Etiket arşivi: Ekrem Altıntepe

Sade hayat, soframızdan başlar..

Sade Hayat Derneği, hayatı sade yaşamak isteyenlerin bir araya gelerek kurdukları bir dernek. Bu derneğin üyeleri, sade bir hayatın gerekliliklerini yerine getirmek için birbirleriyle fikir alışverişinde bulunarak sadeliği yakalamak istiyorlar.

Sade Hayat Derneği Başkanı Faruk Günindi, sade hayatın başlangıç noktasının sofralar olduğunu belirterek sofraların sadeleşmesiyle hayatımızdaki birçok şeyin de sadeleşeceğine vurgu yapıyor.

Faruk Bey, uzun süreden beri faaliyette olan Sade Hayat Derneği’niz var. Bu derneğin başkanı ve üyeleri olarak sade hayatı nasıl tanımlıyor ve nasıl yaşamaya çalışıyorsunuz?

Sade hayat, en anlaşılır ifadesiyle “Peygamberî bir hayat” tarzıdır. Efendimiz (a.s.m.) kendisine Allah (c.c.) tarafından Cebrail vasıtasıyla “kul bir peygamber” mi veya “melik bir peygamber” mi olmak istediği sorulduğunda “kul bir peygamber” olmayı seçmiştir. Efendimiz (a.s.m.) isteseydi varlık içinde yaşamayı seçebilirdi ama o kulluğu yani sadeliği seçmiştir.

İlginç bir yaklaşım. Efendimizin (a.s.m.) bu tercihini diğer peygamberlerde de görebiliyor muyuz?

Tabii ki. Bunun en bariz örneği Hz. Süleyman’dır. Allah tarafından kendisine çok büyük güçler bahşedilen Hz. Süleyman neden kocaman kocaman saraylar yaptırıp durmadı? O yaptırdı ama ibadethane yaptırdı.

Hz. Süleyman’ın yeryüzünde tüm insanların görmüş ve göreceği en zengin insan olduğunu biliyoruz. Ama o ellerini açıp Allah’tan ne istiyor? “Allah’ım, bana hayırlı bir kazanç ver” diyor. Her şeyi olan bir insan, tüm zenginlikler ona verilmiş bir insan “Bana elimle kazanacağım bir şey söyle” diyor. O kadar zenginlikler içindeki bir insan kendi rızkını sepet örüp satarak kazanıyor. O büyük krallığın içinde sepet ören bir hükümdar, bir peygamber… Ne müthiş bir manzara değil mi?

Bunun yanında krallıklarına güvenen Nemrutlar, Firavunlar bütün o şaşaalarına, debdebelerine rağmen yok olup gittiler. Ama her türlü imkâna rağmen, bütün zenginliklere rağmen kul olmayı seçen peygamberler sonsuza kadar hayırla anılacaklar.

Hz. Süleyman o muhteşem zenginliğine rağmen sade bir hayatı tercih etti ve kul oldu. Bu sadelik onu kulluğa götürdü. Fakat Firavun, Babil kralları, Nemrutlar o debdebe içinde bütün imkânlarına bakarak ilahlıklarını iddia ettiler. Sade yaşam insana kul olduğunu fark ettiriyor, her şeye sahip olduğunu sanmak ise, insanı kulluktan çıkarıyor veya bir nevi ilahlık yaptırıyor diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Sade hayat kul üretir, modern hayat kendi dünyalarının tanrıları olan küçük tanrıcıklar üretir. Modern hayat, kendi dünyalarına hükmedebileceklerini sanan, kendi kaderlerini belirlediklerini sanan, varlığın kaderiyle ilgili karar verebileceklerini sanan ufak tanrıcıklar üretti.

Ben bir fert olarak hayatımı sade yaşayacağım diyorum. Sadelik derken tüketimden mi uzaklaşmam gerekiyor? Ne yapmam gerekiyor ki sade olabileyim? Sade yaşamaya karar veren bir insan ne yapmalı?

Böyle bir kararı sade yaşamak için vermemek lazım. O kararı doğru yaşamak için vermeli. Onun kuralları da sade hayat felsefesinin koyduğu hayat kuralları değil, onlar herkesin uyması gereken ilahî kurallardır.

Hz. Adem’den beri aynı şeyler söylenip duruyor. Yani burası yeryüzü, biz buraya Hz. Adem’le birlikte indirildik. Cennet ehli idik, buraya indirildik. İndirildikten sonra buranın bazı yaşam kuralları var. Ne doğru, ne yanlış bunlar bize öğretildi. Tüm peygamberler kendi ümmetlerine “Burası böyle bir yer, bu yapılır, bu yapılmaz” dedi. Mesele budur. Yani sade yaşamayı isteyen biri İslam’ı seçtiyse zaten lüks yaşamaz. Sürekli nefsinin istediği tüm arzularını yerine getirmez. Helal-haram diye bir şey vardır. Bu, sade hayat fikrinin icat ettiği bir şey değil.

Sade hayat deyince ilk başta dünya nimetlerinden istifade etmeme, mesela çok cafcaflı giyinmeme, modayı takip etmeme, az tüketme gibi bir şey anlaşılıyor. Burada “Sade hayat ilahî emirlere uymaktır” diyerek farklı bir boyut getirdiniz. Sizin kastettiğiniz sade hayat bu mudur?

Bizim yaşamaya çalıştığımız sade hayat budur. Bizce helal-haramı, zararlı-zararsız diye tanımlamak daha doğru olur. Zararlı bir şeyin helal olduğunu düşünemiyorum, yani zararlı olduğu halde Allah Teâlâ’nın kendi kulları için bunu isteyeceğini düşünemiyorum veya yararlı olduğu halde Allah’ın yasakladığı bir şey de düşünemiyorum. Bütün helal olanları alırsam onlar bana kârdır.

Birisi sade bir hayat yaşamaya karar verdi. Siz Sade Hayat Derneği başkanı olarak ve sade hayat yaşayan biri olarak buna karar veren birine ne tavsiye edersiniz? Yani birden bire bu hayatın içine balıklama mı dalmam lazım, her şeyden vazgeçmem mi gerekiyor? Ya da nasıl bir sade hayat tarzı uygulamam gerekiyor ki en verimli şekilde yapabileyim?

İnsanın ara sıra harcadığı ve her gün harcadığı şeyler vardır. Biz her gün harcadığı şeyleri tekrar düzenlemesini istiyoruz. Yani insanlar her gün üç defa yemek yiyor. Önce sofralarını sadeleştirseler, o zaman geriye dönük olarak birçok şeyleri de sadeleşecek.

Soframızı sadeleştirmekle nasıl birçok şeyi sadeleştirmiş olacağız?

İnsan sofrasını sadeleştirse ya da sadece yağını tuzunu değiştirirse, bu tercihin domino etkisiyle birçok şeye etkisi olacaktır. Niçin sentetik yağ kullanalım? Bir yağ nelere mal oluyor? İçinde hidrojenle işlenmiş bir katkı varsa o yağ, yağ vasfını yitirmiştir. Çok yapışkan hale geliyor, biz onu tabaklardan çıkarmak için deterjan kullanıyoruz. Deterjan hayatımıza giriyor. Deterjan bütün doğayı fosforla mahvetti. Her şeyi pislettik. Sonra o yağı yedik vücuttan ter olarak çıktı. Ter de giysilere yapıştı. Çünkü yapışkan bir yağdır. Giysileri de güçlü deterjanlarla yıkamak zorunda kaldık. Bütün suları mahvettik. Yağı yedik, hastalığa sebep oldu, bütün vücudumuzda damarların, organların çalışmasını etkiledi. O zaman da ameliyatların, ilaçların hepsinin yolunu hazırladık.

Biz diyoruz ki tereyağına, zeytinyağına, en doğal yağlara geçin. O zaman bulaşık deterjanı ihtiyacı en aza inecek. Sadece sıcak suyla bile zeytinyağı çıkabiliyor. Zeytinyağı kadar olağanüstü bir şey yok. Demir dünyaya sonradan indi diyorlar, belki zeytin ağacı da sonradan inmiştir. O kadar olağan üstüdür. O yağ sizi hastalıklardan da koruyacak. Sadece yağı değiştirerek bunların hepsini değiştirmiş olacaksınız.

Tuzun böbreklere neler yaptığını, vücutta metal bıraktığını biliyoruz, vücutta su dengesini bozduğunu, tiroid bezlerini bozduğunu biliyoruz. Bunlar her gün kullandığımız dominolardır. İnsanlar sadece bunları değiştirseler, bu niyetle 40 gün devam etseler, o zaman Allah’ın vaadi var, “Ben sizin bilmediklerinizi öğretirim” diyor.

Yağ ve tuza şeker ve unu da ekleyebilir miyiz?

Tabii onları da katabiliriz. İnsanın düşünebilme yetisinin devam edebilmesi için sentetik şekerin vücuda girmemesi gerekir. Olaylar arasında veya varlıklar arasında ilişki kurabilme yeteneği olan aklın devam edebilmesi için sentetik şekerin hiçbir şekilde tüketilmemesi gerekir. O zaman belki akıl eve geri döner.

Unda da nem tutucular var, gerçek un olsa onun kadar güzel besleyici bir şey yok. Temel besin maddelerinden bir tanesidir. İnsan ömrünü un, yağ ve etle geçirebilir. Ama şimdi un unluktan çıkmış. Biz onu eliyoruz. Elediğimizi hayvanlara veriyoruz, en değerli yerini onlar yiyor. Biz ise unun en hastalıklı yerini yiyoruz. Nemlenmesin, beyaz olsun diye içine katkı maddeleri koyuyoruz.

Anlattıklarınızdan sade hayatın başlangıcının giydiklerimiz, arabamız, televizyonumuzdan değil soframızdan başladığı sonucunu çıkarıyorum.

Sofralarda nelerin yenip nelerin yenmediği çok önemli. Çünkü herkes sofralarda. Herkes araba almayabilir, herkes televizyon almayabilir, ama herkes yemek yiyor. Dolayısıyla dikkat etmemiz gereken şeylerden ilki odur. Biz eğer kendi soframızı ya da ağzımızı kontrol edebilirsek o zaman arabanın neden olduğu şeyleri de, televizyonunun neler yaptığını da anlayabiliriz. Çünkü akıl geri gelir. Hz. Adem haya veya iman istemedi, akıl istedi. Çünkü akıl varsa haya ve iman da vardır. Biz akıl nasıl geri gelir diye düşünüyoruz. Sofradan başlasak zincirleme diğer hatalarımızı da fark ederiz.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Ramazan, İnsan-ı Kâmil yetiştirir!

