispatlamadan uzun süreli kontrat sunulmaz. Öğretmenlerde öncelikle aranan beceriler sosyallik, iletişim, pozitif enerji verme, problem çözme, uyuşmazlık giderme, motive etme, sağlam bir karakter sahibi olma, psikolojik takıntılardan uzak olma gibi beceri ve özelliklerdir ki bunlar KPSS ile değil ancak yüz yüze mülakat ile ölçülebilir. Hatta çoğunlukla KPSS başarısı ile sosyallik ve iyi iletişim kurma gibi beceriler ters orantılıdır. Mülakata gelen öğretmen adaylarına öğretmen veli ve öğrenci temsilcilerinin de olduğu bir komite huzurunda bir ders veya seminer verdirilmeli ve değerlendirmede izleyici önündeki bu performansa ağırlık verilmelidir. Her okula yer yıl 10 öğretmen adayını bu şekilde karma bir komite tarafından değerlendirme görevi verilse ve sonuçlar okul müdürlüklerince ilgili makama bildirilse ve yeni mezun öğretmen tayinlerinde KPSS yerine bu okul komite değerlendirmesi ile beraber üniversite notları ve stajyerlik başarı puanları esas alınsa, KPSS’den çok daha isabetli olmaz mı? Böylece eğitim fakültelerinde ögrencilere doğru mesaj verilmez mi?

Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen atamalarında akla dayalı özel okul ve modern dünya uygulamalarına sırtını dönerek mülakat yerine KPSS puanına göre öğretmen atayarak adeta yüksek sesle “insanlara güvenilmez” mesajını vermektedir. Zaten öğretmenlerin maruz kaldığı sıkı denetim ve okul müdürlerinin yetkisizliği bu güvensizliği daha da görünür hale getirmektedir. Nitekim öğrenciler arasında yapılan araştırmalarda insanlara güvenenlerin oranı 2004’te %7’den 2007’de %5’e düşmüştür. İnsanlara güvenenlerin oranı eğitim seviyesi yükseldikçe düşmektedir. Yani okullar öğrencilerine bir değer olarak güveni değil, adeta güvensizliği öğretmektedir.

Eğer devlet okullarında öğretmenlerin daha saygın ve kaliteli olması isteniyorsa, kararları bilgisayarların değil insanların vermesinin önü açılmalıdır. Belli değerlendirme prosedürleri geliştirilerek de muhtemel suistimaller asgari düzeye indirilebilir. Bu konuda belediyeler iyi bir örnek oluşturmaktadır: Yerel yönetimlerde idareciler yerel olarak belirlenir ve ciddi bir suistimal potansiyeli vardır. Ancak tüm risklere ve göreve gelenlerin acemiliğine rağmen Türkiye’de beldelerimiz görünüm ve hizmet kalitesi olarak Avrupa’dan pek de geri kalmaz. Eğer belediyelere güvenilmeyip tüm belde hizmetleri Ankara’dan KPSS puanına göre atanan kaymakamlık elemanlarınca yapılacak olaydı, acaba bugün beldelerimiz ne halde olurdu? 

SBS SINAVI VE DEĞERLER EĞİTİMİ

Öğretmen atamalarında KPSS sınavı ile ilgili olumsuzlukların benzerleri ilköğretimde SBS sınavı ile ilgili olarak yaşanmaktadır. Sınav yoluyla ölçme ve değerlendirme tüm dünyada standart bir uygulamadır ve ABD’de bile SBS türü ulusal sınavlar vardır. Ancak orada ulusal veya bölgesel sınavlar normal bir dersin yıl içi sınavı gibi hiçbir başvuru yapılmadan her öğrenciye kendi sınıfında ve okulundaki öğretmenler tarafından verilir. Sınavların gayesi de öğrencileri sıralamak değil değişik konularda belirlenen beceri hedeflerine ne derece ulaşıldığını ölçmek ve eksikleri olan öğrenci ve kurumları belirleyip eksikleri telafi yoluna girmektir. Yani sınavlar öğrencilerden ziyade öğretmen ve okul yöneticileri için bir stres kaynağıdır. Aileler de kendi çocuklarının okul ve bölge içindeki izafi performanslarını görüp ona göre gerçekçi bir beklenti içine girerler. Gerekirse belli konularda özel destek alırlar.

