Etiket arşivi: eğitim

Genel Kültürün Evliliğe Katkısı

Okumuş; gerek dini tahsil almış, gerek üniversite eğitimi görmüş dindar kızlara karşılık; onların kültürel anlamda dengi olacak sayıda dindar erkek olmaması konusu yıllardır dile gelir. Özellikle evlilik konusunda.Bence de böyle bir gerçeğimiz var. Geçen aylarda da bu konu bazı gazetecilerin köşelerinde tartışma konusu oldu.

Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı Kur’an Kurslarında ve özel Kur’an kurslarında yüz binlerce genç kız eğitim gördü ve görmeye devam ediyor. Dindar ailelerin lise ya da üniversite eğitimi almayan kızları bir kurs hayatı görür genellikle. Kimi kısa süreli kimi uzun yıllar ciddi dini eğitim alırlar.

Buna karşı kurs eğitimi alan erkek sayısı azdır. Erkekler ya okul hayatında olurlar yada okumayacaksa da bir işe başlarlar. Bu yüzden dini eğitim alan kız ve erkek sayılarında ciddi bir fark ortaya çıkar. Bu da elbette evlilik zamanı kendini gösterir.

Yalnız dini eğitim alan kızların ve erkeklerin hepsi şuurlu olmuyor. Bir kısmı “şu kurs hayatından kurtulsam da bir cozutsam” diye dört gözle beklerler ve buldukları ilk fırsatta da aldıkları eğitimin tam tersi bir hayat yaşarlar. Aldıkları eğitim istikametinde yaşamayı tercih eden kızlar; kurs, vakıf, dernek, parti, hayır çalışmalarında hizmete adarlar kendilerini. Aynı eğitimi almış erkekler ise ilerde ev geçindirme mecburiyetleri yüzünden kurs hayatından sonra çalışma hayatına geçerler.

Üniversite eğitimi alan dindar gençlere gelince burada da kız-erkek farklılığı yine ortaya çıkar. Kızlar kitap okumaya daha çok vakit ayırırlar, seminer, panel kültürel faaliyetleri daha çok takip ederler.

Erkekler de ise; okuyan, ilme değer veren, kültürel faaliyetleri takip edenler var elbette fakat sayıca kızlara göre daha az görünüyor. Erkekler memleket meseleleri ve siyasetle ilgilenmeyi tercih ediyorlar. Gündemi takip etmek onlar için daha öncelikli olabiliyor. Bu yüzden de kültürel anlamda kızlardan biraz daha geride kalabiliyorlar. Kızlarda siyasi konularda erkeklerden geride kalıyorlar. Bunda da abartılmadığı sürece bir anormallik yok. Herkes fıtratına uygun olana meylediyor.

Kızların erkeklerden daha çok okuması, daha çok kültürel faaliyet takip etmeleri onlara bir üstünlük sağlamıyor. Esas mesele kızların kendilerini bilgi olarak geliştirmelerinin ilme dönüşüp dönüşmediği. Öğrendikleri bilgilerin hava atıp, ukalalık etmek dışında bir işe yarayıp yaramadığı. Peygamber efendimiz: “Faydasız bilgiden Allah’a sığınmıştır.” Öğrendiklerimizin toplum ve aile hayatında ne kadar işe yaradığı önemlidir.

Maalesef ki Kur’an kurslarımızın çoğunda kızlar da erkeklerde evlilik hayatına hazırlanmıyor. Gençlere evlenmeyeceklermiş gibi bir eğitim sunuluyor.  Üniversite eğitiminin de evlilik hayatına bir faydası yok. Dindarlığı sadece ibadet ya da tesettür zanneden ve eş adayında kültürü önceleyen ve işin ahlaki boyutunu göz ardı eden bir zihniyete sahip olunca okumuş dindar gençler, evlilik hayatında daha çok problem yaşıyor. Bilginin afeti de kibir olunca işler daha da içinden çıkılmaz hale geliyor.

Sonuçta evlilik hayatı, bir kültür yarışma programı değil.Evlilik hayatı içinde; eşin genel kültürünün, süper bilgilerinin, zekasının iyi anlaşmaya, mutlu olmaya bir katkısı olmuyor. Tak aksi bazen her şeyi düşünüyor da beni neden düşünmüyor gibi bir fazladan bir sinir olmaya bile sebep olabiliyor.

Son dönemde dindar gençler daha zor evleniyor. Evlenmek isteyen pek çok dindar kız ve erkek olmasına rağmen birbirine benzer sebeplerden evlenemiyorlar: Kızlar, evlenecek kültürlü erkek yok diye şikayet ederken, erkekler de kızların ukalalığında, maddi külfetlerinden, hiç bir şey beğenmeyen tavırlarından şikayetçi.

Bir de bekarların evlilikle ilgili düşüncelerini etkileyen evlenmiş arkadaşları oluyor. Kafelerde neşeli kahkaha atan kültürlü kızlarımızın evlendiklerinde kocayı ve hayatı kontrol etmeye kafayı takmış bir cadıya dönüştüğünü gören erkekler, doğal olarak evlenmekten kaçıyorlar. Aynı şekilde evlendikten sonra kocasının sorumluluktan kaçtığını, evliliği için hiç bir çaba göstermeyen mızmız bir adama dönüştüğünün şikayetini arkadaşlarından duyan kızlar da evlenmekten korkuyorlar.

Velhasıl durum iki taraf içinde zor. Diploma, kurs eğitimi, genel kültür ve bilgi evlilik hayatında işe yaramıyor, kimse bununla övünmesin. Bizim bir evlilik kültürü oluşturmamız lazım. Eş adayının evlilik ile ilgili bilgisine, inançlarına bakmak lazım. Evlilik kültürü üzerine devam edeceğim inşallah.

