Etiket arşivi: Ehl-i Sünnet

Dini sadece Diyanet İşleri anlatırsa ne olur?

Daniel Quinn‘in İsmail’de ‘çeşitlilik’ ve ‘hayat’ ilişkisi üzerine söylediği kıymetli birşey var. Diyor ki Quinn: “Çeşitlilik topluluğun kendisi için bir hayatta kalma faktörüdür. Yüz milyon türün meydana getirdiği bir topluluk, küresel bir felaket dışında, neredeyse herşeyden sağ çıkabilir. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir düşüşten sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır ki, bu değişiklik, kulağa geldiğinden çok daha yıkıcıdır. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir artıştan sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır. Ancak (daha başlangıçta) yüz veya bin türden oluşan bir topluluğun (böyle bir değişimde) hayatta kalma niteliği yok gibidir.” (Parantez içi açıklamalar bana aittir.)

Geçenlerde şahit olduğum bir tartışma nedeniyle bu ifadeler ister-istemez hatırıma geldi. Başlarken azıcık da ondan bahsedeyim: Taraflardan birisi diyordu ki: “Bu hoca eflasyonuna bir son verilmeli! İslam’ı sadece Diyanet İşleri personeli anlatmalı. Her isteyen hocalık yapmamalı!” Doğrusu bu işe taaccüp ettim. Çünkü aynı kişinin cuma hutbelerinden de şekva ettiğini hatırlamaktaydım. Neden mi şikayet ediyordu? Üslûbundan. Tesirsizliğinden. Sıkıcılığından. Suya sabuna dokunmayan mahiyetinden. Evet. Bu yönde şikayetlerini duymuştum. 

Muhatabı ise ‘otorite eleştirisi’ üzerinden farklı bir yöne gitmişti. Dini anlatacakları kontrol etmenin dolaylı yoldan ‘dini kontrol etmek’ anlamına geleceğini söylüyordu. Haklıydı. Fakat, yola aşk-ı tenkit ile çıktığı için, haklı bir çerçevede kalamıyordu. Büsbütün ‘kontrolsüzlüğü’ istiyordu. Bilimsel gelişmenin yegane kardeşi olarak hürriyeti tanıdığından (seküler ihtisası ona böyle öğretmişti) din konusunda da çözümü ‘özgürce tartışmakta’ görüyordu. 

Ona göre dinî konulardaki tartışmaların artması iyiye gidişti. Böylelikle din gelişiyordu(!) Ne enteresan değil mi? Fakat ben buna da taaccüp ettim. Çünkü o arkadaşın da kimi hocaların yaptığı açıklamaları (söyledikleri fıkhın en sarih/sıradan meselelerini tekrar etmekten ibaret olmasına rağmen) ‘bağnazlık’ olarak görerek öfkeyle yakındığını hatırlıyordum. Demek elinden gelse o da kontrol edecekti. Kontrolsüzlük arzusu katıldığı isimlere dairdi.

Buralardan da zihnim Münazarat‘ta denk geldiğim birşeye kaydı. Medrese, mektep ve tekkenin Medresetü’z-Zehra denilen bir yapıda birleştirilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra diyordu ki mürşidim: 

“Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehra dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.” Bir sayfa öncesindeyse bu ‘birleştirmenin’ ilk faydası olarak şunu zikrediyordu: “Medârisin tevhid ve ıslâhı…”

Sanıyorum ‘birleştirme/tevhid’ kelimesinin gelebildiği birkaç anlam var. Anlaşmazlıklar da en çok buradan çıkıyor. Bunlardan ilkinde ‘birleştirme’ aslında bir ‘tekilleştirme’ manası içeriyor. Yani norm alınan ‘bir’ haricinde geri kalan herşey eleniyor. Dışlanıyor. Sistem dışına atılıyor. Budanıyor. ‘Anormal’ ilan ediliyor. Bu tür bir birleştirme ‘kendinden gayrı herşeyi dışlayan’ bir birleştirme. Tahtie. Aslında bir tekilleştirme. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile edindiğimiz bugünkü eğitim sistemi kelimenin daha çok bu anlamına bakıyor.