ABD’de ihtiyaç olunca kısa süreli özel ders alma vardır, ama okuldan sonra veya hafta sonları dersaneye gitme diye bir kavram yoktur. ABD’de 20 yıldan fazla kalan ve iki çocuğunu da orada ilkokula gönderen biri olarak, ABD’de “Dersane” diye bir tabela ne gördüm ve ne de duydum (özel müzik ve spor dersleri veren yerler bahsimizin dışındadır). Zaten ABD’de ilköğretimi bitirenler kendi mahallelerindeki liseye gitmek zorundadır. Böylece servis araçlarında trafikte uzun saatler geçirme derdi de yoktur. Başka bir mahalledeki daha iyi olarak bilinen bir liseye gitmenin yolu, o mahalleye taşınmaktır. Liselerde ders geçme sistemi vardır ve kimi öğrenci fen ağırlıklı dersler alırken kimisi sosyal kimisi de sanat ağırlıklı dersler alır. Yani genel liseler aynı zamanda bir meslek, sanat ve spor lisesidir ve her lisenin birçok spor dalında aktif takımı vardır. O kadar ki bir spor dalında yer almayan öğrenci neredeyse hiç yoktur. Lise öğrencilerinin büyük çoğunluğu kendi okulunda veya bir bölge okulunda bir veya birkaç meslek dersi de alır ve genel liseyi bir meslek sahibi olarak bitirir veya 16 yaşına gelince isterse liseyi terkeder. O yüzden isteyen her lise mezunu üniversiteye girebilmesine rağmen mezunların üçte biri, 2 veya 4 yıllık bir üniversiteye başvurmaz bile.

İlaç ile zehir arasındaki fark, dozajıdır. Bizde SBS türü sınavları zehir yapan unsur, sınavların eğitimin merkezine oturması ve eğitimin tek çıktısının ve öğrenci başarısının tek ölçütünün bu sınavdan alınan puanın olmasıdır. Sonunda maddi gücü olanlar bu sıralamada daha yukarılara tırmanmak için çocuklarını dersanelere koşturmakta ve bu imkanı olmayan çoğunluk ise baştan kaybetmişlik psikolojisine bürünmektedir. Sonunda öğrenme heyecanının yerini olumsuz rekabet, küskünlük, kıskançlık, gerginlik, ümitsizlik, yetersizlik, başarısızlık ve hatta kızgınlık gibi olumsuz hisler almaktadır. İtibarın tek kaynağının para olduğu ve zenginlerin kral gibi muamele görüp fakirlerin horlandığı bir toplumda değerlerden ve değer eğitiminden ne kadar bahsedilebilir?

Temel değerim puan olduğu ve herkesin değerinin SBS türü sınavlardan aldığı puanla ölçüldüğü ve zihinlerin test ve sınavlardan başka bir şeyle meşgul olmadığı bir ortamda acaba değer eğitimi ne derece etkin olur? Öğrencilerin sıralamada birbirinin önüne geçme telaşında olduğu bir ortamda yardımlaşmayı mı öğreteceğiz, sevgiyi mi veya empati yapmayı mı? Arşivleri sahte sağlık raporları ile dolu olan okullarda doğruluk eğitimi mi vereceğiz? Bazan merak ediyorum, acaba okullarda devam mecburiyeti olmasa ne olacaktı? Raporlarla sahtekarlığı meşrulaştırdığımız gibi, her sabah “Türküm, doğruyum…” nakaratı ile de yalanı da sıradanlaştırmış bulunuyoruz. Toktamış Ateş gibi tarih uzmanları okullarda öğretilen resmi tarih ile gerçek tarih arasında ciddi tezatlar olduğunu söyleyedursun, biz ulus devlet oluşturma yolunda ve herkesi aynı tornadan çıkmış parçaya döndürme telaşında yalan da olsa hala resmi tarihi öğretmeye devam ediyoruz. Bunu haklı çıkarmak için başka ülkelerin de böyle yaptığı yalanına yapışıyoruz. Özümüz ile sözümüz aynı olmadığı sürece çocuklara dürüstlüğu nasıl öğreteceğiz?

Ögrencilerine sigara içmemeyi telkin eden bir öğretmenin yapması gereken ilk iş sigarayı bırakmaktır. Milli Eğitim Bakanlığı da değerler eğitimine başlamadan önce müfredattan tüm yalanları ayıklamalı ve başta sahte sağlık raporları olmaz üzere sahtekarlığı kurumsallaştıran uygulamaları önlemenin yolunu bulmalıdır. Sonra, ilköğretimin bilhassa son yıllarında eğitimi felç eden SBS türü ulusal sıralama sınavlarına gerek bırakmayacak düzenlemeleri devreye sokmalıdır. Meslek liseleri dışında, isimleri ne olursa olsun genel liseden fen liselerine ve ögretmen liselerine kadar tüm liselerin temel hedefi ve tek başarı ölçütü ÖSS sınavındaki başarıdır. Kuruluş misyonlarını kaybetmiş ve aslında aynı tip olan bu liseleri tek tipe çevirerek (örneğin Anadolu Lisesi) herkesin kendi mahallesindeki liseye gitmesi sağlanmalıdır. Böylelikle SBS’ye gerek kalmayacağı için en azından ilköğretim kurumlarında gerçek eğitime dönülmesinin yolu açılmış olacaktır.

SBS sınavının adaleti sağladığı tezi de yanıltıcıdır ve evrensel bir değer olan adalete zıttır. Çünkü büyük çoğunluğu mağdur ve mahzun etmektedir. Acaba SBS sınavını kazanamayanların kolunu, bacağını parça parça edeceğimizi önceden ilan etsek sonra da bunu yapsak, bu adil olur mu? Peki, küçük bir azınlık komşularıyla aynı mahalle okuluna gitme yerine elit okullara gidebilsin diye sınavı kazanamayan 14 yaş gurubundaki büyük körpe çoğunluğun vakar, özgüven, itibar, geleceğe bakış, ümit gibi manevi uzuvlarını parça parça ederek onları adeta manevi mevtalara çevirmek acaba ne kadar adildir?