Din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, bilim ve sanat bir medeniyetin ayrılmaz parçaları. Medeniyetlerin oluşmasında tüm bu öğelerin hepsinin ayrı bir yeri var.

Din ise bir medeniyetin en temel öğesi belki de en başlıcası. Özellikle İslam Medeniyeti söz konusu olduğunda bu medeniyeti dinden ayrı olarak düşünmek mümkün değil.

Ramazan ve Ramazan ibadetleri İslam dininde geniş yer tutan bir olgu. Zaman dilimi açısından bakıldığında oniki ayın bir ayını bu dönem teşkil ediyor. Ramazan ibadetleri ise Allah’ın Kur’an’da vazetmiş olduğu ibadetler. Ayrıca Efendimizin (a.s.m.) sünnetinde geniş ve detaylı uygulama ve tavsiyeleri var.

Kur’an ve sünnet ile emredilen Ramazan ibadetleri ve Ramazan yaşantısı İslam Medeniyeti’nin oluşmasında, şekillenmesinde ve yaşanmasında nasıl bir etkiye sahip acaba?

Bu soruyu yönelttiğimiz Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Recep Şentürk, bize son derece aydınlatıcı ve doyurucu bilgiler verdi.

Genel bir soruyla başlamak istiyorum. Medeniyet nedir? Medeniyet deyince ne anlamamız gerekiyor?

Medeniyet “örgütlenmiş toplumsal hayat” manasına gelir. İbn-i Haldun’a göre medeniyet, içtima, beşeri, umran bunlar müteradif yani eş anlamlı kelimelerdir. Dolayısıyla bir yerde toplumsal hayat varsa, bir hiyerarşi, bir liderlik varsa, ahlak, hukuk veya sosyal ilişkileri düzenleyen kurallar varsa, basit de olsa iktisadi bir hayat varsa orada bir medeniyet oluşmuş denir. Din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, bilim, sanat bunlar medeniyetin ayrılmaz parçalarıdır.

Medeniyet kelimesi etimolojik olarak medine ve din ile irtibatlıdır. Çünkü insanların sosyal hayatlarını düzenleyen kuralların kaynağı dindir. Medeniyetin en güçlü kaynağı dindir. Dolayısıyla mutlaka her medeniyet bir dinle irtibatlıdır. O din o medeniyetteki sosyal ilişkileri, siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki ilişkileri düzenleyen bir kaynak vazifesi görür.

Peygamber Efendimiz’le 1400 yıl önce temeli atılan İslam Medeniyeti, günümüze gelinceye kadar nasıl bir gelişme göstermiş, hangi evrelerden geçmiştir?

İslam medeniyeti Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından Kuran ve sünnetle kurulmuş bir medeniyettir. Hz. Peygamber’den (a.s.m.) önce Arapların bir medeniyeti yok. Dolayısıyla İslam Medeniyeti, medeniyetin olmadığı bir yerde ortaya çıkmış bir olgudur. Bu Allah Teâlâ’nın bir hikmetidir.

Niçin?

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Hristiyanlık Batı’ya gelmeden önce bir Batı Medeniyeti vardı. Hristiyanlık bu medeniyete monte oldu. Onun için biz bugün Batı Medeniyeti’nden bahsediyoruz ama Hristiyan medeniyetinden bahsetmiyoruz. Neden? Çünkü Hristiyanlıktan önce orada bir medeniyet vardır zaten. Dolayısıyla Hristiyanlık oraya eklemlenmiş oldu. Tabi bu eklemlenme esnasında Batı Medeniyeti dediğimiz Yunan, Roma medeniyetleri Hristiyanlığı bir nevi dönüşüme uğrattı. Batı Hristiyanlaştı ama Hristiyanlık da Batılılaştı. Romalılaştı ve Yunanlılaştı. Dolayısıyla her iki taraf da deforme oldu. Bir nevi iki arabanın çarpışması gibi bir şey oldu. Bunun neticesinde ortaya ne eski Hristiyanlığa tam olarak benzeyen ne de eski Batı Medeniyeti’ne benzeyen yeni bir şey ortaya çıkmış oldu.

Fakat Müslümanlık nokta-i nazarından baktığımızda İslam Medeniyeti’nden önce Arapların bir göçebe medeniyeti var ama bu medeniyetin çok gelişmiş düşüncesi, felsefesi, hukuku vs. yok. Ama bir edebiyatı var mesela. Hiçbir şey yok değil. Orada bir medeniyet var ama bu medeniyet asla evrensel bir medeniyet değil. Ve dünya çapında diğer üstün medeniyetlerle rekabet edebilecek seviyede bir medeniyet değil.

Ancak İslam’la beraber Hz. Peygamber’le (a.s.m.) beraber Kur’an’la ve Hz. Peygamberin mirasla bıraktığı sünnetle birlikte orada yeni bir medeniyet ortaya çıkıyor ve bu yeni medeniyet evrensel bir medeniyet olarak gelişiyor. Sadece Mekke’de yaşayan Arapları ya da kabileleri değil bütün insanlığı kucaklayan evrensel bir medeniyet çıkıyor ortaya. Ve ortaya koymuş olduğu düşünce ürünleriyle, ürettiği sosyal kurumlarla dünyanın diğer önde gelen medeniyetleriyle rekabet edip onları aşan bir medeniyet oluyor.

İslam medeniyetinin gelişmesi ve şekillenmesinde de Kur’an’ın ve sünnetin inşai işlevini görmekteyiz. Konstraktif, inşa edici bina edici rolünü görmekteyiz. Sünnet ve Kuran, medeniyet inşa edici güçlerdir. Ve bu sayede İslam Medeniyeti ortaya çıkıyor. Nitekim baktığımızda İslam Medeniyeti’ni diğer medeniyetlerden ayırt eden şey Müslümanların Kur’an’a ve sünnete sahip olmalarıdır.

İslam dinini yaşama adına oruç önemli bir ibadet. Yılın oniki ayından bir ayı bu ibadeti yerine getirmeye ayrılmış. Oruç, Kur’an tarafından emredilmiş bir ibadet. Peygamberimizin hayatında da çok ciddi manada bir yer tutuyor. Oruç ve genel olarak Ramazan’ın İslam Medeniyeti’nin, İslam toplumunun şekillenmesinde nasıl bir işlevi olmuştur?

Ramazan, İslam Medeniyeti’ne has bir olgudur. Ramazan’ın hem toplumsal hayat üzerinde sosyolojik olarak hem de fert üzerinde psikolojik olarak çok büyük tesirleri vardır.

Ramazan’da Müslümanlar açlıkta eşitlenir, hacda da çıplaklıkta eşitlenirler. Namazda ise secdede eşit hale gelinir. Mertebesine, zenginliğine, ilmine, statüsüne bakmaksızın herkes oruçta, hacda, secdede eşit hale gelir. Allah Teâlâ, herkesi buralarda eşit hale getiriyor.

Ramazan, İslam toplumuna şunu öğretiyor: Mülkiyet hakkıyla tüketim hakkı aynı değildir. Siz bir şeylere sahip olabilirsiniz ama ona sahip olmak otomatik olarak “siz bunları tüketme hakkına da sahipsiniz” manasına gelmez. Sahip olduğunuz şeyleri ancak Allah Teâlâ’nın müsaade ettiği kadar ve onun müsaade ettiği şekilde tüketebilirsiniz. Onun için Ramazan’da malınız mülkünüz var, buzdolabınız dolu, yemekler hazır ama Allah Teâlâ müsaade etmediği için yiyemiyorsunuz. Niçin? Sahip olmak demek onu tüketme hakkına da sahip olduğunuz manasına gelmediği için. Bu aynı zamanda sahip olduğunuz nimetlerin hepsinin Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu hatırlatıyor. Biz o mülkte misafiriz. Ev sahibi bize ne kadar müsaade ederse ancak o kadar tüketebiliriz.

Bu durum, içinde yaşadığımız asırda yani tüketimin hâkim olduğu ve pompalandığı, sınırsız bir tüketim çılgınlığı içinde yaşadığımız bir dönemde, insanların hayatın zevkini tüketimde aradıkları bir dönemde, ‘ne kadar çok tüketirsen o kadar büyük insan olursun’ denilen bir çağda paradigmayı tersine çeviriyor. “Yemediğin zaman, tüketmediğin zaman daha iyi insan olursun.” mesajı veriliyor.

“Yemediğin zaman, tüketmediğin zaman daha iyi insan olursun.” meselesini biraz açabilir misiniz?

İslam Medeniyeti’nin ideal insanı “insan-ı kâmil”dir. İslam eğitimi, “insan-ı kâmil” yetiştirmeyi hedefler. İnsan-ı kâmil de ihsan makamına ermiş insandır. İhsan makamına ermiş kişi de Allah’ı görüyormuşçasına yaşayan insandır. Allah’ı göremese bile Allah tarafından görüldüğünü düşünerek yaşayan insandır. Yani murakabe yapan insandır.

Aslında Ramazan bunun tam tecessüm ettiği somutlaştığı bir andır. Ramazan’da şunu kendimize hatırlatmış oluyoruz: Biz burada Allah Teâlâ’nın bizim için hazırladığı bir ortamda, O’nun murakabesi altında bir hayat sürdürüyoruz. O ye derse yeriz, yeme derse yemeyiz.

Bu tabi bir nevi Cennet’te vaki olan ilk imtihanla da irtibatlıdır. Cennet’te de Hz. Âdem ile Havva bir meyveyi yememekle imtihan edilmişlerdi. Biz aynı imtihanı Ramazan’da yaşıyoruz. Bize de Allah Teâlâ otuz gün yemeyeceksin diyor. Benzer bir imtihan burada yaşanmış oluyor. Dolayısıyla hayatın başlangıcıyla hani o Cennet’te vaki olan imtihanla irtibatlı bir başka imtihanı bir nevi burada yaşamış oluyoruz.

Batı medeniyeti tüketmeye, İslam medeniyeti ise tüketmemeye yönlendiriyor insanları. Bu açıdan baktığımızda iki medeniyeti neye benzetebiliriz?

İslami terminoloji açıdan değerlendirecek olursak Batı medeniyeti nefis medeniyeti, İslam medeniyeti ise akıl ve kalp medeniyetidir. Birisinde insan nefsine tabi oluyor, nefsin arzularını yerine getirdikçe daha mutlu olacağına inanılıyor. İslam medeniyetinde ise aklıyla kendini kontrol edip, kalbiyle davranışlarını kontrol edip helal dairede nefsinin arzularını tatmin edip nefsinin helal olmayan arzularını sınırladığı zaman insanın mutlu olacağına inanılır.