Kelimenin ikinci anlamıysa ‘buluşturma’ mahiyetinde. Yani biz ‘farklılıkların buluşturulmasına’ da bir tür ‘birleştirme’ diyoruz. Buradaki birlik ‘aynılık’ değil ‘beraberlik.’ Tekillik değil de ittihad. Veya ittifak. Veya kardeşlik. Veya musavvibe. Herhangi bir zeminde buluşan, ortak bir ‘paydaya’ veya ‘faydaya’ veya ‘tanıma’ veya ‘amaca’ sahip olan şeylerin beraberliği ile oluşan bir beraberlik. Mürşidimin ‘Medârisin tevhidi’ tâbiri de sanki böyle bir bağlama bakıyor.

Yani Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra projesinde, herbirisi İslam emanetinin bir parçasını omuzuna almış ‘ekollerin beraberliğini’ hayal ediyor. Ne için? Elbette yoketmek için değil. Teke indirmek için değil. Arkadaşımın tabiriyle ‘hoca eflasyonuna son vermek için’ değil. Ya? Dengemizi bulmamız için. Şikayet ettiğimiz ölçüsüzlüklerden kurtulmak için. Birbirimizi daha fazla anlamaya çalışmamız için. Tek tek çiçekler yerine bir buket olabilmek için. Ve beraberce İslam emanetini layık olduğu şekilde ayakta tutmak için.

Çünkü (tıpkı İsmail’de Daniel Quinn’in dikkatimizi çektiği gibi) hayatta kalmanın bir yüzü de ‘çeşitliliğe’ bakıyor. Evet. Çeşitlilik! Çeşitlilik, ism-i Kayyum’un bir tecellisi olarak, varlığa dahil oluyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: ‘Yaşam şartları’ değiştiği zaman bu türlerden bazıları diğer bazılarına göre daha ‘elverişli bir fonksiyon’ icra ediyor ve ‘canlılığın sürmesine’ vesile oluyor. Buğday bitmeyen tarlaya arpa ekiliyor. Zeytin olmayan toprakta kaysı oluyor. Muz yetişmeyen dağlardan elma fışkırıyor. Her farklı zemin, şartlarına uygun yaşam türleriyle, ism-i Kayyum’un bir tecelli rengini bize haber veriyor.

Evet. Şu yazılana dikkat et arkadaşım. Kayyum ism-i şerifinin bir tezahürü de farklılıklarımızdır. Çünkü ancak farklılıklarımız sayesinde hayatlarımız bereketlenir. Ayakta kalır. Dayanır. Farklılaşan şartlara karşı uyum gösterir. Hatta genetikte akraba evliliklerinin yoğunluğu hastalıklı genlerin ortaya çıkması riskini arttırıp nesli zayıflatırken karışmaksa nesli sağlamlaştırır.

Kavgada celal gerekir. Barışta cemal gerekir. Panikte soğukkanlılık gerekir. Hayırda acelecilik gerekir. Annede şefkat gerekir. Babada disiplin gerekir. Atada korumacılık gerekir. Evlatta saygı gerekir. Bu binlerce renk güzelliğimiz içinde biz de insanlığın hayatta kalmasını sağlarız. Her dönemde bir tabiat öne çıkar. Günü kurtarır. Ve onun vesilesiyle insanlık da kurtulur. Hayat devam eder.

Bu iş insanlıkta böyledir de ‘insaniyet-i kübra olan İslamiyet’te nasıldır? Bence hiç farkı yoktur. Tıpkı orada olduğu gibi burada da dinin hayatı ‘farklılıklara’ bağlıdır. Ama neredeki farklılıklara? İstikamet içi farklılıklara. Cadde-i Kübra içi sokaklara. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içinde kalmaya ahdetmiş, Sünnet-i Seniyyeyi amel edişinin merkezine koymuş, Dört Mezheb’i kıblesi yapmış farklılıklara. Bunların dışında meydana gelen ayrışmalar fıtrî farklılıklar değil kanserlerdir. Kimliğimizi değiştirirler. Tanımlarımızı yokederler. Bizi öldürürler. Ancak Ehl-i Sünnet mabeyninde meydana gelen renklenmeler bizi hayatta tutarlar. Zenginleştirirler. Çünkü ‘çerçevesizlik’ bir açıdan ‘tanımsızlıktır.’ Her anlama gelebilenler aslında hiçbir anlama gelmezler. Ehl-i Sünnetse bizim çerçevemizdir.

