Etiket arşivi: Ehl-i beyt

Kapı neden önemli?

Son zamanlarda sosyal medyada dikkatimi çeken bir temayül ve damar var. Ehl-i Beyt sevgisinin Sünnet-i Seniyye vurgusu yapılmadan mümkün olabileceğini sanan bir damar. Doğrudan Şiilik propagandası yapmadan lakin Şia bakış açısını ufak ufak aşılayan bir damar. Halbuki mürşidimin dediği gibi: “Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Ehl-i Beyt’i Sünnet-i Seniyye’den ayıran sevgiyi istikametsiz biliriz. Onu ancak şunun vesilesi olduğu için severiz. Sünnet-i Seniyye’ye götürmeyen Ehl-i Beyt sevgisi nazarımızda merduttur. Çünkü meveddetten murad Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ittibadır. Her yolun vardığı şehir ancak odur. Ona varmayan yollar da kapılar da nazarımızda boştur.

Sened ve kaynak yönünü çok bilmemekle birlikte (Tirmizi’de benzer şekilde geçtiğini biliyorum yalnız), hadis olarak işittiğim, Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır ifadesini anlamaktaki genel temayül elbette faziletinde hiçbir şüphe olmayan İmam Ali efendimin (r.a.) sitayişine dairdir.

Onun, nebevî mirası taşımaktaki liyakatine veya ehl-i beytin nesiller boyunca ümmet içinde icra edeceği hizmetin bidayetine işaret olarak yorumlanan bu hadise benim bir farklı bakışım daha var. Bu bakışımın beslendiği kaynak Alevi kökenli oluşum. Sünni kardeşler ürkmesin hemen. Çünkü yaptığı istikamet çağrısı nedeniyle hoşlarına gidecek birşey söyleyeceğim. Diyorum ki: Bu hadis, Hz. Ali’nin (r.a.) değerine dair verdiği kıymetli bilginin yanında, Hz. Ali’ye (r.a.) haddinden fazla makam verenlere de bir ayar çekiyor. Peki bu ayarı nasıl çekiyor?

Sözün verdiği imkandan hareketle şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, “Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır” derken, Hz. Ali’nin kıymetini ifade etmenin yanında, ‘Kapıyı şehir yerine koymayın. Kapının amacı şehre girmektir. İfrat edip aracı amaç haline getirmeyin!” uyarısı da yapıyor diyemez miyiz? Ben böyle de bir yorum yapabilmeyi mümkün görüyorum. “Neden?” derseniz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali’ye, ‘bu ümmet içinde Hz. İsa’ya benzer/yakın bir kaderi yaşayacağına yönelik’ şeyler söylediğini de biliyorum. Mürşidim Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nde naklediyor:

Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş: ‘Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle—hâşâ—’ibnullah’ dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. (…) Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.‘”

Bakış açısı dediğimiz şey, baktığımız şeyden alacağımız hisseyi de etkiliyor. Ali’siz Aleviliğe karşı ‘Ali’li Aleviliği’ savunmak güzel, Hz. Ali’ye ‘ilmin kapısı’ olarak bakmak da öyle. Fakat Hz. Ali’nin ‘şehri Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olan ilmin ancak kapısı olduğunu’ kalpte tutmak en değerlisi. Bediüzzaman’ın ‘mana-i harfi’ dediği bakış açısı eğitimi tamamen bunun üzerine… Yani hakikati ararken neye-neyi görmek için baktığımız da önemli. Sadece bakmak yetmiyor.

Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. (…) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re’fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir.

Dediğim gibi: Alevi kökenli bir insanım. İşin ifratını çok gördüğüm için istikametinin altını çiziyorum. Hadis-i şerifin muhabbete verdiği şevk dışında çizdiği çerçeveye de nazarlarınızı çevirmeyi arzuluyorum. Ve hatırlatıyorum: Kapı açıldığı yerden dolayı kıymetlidir. Açıldığı yerde kıymet varsa kıymetlidir. Yârin kapısı ile hasmın kapısı, velev malzemesi bir olsun, bir olmaz. Şehri kaçırırsanız kapılar sizi hiçbir yere götürmez. Kapıyı elbette ve maaliftihar sevelim ama bizi şehre ulaştırdığı için sevelim. Şehri sevdiğimiz için sevelim. Şehrin de kapıdan bahsi bunun içindir. Şehri arzulamayanın kapıya duyduğu muhabbette hayır yoktur. Mürşidim bu sadedde bizi uyarırcasına der:

Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.