Batı dünyasında kim mutludur? Karnı tok olan insan, maaşı yüksek olan insan, iyi arabaya binen insan, iyi yerde yatan kalkan insan mutludur. Bu açıdan baktığımızda Hz. Peygamberin mutsuz olması lazım. Çünkü asgari ücretten daha az geliri var. Yatağı bile yok, çok basit bir evde yaşıyor. Bütün Ashab-ı Kiram’ın mutsuz olması lazım. Çünkü düzgün yol yok, sürekli savaş halindeler. Ama o zamana biz Asr-ı Saadet yani mutluluk çağı diyoruz.

Onları mutlu yapan şey nedir? Allah’ın ilmine sahip olma yani Marifetullah’a sahip olmalarıdır. Bir insan Marifetullah’a sahipse Muhabbetullah’a sahipse o adam mutludur. Bizim medeniyetimizdeki mutluluk anlayışı budur. Dolayısıyla Ramazan’da aç olan insan mutludur bize göre.

Ramazan’daki açlıkla Marifetullah ve Muhabbetullah arasında nasıl bir bağlantı var?

Tabi şimdi bu mevzuyu netleştirelim. Oruç, açlık değildir. Açlık sadece orucun bir boyutudur. Hz. Peygamberimizin hadisinde buyruluyor ki; “Nice insanlar vardır namaz kılarlar tek elde ettikleri yorgunluktur, nice insanlar vardır oruç tutarlar tek elde ettikleri açlıktır.” Dolayısıyla oruç eşittir açlık diyemeyiz. Açlığın ötesinde bir ibadettir. Açlık o ibadetin sadece bir boyutudur.

Malum orucun mertebeleri var. İmam Gazali, İhya-u Ulûmi’d-Din isimli eserinde bunu çok güzel ifade ediyor. Yememek, içmemeye “mide orucu” diyor. Bu avamı nassın orucudur.

Havas yani daha eğitilmiş daha bilinçli insanlar bütün azalarıyla oruç tutarlar. Allah’ın yasakladıkları her şeyden içtinap ederler. Ama bunun sadece yeme ve içme ile sınırlı olmaması lazım. Eliyle de oruç tutması lazım. Elin orucu var. Nedir elin orucu? Allah’ın yasakladığı şeyleri yapmamasıdır. Kulağın orucu var. Allah’ın yasakladığı şeyleri duymamasıdır. Gözün orucu Allah’ın yasakladığı şeylere bakmamasıdır. Bütün bu azaların hepsinin Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşması beden orucudur. Bütün bedenin orucu, külli oruçtur. Bu havassa aittir.

Bir de havassul havassın orucu vardır. O da kalbin oruç tutması. O nasıl oluyor? Bırakın Allah’ın yasakladığı şeyleri yapmamayı onları kalbe bile getirmemek, akla bile getirmemek. Hiç düşünmemek. Bu da havassül havasın orucu.

Dolayısıyla orucun bir ibadet olduğunu ve kalple tutulduğunu, mide ile değil kalple tutulduğunu asla unutmamız gerekiyor. Oruçlarımızı kalp orucu haline getirmek için gayret göstermemiz icap ediyor. Mideyle tutulan şey olan açlık kısmı, orucun minimum şartıdır. Onun daha ilerisine gitmeye çalışmak gerekiyor.

Ramazan’ın bir de yardımlaşma boyutu var. Ki bunun içinde zekat var, sadaka var, fıtır sadakası var. Ramazanın bu yardımlaşma boyutu İslam Medeniyeti’nin şekillenmesinde hangi müesseseleri meydana getirmiştir?

Normalde modern bir toplumda zenginler devlete vergi verir. Devlet de o verginin bir kısmını alt tabakalara harcar. Zenginler devlet kanalıyla ve mecbur oldukları için devlet üzerinden vergiyle alt tabakaya destek olmuş olurlar. Gelir dağılımı bu şekilde sağlanmaya çalışılır.

İslam’da vergiler kanalıyla veya sosyal devlet anlayışı kanalıyla devletin alt tabakalara veya mahrum insanlara bu şekilde yardım etmesi vardır. Ama İslam aynı zamanda devleti aradan çıkarıp zenginlerle fakirler arasında bir de ferdî bağ kurar. Bu da zekât dediğimiz şeydir. Zekât vergi değildir. Zekât ayrıdır, vergi ayrıdır. Zekât zenginin doğrudan fakire vermesi gereken destektir. Zekât, fakirin hakkıdır, devletin değil. Sosyal devlet anlayışına ilaveten Allah Teâlâ doğrudan zenginlerle fakirler arasında böyle bir sosyal sorumluluk kanalını açmıştır.

Osmanlı’ya baktığımız zaman Ramazan medeniyeti tam hakkıyla yaşanmış. Ramazan’a ait uygulamalar yapılmış. Mesela Enderun teravihleri, Sürre alayları… Günümüzde Osmanlı’nın yaşadığı Ramazan medeniyetinin yeniden yaşanabilmesi için fert ve devlet bazında neler yapılması gerekiyor?

Günümüzde Ramazan eğlenceleri diye aslı astarı olmayan şeyler yapılıyor. İbadet ruhuna uyan şeylerle Ramazan’ı ihya etmek gerekir. Eğlenceyle, musikiyle Ramazan’ın bir alakası yoktur. Onlar ibadet değil ki. Tamam, insan müzik dinleyebilir ama “ben Ramazan’ı ihya ediyorum” diye klasik müzik dinlemenin bir sevap tarafı da yoktur. Böyle bir eğlence endüstrisinin Ramazan içine sızması ve ondan kendine bir pay alması gibi bir durum ortaya çıktı maalesef.

Ramazan medeniyetini, Ramazan’ın kimliğine uygun eski geleneğimizden alacağımız şeylerin bir kısmıyla ihya edebiliriz. Bu konuda medyaya büyük görevler düşüyor. Medyadaki Ramazan programlarında genellikle yemek tarifleri veriliyor.

Akşama ne yiyeceğiz diye düşünerek oruç olmaz ki… Sabahtan akşama kadar ‘akşama ne yiyeceğim’ diye düşünülüyorsa bunun ibadetle ne alakası kaldı. Onun için Ramazan’da güzel yemekler yeme planı ve programları yapılmasından ziyade Ramazan’ın bir ibadet ayı olduğu bilinerek buna göre programlar ve planlar yapılmalıdır.

Bu babdan olarak Ramazan’da ibadetlerin vurgulanması, sosyal yardımlaşmanın daha fazla teşvik edilmesi, Kur’an’la olan irtibatın daha sağlam kurulabilmesi için tefsir derslerinin daha fazla yapılması, hadisle olan irtibatın kurulabilmesi için hadis derslerinin daha çok yapılması ve özellikle Ramazan fıkhı diyebileceğimiz oruçla ilgili, zekâtla ilgili ahkâmın daha güzel bir şekilde insanlara öğretilmesi, bunların daha güzel bir şekilde devam ettirilmesi gerekir.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Mutluluk için bilinçaltını doğru kodlamak çok önemli!

Aile Danışmanı Fatma Taş, danışanlarının sorunlarını daha çok bilinçaltı telkini yöntemleriyle çözen bir isim. Bu konuda radyo ve televizyon programları yapan, kitapları bulunan Fatma Taş yüksek lisansını psikoloji alanında yapmış bir isim.

Çeşitli dergilerde makaleleri yayınlanan Fatma Taş, sorunların çözümünde bilinçaltının rolü konusunda yaptığımız röportajda ilgi çekici bilgiler verdi. Ailede mutluluğu yakalamada bilinçaltının doğru kodlanmasının önemine çeken Taş, bilinçaltına doğru mesajlar verilmesi noktasında tatmin edici bilgi ve örneklere değiniyor.

Fatma Hanım siz aile danışmanısınız. Danışmanlığınız sırasında size gelen problemleri daha çok bilinçaltı yöntemlerle çözüyorsunuz. Problemleri nasıl çözdüğünüze geçmeden önce bilinçaltı nedir? Bilinçaltının insanda yapmış olduğu görevler nelerdir? Bunları bize tanımlar mısınız?

Bilinçaltı, beynimizin bir parçasıdır. Bizim aslında bir korteksimiz vardır. Akıllı beyin diye isimlendirdiğimiz beynin üstünü saran ince bir zardır. Korteksin görevi düşünür, karar verir ve bizim doğru ve yanlış noktalarda mekanizmamızı çalıştırır. Bilinçaltı ise bu aldığımız kararları eylemselleştiren bölümdür ve çok güçlüdür. Gün içinde biz bilinçaltını normalde yüzde 98 oranında, korteksi ise yüzde 2 oranında kullanıyoruz. Otomatik beyin dediğimiz bilinçaltı bizim otomatik olarak beynimizi çalıştırıyor. Kirpiğimizden tutun kan basıncımıza kadar dengeyi sağlayan ve adeta otomatikleşen birçok olay bilinçaltının koordinesiyle yapılan programlardır. Akıllı beyin ne düşünürse, ne karar verirse bilinçaltı onu anında eyleme geçirmek için mücadele verir ve sınırsız bir güce sahiptir. Akıllı beyni bir yönetici lider olarak düşünürseniz, bilinçaltını da işçiler olarak düşünebilirsiniz. Lider emir verir, işçiler de eyleme geçer. O yönde çok aktif çalışır.

İnsan hareketlerini yönlendirmede, tepki vermede bilinçaltı nasıl bir işlev görüyor. Mesela; biz bir olay hakkında olumlu veya olumsuz karar vereceğiz bunu bilinçaltı nasıl algılıyor? Bir olayı değerlendirmede kişinin bakış açısı bilinçaltını etkiliyor mu?

Bilinçaltı, akıllı beyni etkiliyor fakat akıllı beyin bilinçaltını çok etkileyemiyor. Orijinalliği buradadır. Bilinçaltı isterse akıllı beyni hem yönetebiliyor, hem yönlendirebiliyor, hem de ele geçirebiliyor. İstediği yönde davranış sergiletebiliyor. Bilinçaltının gücü akıllı beyinden çok güçlü olduğu için korteks teslim olabiliyor. Korteks ona hükmedemiyor. Korteksin fonksiyonları bellidir. Düşünüyor, karar veriyor. Mantığını oluşturuyor. Belli standartları vardır. Fakat bilinçaltının standartları sınırsızdır. Eylem programları da sınırsızdır. Alt belleğin ne yaptığını biz çok bilemeyiz. Bilinçaltı çalışmalarımda bazen çok şaşırdığım, hayret ettiğim anlar olabiliyor.