Hepiniz az-çok yaşamışsınızdır. Bir Nurcu olarak yakınınızdaki bir gencin dünyasına ulaşamazsınız. Bir Nakşibendî mübarek ulaşır. Bir Nakşibendî mübarek bir başkasının dünyasına ulaşamamıştır. Tarikatlarla hiçbir bağı olmayan bir mübarek hoca ulaşır. Bir mübarek hoca onun dünyasına girememiştir. Bir Kadirînin nasihati tesir eder. Bir Kadirînin nasihati tesir edemiyordur. Bir başka ekolün mensubunun sözü dokunur. Allah insanı renk renk, huy huy, kabiliyet kabiliyet yarattığı gibi mürşid dillerini de aynen bu şekilde usûl usûl, metod metod, tesir tesir yaratmıştır. Birisinden nasibini alamayan arı ötekine konar. Harun’dan ders alamayan Musa’ya gider. Hidayet balı yaratılmaya, elhamdülillah, bu şekilde devam eder.

Özetle şunu söylemek istiyorum: Canlılıklarımızı ‘tekilleştirmeye’ kasteden canımıza kastetmiştir. Ama ‘buluşturmaya’ kasteden gözümüzün bebeğidir. Amacı mübarektir. “Allah onun yardımcısı olsun!” diye dua ederiz. Zira bizi buluşturmak aynı zamanda silahlarımızı/yöntemlerimizi buluşturmaktır. Küçük küçük taburlardan ‘her bölüğü ayrı bir savaş sanatında mahir’ kocaman bir tebliğ ordusu kurmaktır. Bu ordunun neticesi her cephede zaferdir. 

Lakin bizi (olumsuzladığım anlamda) ‘tekilleştirmek’ her gün yeni bir saldırı şekliyle maneviyatımıza kasteden şeytanlara karşı tek bir taburu veya tek silah türünü veya tek stratejiyi hayatta bırakmaktır. Gerisini ise dağıtmaktır. Halbuki, oynayanlar bilirler, satrançta her taşın ayrı önemi vardır. At ayrı kıymetlidir. Kale ayrı önemlidir. Fil ayrı ehemmiyetlidir. Her taşın hareket tarzı sayesinde yeni bir strateji sahibi olursunuz. Yeni savunmalar yaparsınız. Taşları tekilleştirmek, sadece fili veya kaleyi veya atı bırakmak, geri kalanı yoketmek, ehl-i İslam’a yardım değil düşmanlıktır. Allah böyle bir düşmanlığa niyet edenleri kem niyetlerinden döndürsün. Ehl-i Sünnet’in herbir parçasını ‘hikmetle okumayı’ bize öğretsin. Mabeynimizdeki ihtilafları da sulh ile çözmek nasip etsin. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Kadere inanmasak ne olur? (1)

Herşeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu arkadaşım: Kader ‘imanın altı şartının içine girecek kadar’ neden önemli? Bugünlerde zihnimde evirip çeviriyorum. Zira nübüvvet anlayışlarındaki arızalarla bu ümmetin ‘ehl-i kitabı’ olmak noktasında hızla ilerleyen Kur’an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla sık karşılaşıyorum.

Geçenlerde de yine böylesi bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. Şöylesi bir sonuca vardım bu ‘müzakeremsi münakaşanın’ nihayetinde: Kadere imanın ‘nasıl bir Allah’a iman ettiğiniz’le büyük bir ilgisi var. Dahası: Kadere iman ‘esmaya doğru biçimde iman’la da yoğun şekilde irtibatlı. Yani: O esmanın temsil ettiği mananın sınırları sizin ‘kadere iman edip etmeyişinize göre’ genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor. İsimler birken tanımları değişiyor.

Zâhire baktığınızda Kur’an müslümanlarının(!) sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı (ki zaten o kelimeler tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah’a ‘Allah’ ve ‘Vahid’ ve ‘Ehad’ ve ‘Ekber’ diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde, yani zâhirden bâtına (nicelikten niteliğe) doğru indiğinizde, aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Misal: ‘Alîm’ ismi gibi bir örnek üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur’an’da da geçen ve karşılık olarak (özetle) ‘herşeyi bilen’ diye anlamlandırdığımız bu ismin, onların dünyasında pek de ‘herşeyi bilen’ karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize ‘kadere imanda yaşadıkları sorunlar’ söyletiyor. Bu taifenin ‘Allah’ın olup-olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi’ olarak tarif ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı kazıldığında, ‘Allah’ın herşeyi bilip bilmediği’ şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar. (Allah topunu ıslah etsin.)