SBS’nin kaldırılması uygulamasına elit bir azınlık karşı çıkacaktır. Ama bu düzenleme bu elit çevrenin yarış atına dönüşecek olan çocuklarına da büyük bir iyilik olacaktır. Liselerin çoklu müfredatı tek tipe çevrilip SBS’nin kaldırılması fikri en kısa zamanda hayata geçirilmelidir. Ulusal sıralanma stresinden arındırılmış okullarda değerler eğitimi hastane, hapishane ve yaşlılar evlerine yapılan gerçek dünya ziyaretleri ve rol oyunlarıyla çok daha etkin ve zevkli olarak yapılabilecektir.

AHLAKİ (ETİK) DEĞERLERİN TEMELİ: MENFAAT VEYA FAZİLET

Materyalist dünya görüşüne göre insan akıllı bir hayvandır. İnsan da hayvan gibi maddi bir bedenden ibarettir. Hayat bir mücadeledir. Yaşamak için kuvvetli olmak lazımdır. Zayıf olan ezilir ve yok olur. Gaye maddî menfaattir. İlişkilerde “şahsi menfaat” ve “millî menfaat” esastır. Bir ABD özdeyişinde ifade edildiği gibi, “There is no such thing as free lunch” yani “Bedava öğle yemeği diye bir şey yoktur.” Hedef, arzu ve ihtiyaçları tatmin edip rahat içinde yaşamaktır ve alınan toplam hazzı maksimize etmektir. Akıl, menfaat sağlama mücadelesinde kıymetli bir alettir.

Bireysel menfaati bencilce azamî seviyeye çıkarma mücadelesinin neticesi çatışmadır. Çatışma ise herkesin menfaatine zıttır. Çatışmayı önlemenin yolu, mutabakat sağlayıp toplumsal menfaati ön plana çıkarmaktır. Çünkü toplumsal menfaat pastası büyüdükçe, herkese daha büyük bir pay düşecektir. Toplumsal mutabakat sağlamanın ve hayatın tadını kaçıran çatışmayı önleminin yolu da adaleti esas almaktır. Akıl, bunu gerektirir. Toplumsal mutabakatın neticesi de kanun ve kurallardır. Etik veya ahlaki kurallar bunun bir alt grubudur. Akla dayalı etik kurallar toplumsal barış ve huzurun, barış ve huzur da menfaatların korunması için bir gerekliliktir. Aksi taktirde hayat zehir olur ve herkesin menfaati tehlikeye girer.

Buradan çıkarılabilecek sonuç, dünya hayatına da en yüksek menfaati moral değerlerin sağladığıdır. Ancak modern dünyada, moral değerlerin kaynağı olan dinin geri planda kalmasıyla bir boşluk oluşmuştur. Etik değerlerin tesisi, bu boşluğu laik bir çerçevede doldurma gayretidir.

Materyalist yaklaşımda menfaat amaç, etik kuralların sağladığı zemin araçtır. O yüzden menfaat ve etiklik çatışırsa, zemin kayması mümkündür. Küçük hesaplar sonucu böyle bir zemin kaymasını önlemek için etik değerlerin akla kalıcı olarak nakşedilmesi gerekir; bu da eğitimle olur.

Menfaat yerine fazilet veya erdem odaklı hayat felsefesine göre insan maddî bedenle beraber ruhu da olan manevî bir varlıktır ve maddî hazlarıyla beraber manevî lezzetleri de vardır. Hayat bir yardımlaşmadır ve kuvvetlilerin zayıflara yardım etme sorumluluğu vardır. İlişkilerde menfaat yerine fazilet ve moral (manevi) değerler esastır. Hayatın gayesi maddi arzu ve hevesleri tatmin değil, insan olarak yükselmek ve ruhen gelişmektir. Bu da doğrulukla olur. Moral değerler kalbe nakşedildiği ve onlara uyma meyli içten geldiği için insan üzerindeki etkileri gayet kuvvetlidir. Bu değerleri ihlal etmenin cezası yine kalpte vicdan azabı olarak hissedilir. Bilgeliğe veya vahye dayanan manevi değerler akla dayanan etik değerleri de kapsar. O yüzden aralarında çelişki söz konusu değildir. 

Adalet güzeldir; ama ihsan daha güzeldir. İnsanlar adalete razı olurlar, ama ihsana cezbolurlar. İnsan, ihsanın esiridir denir. İnsanların hayattaki hedefi mutlu olmaktır ve hayattan lezzet almaktır. Madde ve onunla alakalı maddi hazlar sınırlı ve geçicidir, zaman ve mekana tabidir. Bu hazlar hayvanlarda da vardır. Mana ve onunla alakalı manevi hazlar ise sınırsız ve daimidir, zaman ve mekan üstüdür. Maddi hazların merkezi nefis (arzu ve hevesler), manevi hazların merkezi ise kalptir. Ancak bu hazların varlığı ve büyüklüğü tecrübe ile keşfedilir. O yüzden yüksek insani hazların yaşanacağı tecrübelere maruz bırakılmak – yaşlılar evinde kimsesiz bir yaşlıya bir hediye götürüp onun yüzündeki mahzunluğun mutluluğa dönmesini seyretmek gibi – değerler eğitiminin en etkin bir yolu olabilir.