Size gelen danışanlarınız genelde hangi şikâyetlerle geliyorlar ve siz bilinçaltına hangi telkinler yaparak o danışanınızın mutsuzluğunu veya olumsuz tarafını düzeltiyorsunuz?

Danışanlarım bana geldiğinde genellikle bilinçaltlarında negatiflerle dolu bir program oluyor. Mutsuz, huzursuz ya da birçok psikolojik sorunları almış, eyleme geçmiş ve işin içinden çıkamayarak geliyor insanlar.

Bu programı insan kendi kendine nasıl yapıyor?

Düşünceler yapıyor, çevresel boyut bunu yapıyor, yaşadığı bir olay farkında olmadan ileride onu psikolojik olayların içine çekebiliyor. Hafızamız bilinçaltının elindedir. O orada bir şeyler üretebiliyor. Bilinçaltı çok şey taşır. Çok güçlüdür. Fakat belli bir noktaya gelince taşıyamaz. Taşıyamadığı noktada taşıdığı şeyi dışarı atmak ister. Çocuk beyni gibi basit düşündüğü için ne yapacağını bilemez. Psikolojik sorunlar mı, patolojik sorunlar mı, fizyolojik sorunlar mı olacağını hiç bilmez. Sadece atmıştır ve kurtulmuştur. Bu anlamda rahatsızlıklar ortaya çıkar. Biriktirmenin sonucunda patlamalar ortaya çıkar.

Her rahatsızlığın altında mutlaka ve mutlaka bilinçaltında bir neden ve sebep vardır. Dağın görünen yüzünde örnek olarak depresyon görüyoruz. O depresyonun oluşmasında kaynak olarak mutlaka ve mutlaka bir neden, bir sebep, bir kaynak vardır. Ben o kaynağa ulaştığım ve karşımdaki insanla konuştuğum zaman destek aldığı program içinde ben onu beyinsel fonksiyonlarla, onu kendi tekniklerimle yok etme programı yaptığımda o sorun kaybolup gidiyor.

Olumsuzlukları yok etmek için sürekli olumlu mesajlar mı veriyorsunuz?

Kullandığım dil kalıbı çok önemlidir, olumlama dil kalıbı kullanıyorum. Çünkü ağzımızdan çıkan her şey canlıdır. O kadar canlı ki ağzınızdan çıkan o canlı kelimelerin bizi programladığını, bizi maniple ettiğini ya da bizi ileri veya geriye taşıdığını biliyoruz. Önemli olan burada doğru kelimeler ve doğru cümlelerle karşı tarafın beynine ulaştığınızda direk bilinçaltı onu komut olarak alıyor. O komut yazılıma dönüşüyor ve beynin ana programı içine giriyor.

Mesela bir aileyi düşünecek olursak bilinçaltı eşler arasındaki konuşmaları depoluyor. Bunlar olumsuz şeyler olursa yani eşlerden biri diğerine sürekli olumsuz yüklemeler yaparsa bir süre sonra o da rahatsızlık olarak ortaya çıkıyor.

Evet, karşı taraf olumsuz olarak etkilediği için olumsuz mesajlardan kaynaklanan olumsuzluklar ortaya çıkıyor.

O zaman eşlerin birbirleriyle konuşma kalıplarına çok dikkat etmeleri gerekiyor. Mutlu bir evlilik sürdürmek isteyen eşlerin birbirlerine karşı davranışları nasıl olmalı ki bilinçaltı ondan olumsuz etkilenmesin?

Olumsuz konuşan insanların ben hemen gençliğine ve çocukluğuna gidiyorum. Ailede kim olumsuzdu diyorum. Çünkü olumsuz mutlaka bir modeldir. Bir insan olumsuz düşünüyor, olumsuz sistemin içinde kalıyorsa, o yine çocukluğunda anne-babasından aldığı olumsuz programla ilgilidir.

Olumlu düşünme, olumlu konuşma ile farkındalığın açılması gerekiyor. Pozitif etki pozitif tepkiye dönüşür. Negatif etki negatif tepki olur. Bu sefer sorunlar, tartışmalar akabinde gelir. Negatif negatifi tetikliyor. Pozitif tepkisel yaklaşımda pozitif etki, pozitif tepki getiriyor. “Bugünkü yaptığın davranışların aslında çok kırıcı idi, beni çok mutsuz etti. İstersen bunları düzeltebilirsin, bir daha olmayacağını düşünüyorum. Bu konuda bana yardım eder misin?” gibi cümlelerle pozitif etki oluşturduğunuzda pozitif tepki olarak “Evet, ben kırıcı oldum, aslında düzeltebilirim” cümlesiyle kendimizi düzeltme yönelimi yapıyoruz. Fakat negatif etkide “Sen zaten hep böylesin, her zaman beni kırarsın. Sen zaten yanlış bir insansın” cümleleriyle yaklaştığınız zaman karşı tarafın savunma mekanizması hazırdır. Negatif tepki verir ve orada tartışma başlar.

Burada kişinin yapacağı olumlu veya olumsuz etki büyük önem taşıyor. Kişi kendini olumlu yaklaşıma nasıl hazırlayabilir? Yani biz bilinçaltımıza olumlu yaklaşım programını nasıl yerleştirebiliriz?

Aslında yaklaşımlar çok kolaydır. Pozitif yaklaşımla, negatif yaklaşımı otomatik beynimizle biz kendimiz seçiyoruz. Kendimize doğru telkin verirsek sorunu da aşmış oluruz. Mesela kendimize uyumadan hemen önce “Bugün çok daha pozitif olmak istedim ama başaramadım ama yarın pozitif olacağım, ertesi gün daha pozitif olacağım, daha olumlama cümleler oluşturacağım” dediğiniz zaman bu cümleyle bilinçaltı verdiğiniz komutları alıyor. Eylem programı bilinçaltına gönderiyor ve bilinçaltı sizi mümkün olduğu kadar pozitif sınırları içinde tutmaya başlıyor. Siz bunu düzenli olarak 21 gün boyunca devam ettirirseniz beyniniz otomatik olarak pozitif düşünce, pozitif algı oluşturmanıza yardımcı oluyor ve düşünce kanallarınız açılıyor. Zor gibi görünüyor ama aslında çok kolay.

Bu yöntem sadece uyumaya geçmeden önce mi geçerli yoksa bunu gün içerisinde başka durumlarda da kullanabilir miyiz?

İnsan isterse her şeyi beynini yöneterek yapabilir. Biz beynimizi kendimiz yönetebiliriz, kendimiz idare edebiliriz, istediğimiz yönde kullanabiliriz. Mesela sabahleyin tıraş oluyorsunuz, tıraş olurken aynada bilinçaltınızla konuşuyorsunuz. Beyninize komut veriyorsunuz. “Bugün işlerim çok güzel olacak, daha bereketli olacak. Bugün kendimle barışık olacağım. Arkadaşlarımla daha barışık olacağım. Manevi anlamda daha güçlü olacağım. Maddi anlamda daha güçlü şeyler yapacağım. Ekonomik anlamda daha güçlü şeyler yapacağım” gibi telkinler verdiğiniz ve o enerjiyle gittiğiniz zaman enerji kapıları açılıyor zaten.

Bu telkinlerin yapılacağı yer ve zaman önemli mi?

Bilinçaltını her an, her şekilde, her yerde kullanabilirsiniz. Her durumda ifade edebilirsiniz. Karşı tarafa doğru telkinleri verdikten sonra uykuda bile bilinçaltı açıktır. Korteks gün içinde o kadar yoruluyor ki yüzde 2 oranında düşünürken, karar verme noktasında mantık ve akıl noktasında kullandığımız program o kadar yoruluyor ki günde 8 saat uykuya ihtiyaç duyuyor. Bilinçaltı sınırsız, yüzde 98 yaşayan bir programımız. Fakat onun yorulma programı yoktur. 24 saat çalışmak zorundadır. O dinlenmeye geçerse kalbimiz durur, beynimiz çalışmaz. Uykuda bile uykudan 45 dakika sonra istediğiniz telkini yanınızdaki insana verebilirsiniz, çocuğunuza verebilirsiniz. İnanılmaz etkileri var. İnanılmaz sonuçları var. Her an her şekilde ve her ortamda bilinçaltı uyanık, verilen doğru telkini alır ve uygular.

O zaman, “Nasıl olsa yanımdaki insan uyuyor, şu anda beni duymuyor. Ben onun hakkında istediğimi söyleyebilirim” diyemeyiz yani… Bu durumda “Beni nasıl olsa duymuyor” diye onun hakkında olumsuz cümleler kurmak çok yanlış bir şey değil mi?

Olduğu gibi onun beynine kayda geçiyor. Sabah kalktığında deneyin, hırçın kalkar. Sizin ona gönderdiğiniz negatif enerji ve sözcükten dolayı mutsuz kalkar.

Sürekli çocuklarına kızan bağıran bir anne aslında bağırmak istemiyor ve kendini değiştirmek istiyor. Az önceki yöntemle belli bir süre, mesela bir ay kendisine şunu söylediği zaman: “Çocuklarına kızma, bağırma”…

Hayır, öyle değil, burada “kızma” derken “kız” emri var. Bağırma derken “bağır” emri var.

Peki ne demesi gerekiyor?

“Kızma” derken bilinçaltı -me ve –ma’ları atarak “kız” emrini alır. “Bağırma” derken “bağır” emrini alır. “Kızmak yok” dediğiniz zaman “yok” ile mühürlüyorsunuz. “Kızma” kelimesini hiç kullanmamak gerekiyor. Kişi kendine “Aslında sen bazen çok sakin olabiliyorsun. Onlar bize verilen emanetler, sen emanetlere daha düzgün davranabilirsin. Sen güçlü bir annesin. Çocuklara daha saygılı, daha doğru ifadelerle yaklaşabilirsin” gibi telkinlerde bulunursa ve bunu belli bir süre devam ettirirse bu telkinler artık davranış haline dönüşür.

Biraz da anne-babaların çocuklarıyla ilişkilerinde bilinçaltının rolü konusuna değinmek istiyorum. Çocuğun bilinçaltı da ebeveynle olan ilişkilerde yukarıda değindiğiniz gibi mi çalışıyor? Mesela çocuğun yemek yeme sorunu var. Annenin yaklaşımı nasıl olacak?