Ahmet AY – risalehaber.com

Selman-ı Farisi (R.A.) (Şiir)

Doğduğun yer, Cey köyü, İsfehan-İran

zengin bir köy ağasıydı baban

sana çok aşırı sevgisi olan

 

Mecusi ateşinin, gece gündüz bekçisi

baba ocağında evlat sevgisinin kölesi

sensin o, Selman-ı Farisi……

 

Tanışınca bir Hıristiyan rahiple

terk edip kaçtın Mecusi ateşini

Suriye, Musul, Nusaybin

ver elini Rum diyarı Ammuriye(*)

hep bağlandın bir rahipten bir rahibe

 

Rahibin sana anlattığı son peygamber:

”İbrahim’in dininden,

kavminin arasından Hicret edecek,

sadaka kabul etmeyecek,

yalnız hediye kabul edecek

iki omuzu arasında taşıyacak

bir de mührü Nübüvvet”

 

Aramak için, gelecek son peygamberi

düştün arap tüccarla Hicaz yollarına

daha yarı yolda sattı seni, açgözlü hain

aradığın Peygamberi bulacağım diye

ağaoğlu idin, köle oldun şimdi bir Yahudi’ye

 

İlk kez tanıdın onu gizlice gittiğin Kuba’da

ihtiyaç sahibi arkadaşlarına sadaka versin diye

bir miktar yiyecek götürdün

olsun onlara gıda diye

kendi yemedi hiç, Ashabı yesin diye

haklı mıydı acaba rahip, onu tarif ederken ?

 

Bir de Medine’de, onlara yiyecek götürdün

”hediye” deyince, onun da yediğini gördün

ettimi iki, rahibin delilleri

gördün sırtında bir gün, o mührü peygamberi

üçü de gerçek oldu, şimdi geçmişteki sözlerin

Mecusi’ydin, baktın daha güzeldi Hristiyanlık

son dinin oldu, artık Müslümanlık

hür doğdun ama, sonra oldun Mecusi

Müslümandın şimdi, ama bir Yahudi’nin kölesi

 

Kurtaracaktı seni bu esaretten

fidyesi 1600 dirhem altın ile 300 hurma fidesi

sana oldu hürriyet, Ashabı Kiram’ın hediyesi

 

Saldırınca müşrikler aniden Medine’ye

akıl verdin,”hendek kazalım” diye

zafer kazanıldı, fikrinin sayesinde

hem Ensar hem Muhacir bağlandı sana sevgiyle

söylediler hep bir ağızdan:”Selman bizdendir”diye

son sözü söyledi Peygamber:”O, Ehli Beytimdendir”

 

Vali de olsan gün gelince Medain’e

hep sade yaşadın köle gibi ,ama abdullah’tın şimdi

ya hurma yaprağından sepet ördün ya topraktan çanak çömlek

el emeğinle geçinmek, ne aziz şeydi değil mi?

 

Cennetin özlediği, üç kişiden biriydin

az yiyip çok sadaka verirdin,20 dirhemdi bıraktığın miras

günümüz müslümanları düşünsün … bunu da biraz….

 

(*)Sivrihisar-Eskişehir

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Ehl-i beyti severiz, ehl-i beyti sevenleri de severiz!

-Ehl-i beytin anlamı nedir, ehl-i beyt kimdir, ehl-i beyti sevmenin hükmü nedir?

-Ehl-i beyt, ev halkı demektir. İslam dünyasında ehl-i beyt denildiği zaman Peygamberimizin hane halkı, ailesi anlaşılır. Bir başka tanıma göre:

Ehl-i Beyt, Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir. (1) Hz. Rasûlullah’ın kendisine tâbi olan amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır. (2)

Peygamber Efendimizin ehl-i beytini sevmek farzdır. Müslümanların boynunun borcudur.

Ehl-i beyt, aynı zamanda ehl-i sünnettir. Yani Peygamberimizin yoluna, izine, âdetine, ahlakına ve emirlerine bağlı kimseler demektir. Bunların arkasından gidenlere, Peygamberin sünnetine bağlı yaşayanlara daha sonraları “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” veya kısaca “sünnî” denildi. Sünnî demek, Hz. Peygamber’in sünnetine bağlı, ibadette ve Kur’an’ı uygulamada Hz. Peygamberi örnek alan insan demektir. Öyleyse Peygamberimizin ehl-i beyti, yani başta Hz. Ali (r.a) efendimiz ve diğerleri sünnî idiler. Çünkü Peygamberin sünnetine herkesten daha çok bağlı kimseler onlardı.