ÖZLÜ SÖZLERLE MORAL DEGERLER[1]

Aşağıda derlenen özlü sözler, insani ve ahlaki değerlerin önemini ve bu değerlerin eğitim ile olan ilişkisini gayet veciz bir şekilde ifade etmektedir:

“Manhood, not scholarship, is the first aim of education.”

Eğitimin ilk hedefi bilimsellik değil insanlıktır.

Ernest Seton

“Integrity without knowledge is weak and useless, while knowledge without integrity is dangerous and dreadful.”

Bilgisiz doğruluk zayıf ve faydasızdır; doğruluksuz bilgi tehlikeli ve esef vericidir.

Samuel Jackson

“Bir insanı akıl yönünden eğitip ahlak yönünden eğitmemek, toplumun başına bir bela yetiştirmek demektir.”

“To educate a man in mind and not in morals is to educate a menace to society.”

Theodore Roosevelt

“A man who has never gone to school may steal from a freight car; but if he has a university education, he may steal the whole railroad.”

“Hiç okula gitmeyen bir adam bir vagondan çalabilir; ama eğer üniversite eğitimi varsa, bütün demiryolunu çalabilir.”

Theodore Roosevelt

“There is not in all America a more dangerous trait than the deification of mere smartness unaccompanied by any sense of moral responsibility.”

“Tüm Amerika’da beraberinde hiç bir ahlakî sorumluluk hissi taşımayan yalın zekiliği yüceltmekten daha tehlikeli bir akım yoktur.”

Theodore Roosevelt

“The things that will destroy America are prosperity at any price, peace at any price, safety first instead of duty first, the love of soft living and the get rich quick theory of life.”

“Amerika’yı imha edecek olan şeyler ne pahasına olursa olsun zenginleşme, ne pahasına olursa olsun barış, önce vazife yerine önce güvenlik, rahat yaşama olan düşkünlük ve çabuk zengin olma hayat teorisidir.”

Theodore Roosevelt

“Character, in the long run, is the decisive factor in the life of an individual and of nations alike.”

“Uzun vadede, bireylerin ve de ülkelerin hayatında belirleyici faktör karakterdir.”

Theodore Roosevelt

“The measure of a man’s character is what he would do if he knew he never would be found out.”

“Bir insanın gerçek karakterinin ölçüsü, asla ortaya çıkmayacağını bildiğinde ne yapacağıdır.”

Thomas B. Macaulay

“Nobody will know. Nobody except you. But you have to live with yourself. And it is always better to live with someone you respect – because respect breeds confidence.”

“Hiçkimse bilmeyecek. Senin dışında hiç bir kimse… Ancak sen kendinle yaşamak zorundasın. Ve saygı duyduğun biriyle yaşamak her zaman daha iyidir. Çünkü saygı özgüveni doğurur.”

Jerome Weidman

“Because you’re able to do it and because you have the right to do it doesn’t mean it’s right to do it.”

“Bir şeyi yapabilme gücünün olması ve onu yapma hakkına sahip olman onu yapmanın doğru olduğu anlamına gelmez.”

Laura Schlessinger

“The true measure of a man is how he treats someone who can do him absolutely no good.”

“Bir insanın büyüklüğünün gerçek ölçüsü, kendisine asla bir fayda sağlayamayacak olan bir kişiye nasıl davrandığıdır.”

Samuel Johnson

“Cowardice asks the question, ‘Is it safe?’ Expediency asks the question, ‘Is it politic?’ Vanity asks the question, ‘Is it popular?’ But, conscience asks the question, ‘Is it right?’ And there comes a time when one must take a position that is neither safe, nor politic, nor popular but one must take it because one’s conscience tells one that it is right.”

“Korkaklık ‘Bu güvenli midir?’ sorusunu sorar. Menfaatçilik ‘Bu akıllıca mı?’ sorusunu sorar. Gösteriş, ‘Bu popüler mi?’ sorusunu sorar. Ama vicdan ‘Bu doğru mu?’ sorusunu sorar. Ve bir an gelir, kişi öyle bir pozisyon almak zorunda kalır ki ne güvenli, ne akıllıca ve ne de popülerdir; ama kişi o pozisyonu vicdanı kendisine doğru olduğunu söylediği için almalıdır.

Martin Luther King, Jr

“The true test of civilization is, not the census, nor the size of the cities, nor the crops, but the kind of man that the country turns out.”

“Medeniliğin gerçek testi ne nüfus, ne şehirlerin büyüklüğü, ne de yetiştirilen üründür; sadece ülkenin yetiştirdiği insan tipidir.”