Yemek yemeyen bir çocuğa yaklaşımda “Yemek yemek zorunda değilsin” diyebilirsiniz. Bilinçaltı komutu “Yemek zorundasın” gibi algılıyor. Bu komutu kodluyorsunuz. Bir de bu uykuda “Sen her gün düzenli, dengeli besleniyorsun” şeklinde pekiştirildiği zaman olumlu sonuçlar alınıyor.

Bir de annelerin şunu bilmesi gerekiyor, çok yemek yemek marifet değil. Önemli olan dengeli beslenmektir. Çocuğa bunu göstermek gerekiyor. Obezite çalışmalarımızın bilinçaltı çalışmalarında annelerin sözcükleri çıkıyor karşımıza. “Ye, yemezsen ölürsün, yemezsen büyüyemezsin, yemezsen adam olmazsın, yemezsen evlenemezsin, yemezsen askere gidemezsin!” Çocuğun bilinçaltı buradaki “ye” komutunu öyle alıyor ki çocuk bu sefer ergenlik döneminde sınırsız yiyor. Orada patlama başlıyor ve kilo sınırsızlaşıyor. Annelerin verdiği komut da çok önemli, “Sen kontrollü besleniyorsun, sen kontrollü yemek yiyorsun” mesajı verilmeli. Aynı şekilde uykuya daldıktan 45 dakika sonrasında “Annenin koyduğu yemekleri yemekten keyif alıyorsun, yemek yedikçe kendini daha iyi hissediyorsun, bilinçli besleniyorsun, kontrollü besleniyorsun” gibi telkinleri bilinçaltı alıyor ve eylemselleştiriyor.

Bu komutları anne gün içerisinde her zaman kullanabilir mi?

Evet, kullanabilir. “Dengeli besleniyorsun. Kendin için yiyorsun. Daha kaliteli büyümek için bunu yemek zorundasın” telkinleri her zaman olumlu sonuçlar vermiştir.

Ekmeği fazla yemek, karbonhidratı fazla yedirmek marifet değil. Az, öz ama kaliteli, çocuğun yaşayacağı şekilde beslemek çok önemli. Buna annelerin çok dikkat etmesi gerekiyor. Anneler kendilerini o kadar zayıf görüyorlar ki çocuk yemek yerse tatmin oluyor. Bu çok yanlış bir yaklaşım tarzı. Çocuğa dengeli beslenmesi için doğru telkinler vermek gerekiyor.

Ekrem Altıntepe (Fatma Taş ile yapılan Ropörtaj)

Hz. Peygamber (a.s.m) tavsiyeli 5000 yıllık tedavi: Hacamat

Bir tedavi yöntemi düşünün ki hem Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m) tarafından tavsiye edilip uygulanmış olsun, hem insanlığın bilinen en eski yöntemlerinden biri olsun, hem de hâlâ uygulanabiliyor olsun… Sanırım tüm bunlar, modern ismiyle “kupa terapisi”, geleneksel ismiyle “hacamat” tedavisinin önemini anlatmak için yeterlidir. Aslında hacamat yaptırmış ve bunun iyileştirici etkilerini görmüş birisi olarak bu yazıyı kaleme almak benim için büyük bir zevk. Çünkü faydasını gördüğünüz bir şeyi başkalarına anlatmak ve tavsiye etmek çok daha kolay ve samimi…

Her ne kadar bu tedavi yöntemini uygulamış ve faydalarını görmüş olsam da yine de bir uzmanın görüşlerine başvurmak en iyisi… Bu maksatla kapısını çaldığımız alternatif tedaviler uzmanı Dr. Muammer Yıldız hacamatla ilgili detaylı bilgiler verdi.

Dr. Yıldız’ın verdiği bilgilere göre hacamat her ne kadar 5 bin yıllık bir geçmişe sahip olsa da Müslümanlar açısından asıl önemi Hz. Muhammed (a.s.m.) tarafından hem tavsiye edilmiş olmasından hem de bizzat O’nun (a.s.m.) hacamat yaptırmış olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla hacamat Tıbb-ı Nebevi’de önemli bir yere sahip…

Efendimiz (a.s.m) bir hadis-i şerifinde, “Miraç’tan inerken hangi melek cemaatine rastlasam, ‘Ey Muhammed! Ümmetine hacamat olmalarını emret’ dediler” buyuruyor.

Efendimizin (a.s.m) hadis-i şeriflerinde hacamat önemli bir yere bir sahip. Öyle ki, hacamatın nasıl yaptırılacağı, ne zaman yaptırılacağı konusunda bilgiler veriliyor: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırmanın faydalarını ifade etmiştir.

Peygamberimiz (a.s.m), “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız! Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hakim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarında meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Hacamatla ilgili hadisler bunlarla sınırlı değil. “Damardan veya deriden kan aldırmak, tedavi olduğunuz şeylerin en faydalılarındandır” (Bağdadî, s. 45; Ebu Nuaym vr. 35 b), “Üç şeyde şifa vardır: Bal şerbeti içmekte, kan aldırmakta ve kızgın bir aletle dağlama yaptırmakta. Fakat ben dağlama yaptırmayı sevmem” (Buharî, Tıp 7/12; İbn-i Mace, Tıp 3491; Müsned 1/246.) hadis-i şerifleri bunlar arasındadır.

Dr. Muammer Yıldız, burada bir hatırlatma yaparak dağlamanın daha sonra Efendimiz tarafından yasaklandığını söylüyor. Dr. Yıldız, yine Peygamber Efendimizin (a.s.m) hacamatın kıyamete kadar devam edecek bir tedavi yöntemi olduğunu ifade ettiğini belirtiyor.

Efendimiz (a.s.m) sadece hacamatı ümmetine tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda kendisi de hacamat yaptırmıştır.

Geçmişten günümüze hacamat

Peki, Tıbb-ı Nebevi haricinde hacamat uygulamaları nasıl?

Dr. Muammer Yıldız’ın bu konuda verdiği bilgiler şöyle: Hacamatın tarihi M.Ö. 3 bin yıl öncesine dayanıyor ve günümüze gelinceye kadar 5 bin yıldır uygulanıyor. Tedaviyle ilgili ilk yazılı kaynak ise alternatif tıbbın babası sayılan ve Çin İmparatorluğu’nun kurucusu olarak bilinen Sarı İmparator’un kitabı. Hacamat tedavisini ilk dönemlerde Çinlilerin yanısıra Japonya, Kore, Hindistan, İran ve Arap toplumları da uygular. Batılı kültürler ise Mısır’dan eski Yunan medeniyetine ve Romalılara uzanan çizgide Ortaçağ’da keşfeter hacamatı. 18. ve 19. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Batı dünyasında oldukça yaygınlaşır. 20. yüzyıl başlarında etkisini kaybeden hacamat, günümüzde yeniden keşfedilmekte ve tedavide kullanımı hızla yaygınlaşmaktadır.

Nasıl faydalıdır?

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın sağlık üzerine yaptığı etkiyi şöyle anlatıyor: İnsanda iki tür damar vardır. Bunlardan birincisi ana damarlardır ki kan tüm vücudu bu damarlar sayesinde dolaşarak devir daim eder. Bu damarlardaki kan hareketli ve akışkandır.

Bir de vücudun her noktasına ulaşan ve ana damarlardan ayrılan kılcal damarlar vardır. Kılcal damarlardaki kanlar durağandır, devir daim etmez. Yani 30 yaşındaki bir insanın kılcal damarlardakindeki kan 30 yıldır oradadır.

Bir bardak içine konan su, bir hafta beklediğinde nasıl bozulursa kılcal damarlar içindeki kan da yılların vermiş olduğı birikimlerle (toksinler, zararlı maddeler) artık bozulmaya ve kan özelliğini kaybetmeye başlar.

İşte hacamatla kılcal damarlarda yıllardır biriken bu kirli kan alınarak yerine yeni ve taze kan gelmesi sağlanır.

Nasıl uygulanır?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgilere göre; hacamat, genel olarak sağlık amaçlı uygulanırken, yaptıran kişinin niyetine göre Peygamber Efendimizin bir sünneti de işlenmiş oluyor. Bunun için hacamata başlamadan önce, “Ya Rab, niyet ettim maddî-manevî rahatsızlıklardan kurtulmak için sünnet üzere hacamat yaptırmaya” diye niyet ediliyor.

Hacamat boyun ve bıngıldak hariç olmak üzere vücudun her kısmına uygulanabiliyor. Ancak 7C olarak bilinen vucudun yedi bölgesine yaptırılan ve “tarama hacamatı” olarak bilinen uygulama vücuttaki toksinlerin atılmasında ve kanın temizlenmesinde daha etkili oluyor. Bu bölgeler kılcal damar akışının zayıfladığı ve en çok kirli kanın biriktiği bölgeler.

7C bölgeleri ve uygulanan kupa sayıları şöyle:

Baş bölgesi: Bir kupa

Omuz bölgesi: Üç kupa

Sırt bölgesi: Üç kupa

Kasık bölgesi: Üç kupa

Bacakların üst bölgesi: Dört kupa

Bacakların alt bölgesi: Dört kupa

Ayak bilekleri: Dört kupa

Tarama hacamatı her bir bölge için tek seans olmak üzere yedi seansta tamamlanıyor. Seanslar arasında 2-3 gün geçmesi daha faydalı. Arka arkaya seans uygulamak kişiyi güçsüz düşürebilir.

Hacamat yapılacak bölgeye önce içinde ateş yakılan kupa kapatılarak bir nevi uyuşması sağlanıyor. Daha sonra kupa çıkarılarak uyuşan bölgede bulunan deri steril bir aletle hafifçe deliniyor. Sonra tekrar kupa kapatılarak açılan deliklerden kirli kanın akması sağlanıyor. İki kez uygulanan delme işleminden sonra son bir kez daha delik açılmadan kupa kapatılıyor. İşlemin sonunda kupa kapatılan bölge bandajlanıyor. Bu kişinin günlük yaşamını sürdürmesine engel bir işlem değil. Hacamatın hemen akabinde gündelik işlere dönülebiliyor.

Peki, hacamatı kimler yaptıramaz?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgiye göre hacamatı; diyaliz, metastas kanser, hemofili hastaları, faktör hastaları (kanama problemi olan hastalar), ileri derecede kansızlar, yeni ameliyat olanlar, PLT (tronbosit) düşüklüğü olanlar ve adetli kadınlar yaptıramaz. Hacamatın yapılacağı cilt üzerinde de problem olmamalı. Hacamat; ben, vitiligo, sedef, egzama, yara olan bölgelere de uygulanmaz.