Alevî demek, Hz. Ali’yi ve ehl-i beyti sevmek ve onlara taraftar olmak demekse bu anlamıyla Alevîler de sünnîdir. Çünkü Hz. Ali (r.a) sünnî idi. Bu gün Sünnîler, Hz. Ali’yi seviyorlarsa ki bunda asla şek ve şüphe yoktur. Bu anlamıyla Sünnîler de alevîdir. Öyleyse Müslümanları alevî ve sünnî diye ayırmanın anlamı ne?

Hocam ama Alevilerin ibadet tarzları ayrı, bizim gibi namaz kılmıyorlar, bizim gibi İslam’ı anlamıyor ve yaşamıyorlar? derseniz; ben de derim ki:

-Sünnî olup ta nice namaz kılmayan ve İslam’ı yaşamayanlar var. Bunları ne yapacağız?

Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanıyan, inanan, seven, onların imanını ve İslam’ını yaşayanlarda değil. Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanımayan, inanmayan, sevmeyen ve onların imanını ve İslam’ını yaşamayanlardadır. Öyleyse gerek Sünnîlere ve gerekse Alevîlere düşen her şeyden önce ehl-i beyti tanımaya, tanıtmaya, Allah’tan gelen Kur’an’ı, Peygamberden ve Ashabdan gelen İslam’ı bir an önce öğrenmeye girişmektir. Herkes otursun, lütfen inandığı Kur’an’ı öğrensin ve örneğim dediği Peygamberini tanısın. Bunları öğretecek ve tanıtacak âlimlerin sohbetine katılsın, dersini alsın, aydınlansın, aydınlatsın.

SÜNNÎLERİN HZ. ALİ EFENDİMİZİ SEVMESİ

Sünnîler, Hz. Ali Efendimizi (r.a) ondan önceki üç halife kadar severler. Hatta bunları birbirlerinden ayırt etmezler. Camilerinin ve kalblerinin dört duvarına Allah (c.c), Muhammed (s.a.v)’in isimlerinden sonra dört büyük halifenin isimlerini yazmışlardır.

Hz. Ali’yi seviyorum deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı hayat sürenler ne alevî olabilirler ve ne de sünnî. Seyyidim deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı yaşayanların hakiki seyyid olamadıkları gibi.

Peygamberimiz, risalet görevine karşılık kimseden bir ücret istememiştir. Sadece ehl-i beytine sevgi istemiştir. (3) Peygamberimiz ehl-i beytini seviyordu. Kıyamete kadar devam edecek olan İslâmî hizmetlerin o kanaldan devam edeceğine inanıyordu. Ümmetin onları sevmesini de bu yüzden istiyordu. Dolayısıyla ehl-i beyti sevmek, Peygamberi sevmek, onları üzmek Peygamberi üzmek anlamına geliyordu.

Peygamberimiz, ahirete irtihal etmeden önce ümmetine iki şey emanet etti. Bunlardan biri Allah’ın kitabı Kur’an, biri de ehl-i beyti idi. “Bu iki emanete (sahip çıkarsanız,) sımsıkı sarılırsanız Allah da size (sahip çıkacak,) sapmayacaksınız,” (4) buyurdu.

Şu halde Kur’an’dan sonra sahip çıkılması gereken en büyük emanet Efendimizin sünneti ve ahlakı, aynı zamanda sünnetini ve ahlakını yaşayan, yaşatan ehl-i beytidir. Peygamberimizin bu vasiyetini yerine getirmek, her Müslüman’ın boynunun borcudur.

SİNEMİZDE AÇILAN KERBELA YARASI BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN YARASIDIR

Ne yazıktır ki bunun tersi olmuş, zorbalıkla Müslümanların başına gelen zalim ve ırkçı yöneticiler -ki bunlardan biri Yezid’dir- Peygamber’in ehl-i beytine en büyük zulmü reva görmüş, Hz. Hüseyin’in ve yakınlarının katili olmuşlardır. Sinemizde adetâ kapanmayan bir yara açmışlardır.

Bu acı ve feci olay, sadece Caferîlerin, Şiîlerin ve Alevilerin acısı değildir. Bu acı Sünnilerin daha doğrusu bütün Müslümanların acısıdır. Bu sebeptendir ki hiçbir sünnî Müslüman, çocuklarına “Yezid” adını vermemiştir. Neden? Çünkü Yezid, Hz. Hüseyin ve yakınlarının katilidir. Ama bir çok sünnî Müslüman’ın ve çocuklarının adı Ali’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir. Çünkü bunlar, bütün Müslümanların canıdır ve cânânıdır. Bütün Müslüman’lar, ehl-i beyti canlarından çok severler ve sevmelidirler. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için gerekirse canlarını bile verirler, vermelidirler. Çünkü bunları Peygamber yadigârları ve emanetleri bilirler. Sünnilere göre bunları sevmek, Peygamberi sevmek, Peygamberi sevmek de Allah’ı sevmektir. Nitekim Kur’an da buna işaret etmektedir. (5)

Sünnî Müslüman’lar, elleriyle göğüslerini, zincirlerle sırtlarını dövmezler ama, Hz. Hüseyin efendimizin ve yakınlarının başına gelenlerden dolayı onların da içi kan ağlar.

Müslümanların birlik ve bütünlüğünden yana olan Caferî, Şiî ve Alevî kardeşlerden beklenenler şunlardır:

1-Hz. Hüseyin efendimizi (r.a) anma törenlerinde alevî-sünnî beraberliğine kuvvet verecek barış mesajlarına kuvvet verilmelidir.

2-Caferiliği, Şiîliği ve Aleviliği İslam’dan ayrı bir şey görenlere veya İslam’ın alternatifi bir din haline getirmek isteyenlere fırsat verilmemelidir.

3-İlim ve bilimde tüm İslam kaynaklarından istifade edilmeli, “bunlar sünnîlerin kaynakları” diyerek uzak durulmamalıdır. Alevî, Caferî ve Şiîlerin çocukları da devletin Kur’an Kurslarında, İmam-Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde okumalıdır.

4-Alevilik, Hz.Ali’yi sevme düşüncesinden kaynaklanmış bir inançsa ki öyledir; Sünniler bundan rahatsız olmazlar. Tam tersi Hz. Ali Efendimizin sevilmesinden de, sevenlerden de memnun olurlar. Ama Hz.Ali’yi sevme uğruna diğer halifelere ve ashaba dil uzatılmasından, aleviliğin İslam’ın alternatifi bir din şeklinde takdim edilmesi gibi tekellüflerden, -bırakın sünnîleri- ne Hz. Ali Efendimiz memnun olur, ne ehl-i beyt memnun olur, ne Peygamber Efendimiz memnun olur ve ne de Yüce Rabbimiz memnun olur. İslam’da olmayan şeyleri İslam’a sokmaya çalışmak ne sünniye, ne de alevîye bir şey kazandırmaz. Tam tersi hem dünyada, hem de ahirette zarar getirir, azar getirir, gazap getirir, azap getirir.

Hz. Ali (r.a) Efendimiz, kendisinden önceki üç halifenin yani Ebûbekir, Ömer ve Osman (r.a) efendilerimizin 20 sene müsteşarlığını yapmış, onlar halife iken onlara hep yardım etmiş, destek vermiş, fitnenin baş kaldırmasına izin vermemiştir.

Hz. Alinin bu tavrı onun faziletindendi. Hâşâ bazı nâdânların dediği gibi takıyyesinden değildi. Zaten Allah’ın arslanı ve İslam’ın kahramanına takiyye yakışmaz. Eğer Hz.Ali, üç halifeyi haklı görmese ve onlara biat etmeseydi, asla onlara boyun eğmezdi. Nitekim oğlu Hüseyin (r.a) efendimiz, Yezid’i, hilafete layık görmediği için ona biat etmemiş; canını, doğru bildiği yolda feda ve kurban etmeyi göze almış, kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. Peygamberin ehli beytine ve ehl-i beyt severlere yakışan takıyye değil, sadakat, teslimiyet ve Allaha’a isyan edene isyandır. Velev ki sonunda şehadet bile olsa.

Hz. Ali Efendimize sormuşlar:

-Neden senden önceki üç halife zamanında fitneler, senin zamanındaki kadar çok olmadı? Cevap vermiş koca İslam kahramanı:

Onların zamanında ve etraflarında onları koruyan bir Ali vardı, ama benim zamanımda ve etrafımda beni koruyan bir Ali yoktu.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181

2-Bkz:Ibn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384. Beyrut, 1993

3-Şûrâ, 42 / 23

4-Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9; Tirmizî, M0065nâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26