Ralph W. Emerson

“What is morally wrong can never be advantageous, even when it enables you to make some gain that you believe to be to your advantage. The mere act of believing that some wrongful course of action constitutes an advantage is pernicious.”

“Sana avantaj sağladığına inandığın bir kazanç sağlamanı mümkün kılsa bile, ahlâkça yanlış olan asla avantajlı olamaz. Yanlış bir hareket tarzının bir avantaj sağladığına inanma davranışı bile yeterince esef vericidir.”

Marcus Tullius Cicero

“Politics that revolves around benefit is savagery.”

“Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.”

Bediüzzaman

“When my sons are grown up, I would ask you, O my friends, to punish them, … if they seem to care about riches, or anything, more than about virtue.”

“Çocuklarım büyüdüğü zaman, dostlarım, sizden rica ediyorum; eğer servet veya başka bir şeye faziletten daha fazla değer veriyorlarsa, onları cezalandırın.”

Socrates

“A man without ethics is a wild beast loosed upon this world.”

“Etik değerleri olmayan bir adam, bu dünyaya salıverilmiş vahşi bir hayvandır.”

Manly Hall

“The world has achieved brilliance without wisdom, power without conscience. Our is a world of nuclear giants and ethical infants.”

“Dünya hikmetsiz dehayı ve vicdansız gücü başarmıştır. Dünyamız nükleer devler ve etik cüceler dünyasıdır.”

General Omar Bradley

“Without ethics, everything happens as if we were all five billion passengers on a big machinery and nobody is driving the machinery. And it’s going faster and faster, but we don’t know where.”

“Etikliğin olmayışı şuna benzer ki biz beş milyar yolcu olarak büyük bir makine üzerindeyiz ve makineyi kimse sürmüyor. Ve makine hızlandıkça hızlanıyor, ama nereye bilmiyoruz.”

Jacques Cousteau

“The highest reward for a man’s toil is not what he gets for it but what he becomes by it.”

“Bir kişinin yaptığı iş için en yüksek mükafat karşılığında ne aldığı değil, onunla ne olduğudur.”

John Ruskin

“Try not to be a man of success, but rather to be a man of value.”

“Bir başarılar adamı değil, değerler adamı olmaya çalış.”

Albert Einstein

“Humanity has every reason to place the proclaimers of high moral standards and values above the discoverers of objective truth. What humanity owes to personalities like Buddha, Moses, and Jesus ranks for me higher than all the achievements of the inquiring constructive mind.”

 “İnsanlık yüksek moral standart ve değerleri tesis edenleri objektif doğruları keşfedenlerin üzerine koymak için her sebebe sahiptir. Insanlığın Buda, Musa ve İsa gibi kişiliklere olan borcu bence sorgulayıcı ve yapıcı akılların başarılarına olan borcundan çok daha yüksek seviyededir.”

Albert Einstein

“I am sent to complete high morality.” “Religion is high morals.”

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”  “Din güzel ahlaktır.”

Hz. Muhammed

“Piety and morality are but the same spirit differently manifested. Piety is religion with its fact toward God; morality is religion with its fact toward the world.”

 “Dindarlık ve etiklik kendini değişik tarzlarda gösteren aynı ruhtan başka birşey değildir. Dindarlık, hakikatı Allah’a dönük olan dindir, etiklik ise hakikatı dünyaya dönük olan dindir.”

Tryon Edwards

“Ethicity is a modern world religion stripped off divinity.”

Etiklik, uluhiyetten arındırılmış bir modern dünya dinidir.

Yunus Çengel

“To ignore evil is to become an accomplice to it.”

“Kötülüğe göz yummak, ona ortak olmaktır.”

Martin Luther king, Jr.

“The world is a dangerous place to live; not because of the people who are evil, but because of the people who don’t do anything about it.”

“Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerdir, kötü olan insanlar yüzünden değil, bu konuda hiçbirşey yapmayan insanlar yüzünden.”

Albert Einstein

“The concern for man and his destiny must always be the chief interest of all technical effort. Never forget it among your diagrams and equations.”

“İnsanlık ve onun kaderine göstereceğiniz hassasiyet, tüm teknik çalışmalarınızda her zaman ilk önceliğiniz olmalıdır. Diyagram ve denklemleriniz arasında bunu asla unutmayın.”

Albert Einstein

“Silence becomes cowardice when occasion demands speaking out the whole truth and acting accordingly.”

“Durum tüm doğruları söylemeyi ve ona göre davranmayı gerektirdiği zaman susmak, alçaklıktır.”

Mohandas Gandhi

“The three hardest tasks in the world are neither physical feats nor intellectual achievements, but moral acts: to return love for hate, to include the excluded, and to say, “I was wrong”.

“Dünyadaki en zor üç iş ne fiziksel beceri ne de entellektüel başarıdır, sadece ahlakî davranışlardır: nefrete sevgiyle karşılık vermek, dışlananları dahil etmek ve ‘hatalıydım’ demek.”

Sydney Harris

KAPANIŞ

Üstün veya büyük insan, insaniyeten gelişmiş ve kalbi nefsine, yani insanlık yanı heveslerine hakim olan insandır. En büyük hazzı almak değil vermektir (ihsan, ikram, cömertlik). İnsanlığı gelişmiş bir insanın başkasına yemek yedirmekten aldığı haz, kendisinin yemek yemekten aldığı hazdan üstündür. Annelerin yüceliğinin arkasındaki bir sır budur.  

Benzer şekilde üstün medeniyet, adaleti aşıp fazileti esas alan medeniyettir. Bu medeniyet, madde değil mana medeniyetidir. Nefis değil kalp medeniyetidir. Adaleti de içeren fazilet (insani değerler) tabanlı medeniyet, dünyada yaygın ve kalıcı haz ve huzuru sağlayacaktır. Zıtlaşmayı, kucaklaşmaya çevirecektir. Bunun gözlemsel delili, tarih boyunca insanlıkta değişim ve gelişimin (yükselme) esas olmasıdır. Akılların gelişip vicdanların uyanmakta olduğu, fıtratların geçici hazlara razı olmayıp daimilerini aradığı bir ortamda insanlar en daimi huzuru ve en ulvi hazları sağlayan faziletten aşağısına razı olmayacaktır. Ve insanlık, gelecekte, zorlama etik değerleri değil cezbedici insani değerleri tartışacaktır. En büyük menfaati de faziletin yani insani değerlerin sağladığını hayretle görecektir. İnsanlık en parlak medeniyeti de o zaman yaşayacaktır.

[1] Tüm tercümeler Yunus Çengel tarafından yapılmıştır.

Prof. Dr. Yunus Çengel

www.ulegder.net

Eğitimde Akla ve İradeye Kapı Açmak

Şu gözlem ve hükmümde yanılıyor muyum? Jakoben ögelerle bezenmiş, temeli benimsetme ve şartlandırma kültürüne dayalı bu eğitimle, farklılığı zenginlik gören esnek zihin yapısına sahip insanlar yetiştiremiyoruz. Gençlerimiz alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermektedir. Bu bataklık, özlediğimiz diyalog zemininin oluşmasını engellemekte; kutuplaşmanın, farklılığa tahammülsüzlüğün kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü okulda kendilerine öğretilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline gelmektedir ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları, onlarda adeta egzistansiyel bir krize neden olmaktadır.

Geçmişe şöyle bir baktığımızda dünya yüzünde sosyal kesimler arasında en fazla çatışma bulunan toplumlardan birisi olduğumuz hükmüne varabiliriz. “Senden yana ve bana karşı” türü mukabil cephelere kolayca ayrılabiliyoruz.  Partilerimizdeki muhalefet anlayışı, alternatif çözüm üretme üzerine değil,  iktidarların her ak dediğine kara demek olan  “çürütmeci” yaklaşımdan ibaret kalmaktadır. Tüm bunlar çok açık bir şekilde okullarda eğitimin yaygın bir şekilde “şartlanmaya dayalı” öğrenme yöntemini esas haline getirmiş olmasıyla açıklanabilir.

Her kişi ve görüşe hayat hakkı vermekten, yani özgürlükleri genişletmekten korkmamızın sebebi de budur. Kalite ve liyakat kriterlerini esas haline getiremeyişimizin de… “Belli doğruları” tekrarlayarak ve “öcü edebiyatı” ile şuur altına yerleştirilen korkularla insanımız şartlandırılmaktadır.

“Öğrenmeye” değil “öğretmeye” yani “öyle değil, şöyle ol” anlayışına dayanan bu eğitim anlayışı, ülke etrafına demir bir kemer bağlayarak, herkesi aynı tip elbise giymeye zorlamaktadır.  Yakın bir geçmişte tüm bunların olumsuzluklarını iliklerimize kadarı yaşadık ve tekrar yaşamanın potansiyeli bulunmaktadır. 

Çünkü eğitim bu şartlar için gerekli zihnî alt yapıyı oluşturup durmaktadır.   Bütün “çağdaşlık”, “akılcılık” ve “aydınlanmacılık” iddialarına rağmen bu eğitim tarzı, insanlarımızda skolastik bir zihniyeti besleyip büyüten bir zemin oluşturmaktadır.

Neden böyle bir zemin oluşturmaktadır? Çünkü insanımız bu eğitimle tek ve mutlak “doğru-iyi-güzel”lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inandırılmaktadır.  Yığınların bu kafa yapısı devam ettikçe (mevcut eğitim anlayışını değiştirmedikçe) ülkemiz insanının rahat yüzü bulması zordur. Bölünmeler, kırılmalar ülkemizin en hassas noktası olmaya devam edecektir.

İşte farkında olmadığımız bütün iyi teşebbüsleri baltalayıp duran “asıl tehlikeye” ve engele dikkat çekilmesi gerekmektedir.

Ülkemizde şimdiye kadar kurulan tuzaklar ve oyunlar çeşitli toplum kesimlerini karşı karşıya getirmeye yönelik oldu. Peki neden insanımız bu oyuna kolayca gelebilmektedir? Neden toplumumuz hiç de layık olmadığı halde ön yargılı,  tabularla hareket edenler hale geldi? Şimdi hep birlikte ülkenin en hayati eğitim probleminin analizine ve gerçekle yüzleşmeye var mıyız?