Sema Maraşlı / Vahdet Gazetesi

Çocuk terbiyesinde dua ihmal edilmemeli

“Pedagojinin temel kaidelerine uymak binanın süsleme kısmıdır. Çocuk yetiştirmenin özü, yani o binanın temeli duadır. Çocuğu duasız şekilde yetiştirirseniz, temelinde dua olmazsa, o binayı ne kadar boyasanız da pudralasanız da güzel görünüşlü bir bina olduğu halde, temeli çürükse en ufak bir sarsıntıda yıkılacaktır.” 

Her anne-baba çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek ister. Bunun için de elinden gelen gayreti gösterir. Tüm anne- babaların hedefi bellidir: Çocuklarının içinde var olan potansiyeli en iyi şekilde ortaya çıkarabilmek.

Peki, bu yapılırken acaba anne-babaların ne yapması, nelere dikkat etmesi gerekiyor? Çocuğumuzun içindeki dehayı ortaya çıkarabilmek için yapılması gerekenler nelerdir?

Konuyu görüştüğümüz Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Uzman Pedagog Adem Güneş, anne-babalara önemli ipuçları vermesinin yanı sıra farklı bir konuya dikkatlerimizi çekiyor: Dua…

dua eden cocukSizin öncülüğünü yaptığınız Anadolu Pedagojisi’ne göre her çocuk bir Fatih, bir Itri, bir Mimar Sinan potansiyeli taşır. Ebeveynlerin bu potansiyeli keşfetmeleri için neler yapmaları, nelere dikkat etmeleri gerekiyor?

Sorunuzun cevabına geçmeden öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Allah her insanı ayrı yarattı ve her insanın içine kendisine has bir fıtrat koydu. Bir çocuk kendi fıtrî halini yaşarsa o zaman ortaya Allah’ın “mükemmel” dediği ve “Halife yarattım” dediği insan ortaya çıkar.

Günümüzde arızalı, hastalıklı, topluma zarar veren insan modellerine baktığımız zaman bunların daha çok fıtratı, özü, mayası bozulmuş ve bu bozukluğun kendi ruhundaki karşılığını etrafa yansıtan insanlar olduğunu görüyoruz. Biz inanıyoruz ki insan çok acizdir ve Allah’ın birçok sıfatını kendi üzerinde barındırıyor. Dolayısıyla fıtrî haliyle kalabilen bir insan topluma, dünyaya, insanlara zarar veremez. Çünkü Allah onu vicdan, akıl, bellek, muhakeme gücü ve benzeri birçok donanımla birlikte yaratmıştır. Tüm bunlara baktığımızda insan bu hali özümseyip, bir şekliyle Yaratıcısına teveccüh edecek vaziyettedir.

Peki, sizin “topluma zarar veren insan modeli” dediğiniz kişiler biraz önce sözünü ettiğiniz durumun dışına nasıl çıkıyor?

Gelişim sürecinde çocuğun iyiye doğru gitmesini isteyen anne-baba biraz kaygılarından, biraz çocuğu tanımamasından dolayı çocuğun vicdanını öldürüyor, duyularını öldürüyor. Çocuğun kendisi olmasına izin vermek yerine korku ve panik içerisinde kendi istediği modele çevirmeye çalışıyor. Böylelikle sanki Allah’ın fıtrata koymuş olduğu o öze itiraz eder gibi, kabullenmez gibi, başka bir insana dönüştürmeye çalışınca ortaya şikâyet edilen insan tiplemesi çıkıyor. Bugünün temel problemi budur. Bu tip insanlarla toplum olarak boğuşuyoruz.

Veya modern hayatın getirdiği, kendisi iyi yetiştirilmiş olsa da paranın, makamın, popülerliğin, nefsin fıtrat bozucu haline yenik düşmüş insanlarla şu anda toplumlar olarak boğuşuyoruz. Her şeyi anne-babanın omuzuna yüklersek orada da ciddi bir hata yapmış oluruz. Çünkü anne-babanın da ötesinde çocuğun yetişmesinde çevrenin çok büyük tesiri vardır.

Bunları belirttikten sonra sorunuzun cevabına geçebiliriz.

Buyurun…

“Ben iyi bir anne-baba olmak istiyorum” diyen anne-babaların ilk yapacağı şey; çocuğuna doğduğu günden itibaren güven ve emniyet sunmasıdır. Fıtratın inkişaf etmesindeki en temel faktör bunlardır. Bu güven ve emniyetin içerisini doldurmaya kalktığımızda çocuğun hiçbir zaman anne tarafından yalnız bırakılmamış olması, emme süresince çocuğun mutlaka anne tarafından emzirilmiş olması, gece yatarken çocuğun yanında mutlaka annenin de bulunmuş olması, çocuğun her ihtiyacı olduğunda, inlemesi, ıhlaması durumunda bile annenin mutlaka karşılık vermesi çocuğu şımartmaz, çocuğu bağımlı hale getirmez. Çocuğa emniyet ve güven içerisinde olduğu hissi aşılar.

Çocuk kendini emniyet ve güven içinde hissediyorsa o takdirde fıtrat gelişir. Bir ağaç fidanının gelişmesinde su ve güneş ne ise, çocuğun gelişmesinde emniyet ve güven aynı şeydir.

Anne-baba çocuklarına “dokunma”, “etme”, “koşma”, “zıplama” diye engelleyici tavırlar takınmak yerine etrafı, eşyayı tanıması için güven vermiş olsa her an yanında bulunmuş olsa çocuğun fıtratının yeşermesi güvenli ve emniyetli olacak. Çocuk dışarıda karşılaştığı olaylarda veya evde yaşadığı olaylarda eğer anne-babadan emniyet hissediyorsa o takdirde fıtrat gelişir.