Yani ‘nicelik’ olarak onların inandıkları esmaü’l-hüsna ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat ‘niteliğine’ indiğinizde işin rengi başka oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. ‘Alîm’ olan Allah, onların dünyasında ‘herşeyi bilen Allah’ olmayabiliyor. Hatta bazı şeyleri sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah, hâşâ, kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da yarattıklarının hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani: Mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü, iman ederlerse, Allah’ın ‘Alîm’ ismine sizin gibi inanmak zorundalar.)

Bunun Allah’ın Allahlığına (yani İslam’ın Allah tasavvuruna) nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah’ın bilmesi insanın seçmesine engel olmuyor. Allah imtihan ediyor. Dayatmıyor. Yani: Allah’ın bilmesi Allah’ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar basit inanmak isteyenler için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat için ayrımı çok kolay birşey. Ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Kısa fehimleri zorlaştırmış. Nedir o? Belki şu: ‘Bilmek’ ile ‘zorlamak’ veya ‘razı olmak’ ile ‘takdir etmek’ arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla, Allah’ın ‘bilmesi’ ile ‘kudretiyle yaratması’ arasındaki farkı da anlayamadıklarını görüyorsunuz.

Hatta onlar Allah’ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi. Yani yine zamana ait bir tanımlama. ‘Zamandışılık’ değil. Allah’ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah’ın herşey başlamadan önce (hâşâ) oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman’ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah’ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Zaten Allah’ın ‘Allah’ olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti/Subhaniyeti yara almazlar mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır. Bilmeden önce ise öğreneceğinin cahilidir.) Ve bunlara ilaveten: Eğer Allah’ın olacaklardan haberi yoksa yaratışı nasıl mümkün olmaktadır?

Yaratan başkası mıdır ki, Allah, yarattığını yaratıldıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman’ın Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur… derken hatırlattığı ve Kur’an’ınYaratan bilmez olur mu hiç?” buyurarak son sözü söylediği hakikat budur: Yapanın bilmesi gerek! Bilmeden yaratamaz! Bilmek yaratmanın öncesidir! Evrenin nizamı yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur’an da defaatle bunu söyler.

Kadere iman da zaten en zirve noktasında bu ‘biliş’e iman etmektir. Alîm ismine inanmanın en zirve tezahürüdür/okumasıdır. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah elbette yarattıklarının ne/nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa Halık-ı Küll-i Şey’in ‘ne yaratacağını bilmeden yarattığını’ söylemek gerekir ki, bu, yaradılışı açıklama adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga bütün esmaü’l-hüsnaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir. Her marifetimizi yaralar. Her tanımımızı paralar.

Allah’ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur’an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki sadece o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. O zaman mecburen şu soruyla yüzleşmek zorunda kalınır: Geleceği bilmeyen bir Allah’ın kelamı gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Sonraki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya. Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur’an’ı da tıpkı Allah’ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. (Kur’an kendi hakkında tam tersini söylerken hem de.) Bilmesinde sınırlanan elbette o bilmeden gelen kelamında da sınırlanır. Bir kafese de Kur’an’ı kapatırsınız. Ne yazık! Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah’ın Allahlığı tasavvurunuzda ne kadar kalır?

Halbuki, Kur’an’da yeralan ihbar-ı gayb örnekleri bile, hele Rûm sûresinde geçen (ve sûreye ismini veren) şu ayet bile kadere iman etmeye yeterlidir. “Rûmlar galip gelecektir…” Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, geleceği bilmeyen bir Allah’a inananlara soralım, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Hâşâ, kelamında İdda, Toto, Loto mu oynamaktadır? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir tahmin mi sokmuştur? Yoksa, her istikametli aklın söyleyeceği gibi, ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler.

Zaten bu Kur’an müslümanlığı(!) taifesinin ihbar-ı gaybî türünden ayetlerle/hadislerle ayrıca takık olmaları bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini feci bozmasındandır. Öyle ya. Gelecekten haber veren bir Allah’ın ve onun izniyle haberdar olan/bildiren bir Resulün (a.s.m.) varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacak, beşerî kibir nasıl yol alacaktır? Sorunlar, sorunlar, sorunlar… Kur’an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah’a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: “Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık!

Ahmet AY – risalehaber.com

Radikal dini akımlara karşı Bediüzzaman’ın çözüm önerileri -1

 Konumuzun başında şu noktayı vurgulamak gerekir ki; Radikal kavramı, yıllarca İslam’ın aslına dönmeyi, hurafelerden ve modern görünümlü yanlışlardan uzak durmayı ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak bu kavram, son zamanlarda din adına yapılan yanlış yorumların, anarşi, terör gibi gayr-ı insani ve gayr-ı ahlaki olan menfi akımların unvanı olmuştur.

