Etiket arşivi: ekmek

Ekmek Arası Tarih

Ekmeğin hikâyesi de, her şeyin hikâyesi gibi, Âdem babamızın Cennetten, yeryüzüne indirilmesiyle başladı. Âdem Peygamber için Cennetten dünyaya gönderilmek, elbette son derece sıkıntılı bir sürecin başlaması demekti. Dünya hayatı, Cennet hayatına hiç benzemiyordu. Dünyada soğuk vardı, sıcak vardı, yorulmak vardı, uykusuzluk vardı ve elbette açlık vardı. Dahası, bu dünya hayatı, çalışıp çabalamak yeriydi. Burada Cennetteki gibi bir rahat yoktu. Ve Allah, Âdem’e ekin ekmesini emretti. Âdem, alnının terini sile sile toprağı sürdü. Sonra ekini ekti. Sonra o ekinleri suladı. Ve biçme zamanı geldiğinde, ekinleri biçti. Ve biçtiği ekinlerin tanelerini ayırdı. Taneleri öğütüp un yaptı. Ve unu hamur etti. Hamuru pişirdi. Hamur ekmek oldu. Ve Allah’ın izin verdiği zamanda ekmeği yedi. Böylece ilk insan, ilk ekmeği yapmış oldu.

Bugün Müslüman fırıncılar, Hz. Âdem’i mesleklerinin pîr’i sayarlar. Allah’ı ve Peygamberlerini kabul etmeyen tarihçilere göre ise, ekmek tesadüfler sonucu bulundu. Ateist bilim adamlarının, yeryüzündeki canlıların tesadüfen ortaya çıktıklarını iddia etmesi gibi, Ateist tarihçiler de, herşeyi tesadüflerle açıklarlar. Onlara göre, ilk insanlar, iri buğday başaklarını görmüşler ve “Bakalım bunun içinde ne var?” demişler. Tabii son derece ilkel oldukları için, ilk yaptıkları şey, başakları ağızlarına tıkamak olmuş. Çiğnemişler, çiğnemişler… Yüzlerce yıl böyle çiğneyip yutmaya çalışmışlar. Sonra içlerinden bir tanesi: “Arkadaşlar şunun sapla samanını, taneleri ile çöpünü ayırsak ya!” deyivermiş.

O günden sonra, sap ile saman, tane ile çöp ayıklanmaya başlanmış. Ve ilk insanlar uzun bir süre de, o taneleri beygirin arpa kırması gibi kütür kütür yemeye başlamış. Ancak bu pek zahmetli bir işmiş. Hazmı da çok zormuş. Zaman geçip gitmiş. Aralarından bir akıllı daha çıkmış ve: “Bu buğday tanelerini taşla falan kırsak nasıl olur?” demiş. Sonra bir başkası: “Bu kırılmış taneleri su ile ıslatalım, bakalım tabiat ne gösterecek” diye düşünmüş. Birkaç yüz yıl da, böyle su ile ıslatılmış buğday yemiş insanoğlu. Aradan yine hatırı sayılır bir zaman geçmiş. Ve bir gün farketmişlerki, bu ıslanmış ve kırılmış buğday taneleri durdukları yerde şişip kabarıyor. Ve insanoğlu hamuru bulmuş! Hikâyenin devamını tahmin edebilirsiniz. “Hadi bunu pişirelim, nasıl olsa ateşi de bulduk” diyerek ekmek yapmaya başlamışlar.

İşte, Ateist tarih görüşüne göre, ekmeğin keşfi… Bilimsel bir dayanağı var mı derseniz, öyle bir dayanak yok. “Ama olsa olsa böyle olmuştur herhalde” diye ortaya atılan bir ekmek tarihi öyküsü bu kadar olur. Ha, bir de, sakın o tarihçilere “Peki o buğday nerden çıktı?” diye sormayın. Çünkü bu sorunun cevabını, Evrimci bilim adamları çoktan verdi: “Tabii ki, tesadüfler sonunda! Bir kısım çok şefkâtli ve insanoğlunun ihtiyaçlarını düşünen terliksi hayvanlar, evrimleşe evrimleşe buğday olmaya karar verdiler!”