Bu tarz eğitimle gelen diğer olumsuzlukları da yazarak asıl konuya geçelim.

İnsanımız hep cevabı belli soruları öğrendiğinden cevapları belli olmayan gerçek hayat problemlerin çözememekte, dolayısıyla problem çözme kabiliyeti düşüklüğü içinde kalmaktadır.   

Mesela eğitim alanında kaynak-gerçek problemin görülemeyişi bunlardan birisidir. Bilimle kalkınmaya geçemeyişimiz de bunlardan bir diğeridir.

Gerçek problemleri ve resmin bütünü gören bir zihin yapısı oluşmayınca bu eğitimin cenderesinden geçen insanımız, doğru kural koyma ve uygulama becerisi yetmezliği içinde kalmaktadır.   Konulan kuralların dejenere olmasını, toplumun neredeyse tamamında kurallara uymamayı bir alışkanlık haline getirilmesinin kaynağını başka yerde aramayalım. 

Sonuç olarak kişilerin, oluşan bilgi tabanlarının üzerine alttakilerle bağlantılı yeni bilgiler inşa edememesi, sonuçta, sadece “şeylerin adını bilen”  ama bunları uygulayamayan beceriksiz tiplerin ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır.  Bu eğitim, ferdîleşmeye önem vermeyen ve güven telkin etmeyen eğitim tarzının adı olduğundan, yanlışlıklar ve haksızlıklar karşısında sessiz, suskun ve haklarını savunamayan ve dolayısıyla sürekli ezilen ve aldatılan bir toplum ortaya çıkmaktadır.

Toplum, halkın kendisinin değil, başkalarının kurallarının yönettiği bir toplum haline gelmesi ve  çoğulcu değil, çoğunlukçu demokrasinin hâkimiyet kurmasını da iyi tahlil etmeliyiz, bilginin kullanılması ve üretilmesine değil, cevabı belli sorular ve  tek doğrular üzerine kurulu eğitim; idaresi kolay, inisiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten mahrum, itaatkar bireyler haline getirmektedir. 

Şimdi tüm bu olumsuzluklardan sorumlu “şartlanmaya dayalı öğrenme” şeklinde tezahür eden eğitimi analiz ederek sonuçlarını daha yakından görmeye çalışalım.

Şartlanmaya Dayalı (Tepkisel) Öğrenmenin Bilimsel Temeli

Örneğin ayı yavrusu alttan kızdırılan bir sac üzerine zorla çıkarılıyor ve her an havada inmeyi bekleyen, gerektiğinde de inen kırbaç darbeleriyle bulunduğu yerden ayrılması önleniyor. Sacın sıcaklığı hayvanın pençelerini yakar, hayvan da arka ayakları üzerinde dikilerek kıpırdanabileceği daracık alanda daha serin bir yer bulmaya çabalar, bu çabası da kendisini seyredenler üzerinde bir oyun izlenimi uyandırır. Sonunda ayının sac levhadan inmesine izin verilir, çabasını ödüllendirmek için de kendisine nefis bir yiyecek sunulur. Bu egzersizler yeteri kadar tekrarlanır, derken iş o duruma vardırılır ki, hayvan terbiyecisi daha kırbacı havaya kaldırıp nefis yiyeceği gösterir göstermez ayı oynamaya başlar. Bundan böyle kızgın saca gerek kalmaz. Şartlı refleks yoluyla hayvan o düzeye getirilir ki, kendisini işkenceyle yetiştirmiş terbiyecisinin belli bir işaretini alır almaz oynamaya başlar. Böylece, yavru ayı oyun oynayan ayıya dönüştürülür ve seyircilerin karşısına çıkarılıp onları eğlendirmeye hazır duruma getirilir.

Eğitimin en ilkel biçimi, hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsan zihnî fonksiyonlarının henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı) öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksif olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler, daha sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler ve nihayet iradi şuurlu hareketler…

Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımak olmalıdır. Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimiz bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz

Kendisinden isteneni yapması durumunda bir ödül, bir haz sağlanması; itaatsizlik durumunda ise cezalandırılması, yani bir elemle karşısına çıkılması sonucu çocuğun kendisinden beklenen eğitsel ve ahlaksal davranışları gerçekleştireceği çok önceleri biliniyor ve uygulanıyordu. Aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkarılabilecek cezanın eleminden kaçmak isteyen çocuk, eğitsel buyurulara uyuyor ve pek çok kez talim ettikten sonra kendisinden beklenen davranışları otomatik olarak gerçekleştirmeye başlıyordu.

Ülkemizdeki Eğitim Gerçeği 

Eğitim adına yapılanları daha yakından analiz edebilir ve insanımızın nasıl “şartlandırıldığına” daha yakından bakabiliriz. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüyoruz. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılanlar, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmaktan başka bir şey değildir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır.

Öğrenci bazen zorlanarak, bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır.