Aşırı koruyucu olmamak, çocuğun yapabileceği bazı şeylere izin vermek de gerekiyor. Bazı anne-babalar çocuğun üzerine öyle bir kapanıyor ki, üst kattaki komşu çocuğu hafif itelemiş olsa, güven vereceğim diye gidip o komşu çocuğunu incitiyor. Böyle bir durumda çocuk güven yerine güvensizlik alır. Çünkü anne-babasının bir başkasına zarar verdiğini gören çocuk, bir süre sonra kendisine de zarar verileceğinin kaygısına kapılır.

Peki, güven ve emniyet duygusunun verilmesinde doğru davranış ne olmalı?

Güven ve emniyette anne-babanın tutumu şu olmalı: Anne-baba bir sükunet ve sekine içerisinde yaşamalı. Çocuk oynarken tabii ki düşecek, arkadaşı ile itişecek de  tepişecek de… Bunlara izin veriyor olmak çocuğun gelişimine de destek veriyor olmak demektir.

Çocuğun güven ve emniyet içerisinde hayata tutunabilmesi için anne-babanın rehber olması gerekir. Anne-baba rehberlik görevini başarırsa çocuk güven ve emniyet içerisinde olduğunu hisseder, bu da fıtratın inkişafına sebep olur.

Bunu biz madalyonun iki yüzü olarak düşünürsek, bunlar anne-babanın fiili olarak yapması gerekenlerdir. Güven sunacak, emniyet sunacak ve çocuğun fıtratının gelişmesine izin verecek. Ancak bir şey eksik olursa arıza oluşması muhtemeldir. Anne-baba emniyet ve güveni sağlasalar da o çocuğun yolunu açacak olan Allah’ın inayeti de lazımdır.

Çocuk terbiyesinde yaptığımız her şey bir fiilî duadır. Yapmamız gerekenler zaten mesuliyetlerdir. Onları yapmazsak Allah’a karşı saygısızlık yapmış oluruz. Bunu yapmadan hayırlı bir evlat beklemeyelim. Fiilî duayı yaptıktan sonra bu çocuk mükemmel olacaktır diye beklemek de olmaz. Kâinatın sevk ve idaresi, duaların kabul makamı Allah’tır. Fiilî duanın arkasından bir de mutlaka kavlî dua gelmesi lazımdır.

Aslında burada çok yeni ve ilginç bir konuya temas ettiniz. Günümüzde anne-babalar çocuklarını mükemmel yetiştirmek için her türlü fedakârlığı yapıyorlar. Kitap okunması gerekiyorsa okuyorlar, pedagoga gitmek gerekiyorsa gidiyorlar, psikoloğa gidiyorlar ve en iyi okullarda yetiştirmeye çalışıyorlar. Fakat az önce dediğiniz kavlî dua kısmı günümüzde ihmal mi ediliyor?

Pedagojinin temel kaidelerine uymak binanın süsleme kısmıdır. Çocuk yetiştirmenin özü yani o binanın temeli duadır. Çocuğu duasız şekilde yetiştirirseniz, temelinde dua olmazsa o binayı ne kadar boyasanız da pudralasanız da güzel görünüşlü bir bina olduğu halde temeli çürükse en ufak bir sarsıntıda yıkılacaktır.

Çocuğunun zarara uğramaması konusunda, yolunun açılması noktasında, hayırlı bir vazife verilmesi noktasında, insanlığa hayır işlemesi noktasında anne-babalar nasıl  güven ve emniyet sunuyorsa, aynı şekilde güven ve emniyet hissini çocuğun içinde inkişaf ettirecek olan, çocuğun içerisinde duyuracak olan Allah’a da müracaat etmelidir. Ben çocuğa güven ve emniyet veriyorum diye anne-babanın iyi davranması önemli değil, önemli olan bu hissin Allah tarafından o çocuğun içine yerleştirilmiş olmasıdır. Çocuğa dışarıda gelebilecek bir bela ve musibeti onun peşinden giderek engel olmak değil; kâinatı kudret elinde tutan Allah’a yalvarmak, zihnî ve fiziksel bela ve musibetlerin Allah tarafından önleniyor olması için anne-babanın dua etmesi gerekir.

Çocuğumuzu sabah okula uğurlarken veya bir yere yollarken hakkında hayır dualarda bulunmak “Yavrum Allah zihin açıklığı versin, Allah yolunu açık etsin, Allah yolundaki engelleri kaldırsın” gibi dualar da bahsettiğimiz dua kısmına girer mi?

Ağzı dualı bir anne-baba mutlaka çocuğunu okula gönderirken, okuldan alırken, dersinin başına oturttururken, arkadaşlarıyla bir yere yollarken ve benzeri güncel yaşamın içerisinde mutlaka hayır dualarda bulunması ve mutlaka çocuğun bunu duyması lazımdır. “Allah yolunu açık etsin evladım” duasını mutlaka her annenin söylemiş olması gerekir. “Allah sana hayır işler yaptırsın, Allah’ın razı olduğu kullardan olasın kızım” dualarını her çocuğun duyması gerekir.

Anne-babalar günün koşturmacası içinde yoruluyorlar, sinirlenebiliyorlar; bu yorgunluk içerisinde olumsuz cümleler kurabiliyorlar. Mesela; “Allah senin cezanı versin”, “Allah seni bildiği gibi yapsın” veya “Allah sana da senin gibi bir evlat versin de gör bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu” gibi beddua diyebileceğimiz dualar ediyorlar. Bu noktada bu söylenenlerin de hem çocuk üzerinde hem de dua babında manen baktığımızda bir etkisi var mıdır?

Çok önemli bir konuya temas ettiniz. Maalesef anne-babalar duanın gücünü çok bilmiyorlar. Çocuğun bir ruhsal yapılanmasının olduğu ve bunun çok hassas olduğunu günlük yaşantı içerisinde gözden kaçırıyoruz. Bırakın çocuğa bedduayı, hayvana dahi beddua ettiğinizde hayvan hırçınlaşıyor. Evde yaşayan bir çiçeğe beddua ettiğinizde çiçek soluyor.