DÜNDEN BUGÜNE EKMEK

Bugün, İngilteredeki British Museum’da, 5000 yıllık bir ekmek vardır. Bu tarihi ekmek, müzedeki pek çok asar-ı antika gibi, Mısır’dan oraya götürülmüştür. Eski Mısırlılar, MÖ 2600 yıllarında mayalı ekmek yapmayı keşfetmişlerdi. Ekmek o kadar önemliydi ki, bir dönem işçilere maaş yerine ekmek verilirdi. Özellikle piramitlerde çalışan işçiler, emeklerinin karşılığını ekmek olarak alırlardı. Bir kimsenin zenginliği, kaç somun ekmeğe sahip olduğu ile ölçülürdü. Ekmek parası için değil, ekmeğin bizzat kendisi için ter dökülürdü. Buğdayı un haline getirmek tamamen kölelerin vazifesiydi. Ancak bu işi yaparlarken o çok kıymetli unu yememeleri için, ağızlarına tahtadan bir tıkaç takılırdı. Ölüler ise, öteki hayatlarında doya doya yesinler diye, ekmek somunlarıyla beraber gömülürdü.

misir da ekmekFırıncılık mesleğine çok önem veren eski Mısırlılar, ekmek hamuruna çeşitli şekiller vermek için, kalıplar yapmışlardı. Bu iş bir sanattı. Eski Mısır’da gereğinden fazla üretilen hububat, Yunanistan’a ihraç ediliyordu. Böylece, buğday taşıyan gemiciler, ekmek yapma sanatını Mısır’dan Yunanistan’a götürdüler. Yunanlılar bu işe özel bir alâka duydular. Kısa zamanda ekmek, sofraların baş tacı oluverdi. Buradan Roma’ya ve bütün Avrupa’ya ekmekçilik sanatı hızla yayıldı. Romalıların beygir gücüyle çalışan bir hamur karma makinesi yaptıkları söylenir. Sonraki yıllarda Roma’da bir frıncılar locası kuruldu. Böylece halkın ekmeği ile oynanmaması için, bir takım kurallar getirildi. MS. 30’larda Roma’da 300’den fazla ekmek fırını vardı. Romalılar bu ekmek işini, Pizza yapmaya kadar götürdüler.

KANUNLA KORUNAN EKMEK

Halk için, özellikle de fukara halk için çok önemli bir nimet olan ekmeği üreten fırıncılar, sektörün ilk zamanlarından beri, idareciler tarafından sıkı takibe alınmıştı. Çünkü ekmeğin bozulması, peşinden pek çok başka bozulmayı sürüklüyordu. Şairin dediği gibi, önce ekmekler bozuluyordu. Tüketiciyi koruma ve üretilen mala belli standartlar getirme konusunda en kapsamlı kanunlar Sultan II. Beyazid zamanında belirlendi. Elbette bu kanunların en önemlileri ekmek ve fırıncı esnafı ile ilgiliydi. Yüzlerce maddelik Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleri’nin konumuzla ilgili maddeleri oldukça ilginçtir:

“Ekmekçiler, standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Ekmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına sopa uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her ekmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla.”

Bu kanun günümüzde hakkıyla uygulanacak olsa, pek çok fırıncı esnafının tabanları davul gibi şişerdi her halde. Üstelik, sokaklarda, başına tahta külah geçirilmiş ekmek ustalarına rastlamadığımız gün geçmezdi. Fırıncıları değil ama, fırınlara un tedarik eden değirmencileri ilgilendiren madde de şöyledir: “Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa zarar etmeye. Ve âdetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem ve müntehî hakkından geleler.”

NAN-I AZİZ

Hemen hemen bütün dinlerde ve bütün kavimlerde mübarek bir nimet olarak kabul gören ekmeğin, sofralarda vazgeçilmez bir yeri vardır. Eğer siz, bir ay boyunca her gün baklava yeseniz, ay sonuna varmadan, baklavadan nefret etmeye başlarsınız. Oysa, kendimizi bildiğimiz günden beri, soframızdan eksik olmayan ekmek, su ile yan yana anılır. Çok ihtiyaç duyulan her hangi bir şey için “ekmek ve su gibi lazım” tabiri kullanılır. Kaza ile yere düşen ekmek, yerden alınır, öpülür ve başa değdirilir. Dünya nimetlerinin başı sayılan ekmeğe hürmetsizlik edilmez. Eskilerin “veliyy-i nimet” yahut “nan-ı aziz” dedikleri ekmeği, zamanımızda “şişmanlatıyor” diye hakir görenler vardır. Daha da kötüsü, artık çocuklar yarım kalan ekmek lokmalarının arkalarından ağlayacağına inanmadıkları gibi, özellikle büyük şehirlerde,—“israf haramdır” emreden İslâm şehirlerinde bile—ekmek israfı korkunç boyutlara ulaşmıştır.

Nan-ı azize, pek çok nimet gibi, hürmetsizlik edilmektedir. Belki de bu hürmetsizliğimiz yüzünden ekmek artık aslanın ağzındadır. Ve Cenab-ı Hakk’ın yeryüzüne bol bol verdiği bu aziz nimete karşı tavrımızı düzeltmez isek, aslanın midesine inecektir. Çünkü nimete hürmetsizlik şükürsüzlükten gelir ve şükürsüzlük, nimetin azalmasına hatta, bütün bütün kaybolmasına sebeb olur. Acaba, ekmek bulamazsak, pasta yiyebileceğimizi mi zannediyoruz?

Hüseyin Emiroğlu

Zafer Dergisi

“Olmasanız da olur!” Deyiverdin Suya ve Ekmeğe

Davanı geri çektin. Vazgeçtin sahip olmaktan. Yüz çevirdin eşyadan.Herşeyin ardından”Benim olsun!” diye koşmamayı öğrenmek üzeresin.

Elinin tersiyle itiverdin doymayı. “Şöyle durun siz!” deme cesaretiyle başladın güne. “Olmasanız da olur!” deyiverdin suya, ekmeğe ve tene.

Yüzünü çevirdin eşyadan. Şeffaf bir perde indi eşya ile arana. İştahın kesildi. Hevesin söndü. Ardı sıra koşmuyorsun ekmeğin ve suyun.

Oruç tutmayanları seyrediyorsun. Hüzünle belki. Senin tenezzül etmediğin şeylerin peşinde koşuyor insanlar. Seyrediyorsun sadece. Girmiyorsun o oyuna. Çoktan çekildin sahadan.

Aslında, hüzünlü değilsin; gülüyorsun. Evet, evet; gülüyorsun işte. Asla kıskançlık değil yaşadığın. Acıyorsun kendilerini eşyanın pençesinden kurtaramayanlara.

Senin gönüllüce vazgeçtiğin şeylere kimilerinin çaresizce yapışmasını gülerek seyrediyorsun. Kenara çekildiğin için seviniyorsun. Memnunsun halinden.Diğerlerinin açlığını çektiği şeylere toksun sen. Müstağnisin. “Olmasa da olur” diyebiliyorsun, diğerlerinin boyun büktükleri şeylere.

Yeter ki Rabbim razı olsun benden. O’nun iznini beklerim vakarla. O’nun izniyle var oldum. O’nun izniyle var olurum ben!

Anlıyorsun ki, sahip olmak değil maksat, şahit olmak… Seyircisisin dünyanın. “Bu da benim olsun” telaşından sıyrıldın işte.

Eşsiz, benzersiz, izzetli ve şerefli bir tokluktur yaşadığın… Afiyet ola!

Senai Demirci

‘Said Nursi’ye bu sözü dedirten bu ruhtur

Umut var Anadolu kıtasında; ruh var çünkü, ruh…

Önceki haftalarda ‘fildişi kule‘mden çıkarak, Anadolu kıtasında, bir uçtan diğer uca, uzun bir yolculuğa çıktım: İstanbul’dan Ankara’ya, Diyarbakır’a Mardin’e, Niğde’ye ve Kayseri’ye uzanan bir tür ‘Anadolu turu‘na…

İşte size bu yolculukta yakaladığım, Schumacher’in ‘küçük güzeldir‘ gözlemini doğrulayan görünüşte küçük bir ‘enstantane’: Anadolu kıtasının bir noktasında, caddede yürürken, önümde güle oynaya giden iki kişinin birdenbire durduklarını, yerden bir şey alıp öperek bir duvarın boşluğuna yerleştirdiklerini fark ettim: Onlar oradan uzaklaşınca, duvarda boşluğa yerleştirdikleri şeye baktım yaklaşarak: Bir parmak ucu kadar bir ekmek parçasıydı bu! Ruhum ışıdı! Bir anda bütün dünyalar benim oldu: Şükrettim Rabbime.

‘Ne var bunda?’ demeyin lütfen! Ekmeğin kudsiyetine duyulan böylesine incelikli bir saygıdır insanı yatay ve dikey boyutlarda aynı anda varedici bir yolculuğa çıkaran. İnsana ve hayata ruh katan, anlam kazandıran.

İşte medeniyet bu! Bir ekmek parçasına duyulan bu saygı, aslında bir rızık olarak ekmeğe, o ekmeği veren Rızk’ın Sahibine duyulan katışıksız saygının ve teşekkürün bir nişânesi. Ekmeğe saygı duymayan insanların emeğe saygı duyabilmeleri mümkün mü?

* * *

Anadolu’yu herhangi bir toprak parçasından ayıran, insanlığın umut kaynağı bir kıtaya dönüştüren işte bu ruh, bu tevazu, bu ince hassasiyettir. Bu topraklarda yaşanan hayatın şiiriyetinin kanatlandırıcı ve insanlık çapında, insanlık adına umutlandırıcı resmidir bu.

İşte bu insan, hâlden anlar: Çünkü etnik-ötesi, ulus-ötesi, dünya-ötesi bir gerilim hattında yaşar: Kendisi dışındaki insanları ve varlıkları kucaklayan bir medeniyetin çocuğudur: Eğer Anadolu’da bunca propagandaya, yıkıma, kışkırtmaya, ‘medyatik operasyon‘a rağmen, hâlâ etnik bir çatışma yaşanmıyorsa, bundandır: Anadolu kıtası bilincinden. Anadolu’nun herkese bağrını açan yüce gönüllüğünden. Ruhundan…

* * *

İşte bu ruh, Mardin’de katıldığım Münazarat Sempozyumu’nda birkaç kez hatırlatıldığı gibi, bir Kürd’e, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne, ‘Türkler, İslâmiyet’in yılmaz hâdimleridir; saadetimiz Türklerle beraber olmaktır‘ dedirtebilmiş, sadece bu toprakların değil, bütün insanlığın şiddetle ihtiyacını hissettiği yegâne varedici kardeşlik ruhudur.

İşte bu ruh, Niğde’de YAZSANBİR’in (Yazarlar ve Sanatçılar Birliği) düzenlediği bir panelde, eski Nizam-ı Alem Ocakları Başkanı Yavuz Ağıralioğlu’na, ‘Türk, Arnavut kadar Arnavut, Kürt kadar Kürt, Arap kadar Arap olduğu zaman Türk’tür‘ dedirtecek bir medeniyet şuuru yeşertmiştir Anadolu kıtası büyüklüğündeki bu mübarek topraklarda.

* * *

Biz, bu ruhu fenâ hâlde örseledik: Siyasî darbelerle, kültürel darbelerle, zihnî darbelerle vesaire! Ama bu ruh ölmedi. O yüzden, bir ekmek parçasının yerden alınıp öpülerek duvara yerleştirilmesi bile umudumuzu diri tutmaya, bu ruhun yaşadığını göstermeye yetiyor.

O yüzden, DP eski Genel Başkanı, Anadolu kıtası’nın çocuğu Süleyman Soylu Bey’e, Niğde’deki panelde, modernleşme tarihimiz boyunca yaşadığımız serüveni, ‘başkalarını, bizim dışımızdakileri ötekileştirmek’ olarak tanımlatacak kadar özeleştiri özgüveni kazandıran, derinlerde kök salan bu ruhtur.

YAZSANBİR’in heyecanlı, çalışkan, mütevazi ve hayalleri sınır tanımayan başkanı Hayrullah Eraslan’ın öncülüğünde Niğde’de düzenlenen ‘darbeler’ panelinde söylenenlerde değil yalnızca; aynı zamanda panelin düzenlenişinde, panele katılan ve salonu hıncahınç dolduran insanların üç saatten fazla bir süre söylenenleri pürdikkat dinleyişinde de kendini gösterdi bu ruh. Öyle ki, Niğde Valisi Alim Barut, Belediye Başkanı Faruk Akdoğan ve -gece teheccüd namazları kıldığı için büyük saygı duyulan- Niğde’nin alçakgönüllü ve parlak milletvekili Ömer Selvi üç saatlik paneli sonuna kadar ilgiyle takip ettiler.

Yusuf Kaplan / Yeni Şafak

Ekmek Parası Mı?

İnsan denilince ruh hatıra gelmekte, ceset ise ruhun elbisesi veya evi mesâbesinde kalmaktadır. Nasıl ki biz, kendi işimizle uğraşırken evimizi düşünmüyor ve onun her köşesiyle alâkadar olmuyoruz, aynı şekilde bede­nimizin de bütün faaliyetleriyle zihnen alâkadar olmuyoruz. Meselâ; insan yürürken, otururken veya çalışırken mutlaka bir şeyler düşünür, fakat o anda bedeninden habersizdir.

Bu hale göre, bizim için en önde gelen mes’ele, ruhen terakki ve onu lâyık olduğu kemâlata tevcih etmektir. Nitekim, büyük insan denilince de, ruhen terakki etmiş ve kemale ermiş kimse anlaşılır. Yoksa bedenen büyük kimseye “büyük insan” denilmez. Bir insan, apartmanına kat ilâve etmekle kendisi yükselmediği gibi, bede­nen veya maddeten ilerleme de insanı terakki ettirip olgunlaştırmaz.

Sadece evde oturmak veya evin ihtiyaçlarını görmek bir kimsenin ger­çek vazifesi olamayacağı gibi, bedeni beslemek ve onun levazımatını teda­rik etmek de ruhun esas gayesi olamaz. Bir kimse bu daireyi aşamadığı müddetçe, hangi dünyevî makamda bu­lunursa bulunsun, dar bir dairede boğulmuş ve büyümemiş demektir.

Bir ağaç dahi sadece kendini beslemekle kalmayıp, başkalarını da bes­lemek için harice meyveler uzatıyor ve bu meyvelerle kıymet kazanıyor. Elbetteki bir insan da ancak, kendi ihtiyaç dairesinin dışına taştığı ve baş­ta iman ve ibadet olmak üzere, ilim, fazilet, lûtuf ve ihsanlarla dolduğu takdirde kıymet kazanacaktır. Mes’eleyi biraz daha vuzuha kavuşturmak maksadıyla bir misâl verelim:

Bir zatın bir kamyonu olduğunu ve bununla kum taşıdığını farzediniz. Bu kamyonun aylık kazancı ancak kendi yakıt parasını ve boya, tamir gibi masraflarını çıkarıp, hiç kâr bırakmasa o zat bu kamyonu kaç ay ça­lıştırır?

Bir kamyon dahi, kazanç itibariyle kendi masrafını aşamadığı takdirde kıymetten düşüp faaliyetten menedilirse, biz hangi akılla bu dünyaya geli­şimizin gayesini sadece ekmek parası kazanma olarak mütalâa edebiliriz. Elbette ki Hâlik-ı Hakim, biz insanları böyle cüz’i bir iş için bu dünyaya göndermemiştir.

İnsanın fıtrî vazifesi, ancak Allah’a (C.C.) iman ve ona itaat etmektir. Çünkü maddesi itibariyle şu koca kâinatla beslenen, diğer bir ifadeyle, masrafı şu kâinat olan insanlar bilbedahe bu dünyaya maddî bir gaye için gönderilmemişlerdir. Yani, insandan beklenen netice maddî değil, mânevî olacaktır. Bu ise, Hâlık-ı Küll-i şey’e iman, kâinattaki mu’cize-i san’atı te­fekkür, ihsanat-ı Rabbaniye’ye karşı şükür ve ibadetle mukabele gibi ulvî hakikatlardan başka ne olabilir?

Mehmed Kırkıncı / mehmedkirkinci.com

Hanımlar Nasıl Mutlu Olacak?

Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri. Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı Lâzımdır tâ dayansın.

Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları! Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri. {(**): Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür.}

Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları. ( Sözler, 727 )

Hanımların rahat edip hürmetle anıldıkları ortam, evleri ve aile hayatlarıdır. Fıtraten hassas ve nazik olarak yaratılmış hanımlar ailedeki manevî, hissî paylaşımları yönlendiren, geliştiren, ferdler arasındaki akışı sağlayan birer nazenin şefkat aynalarıdır. Bu aynalar aile hayatları dışında “ekmek kavgası”nın kıyasıya yaşandığı ortamlara girdiklerinde yapılarındaki ince hisler ve duyarlılık bozulur. Kendi ruh dünyasında çatışmalar yaşadığı gibi aile ferdlerini birbirine bağlama, problemleri çözme, çocukların terbiyesi, manevî alışverişlere zemin oluşturma gibi ailenin temelini oluşturan görevleri atıl kalır. Bunun neticesinde anne, baba, çocuklar arasında kopukluklar olur. Aynı sofrayı paylaşsalar bile fikir ve his olarak birbirlerine aks edecek sıcak bir ortam yakalanamaz. Birbirini anlama, destek olma, alakalanma gibi pek çok ruhî ve insanî ihtiyaç karşılanmamış olur.

Neden? Çünkü evin annesi sabahtan akşama kadar dışarıda bir sürü insanla uğraşmış, sinirleri yıpranmış, kendisi dolmuş ve deşarj olacak bir ortam ararken bir de ev işlerinin üstüne ailenin diğer ferdlerinin problemlerine yönelmesini beklemek insafsızlık olur.

Peki ne olacak? Evin annesi geçim derdini üstüne aldıysa, fizikî olarak anne olsa da mana olarak “babalaşmıştır”; yani artık evin 2 babası vardır.

Peki anne nerde? Anne yok; anne misyonunu yüklenecek kimse yok çünkü.

Peki annesiz aile devam eder mi? Sırf maddeyi paylaşmaya aile hayatı diyorsak, annenin muazzam terbiye misyonu olmadan da aile o kadar devam eder; yani etmez. Çocuklar ve eş ilgiye, şefkate, uyarılmaya, dertleşmeye, paylaşmaya, konuşmaya muhtaç bir şekilde maddî hayatlarına devam ederler; ama mana hayatlarında doldurulması müşkül kocaman gedikler açılmıştır. Güven, aidiyet hisleri tam tatmin olamamıştır. İhtiyacı olduğunda yanında olan bir annesi, eşi yoktur çünkü. Anne de yoğunluktan -kendi dahil- ailede kime ne olup bittiğini fark edemiyordur. Dış alemde mesul olduğu vazifesi ve onunla ilgili bir sürü sıkıntılar üstüne ailedeki karmaşık insanî sorunlar hanımı da zaman içinde çok yıpratır. Saçını süpürge etse de: “çocuğuma laf geçiremiyorum, onu anlamıyorum, o da beni anlamıyor” gibi yakınmaları duyarız. Halbuki çocuğunu veya eşini dinleyecek vakit, kendinde istek dahi bulamamıştır. Bu yüzden:

“Şer’-i İslâm onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede.” Demiştir.

Üstad Hz.(RA)’ın dediği gibi:

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” (24.Lema)

Hanımların ailedeki en esaslı görevi çocuklarına manevî ders vermesi, sağlam bir ahlak üzere yetiştirmesi, hayata istikametli bir bakış açısı kazanmalarına gayret etmesidir. Bu çok zaman ve emek, ilgi isteyen manevî terbiyeyi ailede şefkatli bir otorite olan anneden başkasının vermesi mümkün değildir. Dolayısıyla toplumun geleceğini oluşturan çocukların en ehemmiyetli muallimi olan annelerin vazifesi çok büyüktür. Hanımı dışarı çıkarıp çalıştırmak suretiyle evdeki dengelerin bozulmasına sebep olmak akıllıca bir iş değildir. Ailesinden kopuk, ahlakı kötü, manevî değerlere duyarsız bir evladın açtığı zararı annenin kazandığı binler maaşla dahi kapatmak mümkün değildir. Çünkü kaybedilen bir “insan”dır. Ergenlik yaşına gelmiş, karakteri oturmuş bir çocuk için “uzman desteği” de alsak ne kadar onun ruh dünyasında düzeltmeler yapabiliriz?

“Temizlik zînetleri. Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı.”

Hanımın takvası yani manevi temizliği zînetidir; hanımı güzel gösteren suretten ziyade sîret yani ahlakıdır. Ahlakının güzelliği haşmet verdiği gibi, günahtan muhafaza olunmuşluğu da hanımın cemalidir. Fıtratındaki şefkat kendindeki kemalat olmakla beraber, evladı ile geçirdiği vakitler eğlencesidir.

Halbuki hanımlar evlerinden dış hayata çıktığında, dahil olduğu ortamda hevesleri uyandıracak, nazarları kendiyle meşgul edecektir. Böylece pek çok olumsuzluğun ortaya çıkmasına sebep olur. Aile hayatında bunca vazifeyi atıl bırakıp, dış alemde de verimi düşürecek durumların ortaya çıkmasına sebep olacak bir karar, hiçbir ehli aklın karı değildir ve olamaz. Bu yüzden rızık için -hakikaten mecbur kalmadıkça- dışarı çıkma vazifesini İslam hanımlara yüklememiştir.

Nabi

www.NurNet.org