Her ne kadar öğrencilerdeki genel inanç, sosyal bilimlerin ezbere çok yatkın olduğu yönünde olsa da tekrara dayalı öğrenmenin de en yoğun olduğu alan fen bilimleri ve uygulamalı bilimlerdir. Orada aynı kategoriye ait problemler defalarca çözülerek artık o gruptan başka bir şey önümüze çıkma ihtimali kalmayıncaya kadar tekrarlatılır. Ortaya aslında bir nevi zihinsel travma- zihne kazınma olayı- yani şartlandırma çıkmaktadır. Bir eğitimcinin şu itirafını hatırlayalım: “Bir problemin öğretmen tarafından çözülmesi ve benzerlerinin öğrenciler tarafından çözülmesi, problem çözme değil, ezberin ta kendisidir. Bu yolla yüzbinlerce problem çözseniz de kazancınız problem çözme becerisinin geliştirilmesi değil; müfredatta bulunan problemlerin çözüm yollarının ezberlenmesi ve bu ezberin pekiştirilmesidir”

Eğitim diye yaptıklarımızı bu şekilde özetleyebiliriz. Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenlerle engelleniyor sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehası daha işin başında öldürülerek, şartlanmaya zemin hazır edilmektedir.

Nasıl Şartlandırılıyoruz?

Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!” ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımızın daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakarsak, öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğu telkin edilmektedir. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ve oluşan tabular göstermektedir.

Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç, hatta imkansız hale gelmektedir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere, taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi “şartlanma yoluyla” elde etmeye başlamışız demektir.

“Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar.

Bilgi Odak Haline Gelince…

Bir kere daha vurgulayalım ki ülkemizde eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (ya da düşük seviyede tutarak)  tekrarı ve ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş olmaktayız.

Şartlandırma: En ilkel öğrenme biçimi! Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuş da hayvanlara davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve eğitimde baş köşeye oturmuş bulunuyor?

“Bilgili insan” yetiştirmek ve sınavlara hazırlanmak eğitimde hedef haline gelince bilginin kullanılması ve üretilmesi önemsenmeyince, yeni alternatif bakış açıları talep edilmeyince “tek doğru budur” mantığı ister istemez hakim hale gelmektedir. “Doğruları/bilgileri öğretme” üzerine bina edilen eğitim yapısı insanımızın gözüne birer at gözlüğü takmaktadır.

Bir kere daha dikkatleri bu noktaya çekelim ki, çocuklara öğretilenler, sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer “bilgi” olarak değil de adeta iman edilmesi gereken ilâhî hakikatler olarak sunulmaktadır. Bilginin bu şekilde tekrarlanması ve önemsenmesi onu kutsallaştırmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise bilginin öne çıkarılması, beceri ve uygulama boyutunun ihmal edilmesi ile öğrenci okulunu bitirdiği halde gerçek hayatı ve mesleğini öğrenememesidir.

Zorba Tipler

Tekrara dayalı belletmenin temel özelliği dayatmacı niteliğe sahip zorbalık eğilimleri yüksek fert yetiştirmesidir.  Kuşku duymadan, sorgulama yapmadan okuduğu her metne, söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye inanması istenen öğrencinin hür düşünmeyi ve düşünce üretmeyi öğrenmesi mümkün olamamaktadır

Bu yapının doğal sonucu başka düşünce ve hayat tarzlarına hayat hakkı tanımak istemeyen zorba fert tipleri ortaya çıkacaktır. Birbirine tahammülsüz kutuplaşmış toplum grupları böyle bir eğitim yapısının ürünüdür. Bu ortamda  “uzlaşmaz” ve ”tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen hale gelir.

İşe Nereden Başlamalı?

Hulasa çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim, onların zihnini köleleştirmeden öte bir işe yaramamaktadır. Elbette ki insan kendisine kalsa ne yapacağını ya da ne yapmak istemediğini bilir. İnsan kendi varoluşunu oluşturan iradeye sahiptir çünkü. Yaratan, insanı diğerlerinden farklı olarak ona seçme özgürlüğü vermiş ve onu öğrenme programı ile teçhiz etmiştir.   Doğru ve yararlı seçimler yapmak bizim elimizde.  Eğitimde kazanmamız gerekenler, hayatımızda asıl önemli olanları görebilmek, empoze edilenleri anlayabilmek için farkındalık düzeyimizi artırmaktır.

Programlanmış bir şekilde hareket eden Allah’ın bir çok varlığı bulunmaktadır. İnsan nev’i varlığını, temel cevherini hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nev’inin varlığına saygıdır.  Şartlanmaya dayalı eğitim, hürriyeti yok edip insanları robotlaştırma gayretleridir ve insanlık cevherine saldırıdır; fıtrata saygısızlıktır. 

İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli bir özelliği, yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir. Eğer bildiğimiz her şeyin mümkün olduğunca şuuruna varamıyorsak, yani “açıklaya- biliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Bu yüzden her öğrendiğimizi; neyi, niçin öğrendiğimizi,  hayattaki karşılığını,  ne işe yaradığını ve hikmetini öğrenmek zorundayız.

Prof. Dr. Osman Çakmak

www.ulegder.net