Ne zaman uygulanır?

Hacamat uygulaması belli kurallar içerisinde yapılıyor. Ne zaman yapılacağı hicrî takvime göre ayarlanıyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu konuda şöyle buyurur: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

İbn-i Sina, el-Kanun fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) isimli meşhur eserinde bu hadislerle ilgili olarak şu şekilde görüş belirtmektedir: “Hicrî ayların başında kan aldırmak tavsiye edilmez. Çünkü vücuttaki sıvı maddeler ayın ilk günlerinde fevkalade çok ve hareketli değildir. Bugünlerde sıvı maddelerin seviyesi düşüktür. Dolunay günlerinde ise ayın çekim gücünün artması sebebiyle vücuttaki sıvı maddeler hem çoğalmış hem de hareketlenmiştir. Bu sebeple bu günlerde alınan kan kişiye zarar vermez.

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır…” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırırken aç karınla olmamızı uyarmıştır. Peygamberimiz “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız. Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hâkim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarda meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Bazı bilim adamlarına göre ayın çekim kuvveti sadece med-cezir (gel-git) hadisesiyle sulara değil, aynı zamanda insanlara, hayvanlara, meyvelere, ağaçlara topraklara, hatta madenlere dahi tesir etmektedir. Dr. Muammer Yıldız, burada aktardığı bir anekdotla ilginç bir detaya dikkat çekiyor: “Bursa’da bulunan Hüdavendigar Camii’de bulunan ağaçlar 700 yıldır çürümeden günümüze ulaşmıştır. Çünkü bu ağaçlar hicrî takvime göre ayın ikinci yarısında kesilmiştir ve bu sırada ağaçlarda hiç kurt bulunmamaktadır.

Yeniden insan vücuduna dönecek olursak, ayın ilk yarısında vücutta kan miktarı artmaktadır. Bu dönemde insanlar, kendilerini güçlü ve sağlıklı hissederler. İkin­ci yarısında ise kan miktarı azalır. Bu dönemde ise zayıflık hisseden insanların ağrıları artar. Daha geç iyileşirler. Kan dolaşımları ve bağışıklık sistemleri zayıflamıştır.

Ayın ilk yarısında (dolunay halinde) hararetle, rutubetin artmasından dolayı, damarlardaki kan çoğalır. Ayrıca dolaşımdaki kanın hızında artma meydana gelir. “Yapılan araştırmalara göre bu dönemde, ayın 11-21. günlerinde işlenen suçlarda ve cinayetlerde belir­gin artış olduğu tespit edilmiştir. Bu günlerde ayın cazibesi vücuttaki kanın hareketlenmesini ve vücudun dinç olmasını sağladığından kişiyi suç işlemeye müsait hale getirir.” (Acaibü’l-Mahlukat, s. 12-13; Marifetname, Dördüncü Bölüm, s. 98-99)

Hacamatın faydaları

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın bir çok faydası bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıralıyor:

Kılcal damarlardaki tıkanıklığı açar. Kan ve dokulardaki gaz ve toksinlerin atılmasını sağlar. Uygulanan bölgeye bağlı damarlardaki kan akımını canlandırır, besin oksijen dokulara rahat ulaşımı sağlar. Çünkü hastalıkların yaklaşık yüzde 70’i organlara düzenli kan ulaşamamasından kaynaklanır.

Kaslardaki sertliği ve ödemi çözer. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, vücuda direnç kazandırır. Dalak/karaciğer ve sinirsel/psikolojik hastalıkların iyileşmesine yardımcı olur.

Kaygı bozuklukluğu (anksiyete), depresyon ve korkulara karşı etkilidir.

Tansiyonu dengeler.

Büyü ve sihire karşı etkilidir.

Ağrılı çıbanlar, kistlerde ve tümörlerde faydalıdır. Yaralanma ve incinmede etkilidir. Vücuttaki enerji ve key (canlılık) yollarındaki akımı düzeltir.

Hareket, konuşma ve hafızanın düzelmesi için beyni canlandırır. Vücuttaki refleks noktalarını uyararak beynin dikkatini hasta organa çekmek ve vücuttaki diğer organların gerekeni yapması için emir vermesini sağlar.

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın faydalarının bunlarla sınırlı olmadığını, hacamatın kıyamete kadar sürecek bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyen Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizim için mutlak ölçü olduğunu söylüyor.

Uygulama alanları

Kanser, felç, fibromiyalji, gut, fibrosit (doku romatizması), doğum lekeleri, karpal tünel sendromu, akne, sivilce, osteoporoz, sırt/bel ağrısı, prostat, cinsel fonksiyon bozuklukları, kronik yorgunluk, gerginlik, migren, zona, hıçkırık, kronik astım, bronşit, zatürre, kurdeşen (ürtikerya), müzmin kabızlık, depresyon, akut yüz felci, yüz spazmı, lezyonlar, üst solunum yolu enfeksiyonu, öksürük, kuduz, burun kanaması, deri iltihabı, nezle, damar iltihabı, insomnia (uykusuzluk), hipertansiyon, egzama, epilepsi, obezite, kireçlenme, zehirlenme…

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi

Vicdan hep doğruyu söyler. Bediüzzaman çağın vicdanıdır

Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı çağa damgasını vurmuş büyük bir şahsiyet… Yirminci yüzyıl Türkiye’sini değerlendirirken onun izlerini görmemek mümkün değil. Bediüzzaman sadece Türkiye’de değil dünyada yaşanan değişimlere de etki etmiş bir isim. Zaman geçtikçe de hem Türkiye hem de dünya üzerindeki etkileri artarak devam ediyor. Bugün Türkiye’de ve dünyada sayıları giderek artan milyonlarca takipçisi bunun en büyük göstergesi…

Hal böyle olmasına rağmen gerek Bediüzzaman’ın kendisi gerekse telif ettiği Risale-i Nur hakkında yeterince bilimsel çalışma yapıldığını söyleyebilmek zor. Bediüzzaman ve onun başlatmış olduğu hareket hakkında sosyolojik, psikolojik, felsefi anlamda yapılan çalışmaların yeterli olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Ancak son zamanlarda yapılan bazı çalışmalar bu alanda bazı eksikleri gidermeye başladı.

Bu son çalışmalardan birisi de Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan tarafından kaleme alındı. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Nesil Yayınları arasında çıkan “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” isimli eserinde Bediüzzaman’ın yetiştiği ortamları, yaşadığı olayları, sosyal çevresini, liderlik özelliklerini, ortaya koyduğu fikirlerini ve bunların topluma yansımalarını bilimsel metotlar ve veriler ışığında inceliyor. Eser, Bediüzzaman’ı ve onun fikirlerini anlama açısından tam bir başucu kitabı ve kaynak bir eser olacak nitelikte… Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Bediüzzaman’ı ve fikirlerini anlamak isteyen birisinin mutlaka bu kitabı okuması gerekir.

Niçin “Çağın Vicdanı”?

Vicdanın “ne yapmak gerektiğini söyleyen iç ses, yanlış yapmaktan koruyan iç bekçi, hiçbir şey yapmama yanlışından koruyan iç ölçü, nasıl yapacağını anlatan bir iç eğilim” olduğunu söyleyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bediüzzaman bu toplumun vicdanı olarak yaşamış, çağın ‘vicdanî normlarını’ tanımlamış ilginç ve sıra dışı bir kişilik. Eserleri ‘fen ilimleri ile din ilimlerini’ bir arada açıklama iddiasındaydı, muhakkak incelenmeliydi. Din ve bilimi bu derece barıştırmayı başarmış ‘hazine eserler,’ pozitif bilim bakışıyla eleştirilerek ve yorumlanarak değerlendirilmeliydi” diyor.

Pozitif bilim disiplininde yetişmiş, hemen hemen hiç din eğitimi almamış birisi olarak çıktığı “keşif yolculuğu“nda Risale-i Nur eserlerinin olağanüstü bir rehberlikle zihnini ve yolunu açtığını ifade eden Prof. Tarhan, “İlginç olarak yeni psikoloji bilgileri ve sosyal sinirbilim verileri ile Bediüzzaman’ın öğretisi arasında müthiş benzerlikler vardı. Nursî’nin başlattığı hareket ve bıraktığı eserler, sadece dinî bir hareket ve eserler değil; psikolojik, sosyolojik, felsefî boyutlarıyla birlikte, ilginçtir, ‘sosyal nörobilimi’ öngörmüş bir hareket ve eserlerdir” ifadelerini kullanıyor.

Prof. Tarhan, “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” kitabını kaleme alma gerekçesini şöyle anlatıyor: “Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da bulduğum bu bilgileri okuyup kendime saklayamazdım, çünkü kendimi borçlu ve sorumlu hissediyordum. Herkes benim kadar şanslı olamayabilir; gerçekleri arayanlara vasıta ve vesile olmam gerekir, diye düşündüm.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın Bediüzzaman Said Nursî, eserleri ve ortaya koyduğu hareketle ilgili yaptığı değerlendirmelerden bazıları satırbaşlarıyla şöyle:

Bediüzzaman’ın çocukluğu ve benliği

Bediüzzaman’ın özgeçmişine baktığımızda, egosunu geliştiren şartların zor ve değişik ortamlar olduğunu görürüz. Bitlis’e yaya olarak yedi saat uzaklıkta, Nurs köyünün yoksul ortamında büyümüştür. O dönemde Doğu’da eğitim olarak sadece medrese sistemi bulunmaktadır. Ağabeyleri o medreselere gidip eğitim alırlar. Said Nursî de o medreselere kısa dönem de olsa devam eder, fakat eğitim sistemini sorgular. Daha küçük yaşlardan itibaren muhalif tarzı dikkat çekmeye başlar. Bu tutumu annesini endişelendirirken, babasının ise yüreklendirici etkisi görülür.

Bediüzzaman’ın babası Mirza Efendi’nin tarlaya gidip gelirken başkalarının ekinlerini yememesi için hayvanlarının ağızlarını bağladığı anlatılır. Bunun gibi ciddi ahlakî değerler, onun hayatına model olmuştur. Formel akademik bir eğitim almamıştır fakat ahlakî eğitimin ön planda olduğu bir ortamda büyümüştür. İyi insan olmanın temel alındığı şartlarda yetişmiştir.