Anne babalar çocuğuna “Allah senin belanı versin” diye bir söz söylediğinde o çocuğun içerisine zehir akıttığını ve gerçekten de Allah’ın o çocuğa bir bela zemini gibi bir zemin hazırlayacağını bilmeleri gerekir. Beddua hayvana, bitkiye dahi edilmez, kaldı ki anne-babalar çocuklarını terbiye etmek için onlara beddua ediyorlar. Bu çok acınası bir haldir. Allah onun da karşılığını verir.

Bu aynı zamanda çocuğa yapılan bir saldırıdır, değil mi?

Evet, çocuğa pedagojik olarak, psikolojik olarak öylesi şiddetle yaklaşan bir anne, çocuğun psikolojik olarak ruhunu bozar. İlahiyatçı değilim ama her anne-babada anne-babalık hakkı vardır. Bir anne çocuğunu dokuz ay karnında taşımış, acılar içerisinde onu dünyaya getirmiş, onu emzirmiştir. Tüm bunlar karşılığında Allah, anneye bir “annelik hakkı” mahsus tutuyor. Bu hakkın karşısında anne-babaların edeceği duaların karşılığının verileceğini bilmemiz gerekir. Anne-babalar bu hakkı hayır dua için kullanırsa Allah muhtemel ki annelik hakkından dolayı hayır verecektir. Ama bu hak, beddua için kullanılırsa, Allah bedduanın karşılığını verecektir. Anne-babaların bilmesi gereken en önemli şey budur. Siz istediğiniz kadar pedagojik olarak çocuğunuzu yetiştirin, hakkınızda şer istemişseniz, şerrin üstüne inşa ettiğiniz bir çocuğunuz olacaktır.

Dua olmadan pedagoji yarım kalır. Pedagojinin dua boyutu ihmal edilmemeli. Çocuk terbiyesinde duanın gücüne inanmak lazım. Anne-babalar anne-babalık hakkını Allah’tan hayır için isterse Allah hayır, şer için isterse Allah şer verir. Anne-babaların dikkatli olması lazım.

 

Fatihlerin yanında bir rehberi olmalı

Fatih Sultan Mehmet’in başarılarının arkasında bir Akşemsettin, bir Molla Gürani var. Mehmed’in Fatih olarak yetişmesinde ona rehberlik edecek kişilerin bulunmasını bir pedagog olarak nasıl değerlendirirsiniz?

Günümüzde anne-babalar çocuklarını bizzat kendileri yetiştirmeye çalışıyor. Bu çok defa bir çocuğun yetiştirilmesinde eksiktir. Hiçbir annenin gücü tek başına bir çocuğu yetiştirmeye yetmez. Çocuğun belli bir kıvama getirilmesi anne-baba ile olur. Kıvama geldikten sonra çocuk kendi fıtratının karşılığı olan bir kişiyle veya kendi fıtratını destekleyen birileriyle gelişim sürecini tamamlaması lazım.

Osmanlı dönemine baktığımızda 11-12 yaşına yani ergenlik dönemine kadar anne-babayla olan çocuk bir süre sonra onlardan ayrılıyor. Fıtratının karşılığı olan bir yerde başkalarının destekleriyle yoluna devam ediyor, sonra tekrar anne-babasının yanına geliyor. Ergenliğe giren bir çocuk evde anne-babayla çatışır. Bu noktada mutlaka çocukların belli bir kıvamdayken, belli kişilerin yanında onların rehberliğiyle devam edip sonra tekrar anne-babanın yanına gelmiş olmasında büyük faydalar vardır.

Bu söylediklerinizden Osmanlı’da 8-10 yaşında şehzadelerin anne-babasından ayrılarak kendisine her bakımdan rehber olacak, kendi alanında uzman kişiler tarafından yetiştirilmesinin günümüzde bir model olarak alınması gerekli olduğunu mu anlamalıyız?

Kesinlikle model alınması gerekir. Bugün ergen problemi denen şeyi bizim ecdadımız çocuğun bu döneminde kendisine rehberlik edecek, fıtratını inkişaf ettirecek bir başka kişinin yanında geçirttirmiş. Sonra anne-babasının yanına gelmiş. Bu mutlaka örnek alınması gereken bir modeldir.

Burada görev yine anne-babaya düşüyor. Çocuğunun fıtratına göre onu destekleyecek insanları bulup çocuğunu onların yanına gönderme ve onunla vakit geçirmesini sağlaması gerekiyor değil mi?

Evet. Burada şunu tavsiye edebilirim: Çocuk yaz tatilinde bazen bir manavın, bazen bir terzinin yanına gönderilebilir. Burada maksat çalışmayı öğretmek değil. Gönlü açık bir terzinin yanında sükûn içerisinde onun hallerini gözlemleyebilirse, yeterlidir. Bu yaşlara geldiğinde mutlaka rehberlik edecek bir kişinin yanında olmalı. Olmazsa çatışmalar bir sonraki dönemin yeni problemini oluşturur.

Çocuk, yanına gittiği kişide fıtratının bir boyutunu geliştiriyor olması lazımdır. O kişinin sadece işini iyi yapıyor olması ve sükûnet içerisinde olmasından daha ziyade onun da manevî derinlikleri olursa çocuk bu ikinci rehberinin yanında çok daha iyi gelişir.