İşte bizim bu yazımızda söz konusu ettiğimiz “radikal akımlar” dan maksat, bu negatif psikolojiyi seslendiren menfi cereyanlardır. İslam dinin imajını zedelemekten başka İslam’a ve Müslümanlara hiçbir hizmetleri olmayan bu hasta ruhların bir tek hedefleri vardır; insanlara karşı kin ve nefreti körükleyen “menfi hareket” le barış ortamını zedelemek ve bu uğurda her türlü gayr-ı meşru araçları meşru görmektir.

Buna mukabil, Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca, “müspet hareket” i esas almıştır. Bunu kendi şahsında tatbik ettiği gibi, Nur talebelerine de bunu hararetle tavsiye etmiştir. Ona göre, müspet hareket, Kur’an’ın emridir. İslam dininin en fazla kötülediği şeyler arasında, fitne, fesat, anarşi, asayişi ihlal etmek gibi sosyal çalkantılara ve keşmekeşlere sebebiyet veren menfi hareketlerdir. Bediüzzaman’ın iman şuurundan fikir ve gönül aynasına yansıyan hakikatlerin başında, Hakk’ın rızası ve halkın dünya ve ahiret mutluluğu gelir.

“Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cem’iyetin, (yirmibeş milyon Türk cem’iyetinin) imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünki vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur”(1) şeklindeki sözleri onun “Hakk’ın rızası ve halkın dünya ve ahiret mutluluğu” konusundaki engin ve eşsiz feragatinin göstergesidir.

Bu kısa girişten sonra, Bediüzzaman’ın “Radikal Dini Akımlara” karşı ortaya koyduğu çözüm önerilerini şöyle sırlamak mümkündür:

1-İslam dininin mesajlarını doğru okumak:

İslam dininin mesajlarını doğru okumak için ehl-i sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnetten istinbat ettiği yorumlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü İslam ümmetinin sevad-ı azam denilen büyük çoğunluğunu ehl-i sünnet teşkil etmektedir. Bu sebeple ehl-i sünnet ve cemaatin üzerinde birleştiği bilgilerin prensip olarak doğruluğu hadisin garantisi altındadır.

Heysemi, Taberanî’nin “Ümmetim dalalette asla birleşmeyecektir. Onun için cemaatte yer almaya çalışın. Çünkü Allah’ın eli cemaatin üzerindedir”manasındaki hadisin iki rivayetinden birinin(2) sahih olduğunu belirtmiştir.(3)

Rivayete göre, Ehl-i sünnet ve cemaat, Hz. Peygamber tarafından “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu çizgiyi takip edenler” olarak tanımlanmıştır.(4)

Bediüzzaman’ın “İslam’ı doğru anlama” nın önemine işaret eden ifadeleri şöyledir: “Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyan-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc (İslam’a)dâhil olacaklardır.“(5)

2.Ferdi ve sosyal hayatı sadakat ve doğruluk mihverine oturtmak

Toplumların en çok muhtaç olduğu unsurlardan biri karşılıklı güven ortamının tesisidir. Bu güvenin baş düşmanı ikiyüzlülük ve yalancılıktır.

Dürüst olmak, ikiyüzlü olmamak bir insanlık erdemi olduğu gibi, İslam’ın da asli bir unsurudur. İslam dini doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tövbe Suresi, 9/119) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

Bilindiği üzere, yalan güveni sarsan bir lafza-i kâfiredir. Yalancılık ve takıyye ifsat komitelerinin en büyük silahıdır. Ulvi duyguları törpüleyen yalan, insanın olduğu gibi görünmesine/veya göründüğü gibi olmasına imkân vermez. Bu sebeple de insanlık onurunu kırar, değerini düşürür, insan olma şeref ve haysiyetinin unutulmasına ve ikiyüzlülük utanmazlığının yeşermesine vesile olur. Yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren kimse, farklı zaman, mekân ve muhataplara göre uygun bir maske takar. Asli hüviyetini bulmak zorlaşır.

“Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkalamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün enva’ıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Hâlbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.”(6)

-devam edecek-

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Dipnotlar

1-Nursi, Tarihçe-i Hayat, s: 630.

2-Taberani/Kebir, 12 /447.

3-Heysemi, Zevaid, 5/218.

4-Mecmau’z-Zevaid,1/189.

5-Münazarat, s: 45-46.

6-Hutbe-i Şamiye, s:45-46.