Çocukluk travması olan kişiler, duygusal ihmal yaşamış, herhangi bir şekilde değersizleştirilmiş, aşağılanmış, mutluluğu dışarıda aramış olabilirler. Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda duygusal örselenme ve travma diyebileceğimiz bir veri yoktur. Tam tersine koruyucu, şefkat veren annelik tarzı ile ilme ve okumaya yönlendiren baba ve ağabeylerin cesaretlendirici tavırları görülmektedir. Bu konuda kendisi de, “Ben şefkat, merhamet dersini annemden; hikmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım” demektedir. Hayatında dengeli ve akıllı cesaret örnekleri görülmektedir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 25-26)

Eğitimde Bediüzzaman modeli

Üç ayrı zamanda gerekli girişimlerde bulunduğu halde bir türlü istediği üniversiteyi kuramayan Said Nursî, bütün vatan sathını mektep yaparak, evleri üniversite haline getirir.

Fen bilimleri ve din ilimlerini birleştiren küçük küçük dershaneler kurmayı başarır. Bu hareketin ölçülerini, standartlarını belirler ve ‘lahika’ adını verdiği, mektuplarını bir araya getiren kitaplarında yazar. Bununla ilgili uygulamalar konusunda talebeleriyle mektuplaşarak dershane tarzındaki evlerde din ilimleri ile pozitif ilimlerin birlikte işlenebileceği eğitim modelini oluşturur.

Bediüzzaman Modeli de denilebilecek, formel olmayan bu eğitim tarzı, formel eğitimin dinî bilgilerdeki eksiğini de tamamlar. Formel yoldan hayata geçiremediği eğitim modelini Bediüzzaman, enformel, yani gayriresmî ama meşru bir yolla, yasalara aykırı olmayacak şekilde uygular ve öğrenciler yetiştirir. Bu öğrenciler sadece lise, üniversite talebeleri değildir.

Esnaf, köylü, çiftçi vatandaş da bu grup içinde yer almaktadır. Önce yazarak, sonra müzakere ederek, onlarla birlikte defalarca okuyan Bediüzzaman, bu okumalardan kendisinin de istifade ettiğini her zaman dile getirir. Böylece kendi kitaplarının da talebesi olur. Uyguladığı bu yöntemde hem ortaya çıkarttığı hakikat, hem de kullandığı metot kendisine özgüdür. İslam tarihinde bu metotla Kur’an’ın ve imanî bilgilerin öğretildiği başka bir hareket tarzına rastlanmaz.

Bediüzzaman’ın bu metotla yetişen talebeleri Anadolu’nun her tarafına yayılır; birçoğu hapislere girer, yargılanırlar ve beraat ederler. Fakat sonunda Bediüzzaman’ın bu eğitim tarzı ve fikirleri Anadolu’da ciddi kabul görür.

Bediüzzaman geliştirdiği eğitim modelini hayatının gayesi olarak belirlerken meslekî egosunu tatmin etmemeyi seçmesi dikkat çekicidir. Çok iyi bir alim imajı vermek isteseydi, klasik bir tefsir yazardı. Bediüzzaman, baştan sonuna kadar Kur’an’ın tefsirini yazmak için; her ayetin mucizeliğini göstermek gerektiğini biliyordu. Onun için sadece klasik ve lafzî bir tefsir yazmadı. Anahtar bir tefsir olarak Risale-i Nurları yazdı. Meslekî hocalık yahut da kendi egosunu tatmin gibi bir yolu seçseydi, büyük bir klasik eser ortaya çıkarır; bu eseri de kütüphanelerin ve ilahiyat fakültelerinin başköşesinde referans kitabı olarak bulunurdu. Bediüzzaman böyle bir yolu tercih etmedi.

Bir toplumsal dönüşüm ihtiyacını gören Said Nursî aktivist olarak da hareket etmiştir. Kendi egosunu ve meslekî kariyerini ikinci planda tutup, davasını, ideallerini ve sosyal ihtiyaçları birinci planda tutmasına gerekçe olarak ise ihlası göstermektedir. Kendi şahsî ihtiyaçlarından çok daha önemli olarak toplumun ihtiyaçlarını görmesi, Bediüzzaman’ın çağdaş ilim adamlarından farklı yönünü ortaya koyar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 32-33)

Bediüzzaman’ın öğrenme modeli

Bediüzzaman’ın kendini geliştirme faaliyetinde dikkati çeken önemli bir özelliği daha vardır. Sıralı, formel bir eğitim almayan Said Nursî’nin okuması çok iyi, fakat yazması kötüdür. Bu öğrenme modeli onun farklı bir eğitime tabi olduğunu gösterir.

Tıpta disleksi diye bilinen bir öğrenme bozukluğu vardır. Albert Einstein, Leonardo da Vinci gibi ünlülerin disleksili olduğu bilinmektedir. Disleklili kişilerin özelliği, yazılı ifade konusunda çok başarılı olmamaları, fakat sözel ifade konusunda yüksek başarı gösterebilmeleridir. Yazarak ifade edemediklerini sözel olarak ifade edebilirler. Bu durumda disleklisi kişilerde farklı bir öğrenme modeli ortaya çıkar. Sözel ve görsel öğrenmenin yüksek olduğu, fakat yazılı ifadenin düşük olduğu bu kişilerin beyninde farklı bir öğrenme modelinin ve deha adacıklarının olduğu görülür. Bu kişiler okudukları bir parçayı hemen akıllarında tutabilirler, bir sayfayı okuyup beş dakika sonra aynısını tekrar edebilirler. Bediüzzaman’da da görülen bu öğrenme modeli, onun bu çağda farklı bir yöntem geliştirmesini sağlamıştır. Bilgileri çok kolay aklında tutabilmiştir. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi adlı eserini yazarken, binlerce hadis içinden Hz. Peygamber’in mucizeleriyle ilgili üç yüzün üstünde hadis-i şerifi kaynakları ve ravileriyle birlikte nakletmiştir. Bu risaleyi yazdırırken yanında hiçbir kitap bulundurmadığı gibi, eserin yazımını çok kısa bir sürede tamamlamış ve hiçbir yazım hatası da yapmamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 33-34)

Formel eğitimden uzak kalmanın avantajları

Bediüzzaman’ın bu özelliği Hz. İbrahim’in gençlik dönemiyle benzerlik gösterir. Kahinler Nemrut’a bir erkek çocuğunun dünyaya gelip, büyüdükten sonra onun saltanatına son vereceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut da yıllarca erkek çocuklarını katleder.

Hz. İbrahim işte o dönemde doğar. Babası da, Nemrut’un putlarının bakımından sorumlu kişi olduğu için, onun çok yakınındadır. Hz. İbrahim’in annesi bu durumdan haberdar olduğu için onu Urfa yakınlarındaki bir mağarada toplumdan kopuk bir şekilde büyütür. Böylece toplumdan kopuk olduğu için putlara tapmadan büyümüş olur. Ergenlik dönemine kadar sadece annesiyle konuşarak, sosyal öğretileri ve o dönemin formel eğitimini almadan yetişir. Bu nedenle toplumu ve o dönemin değerlerini sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olur.

Mağaradan çıktıktan sonra, bir Rabbin var olması gerektiğini düşünmeye başlar. Putlara baktığında, onların hiçbir gücünün olmadığını görür ve onların durumunu sorgular; çünkü, diğer yaşayanlar gibi, küçük yaşta öğrenilmiş bir bilgiye sahip değildir. Eğer diğer insanlar gibi küçük yaştan itibaren öğrenilmiş bilgiyle yetişseydi, oradaki değerleri sorgulayıp onların dışına çıkamayacak, diğer insanlar gibi kalacaktı.

Bediüzzaman’ın da hocalarının dizinin dibinde saatlerce, günlerce oturup öğrenememesi ve böylece formel eğitimin dışında kalması, onun Hz. İbrahim gibi, genel akışın dışında ve bu akışı sorgulayabilen bir kişi olmasını sağlamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 35-36)

Bediüzzaman’ın hiperaktif kişiliği

Bediüzzaman’ın icraatlarına baktığımızda hiperaktivite özellikleri görülür. Hiperaktivitede beyinde deha adacıkları oluşur. Bazı konularda çok başarılı olurken bazı konularda yetersiz olurlar. Aşırı hareketliliği, yüksek zekâsı ve hafızası, padişaha gidip kafa tutabilecek seviyede dürtüselliği ve fevriliği, ideali için gireceği riskleri fazla düşünmemesi onun hiperaktif olduğunu gösterir.

Hiperaktif özelliğinin yansımalarını Bediüzzaman’ın eğitiminde de rastlıyoruz. Yüksek zekâsı nedeniyle formel eğitimi almadı. Medreselerde on-on beş senede alınan eğitimi o yüksek zekâsıyla üç-dört ayda öğrendi. Gittiği eğitim kurumlarında son sınıf öğrencilerinin kitaplarını okuyup, hocalarından imtihan etmesini istedi ve başarıyla geçti. Yüksek zekâsı ve hafızasıyla hiperaktivitesini kapattı. Medreselerde okuma sebatını, elinde olmayan nedenlerden dolayı gösteremedi. Eğer zekâsı ve hafızası olmasaydı okuyamazdı. Bu özelliği onu farklı kılarak formel eğitimden, medresenin klasik itaat sisteminden uzak tuttu. Böylece ona medrese sistemini sorgulama hakkını verdi. Aynı Hz. İbrahim’in mağarada, mevcut düzenden uzak yetişerek kurulu düzeni sorgulaması gibi. Her iki şahsiyet de kurulu düzeni tartıştı. Hz. İbrahim, kurulu ibadet sistemini sorgulama becerisi kazandı, Bediüzzaman ise kurulu eğitim sistemini sorgulamayı başardı.

Bediüzzaman’ın bu farklılığı aynı zamanda kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Çoluk çocuğa karışıp, klasik bir din alimi olup, idealist ve teorik bilgiler kazandıran fikir ve düşünce adamı olmayı tercih etmedi. Toplumsal ihtiyacı şahsî tatmininden önceye alarak aktivist ve eylem adamı oldu. Öğrenme modelinin farklı olması farklı bir alim olmasına, farklı bir öğrenme sistemini sorgulamasına dolayısıyla yeni bir akımın oluşmasına ve bu akıma lider olmaya kapı açtı. Böylece onun öğrenme modelindeki eksik yönü, onda şans haline geldi.