Pedagog Dr. Adem Güneş

İlim Cesedinin Ruhu, Edebdir

İnsanlık toplumunda eğitim, Hz. Adem (a.s) ile başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin çok hikmetlerinden birisi de, eğitim ile kendisini yetiştirmesidir. Kazanılan ilim sayesinde insan, dünya ve ahirete yönelik işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Zira insanlar, diğer hayvanlardan farklı olarak, hayatını nasıl yaşayacağını bilmeden ve her şeyden habersiz olarak dünyaya gelmektedir. Buna karşılık, ihtiyaçları da o nispette sonsuz denecek kadar çoktur. İşte insanlar, ihtiyaç hissettikleri şeyleri elde etmek için eğitim olgusuna eğilmektedirler.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan ilmi çalışmalar olduğu gibi, temel olmayan ihtiyaçlar için de ilmi çalışmalar yapılmaktadır. Fizikten Astronomiye, Gıda biliminden Kimya ilmine, Ziraat ilminden Tıp derslerine, İnşaat bilgilerinden Deniz ürünleri konularına, İşletmecilik alanlarından Mühendislik alanlarına, İlahiyat vadilerinden Yöneticilik kıyılarına, Matematik bölümlerinden Psikoloji ilmine… binlerce alanda ciddi ve ince çalışma ve buluşlar gerçekleştirilmektedir.

Sayılan tüm bu ilimlerin, insanları Allah’a (c.c) ulaştırması gerekir. Çünkü bütün ilimlerin ulaştığı son nokta, İlahi isimlerdir. Mesela, Tıp ilmi“Şafi” ismine, mühendislik bilimleri “Mukaddir” ismine, Matematik ilmi “Muhsi” ismine, Felsefe ise “Hakim” ismine v.s tüm ilimlerin insanı ulaştıracağı nihai doruk, Esma-i ilahiyedir. İlimlere böyle yaklaşan, bu şekilde okumaya çalışan ve bu niyetle tahsil eden kişiler, yaratılışın sırrını yakalar ve hakiki insan olurlar. Çünkü ilimleri, Allah’ı (c.c) anlama sanatı olan marifetullah’a merdiven ve basamak yapanlar, Kur’anın istediği ve tarif ettiği “iyi ve ideal insan” olur. Fakat sadece ilim tahsil eden ve bilimsellikten maneviyata geçemeyenler, “iyi bilim adamı” olur. Böyle insanlar, sahip oldukları ilmi, hakiki anlamda okuyamadıklarından, istenilen sonuca ulaşamazlar.

İnsanların iyi ve ideal insan olma yolunda muvaffak olabilmeleri için, Cenab-ı Hak (c.c) dinleri ve peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, kendilerine gönderilen Kitap, Suhuf ve vahiyler yardımıyla, insanlara bu görevlerini hatırlatmakla vazifelidirler. Bunlar, kendilerine inanan ve tabi olan herkese de iman hakikatlerini vermekle beraber ilim ve tevazuu da tavsiye etmişlerdir.

Özellikle Kur’an-ı Kerim’in ilk emrinin “Oku” olması (Alâk suresi, 1), okumanın ve ilim sahibi olmanın İslam içerisindeki yerini ortaya koyar.“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer suresi, 9) ayetiyle, ilim sahibi olanların diğer insanlardan farklı olduğu vurgulanır.“Sakın ha cahillerden olma” (En’âm suresi, 35) ayetinde, cahilliğin dünyevi ve uhrevi bir yük olacağı hatırlatılır. “Kulları içerisinde Allah’tan (c.c) ancak âlimler korkar” (Fâtır suresi, 28), ayetinde ise Allah’ı sevmenin ve O’ndan korkmanın tek yolu, Allah’ı bilme ilmi olduğu bildirilir. “Allah (c.c), içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir” (Mücadele suresi, 15) ayeti ise Allah (c.c) katında da insanlar katında da yücelmek isteyenlerin ilme sarılması gerektiği vurgulanır. İşte bu gibi ayetler, eğitimin ve ilim tahsil etmenin İslam dini içerisindeki yerini ve önemini gösterir.

Peygamber efendimizin ( a.s.m ); “İlim öğrenmek kadın, erkek her Müslüman’a farzdır” (Keşfu’l-Hafâ, I. 138; Feyzu’l-Kadir, I. 542) hadis-i şerifi, ilim öğrenmenin farz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî, İlim, 19.) ifadesinde ise, ilmin Müslümanların hakiki malı olduğu hatırlatılır. “İlim Çin’de dahi olsa arayınız ve bulunuz”( Acluni, Keşf’ü-l Hafa, I. 138) hadisi de ilmi tahsil etmenin zorluğu, bizi yolumuzdan çevirmemesi gerektiği vurgulanır. “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” sözünde, ilmi tahsil etmenin sonunun olamayacağı ders verilir. “Alimin mürekkebi, şehidin kanından eftaldir”, (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6), hadisi, alimin sarf ettiği mürekkebin değerini ortaya koymaktadır. “Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah (c.c) yolundadır” (Tirmizî, İlm, 2) hadisi ise, ilim tahsil etmek için yola çıkmanın hem cihad, hem de ibadet olduğu bildirilir. “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir” (Keşfü’l Hafâ, H. No: 751) hadisi, alimlerin yüksek makamını gösterir. “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın.” hadisinde de dünya ve ahiret saadetinin anahtarının ilim olduğu görülmektedir. İlim, amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında “İslâmiyet’le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir” demek mümkündür.

Bu ayet ve Hadisler, ilmin faziletini, değerini ve önemini açıkça göstermektedir. Fakat bu ayet ve hadislerde bahsedilen ilim, tevazu ve edeb ile boyanan, hayat bulan ve ruhlanan ilimdir. Yoksa edebden ve tevazudan mahrum bir ilim, ruhsuz bir cesede veya susuz kalmış bir bitkiye benzer. Çünkü tevazu, ilmin gereğidir ve neticesidir. İnsan, hakikatlere ne kadar aşina olursa ve ne kadar nüfuz ederse, o kadar kibirden ve büyüklenmekten uzaklaşır. Çünkü, insan bu sayede kainatın büyüklüğünü ve kainatın yaratıcısının azametini daha iyi anlar. Kendisinin aczini ve zayıflığını daha güzel okur. Allah’ın (c.c) kendisine bahşettiği güzelliklerden dolayı, büyüklenmenin aksine şükür ve hamdini artırır.

Şayet tahsil ettiği ilim, onu bu istenilen sonuca ulaştıramamışsa, o zaman o ilim, Yunus Emre’nin:

“İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen.
O nice okumaktır.”
dörtlüsünde ifade ettiği gibi eksiktir. Çünkü tahsil edilen ilim, insana kendisinin ve diğer varlıkların mahiyetini bildirmelidir. Allah’ın (c.c) büyüklüğünü ve insanın küçüklüğünü hissettirmelidir. Böylece vazife başında ciddi ve vakur, şahsi yaşayışında ise mütevazı ve alçakgönüllü olacaktır. Büyüklenenlere karşı izzetle ve zayıflara karşı da tevazu ile karşılık verecektir. Hangi makam ve mevkide olursa olsun, Allah’ın (c.c) kulu olduğunu unutmayacaktır.

Allah (c.c), bu özellikleri taşıyanları, yüceltir. Peygamber Efendimiz (a.s.m) “Her kim Allah (c.c) için mütevazi olursa, Allah da (c.c) onun derecesini yükseltir” (Müslim Bir ve’s Sıla, 69), “Cenab-ı Hak (c.c), bana, mütevazi olmanızı vahyetti” (Riyazu’s -Salihin, II, 37) buyurmuşlardır. Ve bu tevazu anlayışını tüm hayatında da yaşayarak göstermiştir.

Mesela, bir gün kendilerine bir adam getirilir. Gelen kişi, korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulü (a.s.m) “Sakin ol! Ben bir melik değil, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum” (Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-din, Kahire, 1954, II, 483, 484) buyurmuştur.

Resulullah (a.s.m), bir gün sahabelerine su dağıtırken, uzak diyardan bir atlı gelir ve “bu kavmin efendisi kimdir?” diye seslenir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (a.s.m) “Milletin efendisi onlara hizmet edendir” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463) buyurur. Bu ifade ile, hem kendisinin o muhitin efendisi olduğunu hem de tüm asırlara ve insanlara milletin efendisi olmanın yolunun onlara hizmet olduğunu da mütevazi bir şekilde canlı bir ders verir.

Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı tavsiyelerden birisi de şöyle idi: “Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme; çünkü Allah (c.c) kurulup öğünenlerin hiç birini sevmez” (Lokman suresi, 18)

Bundan da anlaşılıyor ki, tevazu sahibi olmak hem dinin emridir hem de insan haysiyetine yakışan bir tutumdur. Çünkü, büyüklerimiz“Cehalet insana cesaret verir, bilgi ise tevazu katar” demekle, kibirlenmenin sebebinin cahillik, tevazunun nedeninin ise ilim olduğuna dikkat çekmişlerdir. Hz. Ali (r.a) ise; “Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum” diyerek, öğrencilerin, eğitimcilere nasıl bir hissiyatla bağlanmaları gerektiğini vurgulamıştır. Demek, asıl büyüklük çok bilmekle değil, bildiğini yaşayabilmek ve bilgisini başkalarına tahakküm sebebi yapmamakla kazanılır. Öyleyse, bir adamın gerçekten büyük olup olmadığı, onun alçak gönüllülüğünden anlaşılabilir.

İlim sahiplerinin kendi ilimlerine katkı sağlayabilmeleri için, yine tevazu içerisinde olmaları şarttır. Çünkü, kendisine güveni olan ve yeterli ilme sahip olduğunu zanneden bir kişi, başkalarına tenezzül etmez. Böyle insanların gelişmeleri de, burada noktalanmış olur. Bu konu ile ilgili Japonların anlattıkları şu olay, çok manidardır: Bir zamanlar, Japonya’da ünlü bir din adamı varmış. Bu din adamına bir gün bir bilgin misafir gelir. Bu bilgin, kendisine güvenen biriymiş. Durmadan konuşup, din adamının konuşmasına meydan vermez. Din adamı da bir taraftan bu bilgini sabırla dinlerken, bir taraftan da ona çay doldurur. Çay fincanı çoktan dolduğu halde, din adamı hala doldurmaya devam eder. Bunu gören bilgin hemen “efendim, çay taştı” der. Din adamı “Oh! Bu çay fincanı çoktan doldu. O zaman daha fazla doldurulmaz” diye cevap verir. Zeki olan bilgin, onun vermek istediği mesajı alır ve konuşmayı keser. Bundan sonra din adamı, ona nasihat ve dersler verir. O da çok istifade ederek ayrılır.

İlmin insanı edeplendirdiği konusunda, tarihimizden şu muhteşem tablo temaşaya ve ibret alınmaya layık bir örnektir: İmamlar imamı Ebu Hanife hazretleri bir gün camide vaaz verirken, yanına bir kadın yaklaşır. Kadın yanında getirdiği yarısı sarı yarısı kırmızı bir elma ile bir bıçağı, imamın yanına bırakır ve geri çekilir. Bir feraset timsali olan o koca imam, elmayı bıçakla ortadan kesip, içini kadına gösterdikten sonra kadına verir. Kadın elma ve bıçağı aldıktan sonra, gider. Bu hadisenin en anlama geldiğini soran cemaate büyük imam şöyle cevap verir:“Kadın bana bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı getirerek, kırmızı kanda mı yoksa sarı kanda mı hayızdan temizleneceğini sormak istedi. Ben de elmayı ikiye bölüp ona beyaz olan iç kısmını göstererek ancak akıntı beyazlaştığında temiz olabileceğini söylemek istedim.”

İşte bu gibi ibret tabloları, İslam dininin insanlara ilim, edeb ve takvayı ne ölçüde kazandırdığının mükemmel ve muhteşem bir göstergesidir.

 

Abdullah Soydinç / Zafer Dergisi

Okul Başarısı Ayrı Şey, Yaşamı Başarmak Ayrı Şeydir

Acı ama yazacağım…

Telefonda sesi titrek bir anne “Hocam, çaresizim. Allah rızası için yardım edin.” diye feryat etmişti. “Sorun nedir, ben size nasıl yardımcı olabilirim?” dediğimde, “8. sınıfa giden oğlum garip garip konuşmaya başladı, korkuyoruz.” Dedi. İçim ürperdi. “Buyurun gelin” diyerek görüşmeye davet ettim.

Dünyalar tatlısı bir genç, henüz 13-14 yaşında, ablası ile geldi. Üniversite öğrencisi ablası, “Kardeşime bir şey oldu, korkuyorum” dedi ve ağladı. “Ağlama, ben size yardımcı olmaya çalışacağım.” dedim.

Genç kız odadan çıktı, kardeşi girdi.

Tam karşımdaki sandalyeye oturdu.

İçimde bir garip ürperti hissettim. Bu bakışları tanıyordum. Ama yine de sordum: “Merhaba, benim adım Adem Güneş, tanışabilir miyim seninle?”

Çocuk gözüme anlamsız anlamsız baktı ve “Beni neden suluyorsunuz?” dedi.

İçimde bir şey koptuğunu hissettim. “Nasıl yani?” dedim…

“Benim ziyaretime neden gelmedin sen!” dedi…

Korktum! Hem de çok…

“Adını öğrenebilir miyim canım? Nedir adın?” diye tekrar sordum.

Cevap vermedi.

Çocuğun ablasını çağırdım. “İstersen kardeşini dışarıya alabilirsin. Biraz seninle konuşmak istiyorum.” Dedim.

Çocuk dışarı çıktı.

Genç kıza “Kardeşin ‘Beni neden suluyorsunuz?’ diye sordu. Bu ne demek?” dedim.

Genç kız elini yüzüne kapatarak ağlamaya başladı. “Kardeşim bir haftadır kendinin öldüğünü zannediyor. Mezarda çiçek sanıyor kendisini. Herkese böyle söylüyor.”

Kanım dondu. Çok tatlıydı yüzü. Ne diyeceğimi bilemedim.

“Peki, son zamanlarda neler yaşadı kardeşin?” diye sorduğumda içim cız etti…

“Kardeşim SBS denemelerinde bölge birincisi idi. Gece gündüz sınava hazırlanıyordu. Bir gece yanıma geldi, ‘abla korkuyorum’ dedi. Ben anlam veremedim önce. Sonra gözlerindeki korkuyu gördüm. Anneme haber verdim. Annem ‘Ne oldu oğlum?’ deyince ‘Beni neden suluyorsunuz?’ deyiverdi. Annem, ‘Oğlum ne diyorsun sen, ne sulaması!’ dese de anneme dönük ama boşluğa bakarak ‘Beni neden mezara koydunuz?’ deyince babam da uyandı, evin içinde bir garip korku oluştu. Annem hem ağlıyor hem dua ediyordu. Cin mi çarptı acaba diye düşündü annem önce, sonra korkuları iyice arttı. Babam belki uykusuzluk ve sınav kaygısından dolayı halüsinasyon gördüğünü düşündü, ‘Hadi yatalım, sabah ola hayır ola.’ dedi ama ben yatamadım… Korku ile birkaç kez yanına gittim durdum. Sabaha karşı uyumuşum. Allah’ım bir rüya olsun gördüklerim diye sabahın ilk saatinde uyandırdım kardeşimi. Uyandığında yine o boş gözlerle baktı bana. Anlamsız bir-iki söz söyledi, benim sinirlerim iyice gerildiği için omuzundan tutup salladım, ‘Kendine gel ya, yapma, korkuyorum’ dedim ama sanki uyurgezer gibi idi, hiç etkilenmedi bile. Annemler yanımıza geldiler, annem ağlamaya başladı, babam şaşkındı.”

“Doktora götürdünüz mü?” diye sordum. “Bir haftadır hastanelere gidiyoruz, psikiyatra gittik, ilaç aldık ama hiçbir şey değişmedi.” dedi.

İçim çok yandı. Ne diyeceğimi şaşırdım. “Ben size yardımcı olamam ki…” diyebildim. Genç kız sordu: “Kendiliğinden geçer mi hocam, ne yapalım? Annem diyor, ‘Taşınalım İstanbul’dan. Memleketimize dönelim. Ben oğlumu okutmak falan istemiyorum. Kendim bakar büyütürüm.’ Önümüzdeki hafta da sınavı var, dershaneden öğretmenleri arıyor, onlara da bir şey diyemedik. Ne yapalım? Bize bir akıl verin n’olur!”

Hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım. “Kardeşinizin akıl zembereği boşalmış galiba” diyemedim. “Annenizi dinleyin. Alın kardeşinizi gidin buralardan.” diyebildim.

Vedalaştık…

O çıktı, ben kaldım sandalyede tek başıma…

Durdum biraz… Gözlerimi tavana çevirdim… Düşündüm… Sonra kendime hâkim olamadım… Ellerimi yüzüme kapattım ve hıçkırıklarla ağlamaya başladım…

Bu olayın üzerinden 2 yıl geçti. Bu genç delikanlı ne hâlde bilemiyorum. Aile Konya’ya gidecekti, gitti mi onu da bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Ülkemizdeki sınavlara yüklenen anlam, çocukların ruh sağlığını bozuyor. Yetkililer ne yapar bilemiyorum; ama sınav tarihi yaklaşırken koca koca çocukların altlarını ıslattıklarına, panik atak olduklarına, geceleri kâbus gördüklerine, kekelemeye başladıklarına şahit oldukça benim de psikolojim bozuluyor.

Sözüm tesir eder mi size bilemiyorum ama bunaltmayın çocuğunuzu. Bırakın şu son bir hafta dinlensin, kendine gelsin. Sınav her şey demek değil. Zira bazı kayıplar, sınavı kaybetmekten daha acı verir insana…

Pedagog Adem Güneş

Yüksek Puanla Kendini Bulmak(!)

İki anne parkta ayakta konuşuyordu. Çocuklarının yüksek puan almaları gerektiğinden, bu yüzden onlara daha çok çalışmaları için baskı uygulamak zorunda kaldıklarından… Belli ki gergindiler, kaygılıydılar. Geçip gidemedim yanlarından, kulak misafiri olduğum konu derin bir anlam taşıyordu içimde. Özür dileyerek böldüm ve size kendimden bahsetmek istiyorum müsaade eder misiniz, dedim, gülümseyip dinlediler.

Şimdi size de kendimden bahsetmek istiyorum.

Ben ilkokul ve ortaokulu küçük bir ilçede okudum. Başarılı bir öğrenciydim. Beşlik sistemde tek bir dördüm bile yoktu. O yıllarım resim ve kompozisyon yarışmalarına katılmakla geçti, çok keyif alırdım renkleri ve kelimeleri kâğıda dökmekten. Bütün defterlerimin arkasına kız resimleri çizer, çeşit çeşit kıyafetler tasarlardım. Misafirliklerde bile en sevdiğim oyundu, kuzenimle farklı ve özgün kıyafetler çizmek. Şiirler yazardım ben, kuzenim benim şiirlerimi bestelerdi.  Arkadaşlarım bana konu söylerdi, ben o konuda şiirler yazardım, kimileri o satırlarla sevdiği kıza ilanı aşk ederdi.

Sonra bir başka şehirde fen lisesini kazandım.  Fen lisesinde son derece başarısız ve mutsuz oldum.  Adı üstünde “fen” lisesi ve ben “fen” derslerinden hiçbir şey anlamıyordum. Sabahlara kadar çalıştım. Daha doğrusu çalışmaya çalıştım.  Kaygılıydım, her dersten başarılı olmak zorundaydım çünkü. Çabaladıkça herşey sarpa sarıyor ve içinde ne yazdığını anlayamadığım kitaplarla bir girdapa sürükleniyordum sanki. Kaygılı bir beynin öğrenemediğini işte daha o yaşlarda tecrübe ettim.

Son sınıfta genel bir liseye geçtim. Artık yüksek notlar, yüksek puanlar almaya başladım. Ve büyük(!) sınavdan iyi bir puan alarak, yüzde 2’lik dilime girdim. Büyük bir başarıydı sanırım. En iyi üniversitelerde istediğim bölümü okuyabiliyordum. Tıp, mühendislik, mimarlık, öğretmenlik…

Ve o yüksek puanla, mühendisliği kazandım, beş yıl boyunca iyi bir üniversitede eğitim aldım.

22 yaşıma geldiğimde bir mühendistim artık. Ülkenin en önde gelen firmalarından birinde iyi bir maaşla “Mühendis” olarak işe başladım…

Peki mutlu muydum? Hayır!… Kocaman “hayır”… 6 yaşımda anaokuluyla başlayan eğitim sürecim, 16 yıl sonra tamamlanmıştı… Ama ben, mutlu değildim. Mizacıma uygun olmayan bir iş ortamındaydım, bulunduğum konumun gerektirdikleri iç dünyamda çatışmalara yol açıyordu. Yaptıklarım ve yapmak istediklerim arasında uçurum vardı sanki. Kendimi kaybolmuş hissediyordum. Yanlış yerde yanlış bir işle meşguldüm sanki ve bu içten içe huzursuz ediyordu beni. İşe giderken servisim kaza yapsa da gitmesem diye dua eder hale gelmiştim bir süre sonra.

Ne aldığım yüksek puan, ne okuduğum iyi üniversite, ne de iyi bir kariyer imkanı, beni mutlu etmeye yetemedi. Aldığım yüksek maaş da… Benim kendi seçimimdi hepsi, zorlama baskı ile almamıştım kararlarımı. Sonradan anlıyorum ki en büyük ihtiyacım, benim kendimi, ilgi alanlarımı ve potansiyelimi tanımama imkân verecek, doğru bir rehberlikti.

İşte bu yüzden “çocuğum yüksek puan almalı, iyi kariyer yapmalı, çok para kazanmalı” diye kendini ve çocuklarını paralayan anne babalara ve öğretmenlere seslenmek istiyorum şimdi:

Çocuğun aldığı ya da alacağı puanlar sadece bir sonuç. Çoğu zaman da kendini tanıyamamanın ya da  üzerinde hissettiği baskının bir sonucu.  Asıl önemli olan ise çocuğun neler yapmaktan keyif aldığı. Yüce Allah’ın bahşettiği her insana “özel” yetenekler var. Neden herkes Matematiği sevmek zorunda ya da Fen’i başarmak zorunda? Başarılı çocuk deyince fen liseleri akla geliyor da neden dil, spor, sanat gibi alanlara da yatkınlık önemsenmiyor?

Her çocuğun iç dünyasında şekillenen mizacı ile ortaya koyduğu “özel” yanları var. Evet, bu her çocukta var. Okul başarısı düşük olsa da, ilk bakışta görülmese de, keşfedilememiş olsa da… Büyükler olarak yapmamız gereken işte çocuklarımızın o yanlarını keşfetmelerine rehberlik etmek. “Daha çok soru çözsün”e değil de “ne yapmaktan mutlu oluyor”a kafa yormak…

İnanın çok çabuk geçip gidiyor çocukluk yılları.Elde kalan ise uzun bir zaman kaybının getirdiği derin mutsuzluk ve içsel çatışmalar oluyor.Sonra o mutsuzluktan nasibini alıp, yeni başlangıçlarda kendini bulmaya çalışıyor insan.  Bu 10’lu yaşlarda çok daha kolay oluyor da, 30’undan sonra gerçekten çok zor.

Gonca Anıl / www.cocukaile.net