Ayrıca bir davası ve adanmışlığı olduğundan, yüksek zekâ ve hafızanın yanı sıra öğrenme modelinin farklılığı bir akımı başlattı. Bediüzzaman, asırlardır tasavvufun ve medresenin yaptığı toplumu dinî yönden aydınlatma faaliyetinin, bu çağa uygun bir şekilde yapılmasına vesile oldu.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 37-38)

Bediüzzaman’ın iletişim yönü

Bediüzzaman Said Nursî 1907’de İstanbul’a geldiğinde kaldığı Şekerci Han’daki odanın kapısına “Bütün sorulara cevap verilir, hiç soru sorulmaz” diye yazı asar. Bu davranışın psikososyal analizinin iyi yapılması gerekir. Doğu’dan şiveli, yöresel kıyafetli bir alim gelir. Osmanlı ulemasının asırlardır yetiştiği ve ilmiye sınıfının bulunduğu İstanbul’da bu kişiyi kim dinleyebilirdi? Osmanlı’da maliye, mülkiye, ilmiye gibi sınıflar vardı. İlmiye sınıfında gördüğü yanlışlardan birisi de taassuptu. Bu taassup nedeniyle ezberi bozabilmek için sıra dışı bir şeylerin yapılması gerekiyordu. İlmiye sınıfının dikkatini ve ilgisini çekip yeni sorular sordurtmak, yeni yorumlar yaptırtmak, yeni düşünce kalıpları oluşturmak gerekirdi. Günümüzde basının yaptığı medyatik ilgi gibi, Bediüzzaman da ilmî bilgisini sergilemek ve ilmiye sınıfı arasında merak ve hayret duygusunu uyandırmak istemişti.

Bu yöntem esasen din alimi için çok tehlikelidir. Bir hadis-i şerifte mealen, “Bir insana musibet olarak parmakla gösterilmek yeter; Allah’ın korudukları müstesna” buyurulmaktadır.

Parmakla gösterilmenin musibet olduğu kabul edilen bir din anlayışında Bediüzzaman’ın kendisini duyurmak istemesinin sebebi, davasını ve ideallerini ön plana çıkararak merak ve hayret duygularını uyandırmaktır. Bunu da ihlasla yaptığı için Yaratıcı’nın koruma kalkanı içerisinde olduğundan, şöhretin musibetlerinden samimiyetinin ve ihlasının verdiği manevî zırhla korunmuştur.

Kitaplarının bir kısmının da soru-cevap şeklinde olması, önemli özelliklerindendir. Mesela “Şeytanla Münazara” başlığında, ona bazı sorular sordurtup kendisi cevabını verir ve konuyu bir noktaya ulaştırır. Sokratik sorgulama denilen bu tarz, bilimsel bir metodolojidir. Bu yolla yeni sorular sordurtarak bilgi ve düşünceyi geliştirmiştir. Böylece, bu yöntemi dönemin alimleri ve siyasileri ile ilişki kurmada iletişim yöntemi haline getirmiştir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 39-40)

Bediüzzaman’ın duygusal okuryazarlığı

Bediüzzaman duygusal okuryazarlığı güçlü biridir. Bu özelliği sayesinde karşı tarafın duygularını okuyup anlayarak, ona uygun cevap verebilmiştir. Empatik iletişimde, karşı tarafa kendini yakın hissetmenin yanı sıra onunla yukarıdan aşağıya değil, yatay ilişki kurmak gerekir. Güvenin oluşması için karşı tarafın anlaşılması, dinlenmesi ve ona değer verildiği duygusunun oluşturulması gerekir. Bediüzzaman talebeleriyle arasında empatik iletişimi çok iyi kullanabilmiştir. Sınıfsal bir üstünlük düşündürtmeden eşitler ilişkisini başarıyla sürdürmüştür. Bir taraftan koskoca padişaha itirazını hiç çekinmeden dile getirirken, diğer taraftan eserlerini yazan köylülere çay ikram etmiştir. Çelişki gibi görünen bu davranış onun ‘ego odaklı’ değil, ‘ego ideali odaklı’ yaşadığını gösterir. Davası için padişaha kafa tutabildiği gibi, ümmî birine çay da götürebilmiştir.

Araştırmalara göre, en ikna edici ve ideal iletişimin ‘güven uyandıran iletişim’ olduğu ortaya çıkmıştır. Bu iletişimde, içten davranış hissedildiğinde karşı tarafın beyninde ayna nöronlar çalışmaya başlar. Kişinin beynindeki güvenle ilgili alan, aktif hale geçer. İçten, sıcak, yakın davranış karşı tarafta güven etkisi yapar ve güven duygusunu aktif hale geçirir. Rönenans’ın meşhur heykeltıraşına atıfla ‘Mikelanj etkisi’ adıyla da tanımlanan bu olayda, sanatçı nasıl heykeli ustaca işliyorsa, birbirini seven kişiler de bir arada uzun süre yaşaya yaşaya mimikleri ve jestleriyle birbirlerinin kişiliğini yontarlar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 42-43)

Dünyada tasarımsal varoluş yaklaşımını başlattı

Bediüzzaman hareketinin önemli sonuçlarından bir diğeri de, tesadüfî varoluş anlayışı yerine, tasarımsal varoluş fikrinin Türkiye’den çıkıp dünyada tartışılmaya başlamasıdır. Tasarımsal varoluş tanımı, yaratılış gerçeğinin bilimdeki ifadesidir. Kâinat dışında, kâinat cinsinden olmayan, aşkın bir Yaratıcı’nın olması gerektiğini savunur. Darwin gibi bilim adamlarının ortaya koyduğu tezlerin bilimsel olarak doğrulanan taraflarını reddetmeden, yanlış olan görüşlerini göz önüne çıkaran tasarımsal varoluş hareketinin ülkemizde meyve vermesi, Said Nursî’nin katkılarıyla olmuştur.

Günümüzde artık ABD’de tasarımsal varoluş mu, tesadüfî var oluş mu konuları tartışılmaktadır. Bu tartışmalar din ilimleri ile pozitif bilimlerin bir bakıma birlikte yorumlanmasını sağlayacaktır.

Tartışma usulüne de önem veren Bediüzzaman, Darwin’in kişiliğini hiçbir zaman hedef olarak almamış, hatta adından bile söz etmeden sadece onun fikirlerini ve düşüncelerini ciddi olarak sorgulamış ve yorumlamıştır. Eserlerinden olan Tabiat Risalesi Darwin’in tezlerine cevap olarak yazılmıştır, ama içinde bir kez bile ismi geçmemektedir. Çünkü Bediüzzaman, olumlu ve olumsuz yönleri olan Darwin’in bilim emekçiliğinin farkında olup, kişilik olarak ele almamıştır. Fikirlerini, sembollerini, ideolojilerini konuşmuştur. Bu tarzıyla Bediüzzaman ilim adamlarını kişisel boyutta düşünmediğini gösterdiği gibi, tartışma ahlakının kurallarını da belirlemiş ve ona uygun davranmıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 51)

Gönüllü itaati sağlamak

Ruhsal liderin önemli bir özelliği de rehberlik yaptığı insanlara huzur vermesidir. Takipçileri ile fikirlerini paylaşır, onların fikirlerini sorar, birlikte karar verir ve işlerin yapılmasını sağlar. Bediüzzaman da takipçileriyle birlikteyken, kendi oyunun tek olduğunu söyleyerek katılımcılığın örneğini vermiştir. Kendi fikirleri için “Mihenge vurun, eğer altın çıkarsa alın, bakır çıkarsa geri iade edin” diyerek, birlikte karar vermenin önemi dile getirmiştir. Takipçiler grubu içerisinde duygusal bağ oluşturarak, bir insanın tek başına yapamayacağı işleri birlikte yapmaya sevk etmiştir. Mesela insanlar inançlarının gereklerini yerine getirme, çocuklarına dini anlatma gibi konuları tek başına yapabilirler, fakat bazı işleri tek başına yapamazlar.

Bediüzzaman eserlerinin yazılması ve çoğaltılması sırasında birçok insanı şevke getirmiş ve onları aynı hedef doğrultusunda hareket ettirmeyi başarmıştır. Takipçileri evlerinde çocuklarının bile bilmediği gizli bölmelerde, cam sehpaların altlarına lambalar koyarak, bir çeşit ışıklı manuel fotokopi mekanizması düzeneği hazırladılar. Okuma-yazma bilmeyen bu insanlar anlamadıkları ve bilmedikleri yazıların üzerine, kâğıtları yerleştirip ışıklı sehpalarında Bediüzzaman’ın metinlerini kopyalayarak yazdılar ve çoğalttılar. Matbaanın olmadığı, dinî eserlerin yazılmasının yasak olduğu bir zamanda Kur’an-ı Kerim’in bile çoğaltılması mümkün değilken yüzlerce insanı gönüllü itaatlerle bu işi yapmaya sevk etmiştir. Bu başarı için, ruhsal liderin yaptığı işe kendisinin inanması, takipçilerine de inandırması ve sağlıklı bir güveni koruyabilmesi gerekir. Bütün bunlar Bediüzzaman’ın önderlik vasfını gösterir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 104)

Niçin sakal bırakmadı?

Said Nursî eğer sakal bırakmış olsaydı yine dine hizmet ederdi, ama modernistlerin önyargılarını dağıtmakta zorlanırdı. Şu anda eserlerini takip edenlerin büyük kısmı okumazdı, özellikle Batı kültürüyle yetişenler uzak dururdu. Mesela Yusuf İslam’ın hiçbir siyasi faaliyeti olmadığı halde, sadece kıyafeti Usame b. Ladin’e benzediği için ABD’ye giriş vizesi verilmedi.

Bediüzzaman’ın modernistlere karşı öykünmek, hoş görünmek gibi bir niyeti asla yoktu, eğer öyle biri olsaydı onların fikirlerine karşı ölümüne mücadele vermezdi. Bediüzzaman, sakal bırakmamanın psikososyal boyutunu düşünerek hareket etmiş ve elindeki hakikatleri en geniş kitleye, nasıl en etkili ve en yararlı hizmetle sunabilmenin yollarını aramıştır. Elinde pırlanta değerindeki hakikatleri aktarabilmesi için sakal bırakmamayı iletişim ve ikna metodu olarak kullanmıştır.

Bediüzzaman gibi bir dinî liderin sakal bırakmaması ve evlenmemesi onun içini yakan büyük bir fedakârlıktır. Modernizmin fırtınasına maruz ve bu yüzden mağdur olan genç kuşakların zihinsel kalıplarını, düşüncelerini, değer yargılarını aşıp, elindeki gerçekleri onlara sunmak için istemeye istemeye bu sünnetten vazgeçmiştir. Kendi kemalatı, tefeyyüzü, manevî makamlarda ilerlemesi için değil, genç kuşakların elindeki hakikatleri alıp kabullenmesi için çabalamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 112)

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi